İlber Ortaylı

Filistin cephesi

27 Ekim 2024
Mustafa Kemal Paşa’nın Filistin’e ilk tayini de 1917 ortalarında Yıldırım Ordular Grubu kurulduğunda oldu. Bazı cahil kişilerin yazdığı gibi Gazze’den kaçıp kuzeye gitmiş değildir. Filistin’e ikinci tayini 1918 Ağustos’unda olmuştur. Suriye Cephesi’ne başkomutan olarak tayin edilen Liman Paşa’nın yönetiminde 7.Ordu’ya komuta etmiştir. Burada bahsedilecek tek şey, Mustafa Kemal Paşa’nın ricat (geri çekilme) denen olayı, elinden geldiğince düzgün ve tertipli bir şekilde yapmış olmasıdır. 20. yüzyılın büyük Türk mareşali ve etrafındaki isimler hakkında sürekli olarak dil uzatmak, bu kasaba münevverlerinin işi olan bir küstahlık ve hamakattir.

Öteden beri Gelibolu’daki Albay Mustafa Kemal Bey ve Filistin Cephesi’ndeki Mustafa Kemal Paşa hakkında olur olmadık yazılar yazılır. Ne yazık ki bu cepheler hakkında kalem oynatanların birçoğu tarih bilmez, okumaları eksiktir. Üstelik kasaba kültürüyle edindikleri birtakım önyargılar ve hurafeler, zihinlerinde adeta saplantı haline gelmiş ve ana motivasyonları olmuştur. Elbette kasabayı küçümsemek niyetinde değilim; zira Rusya İmparatorluğu’nun kasabaları, orada yetişen az sayıda münevver, bilhassa ‘gymnasium’da okutulan dersler, müthiş şahsiyetler ortaya çıkarmıştır. Mesela Simbirsk gibi Volga kıyısındaki tipik bir Feodal Rusya şehrinde Nikolay Karamzin gibi bir tarihçi, İvan Gonçarov gibi bir romancı yetişmiş, 20. yüzyıl Rusya’sı ve dünya siyasetini derinden etkileyen Vladimir İlyiç Ulyanov (Lenin) ve onun rakibi Aleksandr Kerenski de aynı şehirden çıkmıştır. Bu insanlar Roma ve İngiltere tarihini oralarda okumuşlardır.

KOLAY DİPLOMA POLİTİKASI EĞİTİM KALİTESİNİ DÜŞÜRDÜ

Bizim de vilayet merkezlerimiz zamanında kasaba kadar izole yerler de esaslı insanlar yetiştirmiştir. Ancak 18. yüzyılın Türk kasabası, artık eski kasaba değildir. Zanaatlar ölmüş, 18. yüzyıl başındaki Karaman ile 19. yüzyıldaki Karaman aynı değildir. Aksaray da aynı Aksaray olmadı, hatta Diyarbakır bile eski Diyarbakır gibi kalmadı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye ekonomik bakımdan geliştikçe, öğrenme ve çalışma merakı garip bir şekilde azalmıştır. Demokrasi döneminde okulların “Bir mühür bir müdür” anlayışı ve partilerin kolay diploma dağıtma politikasıyla eğitim kalitesi düşmüştür. Bugün sosyal medyada gördüğümüz saçmalıkların temelinde bu vakıa yatar.

Mustafa Kemal Bey, Çanakkale Muharebeleri’nde henüz general değildi. Mevki komutanı Osmanlı Mareşali sıfatıyla Enver Paşa tarafından oraya getirilen Liman von Sanders’ti. Ancak Liman Paşa, birçok müşavir Alman generali gibi kibirli ve “dediğim dedik” bir subay değildi. Emri altında sadece Mustafa Kemal Bey değil, Kâzım (Karabekir) Bey ve 57. Alay’ın şehit komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey gibi çok sayıda deha vardı. Bunlar, Birinci Dünya Savaşı’ndaki genç ordular arasında nadir görülebilecek portrelerdir. Özellikle Mustafa Kemal Bey, Liman von Sanders’in verdiği bazı emirleri eleştirmiş, Liman Paşa da aksi kişiliğine rağmen makul bir yaklaşımla bu eleştirileri dikkate alarak emirleri değiştirmiştir. Çanakkale bir zaferdir ve bu zaferin komutanları ile erleri, tarihimizin en muhteşem kahramanlarıdır.

FETÖ’cü takımı ve Almanya’daki BND dalkavuklarının sosyal medyada “Çanakkale’yi 19 bin Alman savundu, zaferi böyle kazandık” gibi utanmazca iddialarını görüyoruz. Bu türden utanmazlıklar maalesef bizim kasaba münevverlerinde de görülüyor. “Atatürk’ü kim bilirdi?” diyorlar. Bilen biliyordu. Zaten Çanakkale’de söylediğim gibi her savunucu, tarihimizin yüce abideleridir.

Mustafa Kemal Bey Gelibolu’dan sonra mirliva (tuğgeneral) yapıldı. Savaş Nişanı kazandı ve Edirne’ye tayin edildi. Oradan da Diyarbakır Kolordusu’na geçti. Burada Bitlis ve Muş’un istirdadı gibi büyük bir zafer kazandı. Ancak geri aldığı bu yerlerden Muş kısa süre sonra tekrar Rusya’nın eline geçti. Filistin’e ilk tayini de 1917 ortalarında Yıldırım Ordular Grubu kurulduğunda oldu. Bazı cahil kişilerin yazdığı gibi Gazze’den kaçıp kuzeye gitmiş değildir. Filistin’e ikinci tayini 1918 Ağustos’unda olmuştur. Suriye Cephesi’ne başkomutan olarak tayin edilen Liman Paşa’nın yönetiminde 7.Ordu’ya komuta etmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgimiz, esasen Avusturya’nın işe yaramaz derecede kötü kurulan Rusya’daki mevzilerini tutamaması, Bulgaristan’ın aniden mütareke istemesi (çünkü onlar da tükenmiştir) ve Almanya’nın da nihayet bizim hemen ardımızdan mütareke talebinde bulunmasıyla sona ermiştir. Bulgaristan’ın çekilmesinden sonra İtilaf Devletleri’nin bölgedeki komutanı olan Fransız Mareşal Louis Franchet d’Espèrey’in yolu açılmıştır. Bu durumda yapılacak bir şey kalmamıştır. Dolayısıyla, Nablus’taki kısmî direnişe rağmen, Mustafa Kemal Paşa’nın da elinde fazla bir imkân yoktu ve mütareke geldi.

KASABA MÜNEVVERLERİNİ DİNLEMEYİN

Yazının Devamını Oku

Ertuğrul Osman Osmanoğlu

20 Ekim 2024
Ertuğrul Osman Efendi hiç unutamayacağım bir portredir. Çok özgün ve bronz gibi sağlam bir kültürel birikime sahipti. Yıllar boyunca başka bir pasaport kullanmadı. Bir noter kimliğiyle yaşadı ve iş yaptı. Nihayetinde, Türk vatandaşlığına yeniden döndü. “Bizim aile için bir felaket olan bu durum, millet için faydalı olmuştur” demesini bilirdi. Böyle bir vakara sahipti.

Ertuğrul Osman Efendi, Osmanlı hanedanının Şehzade Harun Efendi’den iki önceki hanedan reisiydi. 15 yıl boyunca Avrupa’da ve dünyada tahtını kaybetmiş hanedanların mensupları ve reisleri arasında, ilmi, zekâsı, bilgisi ve zorunluluktan değil, samimi bir sevgiyle aranılan, hürmet gösterilen bir kişilik olarak biliniyordu.II. Abdülhamid’in oğlu Mehmet Burhaneddin Efendi ve Aliye Melek Nazlıyar Hanımefendi’nin oğluydu. Hanedan üyelerinin sürgün listesine dahil edilmesine rağmen, babasının iş hayatını tercih etmesi sebebiyle daha önceden Avusturya’da bulunuyorlardı. Nitekim 1924’te Viyana’da Theresianum’da iken hanedanın ani sürgün kararı verildi. Theresianum, Avusturya İmparatorluğu’nun seçkin çocuklarının okuduğu bir kurumdu. Hem askerî sınıfa hem de diplomasiye girecek kimseler burada eğitim alırdı. Aynı zamanda, tarihte Şarkiyat Şubesi’nin büyük âlimi ve bir diplomat olarak yetiştirilmiş olan Joseph von Hammer-Purgstall gibi isimler de burada eğitim görmüştür.

YENİ CUMHURİYETE SAYGI GÖSTERDİLER

Ertuğrul Osman Efendi, 1924 yılında çoktan Paris’teydi ve Institut d’études politiques de Paris’te eğitimini sürdürüyordu. Biyografisine her yerde rastlamak mümkündür. Şahsen, ilk kez elime geçtiği gece bırakamadan bitirdiğim “Şehzadenin Yüzyılı: Sultan II. Abdülhamid’in Torunu Ertuğrul Osman Efendi’nin Hatıraları” kitabını ancak takdim gününde elime verdiler. Bununla birlikte, kitaptaki bilgiyi izleme zevkini okurlarına bıraktım.

Ömürlerinin son yıllarında gayet dinç bir vücut ve zihinle Neslişah Sultan ile Ertuğrul Osman Efendi’yi tanıdım. Bu, benim talihimdi. Hiç unutamayacağım bir portredir. Devrilen hanedanın üyeleri de milletin menfaatini ve haysiyetini her şeyin önünde tutup yeni cumhuriyete saygı göstermenin canlı örnekleridir. Kazanan onlar oldular. Habsburglar, Bourbonlar, Hohenzollern hanedanları aynı olgunluğu göstermediler ve kaybeden onlar oldu. Ülkelerinde kurulan cumhuriyetler devam ediyor ve edecek; ancak gösterdikleri olgunluk, haysiyet ve mensup oldukları millete saygı bakımından bizimkilerle yarışamazlar.

Yıllar boyunca başka bir pasaport kullanmadı. Bir noter kimliğiyle yaşadı ve iş yaptı. Nihayetinde, zamanın başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisine sunduğu pasaportla Türk vatandaşlığına yeniden döndü. Ertuğrul Osman Efendi, herkesi kendine hayran bırakan bir kişilikti. Ancak bu meziyeti, herkesle iyi geçinmek gibi bir oportünist karakterle karıştırılmamalıdır. “Bizim aile için bir felaket olan bu durum, millet için faydalı olmuştur” demesini bilirdi. Böyle bir vakara sahipti. Devlet yaşar, millet ona her zaman büyük hürmet gösterdi. Cenaze kalabalığı da bunu gösterir nitelikteydi; Sultanahmet Meydanı dar geldi. Divan Yolu’ndaki II. Mahmud Türbesi’ne defnedildi. Türbe, her şeyi unutmaya ve öğrenmemeye yatkın İstanbul’un yeni nesillerinin hafızasına bu vesileyle kazındı. 23 Eylül 2009’daki bu küçük tören, tarihle barışmanın bir ifadesidir.

Çok özgün ve bronz gibi sağlam bir kültürel birikime sahipti. Bir anımızı unutamam; eşi, Afgan hanedanından Zeynep Tarzi ile müzeyi gezmeye geldiler. Belirli yerleri gezdikten sonra, Avrupa protokolünde prenses olan, burada ise Zeynep Tarzi Hanımefendi olduğunu iftiharla belirten Zeynep Hanım (zira Doktor Pakize Tarzi’nin kızıdır), o gün haremi gezmek istediğini söyledi. Ertuğrul Osman Efendi ile dinlenmesi için müdüriyetime doğru yürüdük.

AVUSTURYALI EKİBİ DUYGULANDIRAN ALMANCA

O gün sabah, Avusturya televizyonu ORF gelmişti ve sarayda benimle bir röportaj yapıyor, etrafta çekim yapıyorlardı. Ekibin başında olan Avusturyalı hanım yanıma gelerek, “

Yazının Devamını Oku

Şiddet, cinayet ve Türkiye

13 Ekim 2024
Boşanmaların sayısındaki artış, bazı taraflar için aynı rahatlıkla karşılanamıyor. Sokak cinayetleri ise polisin yeterince kontrol sağlayamaması ve yasal boşluklar nedeniyle artış gösteriyor. Çocuklarımızı kontrol edemiyoruz ve onlara yeterince sevgi veremiyoruz. Uyuşturucu, tarihte hiç olmadığı kadar yaygınlaşıyor. Türkiye için üzücü sonuçlar doğuran bir tablo bu. Çok daha iyisini yapabilir, çözüm üretebiliriz.

Şiddet ve cinayet, dünyada şehirleşmeyle birlikte artıyor gibi görünmektedir. Bir şehrin kuruluşu, insan ilişkilerinin hem ekonomik hem de sosyal açıdan değişime uğradığı bir alanın doğumunu simgeler. Şehir, kayıtların, bilgilerin ve olayların düzenli olarak kaydedilmesi demektir. Dolayısıyla şehirleşmeyle birlikte tarih ortaya çıkmaktadır. Tarihin kaydetmediği toplumlar, yalnızca arkeolojik ve jeolojik buluntularla anlaşılabilir. Bu toplumların yaşam biçimlerini, ilişkilerindeki adetleri eksiksiz ve ayrıntılı olarak tespit etmek mümkün değildir. Mukayeseli antropolojik incelemeler de bu toplulukları yeterince iyi açıklayamaz. Kısacası, tarih şehirle başlar ve şehirler, insan yaşamında hem adetlerde hem de ilişki biçimlerinde sürekli bir değişim gösterir.

Şiddet ve suçun sadece son dönemlerin bir alışkanlığı olduğunu düşünmeyelim; ancak endüstrileşen şehir, eşitsizliğin sadece gelir dağılımında değil, eğitimde de görüldüğü, insanların mutluluk ve mutsuzluklarını çözümleme biçimlerinin zaman içinde farklılaştığı bir toplum yapısını doğurmuştur. Bir toplum, insanların birbirlerinin derdini dinlediği, yüz yüze çözümler aradığı bir yerken, son iki-üç yüzyılda bu konuda gittikçe artan bir yalnızlık ve bireysel toplum yapısının ortaya çıktığı görülmüştür. Yakın tarihlerde Batı Avrupa’da polis kayıtlarının iyi tutulduğu yerlerde “Karındeşen Jack” ve “Mavi Sakal Landru” gibi seri katiller, o toplumlara özgü kalıplar olarak değerlendirilirken; diğer toplumlarda benzer vakaların yaşandığı, ancak kayıtsızlık ve unutkanlık nedeniyle tarihin hafızasından silindiği anlaşılmaktadır.

KÖYLERDEN ŞEHİRLERE...

Türkiye’nin hızlı şehirleşmesi, 20. yüzyılın ortalarında başladı. İkinci Dünya Savaşı’na fiilen katılmadık. Bu savaştan sonraki refah ve işletme mekanizmalarından etkileniş, gerçekten yeni bir Türkiye yarattı. Merhum hocamız Halil İnalcık, “Anadolu kıtasının refahı, klasik eski Roma dönemindedir ve ardından büyük karmaşık Bizans döneminde sona erer. İkinci refah dönemi ise Anadolu Selçukluları dönemindedir” der, Osmanlı dönemini ise bu bağlamda zikretmez; “1946’dan sonraki dönemdir,” diye eklerdi. Milli gelirimizdeki artış ve yaşam biçimimizdeki değişimler göçleri de beraberinde getirdi. Türkiye’de kırsal kesimden göç, köylerdeki açlık krizleri veya ölümler nedeniyle değil, aslında daha sancısız bir sosyoekonomik değişimle gerçekleşti. 1950’lerin başında yüzde 80 olan köy nüfusu bugün yüzde 8’e kadar gerilemiştir. Pek çok köy statüsü kaldırılarak, yakınlardaki kasaba veya il merkezlerinin bütçe ve etkileşim mekanizmalarına bağlanmıştır. Bu gibi gereksiz tedbirlerin yanı sıra, köylerin iç yapısında yaşanan aile çözülmeleri köyleri boşaltmaya itmiştir. Son 60 yılda, ki bunu bizim nesil neredeyse gözlemiştir, Türkiye’de “gecekondu” adı verilen yerleşim alanları Macarcadan gelen tatlı bir kelime olan “varoş” (şehir dışı) ile özdeşleşmiştir. Varoşlarda, sakin fakat yavaş yavaş kalıp değiştiren; nesiller arasında adet kopukluklarına, kimi zaman cinayetlere varan komşu ve aile içi çatışmalara tanık olunmaktadır. Otomobil medeniyeti ise bambaşka bir kaos yaratmıştır. Konuşulan dil, ne köy dili ne de şehir dilidir; eski İstanbul’un ve eski Anadolu şivelerinin kaybı söz konusudur. Bunu bir “proletarya jargonu” olarak tanımlamak da pek mümkün değildir. Sonuç olarak, ortaya inanılmaz psikolojik hastalıklar ve yeni akımlar çıkmıştır. Tuhaf eğilimler ve satanizm gibi çeşitlemeler de kendini göstermektedir.

Boşanmaların sayısındaki artış, bazı taraflar için aynı rahatlıkla karşılanamıyor. Sokak cinayetleri ise polisin yeterince kontrol sağlayamaması ve yasal boşluklar nedeniyle artış gösteriyor. Kadın-erkek anlaşmazlıkları ve bunun cinayete kadar varan sonuçları, her ülkede farklı şekillerde kendini gösterir. Örneğin, birbirine çok yakın olan İspanya ve Portekiz bu konuda iki zıt kutuptur. Romanya ile Bulgaristan halkı arasında bile bu açıdan fark vardır. İran’daki sokak kavgaları Türkiye’deki kavgalarla benzerlik göstermez. Mısır’da ve İran’da şoförler ya da çarşıdaki kriminal gruplar genellikle uzun süreli tartışmalara girerler; bizdeki gibi hemen delici ve kesici aletler ya da silah kullanılmaz. Rusya gibi yerlerde ise kriminal olaylar daha kurnazca, acımasız ve örgütlü bir şekilde yapılır. İki maganda arasındaki çatışma, o anda sokakta silah çekilmesiyle değil; olaydan çok sonra birinin sokakta yürürken bıçaklanmasıyla sona erer. Türkiye bu konuda farklı bir yerdedir.

KRİTİK BİR DÖNEMDEYİZ

Çocuklarımızı kontrol edemiyoruz ve onlara yeterince sevgi veremiyoruz.

Yazının Devamını Oku

Ortadoğu’nun son beş asrı

6 Ekim 2024
Dört asırlık uzlaşma ve barışçı bir düzeni getiren Osmanlı çekildikten sonra bu memleketler rahat yüzü görmedi. Koca kıtanın haritası ABD’de oyun düzeniyle çiziliyor. Bu oynama kolay değil. Gelişen patlamaların kimleri nereye kadar götüreceği belli değil ama iyi yere gidilmiyor.

BUGÜNE kadar yerli ve yabancılar arasında “Modern Türkiye’nin Doğuşu” kitabının yazarı Bernard Lewis Fars, Arap kültürü, Latin ve İbranî dillerindeki ustalığı ve birikimi yanında Rusça, Almanca, Fransızca, İtalyancada, Batı ve Doğu’yu bir araya getirmeye gayret etmiş biriydi. Siyonistti ama dindar değildi. Bu siyonizminin hiç şüphesiz bugün İsrail’de ve Amerika’da rastlanan aşırı fonlarına bulaşmayacak kadar da Arap dünyasını tanırdı. Tanıdığı ve iltifat gördüğü Türkiye’nin aşırı bir hayranı ve taraftarı mıydı? Mesafeli bir sempatisi vardı. Türkiye onun için reformlar yapan ve demokrasiye yakın bir ülkeydi. Ömrünün son 30 yılına yaklaşan şahsi görüşmelerimin dışında 1970’lerin başından beri sayısız konferansında da bulundum. “Ortadoğu” onun en iyi kitabıdır ve bu sahada okumamız, okuyucumuzun bilmesi gereken bir eserdir. “Ortadoğu” kitabının yanında yakın zamanda çıkan “Modern Ortadoğu Nasıl Kuruldu?” kitabının okunması da tavsiye edilir.

Senkronik (eş zamanlı) olarak Çin’de, Hint’te medeniyet vardı, ama bu parçaların birbiriyle ve Ortadoğu’yla ilgisi azdı. Bu cümle bir slogan değildir. Çinliler Ortadoğu ve Mısır kadar olmasa da milattan önceleri devletleştiler ve yazıları vardı. Hint alt kıtasında Muhanca - Dara kültüründe bu yazılı safhaya rastlanmaz. Demek ki Akdeniz ve Ortadoğu milattan önce 4000’lere kadar uzanan piktografik (resim yazısı) ve bunu izleyen çivi yazısı ve Mısır’daki hiyeroglif ile yazılı kültüre ulaşan, etrafıyla ilişki kuran, Küçük Asya’yı, Akdeniz’deki kıyıları, Ege adaları ve Kıbrıs gibi yerleri de etkileyen bir medeniyettir. İran da bu büyük çerçeveye bitişiktir.

ROMA, BİZANS VE OSMANLI İMPARATORLUĞU

Bu safhayı bugün ele almıyoruz ama gerçekten bu eski Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de birtakım milletler gibi Filistinliler ve Yahudiler de yer alır. Bugün Lübnanlıların ataları Fenikelilerle bağları malûmdur. Bu medeniyetin Helenistik devirdeki kalıntılarını yeryüzüne ilk çıkaran da arkeolog Osman Hamdi Bey’dir (Sayda [Sidon] kazılarıyla). Helenizm Doğu ve Kuzey Akdeniz’e bunlara göre geç gelir ama dünya tarihindeki önemi açıktır. Roma bütün Akdeniz’i birleştiren ilk büyük imparatorluktur. İkincisi coğrafya olarak buna yakın olanı ve Hristiyanlığın getirdiği felsefede ve plastik sanatlardaki yenileşmeye rağmen Bizans’tır ve Müslüman dünyayla eskinin birbirini artiküle eden, ekleyen (saçaklaştıran) Osmanlı İmparatorluğu’dur. Fatih Sultan Mehmed aslında tipik bir Roma imparatorudur; Kayzer-i Rum unvanları arasındadır ve bu özellik kendi portresini oluşturan çizgilerde de mevcuttur.

1516 ve 1517 yılı bugünkü Suriye, Çukurova, Filistin, Lübnan ve ardından da Mısır’ın imparatorluğa katıldığı yıldır. Bunların hepsi zamanın askerî teknoloji ve bir harp dehası olan Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçekleştirdiği değişimdir. Aynı zamanda Kuzey Afrika’da Cezayir, Tunus bugünkü Libya, o günkü Trablusgarp, Garp Ocakları denen memleket bu devlete tabidir ve burada sosyal bir değişim tamamlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan evvelki Memlukler, İslam’ın Türk - Çerkes savaşçı sınıfını Arabistan ulemasıyla kaynaştıran bir idareydi. Mercidabık ve Ridaniye Savaşlarıyla Osmanlılar onların halefi oldu.

19. asırda yerli yabancı herkesin üzerine müttefik olduğu bir durum şudur; Arap değişmiştir. Bugünkü Arap entelektüellerinin ve iş bilmeyen bazı sözde tarihçilerin de tekrarladığı, “Araplar Türkler yüzünden yerinde saydılar” sözü çok tartışılır ve tartışılıyor. Hem de sırf bizim açımızdan değil çünkü tarihçiliğimiz bir iki istisna dışında modern Ortadoğu’yu incelemeye üşeniyor. Bu işi yapan Amerikan ve İngiliz üniversitelerindeki Yahudi bilginlerdir. Şüphesiz ki muhalif görüşler bazı grupların kendi yorumundan çok onlara dayatılan görüşler de olabiliyor. Ama tarihçilikte yeni safhaya geliyor.

Ortadoğu 1919’da ortaya çıkan Fransız ve İngiliz mandasından beri huzursuzdur. Bozdukları en önemli nizam; şehirlerdeki Osmanlı idari sistemi, her din mensubunun millet idaresi altında ele alınması, iki; bilhassa aşiret yapısına Osmanlı yönetiminin ilginç bir uzlaşma sistemiyle el atmasıdır. Bu böyle devam etti. İngilizler geldiği zaman daha mükemmel ve modern bir tarz getiremediler. Üstelik eski nizamı sarsarak yer yer isyanlara ve huzursuzluklara sebep oldular.

Yazının Devamını Oku

Polise değil, toplum düzenine karşı terör

29 Eylül 2024
Genç polis memuru kızımız Şeyda Yılmaz görevini icra ederken akıl sağlığını kaybetmiş ve toplumun ellerine bırakılmış biri tarafından katledildi. Ardından Ankara’da iki serseri, başka polis memurlarına aynı saldırıyı denedi. Toplumda orduya ve polise karşı bir direnç ve bu kuvvetleri hafife alma gibi bir davranış biçimi yaygınlaşıyor. Bu, toplumsal bir serserilik hâlini alıyor. Bu saldırıların sadece sosyal çöküş teorileriyle açıklanıp açıklanamayacağına bakmak gerek. Sakın bu durum, daha derin ve sistemik terörist bir yönelişi işaret ediyor olmasın?

İSTANBUL, İzmir, Ankara ve Adana’nın varoşları, resmi rakamlarının çok ötesinde nüfus barındırıyor. Mesela İstanbul vilayeti, neredeyse Kocaeli’nin varoşlarına bitişmiş durumda. Adana, Mersin, Tarsus gibi merkezler birbirine çok yakın. Ankara’da varoş diye tanımlanan mahalleler, bizim kuşağımızda mütevazı alt orta sınıf banliyöleriyken, bugün son derece karmaşık bir demografik yapıya ve kriminal yuvalanmalara ev sahipliği yapıyor. İzmir de bu gidişatın dışında değil. Aynı toplumsal kalıbı Batı Avrupa metropollerinde de görmek mümkün.

İMKÂNSIZLIK SUÇA İTİYOR

Bu bölgelerdeki eğitimsizlik ve okullaşma sorunu öğretmen eksikliğini ve eğitim kalitesizliğini iki kat artırıyor. Varoş gençliğini eğlendirecek ya da meşgul edecek ne sanat, müzik ve tiyatro imkânları var, ne de yoğun bir spor faaliyeti. Türkiye’de spor, pahalı bir faaliyet. Bu nedenle varoşlar, sanat ya da spor yıldızlarından çok, suçlular yetiştiren bir yapıya evriliyor. Bu gelişme, Türkiye’yi birçok üçüncü dünya ülkesinde olduğu gibi Güney Amerika metropollerine benzetiyor. Tarihsel ve kültürel kodlarımıza tamamen zıt bu durum, toplumu büyük bir dehşetin eşiğine getiriyor. Aziz dostum Sedat Ergin’in bu hafta kaleme aldığı yazı da bu korkunç gerçeği gözler önüne seriyor.

Toplumda orduya ve polise karşı bir direnç ve bu kuvvetleri hafife alma gibi bir davranış biçimi yaygınlaşıyor. Bu, toplumsal bir serserilik hâlini alıyor. Liyakatsiz, partizan, eğitimsiz ve ideolojik saplantılarla malul bürokrasi ve siyasi temsilciler kanuna ve devlete saygıyı ortadan kaldırıyor. Devleti bir tabu olarak gören geleneksel kültürümüz, yeni liberal takımın hayalini kurduğu bireysel haklar ve özgürlükler anlayışına dönüşmediği için, yerini haydutluğa ve başıbozukluğa bırakıyor. Bu durum, bireylerin devlet karşısındaki bin yıllık tutumlarını terk etmeleri anlamına geliyor. Avrupa tarihinde de benzer süreçler yaşandı; ancak Avrupa, muhafazakâr ve sosyal demokrat anlayışlarıyla vatandaşlık kültürünü geliştirmeyi başardı ve serseriliğe yer bırakmadı.

YA TIMARHANE YA HAPİSHANE

Varoş suçluluğu her yerde mevcut, ancak bunun kahramanlığa evrilmediği yerlerde toplum düzeni daha sağlam kalabiliyor. Kanunların, güvenlik güçlerinin ve ordu mensuplarının savunma haklarını garanti altına almamak, politikacıların popülizm adına sorumsuz kitlelerle işbirliği yapması son derece tehlikeli bir gelişme.

Henüz

Yazının Devamını Oku

İklim değişikliği ve Küçük Asya

22 Eylül 2024
Dünyanın iklimi değişiyor ve bu durumun üzücü sonuçları, belki de bir dönüşüm ve restorasyon sürecine kapı açacak. Akdeniz sahillerimiz, sadece Türkiye’de değil, birçok yerde su altında kalmaya aday. Türkiye kıyıları, zaten mevcut nüfusun ihtiyaçlarına cevap vermekte zorlanıyor. Dolayısıyla, bu kıyıları yeni inşaatlarla işgal etmek bir yana, var olan yapıların bir kısmını dahi ortadan kaldırmanın yollarını aramalıyız.

Kutupların erimesi artık gözlerimizin önünde gerçekleşen bir facia. Dünyanın iklimi değişiyor ve bu durumun üzücü sonuçları, belki de bir dönüşüm ve restorasyon sürecine kapı açacak. Ancak bu meseleleri derinlemesine tartışmak, sadece bizim değil, doğa bilimcilerin bile tam anlamıyla üstesinden gelemediği bir konu. Ortak paydada buluşulan tek nokta; gelecekte karşılaşacağımız çevre felaketleri ve insanlığın yüzleşeceği devasa sorunlar. Açlık, tuhaf hastalıklar ve nihayetinde yaşadığımız kara parçalarının sular altında kalması. Şimdiden Seyşeller halkı gibi, vatanlarının sulara gömüleceği gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalan toplumlar var.

Allah bilir, kuzeydeki bazı ülkeler, gelecekte göç dalgalarını daha sert ve acımasız yöntemlerle önlemeyi nasıl başaracaklarını düşünüyorlar. Ekvatora yakın bölgelerde yaşayan halkların giderek kuzeye kaçacağı aşikâr. Sibirya’nın yüzölçümü ne kadar büyük olursa olsun, bereketi Kuzey Amerika kadar değil. Bazılarının hayal ettiği gibi bir milyar insanı barındıracak kapasitede bir coğrafyadan söz etmek mümkün değil.

SAHİLLERİMİZ DE SUALTINDA KALACAK

Tecrübeli gazeteci Mert İnan’ın geçen hafta çıkan özel haberi bize tekrar Türkiye’yi hatırlattı. Akdeniz sahillerimiz, sadece Türkiye’de değil, birçok yerde su altında kalmaya aday. Türkiye kıyıları, zaten mevcut nüfusun ihtiyaçlarına cevap vermekte zorlanıyor. Dolayısıyla, bu kıyıları yeni inşaatlarla işgal etmek bir yana, var olan yapıların bir kısmını dahi ortadan kaldırmanın yollarını aramalıyız. Kıyılarımızdaki tek mesele, tarımı nasıl sürdüreceğimiz ve lüzumsuz betonlaşmayı nasıl önleyeceğimiz değil.

Küçük Asya, antik çağların en zengin, en müreffeh ve en yoğun yerleşim bölgelerindendi. Ne İtalya, ne Adriyatik kıyıları, ne de İber Yarımadası, Efes, Didim, Miletos, Knidos, Kaunos, Antalya, Side ve Perge gibi ardı ardına sıralanan antik şehirler dizisiyle doludur. Bu liste, sadece en bilinenleri içeriyor. Bu antik harabelerin çoğu, kazılar ilerledikçe daha da çarpıcı bir miras ortaya koyacak ve maalesef mirasın önemli kısmı da yükselen suların istilasıyla yüzleşecek. İstanbul’un Suriçi bölgesinin bile bir kısmı bu tehlikeyle karşı karşıya. Bugünden, istesek de istemesek de surların çevresindeki bulvarların ortadan kaldırılması ve doğal ile tarihi çevreyi koruma çalışmalarını planlamak zorundayız. Gelişigüzel göç politikaları, kıyıların sorumsuzca kullanılması ve her yere yol yapma sevdası; bu açgözlü istilanın tümü tabiatın engellerine takılacak. Tabiat, kendisinden çalınanı unutmaz, er ya da geç geri alır.

ORTALIĞI DERLEYİP TOPLAMANIN VAKTİ GELDİ

Türkiye gibi antik çağlardan geç antikiteye, hatta orta ve yeni çağlara uzanan bir zenginliği barındıran bir ülkenin antik kentleri, çeşitlilik ve zenginlik bakımından eşsizdir.

Yazının Devamını Oku

Yeni alfabe

15 Eylül 2024
“Türk dünyasının ortak alfabesi kabul edildi” haberleri çıktı. Harflerin sayısı 34’e çıkacakmış. Türk devletlerinin ortak projelerini bilimsel yapılar olarak görmek ve fonetik kayıtlara almak en doğrusudur. Ancak Türkçenin bu şekilde düzeltileceğini, düzgün telaffuz edileceğini sanmak, hele bunu bürokratik bir yapıyla gerçekleştirmeyi ummak gülünçtür. Bu çözümsüzlük ortamında, ne kadar işleyeceği belirsiz bir alfabe teklifinden önce, medyada konuşulan ve matbaa dili olarak kullanılan Türkçeyi güçlendirelim.

12 Eylül’de gazetelerde “Türk dünyasının ortak alfabesi kabul edildi” haberi vardı. Mevcut 29 harfe eklemeler yapılacakmış, sayı 34’e çıkacakmış. Eklenen harfler de aslında harf demeye bin şahit ister; daha çok hareke misali bir takım işaretler. Fakat içlerinde en gereksiz olanı da “Q” harfi. Bu “Q”, Arapçadaki “kaf”ın karşılığı olarak görülüyor ve Türk lehçelerinde kaba bir şekilde telaffuz edilen kalın “K” sesini karşılıyormuş. Hem İran’da hem Sovyet Azerbaycan’ında, keza Osmanlı dünyasında da okumuş yazmış insanlarımız bu kalın “kaf”ı pek kullanmazdı. Modern Farsçada bu “kaf” zaten “Ga” sedasıyla karşılanır. Bu kalın telaffuz, halk arasında vardı ve hâlâ da var.

TÜRKİYE DİL MESELESİNDE ÖNCÜ OLMA VASFINI YİTİRDİ

Bir de “e” var ki, oldukça açık bir ses; ancak edebiyat ve tiyatro sahnelerinde gittikçe terk ediliyor. Dil meselesinde siyasi tayinlerin yetkinliği olmadığı malum. Bilhassa Türk birliğine üye devletlerin içinde dil biliminde otorite sayılacak uzmanlar Macar bilim insanlarıdır. Macar meslektaşlarımız, Türk dilini hakkıyla öğrenmiş, derin bilgi birikimine sahip bir gruptur. İkinci sırada Azerbaycanlılar ve Kazan Tatarları gelir. Ne yazık ki Türkiye, bu konuda öncü olma vasfını yitirmiştir. Bunu geri kazanmak ise son derece önemlidir.

Önerilen bu harfler, hele o garip “kâf u nûn” kombinasyonu, kırsal bir konuşmayı çağrıştırıyor. Cumhurbaşkanı’mızın bu tarz bir telaffuzu kullanmadığını hepimiz biliyoruz. Hiçbir nutkunda “yaptığının, ettiğinin” gibi bir telaffuz işittiniz mi? Yakın zamana kadar lise tahsili görmüş hiçbir İstanbul ve Anadolu çocuğu da bu tarzı korumazdı. Ancak bugün işler değişti. Daha vahim bir tabloyla karşı karşıyayız. Haberi sunan spiker hanımdan tutun da, genç kızlarımızın büyük bir kısmı, bırakın bu yeni beş harfi, mevcut sekiz sesli harfi dahi düzgün telaffuz edemiyor. Türkçemiz, adeta sümüklü bir telaffuzla dolaşıyor ortalıkta.

Haberdeki örnekler de son derece ilginçti. İspanyolca’daki “nyo” sesini veriyorlar, maşallah! Ama en çok sinirime dokunan kısım, rahmetli Oktay Sinanoğlu’nun ruhunun şad olduğunun söylenmesiydi. Oktay Hoca’yı hayatının son on yılında yakından tanıdım. Pek çok tehlikeyi abarttığını sanıyordum; fakat sonradan gördüm ki, hepsi gerçekmiş. Ruhundan özür dilerim. Hocamızın dikkat çektiği bir mesele de buydu: Sesli harfleri çöp eden bir Türkçe. Hatta bu durumu bir komplo olarak bile değerlendirirdi. Kız kardeşi Esin Afşar da Türkçeyi tertemiz konuşanlardandı. Oysa bugün Jülide Gülizar, Aytaç Kardüz gibi düzgün Türkçe konuşan spikerler kaybolup gitti. RTÜK, Türkçeyi katleden medya kuruluşlarına ceza kesmekle meşgul olsa, siyasi sansürden daha hayırlı bir iş yapmış olur.

TÜRK DÜNYASI İSTANBUL LEHÇESİNE YÖNELİYOR

Yazının Devamını Oku

Eğitim sistemimiz

8 Eylül 2024
Türk Millî Eğitim Bakanlığı’nın vaziyeti iyi değil; ancak ne Bakanlığı ne memurları hatta ne de bakanları tek tek suçlamamız mümkün değil. Çünkü iki seneden fazla hiçbir Millî Eğitim Bakanı iş başında kalmadı. İnsanlar, çocuklarının aynı anda 2-3 dil öğrenmesini, spor yapmasını, iyi matematik ve Türkçe öğrenmesini istiyorlar. Bunları temin edemezseniz; yetişmemiş nesillerle ne demokrasiyi ne Türkiye’nin kalifiye sınıflarını yaratabilirsiniz.

OSMANLI İmparatorluğu, yani Türklerin İmparatorluğu’nda Türkçe eğitimin modernleşme süreci 250 yıl evvel başladı. Reformun ana itici unsuru askerî reformların gerekliliğidir. Mühendislik, tıp, veterinerlik, kimya dalındaki Batı Avrupa ilminin getirilmesi, Mühendishane mektebleri kurularak, bunun tatbiki ve tabii ilimler içinde bilhassa orduda ele alınması 18. yüzyıla ait bir başlangıçtır. Hiç şüphesiz ki 19. yüzyıl boyunca bu süreç hukuk eğitimine (II. Mahmud devri) ve yine tıp eğitimine hız vermek yoluyla geliştirildi.

TÜRK KADIN DEVRİMİNİN BAŞLANGICI

19. yüzyılda eğitimin en önemli rolü sıbyan mekteplerinin kız ve erkek çocuklarının birlikte eğitime tabi tutularak, bu okullarda kısmen modern sayılacak okuma, yazma ve hesap öğretimi ile tanıştırılmasıdır. Bu ilk kademe eğitimden sonra bazı çocukların imkânlarının darlığı dolayısıyla, şayet kabiliyetliyseler, Bâbıâli’deki ofislere çırak olarak alınmasına da devam edildi ve büyük Tanzimat memurları yetişti. Asıl değişiklik, kız çocuklarının da eğitime devam etmesine müsaade edilmesidir. Tabii Rüştiyelerin yapısına ek olarak bu durumda kız ortaokulları (İnas Rüştiyeleri) da kuruldu ve daha da muhteşem bir eylem olarak Dar’ülmuallîmat (Kız Öğretmen Okulu) mevcut erkek öğretmen okulları (Dar’ülmuallîmin) yanında ortaya çıktı. Kadın öğretmenlerin cemiyetimize katılması Balkan ülkeleri ve Rusya ile hemen hemen aynı tarihleri taşır ve gerçek Türk kadın devriminin de başlangıcıdır. Bir bakıma Osmanlı İmparatorluğu eski ananeyi yeni dünyaya intibak ettirerek devam ettirdi.

Osmanlı eğitim sistemi bursa önem veriyordu. Askeri alanda olduğu gibi, Dârüşşafaka, Mülkiye, 1860’larda kurulan Galatasaray ve veterinerlik okulları öğrencilerin sadece okuma yazma masraflarını değil, giyim kuşam masrafları ve yatılı olarak da barındırırdı.

Galatasaray Lisesi

Daha da ilginci, imparatorluk Avrupa tipi eğitimde Fransızca eğitimini zorunlu gördüğü için bu sahayı misyonerlerin etkinliklerine bırakmak niyetinde değildi. Eğitim tarihimizin gerçekten büyük insanı Sultan Abdülaziz devrinde Mehmed Emin Âli Paşa, Ahmed Vefik Paşa ve bilhassa Keçecizâde Fuad Paşa, Fransızca – Türkçe eğitimli bir okulu, Galatasaray’ı kurdular. Bu örnek, sadece Rusya’da 33 yıl boyunca eğitim veren “Tsarskoye Selo Lisesi” gibi bir şeydir. O okulda da büyük Puşkin, birtakım devlet ve edebiyat büyükleri ve Rusya’nın Hariciye Nazırı ünlü Aleksandr Gorçakov gibileri okumuştur. Paşalarımız “Fransızca lazımsa misyon okullarını biz yaparız” dediler ve alasıyla yaptılar.

Askerî eğitimin modernleşmesi sadece Harbiye ile kalmayarak, aynı zamanlarda Avrupa’da yeni teşkil edilen kurmay eğitiminin benimsendiği 1840’lardadır. Bu yüzden Osmanlı ordusu Birinci Dünya Savaşı’na bile genç fakat âdeta tecrübeli generaller gibi, lisanları, matematik ve coğrafyayı her şeyi bilen yüklü bir kurmay sınıfıyla girdi.

Millî eğitim meselesi, gayrimüslimlerin de Türkçeyi iyi öğrenmelerine dikkat etmiştir.

Yazının Devamını Oku