Paylaş
PAZARTESİ günü erkenden İstanbul’dan Ljubljana’ya uçtum. Kuzey Kafkasyalılar ve özellikle Karaşaylıların tertiplediği bir anma törenine katılacaktık. Tarihi olayları izlemeyi bilen basın mensuplarımızın başında gelen Pelin Çift de Kafkas Vakfı’nın organize ettiği bu heyetteydi. İki saat sonra Ljubljana’dan Karintiya’ya (Kärnten) hareket ettik. Avusturya - İtalya sınırında, Drau Nehri kıyısındaki “Irschen” adlı köydeydik. Karşımızda Avusturya Alpleri uzanıyor, karlar eriyor; debisi yüksek, azgın Drau Irmağı akıyordu. Biraz ötede Tuna’ya karışacak ve Karadeniz’e ulaşacak. Sakin akan Tuna’nın çılgın kısmındayız. Tabiat her yerde yemyeşil ve güzel. Bir günde üç mevsim yaşanabiliyor. Bahar çiçekleri her yeri sarmış, çevre sessiz ve huzurlu. Sınırın ötesindeki Kuzey İtalya da aynı şekilde. İtalya’da Udine ile Avusturya’da Villach arası, Avrupa’nın cennet köşelerinden biri.
Burada canlanan tabiata hüzün karışıyor. 11 Şubat 1945’te, İkinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri Yalta Konferansı’nda bir anlaşma yaptılar. Mantıkla açıklanabilir gibi değil: Stalin, Sovyetler Birliği’nden bir şekilde kaçanların hepsini geri istiyordu. Churchill ve Roosevelt bu isteğe evet dediler.
Fotoğraf: https://www.facebook.com/KafkasVakfii/
KADIN-ÇOCUK DEMEDEN RUSYA’YA TESLİM ETTİLER
Peki, Rusya neden istiyordu? Kızıl Ordu’nun 1941’de savaşın ilk safhasında verdiği milyonlarca esirin önemli bir kısmının geri dönmek istemeyeceğini biliyordu. Muhtemelen bundan çekiniliyordu. Oysa çekinilecek bir kitle değildi. Bir kısmı, bilinen askerî esir kamplarına benzemeyen, Almanların konsantrasyon kamplarındaki feci hayat koşulları sebebiyle Alman tarafına iltihak etmiş ve böylece canlarını kurtarmışlardı. Öte yandan, açılan sınırlardan Ukrayna’yı, Batı Rusya’yı ve Baltık bölgelerini terk eden sivil halk da Almanya ve Avusturya sınırlarında yığılmıştı.
Stalin’in evhamları dışında başka gerekçeler de vardı. Almanların işgal ettikleri bütün ülkelerden topladıkları “Östlicher/Sklaven” (Doğulu köleler) buralarda tutunmaya çalışıyordu. Çoğunun yakınları ve akrabaları, toplandıkları ve sürüldükleri ülkelerde kalmışlardı. Sovyet Rusya’nın onlara bakışı ise bir mazlum kurban gibi değil; Batı’da kalmayı seçmiş veya ilerde kendisine ilhak edilebilecek potansiyel düşmanlar olarak görülmeleriydi.
Churchill ve Roosevelt’te ise gevşek bir ahlâk mı, yoksa yıkıcı bir savaşın getirdiği yorgunluk mu etkili oldu bilinmez; sabık askerler kadar kalabalık olan sivil halkı da -kadın, yaşlı, çocuk demeden- Rusya’ya teslim etmeye razı oldular.
Karintiya ve Irschen İngiliz işgal bölgesindeydi. İngilizler, iade anlaşmasını uyguladılar (28 Mayıs - 1 Haziran 1945 arasında). Elbette, Almanlarla işbirliği yaptığı iddia edilen kaçak askerlerin çoğu dağlardan, tünellerden başka köşelere kaçıp kurtuldular. Kıpırdayamayanlar ise çaresiz sivil mültecilerdendi. Birbirinden ayrı düşenler 1956’da Nikita Kruşçev ve Leonid Brejnev devrinin af kararnameleri ile anayurtlarına dönebildiler.
KENDİLERİNİ DRAU NEHRİ’NİN AKINTISINA BIRAKTILAR
İade edilenlerin çoğu, gözümüzün önündeki demiryolu ile gönderildiler. Nereye? Sibirya’ya. İçlerinden “suçlu” görülenler ya da görülmek istenenler kurşuna dizildiler. Bu akıbete uğramayanlar -özellikle kadın, çocuk ve yaşlılar- kendilerini Drau Nehri’nin azgın akıntısına bıraktılar. Müthiş bir intihar süreci... Soğukkanlı yerli köylülerden bazıları, bugün 90 yaşını geçmiş olanlar, bu sahneleri hüzünle hatırlıyor. Gördükleri ve büyüklerinden işittikleri bu tarihi facia hâlâ dillerde dolaşıyor.
Tarihi tasavvur etmek bazen çok verimli bir insani yetenek gibi görünse de, bu kurgunun her zaman insana yaramayacağını, fazlasının insanı çıldırtabileceğini düşünmedim değil. Bu kadar yoğun, bu kadar yorucu bir 24 saat yaşadığımı hatırlamıyorum.
Irschen köyünde katliamdan kurtulan Karaşaylı muhacirlerin yaptıkları küçük bir anıt vardı. Ama asıl önemlisi, meçhule giden köylülerin ceplerindeki son altın paralarını bıraktıkları yerli köylülerin diktikleri bir kilise. Kazakların, Rusların ve Ukraynalıların adına yerli halk tarafından inşa edilen bu kilise, Drau Nehri’ne bakıyor.
Ertesi sabah, iç açıcı şeylerden çok sıkıntılar içindeki İstanbul’u özleyerek döndüm. Dünyada devletsiz, yani ordusuz; savunma ve güvenlik gücü olmayan toplumlar her zaman nelere mahkûm olur, bir örneğiyle daha karşılaştım. Üstüne titrememiz gereken kurumlar var; bu kurumları yıpratmaya çalışan zihniyet ise asla tasvip edilecek gibi değil.
CEVDET PAŞA
26-27 Mart 1823 tarihinde doğan Cevdet Paşa’nın 130. ölüm yıldönümündeyiz. Vefatı, 26 Mayıs 1895’e tekabül ediyor. Bırakınız bugünün tarihçilerini, 19. yüzyıl tarihçileri için bile kısa bir hayat. Leopold von Ranke, 80’inden sonra eserlerini vermeye başlamıştır. Cevdet Paşa, beş kere Adliye ve Mezahib Nazırlığı yaptı. İmparatorluğun içindeki Müslüman mezhepleri, dinleri, cemaatleri onun kadar incelikle ele alan yoktur. Ama çok ilginç bir nokta; mutlaka bilgi sahibi olduğu hâlde Dürzilik, Nusayrilik, Yezidilik gibi grupların içinde Anadolu Aleviliğini ele almamış olmasıdır. Aynı tavır Şemsettin Sami’de de görülür. Bu kültürü hiç ele almamayı tercih etmişlerdir.
ZEKÂSI HİSSEDİLİR
İslam tarihi, Türk hukukunun modernleşme tarihinin önemli bir kademesi olan “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye”, “1858 Arazi Kanunnâmesi” onun Türk hayatına getirdiği yeniliklerdendir. Tanzimat döneminin teşkilatlanmasının her adımında onun zekâsı hissedilir. II. Abdülhamid’den önceki Tanzimat hükümdarlarının en önemli yanı, sonraki rakiplerin bile bir arada muhabbetle idare alanında; vilayetler idaresinde, belediyelerin tanziminde el ele vererek kalıcı yapılar ve eserler yaratmalarıdır. İlk kavga Mithat Paşa ile Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun hazırlanışı sırasında çıktı.
Cevdet Paşa’nın Suriye meselesinin halli, Lübnan’ın düzenlenmesi, Çukurova’daki iskân ve idari tedbirleri harikulade eserlerdir. Süleymaniye Medreselerinde nasıl parlak bir müderris (kibâr-ı müderrisîn) ise kazaskerlik rütbesinden mülkiyeye geçişi ve “Cevdet Paşalığı” da öyledir. Sultan Abdülmecid de Sultan Abdülaziz de ona çok hürmet ederdi. Aynı şey Sultan II. Abdülhamid için de söylenir. Ancak Sultan II. Abdülhamid, Cevdet Paşa’yı yalnızca işine geldiği kadar dinlemiştir.
Ahmet Cevdet Paşa
Ölümsüz eseri Târîh-i Cevdet. Orijinali 11 cilt olan bu eserde, imparatorluğun 1774 Kaynarca Antlaşması’ndan Kırım Savaşı’na kadar olan dönemi ele alır. Rusya tarihine bakışı çok farklıdır. Dâhiyane bir yaklaşımla Büyük Petro reformlarını ve II. Mahmud’un reformlarını karşılaştırır. Bu karşılaştırmayı çağdaş tarihçiler bile bu kadar ustaca yapamazdı.
Devlet-i Âliyye’nin reform devrini onun kadar anlayan yoktur. Çünkü vakanüvislerin aksine, Fransız İhtilali’ni de İngiltere’nin reformlarıyla karşılaştırıp müsbet puanı İngiltere’nin tarihî gelişimine verecek kadar derin bir hukuk bilgisi ve siyasi olayları sınıflandırma kabiliyeti olduğu açıktır.
MEDRESELERİN İLK VE SON GÜNEŞİ
Ahmet Cevdet Paşa, bugünkü Bulgaristan’ın Lofça kasabasında doğdu. Mithat Paşa’nın doğum yerinden çok uzak değildir. İstanbul medreselerinde okudu. Medresenin veremediğini başka mahfillerde aradı, buldu. Ekser ulemanın aksine çok iyi Farsça öğrendi. Arapça ve Farsça bilgisiyle monolit ve en parlak biçimiyle bir Osmanlı münevveridir. Herkes onun gibi olamaz. Ama Fransızca da öğrendi. Fransızca öğrenecek yer aramakta büyük güçlük çekti. İyi bir yer bulamadığından öğrenme sürecinin yarım kaldığı söylenebilir. Eğer Fransızca kaynakları da yeterince hızlı okuyabilseydi, hiç şüphesiz Jean-Jacques Rousseau’nun “Du contrat social”ine paralel ama zıt bir görüşü, bütün Batı ve Doğu’da parlayabilirdi.
Cevdet Paşa, dehaya yakın zekâsı olan olgun bir beyindi. Osmanlı medreselerinin ilk ve son güneşidir.
OYA BAŞAK
BOĞAZİÇİ’nin gelenekten menkıbevî hocası sevgili Oya Başak’ı kaybettik. Son iki yılını hiç de güzel geçirdiğini söyleyemeyiz. O dâhil, bütün dostları çok üzüntülüydü. Geride kalan, onun kahkahaları, geniş toleransı, en tatsız görünümü mizaha çevirmeyi bilen kabiliyetiydi.
Bir dersini hatırladım; düpedüz eğlence olsun diye rahmetli Sevgi Gönül ve Murat Bardakçı ile gitmiştik. Önce bizi tiye aldı: “Bunlar burada dersime benden bir şey öğrenmek için girmiş değiller. Bana takılmak için malzeme aramaya geldiler” dedi. Fazla da uzatmadı. Bu laf üzerine Bardakçı, “Ah, Annabel Lee profesörünü görelim, dinleyelim diye geldik” dedi.
Oya Başak
Doğru, tiyatrocu bir profesör, Edgar Allan Poe’nun Annabel Lee’sini çok güzel okurdu. Sadece onu değil, bütün Shakespeare sonelerini de... O derste Anton Çehov’un Vanya Dayısı’nı talebeleriyle birlikte sahneliyordu. Beleş yok; hep birlikte oynayarak...
HER ZAMAN BİZİMLE YAŞAR
Açıklama şu: En başta kendisi çevik bir şekilde sahne repliklerini tekrarlıyor, talebelerinin her birini isimleriyle işin içine katıyordu. Ben, böyle 15 dakika içinde mizanseni hazırlanmış bir tiyatro provası pek hatırlamıyorum. Doğrusu, benden beklediği muzırlığı yapacak hâlim kalmamıştı. Ders bitince de bize sesini tiz bir şekilde uzatarak “Anabelllliiiiiiiii!” diye kapıyı gösterdi.
Bu dediğim olay 25 sene evveldi. Doğrusu, 60’ından sonra hâlâ bir ortaokul kızı kadar sevimli ve dinamik olan profesörü nerede bulacaksınız?
Oya bu; her zaman bizimle yaşar.
Paylaş