Gila Benmayor

Gaultier bu başlığı görmeliydi

15 Şubat 2003
Sabiha Tansuğ ilk kez Anadolu'dan topladığı başlıklarla bir sergi düzenlediğinde çoğu kişi yerel kültürde başlık olmadığını iddia etmiş.Ama sonra madeni 50 kuruşlara Sabiha Tansuğ'un Ankara Horozu başlığıyla portresi basılmış. Kırk yıl boyunca topladığı tepeden tırnağa eksiksiz 60 giysi, İslam Eserleri Müzesi'nde kayıtlı. Evinin bir salonu özel olarak yaptırdığı mankenlerle küçük bir müzeyi andırıyor. En çarpıcı parçalardan biri de tüylerle yapılmış muhteşem bir Sıvas başlığı. Günümüzün moda şovlarında göz kamaştıran şapkalar onun yanında sönük kalıyor.‘‘Ege'deki Türkmen gelinlerinin göğsü yuvarlak altın ve gümüş paralarla tıpkı Tanrıça Artemis'in sembolik memeleri gibi donanır.’’ Doğayı ve bereketi simgeleyen Tanrıça Artemis ile Türkmen gelinini karşılaştırmak, Türkiye'nin en zengin yerel kıyafet koleksiyonuna sahip araştırmacı-yazar Sabiha Tansuğ'un dışında kimin aklına gelirdi? ‘‘Efes Müzesi'ndeki Tanrıça Artemis'i karşısında saatlerce dururdum. Dönüp, dönüp bakar sonra Türkmen düğünlerinde gelinleri izlerdim. Tanrıça ile gelinler arasındaki benzerlikler müthişti.’’KIYAFETLERE ŞİİR YAZIYORSabiha Tansuğ tam kırk yıl Türkiye'nin çeşitli bölgelerinde, özellikle de Ege köylerinde yerel kıyafetlerin peşine düşmüş. Tam kırk yıl, çarığından gömleğine, başörtüsünden eteğine giysilerin ardında dedektif gibi iz sürmüş. Köy sokaklarında gezerken başörtüsü değişik gelen kadınlar durdurulmuş, evine gidilmiş, sandıklar açılmış. Eteğin yeleği mi eksik? Komşuya gidilmiş. Olmadı komşu köydeki evlerin kapıları çalınmış.Kırk yıllık birikimin meyvesi, tepeden tırnağa tamamlanmış 60 kıyafet bugün Sabiha Tansuğ'un Mecidiyeköy'deki evinde. Hepsi de İslam Eserleri Müzesi'ne kayıtlı. Yıllardan beri sergiler açan, konferanslara katılan, makaleler yazan Sabiha Tansuğ geçen yıl kapsamlı bir kitap hazırlamaya karar veriyor. Malzeme nasılsa bol. Eşi gazeteci Haluk Tansuğ ile köy, köy dolaştıklarında notlar alınmış, fotoğraflar çekilmiş. 40 yılda inanılmaz bir arşiv birikmiş. Sandıktan kıyafetleri çıkartıyor, ısmarladığı mankenlere giydiriyor ve geçiyor mankenlerin karşısına şiir yazmaya başlıyor!EVDEKİ KÜÇÜK MÜZEMecidiyeköy'deki evin salonundan eşyalar atılmış, 20 manken yerleştirilmiş. Küçük bir müze gibi. Kapıyı açan Sabiha Tansuğ'un sırtında bir yelek, belinde rengarenk eşarptan bir kuşak. Mankenlerinin üzerindeki kuşaklar gibi, pullu, paralı, ponponlu olmasa da basbayağı gösterişli. ‘‘İşte bunlar da bizim Şakiralar’’ diyor. ‘‘Kozak Yaylası'ndaki Türkmenler paralı kuşakları bağlayıp böyle şangur, şungur yürüyorlar.’’Türkmen ve Yörük kızı günlük giysisiyle Şakira, gelinliğiyle Tanrıça Artemis. Öldüğünde de öyle. ‘‘Türkmen kadını öldüğünde isterse 100 yaşında olsun, kutsal sayılan gelinlik giysileri giydirilip, mezara bir tanrıça gibi yatırılır. Sonra üzeri toprakla örtülür ve mezarın başına bir 'Ece Tahtası' dikilir. Bu ağaç yontuya renk renk kreplerle baş süslemesi bağlanır. Bu tür geleneklerde geçmişin izleri yatıyor.’’KÖY MASKELERİGeçmişin izleri sadece Tanrıça Artemis ile sınırlı değil. Meğer Ege'nın dağlık köylerinde, günümüze kadar maskelerle bir nevi tiyatro oynanıyormuş. Metin And'ın ‘‘Köy seyirlik oyunları’’ diye adlandırdığı bu oyunlarda kullanılan maskeler Anadolu'daki eski tiyatro geleneğinin kanıtı gibi. ‘‘Bunlar biraz da şamanizmle bağlantılı. Benzer maskeler Çin'de de var.’’ diyor Tansuğ. Yunt Dağları'ndan topladığı, kilim, ağaç kabuğu maskelerin dokuzu bugün Belçika'nın Binche şehrinde Uluslararası Karnaval ve Maske Müzesi'nde. ‘‘Oysa bu maskelerin bizim burada sergileniyor olmaları gerekirdi.’’Bırakın maskeleri, Türkiye'de Sabiha Tansuğ'un bu müthiş koleksiyonuna sahip çıkacak bir müze dahi yok.Ankara Horozu başlığıyla portrem 50 kuruşlara basıldıMilas'tan sonra gözüm hep çarşıda pazarda gördüğüm kadınlarda. Bazen vermeye ikna ediyorum, bazen satın alıyorum. Gitmediğim yer kalmadı. Eşim Haluk Tansuğ ile birlikte düşüyoruz yollara. Varto'ya depremden sonra gitmiştim. O yıllarda eski giysilerin bazıları hálá kullanılıyordu. Ben sonuna yetiştim. Geçenlerde İngiliz bir arkadaşım aradığı hiçbir şeyi bulamadı. Kıyafeti tamamlamak kimi zaman 7, kimi zaman 3 yılımı aldı. Halk Eğitim Merkezleri, valilik, kaymakamlık da yardımcı oluyordu. Köylünün cami yapacak parası yok, kadınların giysileri sandıklardan çıkıyor, pazara, antikacıya gidiyor. Toplanan parayla cami yapılıyor. İlginç; kadınlar giysilerini saklıyorlar, erkekler öyle değil. İlk başlık sergimi Yapı Kredi'de 1969'da açtım. 40 başlık vardı sergide. Sergiyi gezenlerden bazıları bana saldırıyor ‘‘Bu kadın bunları uydurmuş, Bizim kültürde böyle şeyler yok’’ diye. Biri de Salah Birsel. Üstelik kocamın akrabası. Ama beni savunanlar da var. Meselá etnograf Kenan Özbel. Yapı Kredi Sergisi'nden sonra Darphaneden teklif geliyor. Başımda ‘‘Ankara Horozu’’ başlığıyla portrem 50 kuruşluklara basılıyor. Halk arasında ‘‘köylü kızlı para’’ diye bilenen 50 kuruşluklar 1989 haziranında tedavülden kalkınca bayağı üzüldüm.Pierre Loti kahvesini restore edeceğim deyince deli sandılarYıl 1965. Nuri İyem'den resim dersi alıyorum. Bir takım arayışlar içerisindeyim. Aklım Paris ve Viyana'da gördüğüm kahvehanelerde. Neden İstanbul'da böyle turistik kahvehaneler olmasın diye düşünüyorum. Günün birinde kendimi şu meşhur Pierre Loti kahvesinin önünde buluyorum. Kahve perişan bir durumda. Adamın biri çay servisi yapıyor, sonra sandalyeye ayaklarını uzatıp yatıyor. Verdiği çay berbat. ‘‘Ben burayı adam ederim’’ dedim. Kolları sıvadım. Arkadaşlarım bana deli gözüyle bakıyorlar. Profesör Süheyl Ünver bile ‘‘paranı toprağa gömüyorsun’’ dedi. Kulak asmadım. Nitekim Pierre Loti Kahvehanesi açıldığında İstanbul'da büyük olay oldu. Zamanla Pierre Loti ünlü isimlerin uğrak yeri oldu. Çetin Altan, rahmetli Onat Kutlar, Hale Soygazi ve o dönemlerdeki eşi Ahmet Özhan, Bulgar Kralı'nın kızı, Cumhurbaşkanı Korutürk, Adamo, Ruhi Su müdavimler arasındaydı. O yıllarda Turizm Bakanı olan Ali İhsan Göğüş ilk kez bir kahvehaneye turistik belgesi verdi. Kahvede film çekimleri, dergi çekimleri yapılıyor. Vogue Dergisinin ekibi geldi. Bülent Ersoy ilk filmlerinden birini bizde çekti. Bu arada Karagöz oynatıyoruz, köylü kadınlara puf börekleri açtırıyoruz. Nezihe Araz Meydan Dergisi için yazı yazmamı önerdi. Bunun için Bodrum'a gittim. İşte hayatımın dönüm noktası bu oldu. Zira koleksiyonumun ilk parçasını Milas'da buldum. Bir mücevher kadar değerli ‘‘eğribaş’’ başlık. Ona 30 lira vermiştim.BU HAFTA EN ÇOK BUNLAR KONUŞULDUİstanbul Defterdarı Kadir Boy'un mankenlerin vergileriyle ilgili açıklaması: 2001'de 220 milyar verdiler, geçen yıl denetledik, 800 milyara çıktıTünel Meydanı'nda Sevgililer Günü partisi düzenleyen Beyoğlu'nun AKP'li Belediye Başkanı Kadir Topbaşİstanbul Toplantı ve Düğün Salonu İşletmecileri Esnaf Odası'nın düğünlerin sigortalanması üzerine çalışıldığını açıklamasıAli Poyrazoğlu'nun manken Şebnem Özinal için ‘‘Artık ona manken denemez, çok başarılı oyuncu’’ demesiMeryl Streep'in 13’üncü, Jack Nicholson'ın 12'nci kez Oscar'a aday olarak kırdıkları rekorSalman Rüşdi'nin Hintli manken sevgilisi Padma Lakshmi'den hiçbir entelektüel yönü yok diyerek ayrılması
Yazının Devamını Oku

Japonya’da ‘Kaybeden Türkler Yılı’ olmasın

14 Şubat 2003
<B>JAPONYA'DA</B> 2003 Türk Yılı fırsatı kaçıyor mu? başlıklı yazım üzerine Japonya'dan mail yağdı desem... ‘‘Türk Yılı’’ faaliyetlerini yürütün resmi çevrelerden büyük bir olasılıkla bayram nedeniyle bir ses çıkmazken, Japonya'daki Türklerin büyük yarasına parmak bastığım ortaya çıktı. Gelen mail'ler öylesine içten, öylesine gerçekçi ki... Hepsine yer vermem mümkün değil....Bu yüzden aralarından seçtiğim bazılarını aktarıyorum. Niyaji Suzuki'yi önce Japon zannettim... ‘‘Kaybeden Türkler Yılı’’ başlığı da onun zaten.

Kendisi Kuzey Kıbrıslı bir Türk. KKTC pasaportu tanınmadığı, TC pasaportu almak için de binbir zorlukla karşılaştığı için Japon vatandaşı olabilmek için Japon eşinin soyadını almış. Bir, iki gün önce kaybettiğimiz matematikçi Masatoshi Gündüz İkeda'nın nasıl Türk eşinin peşinden buraya gelip, ismine bir türkçe isim eklemişse o da Japonya'ya yerleşip z harfi olmadığı için Niyaji'yi benimsemiş..

Yani esas adı Niyazi. Uzun yıllardan beri Japonya'da oturduğu için ülkeyi de, Japonları da iyi tanıyor. İşte bu yüzden Türkiye'nin kaçırdığı fırsatlara içi gidiyor. Mail'inde sayısız örnek var.

Bir tanesi Japonya'da satılan Türk malı siyah zeytinler.

Kutusu 650 Yen'e yani 5.20 dolara satılan Türk zeytinlerini Japonlara pazarlayanlar İngilizler imiş... Düşünün zeytin ve zeytinyağına ne kadar uzak bir kültürün insanları.

Suzuki, ‘‘ Pazarlamayi öğrenseydik Türk üretici Japonlara zeytinleri çok daha ucuza satabilirdi’’ diyor haklı olarak.

Japonya'da satılan bir tür Maraş dondurmasının adı ‘‘Turko İzdokurimu’’ yani ‘‘Türk Dondurması’’

Televizyon reklamlarında sık sık gösteriliyormuş.

‘‘Japonlar Türkiye'nin reklamını Türklerden fazla yapıyor’’ diyen Suzuki'ye göre Japonların bize karşı duydukları sevgi, ilgi bizim onlara ilgimizden fazla.

‘‘Keşke Türkiye son yıllarda AB'ye gösterdiği ilginin onda birini Japonya'ya gösterseydi bunun ekonomimize büyük katkısı olurdu’’ diyor.

Bir diğer mail 8 yıldan beri Japonya'da bir Amerikan şirketinde proje ve ürün yöneticisi olarak çalışan Mete Yazıcı'dan.

‘‘Türk Yılı’’ için planlanmış faaliyetlerin elçilik tarafından tam olarak duyurulmadığını belirtiyor.

Yazıcı'nın kendi izlenimlerine göre, Türkiye özellikle turizm alanında Japonya'da son yıllarda moda bir ülke.Televizyonda her hafta ya da iki hafta bir Türkiye ile ilgili bir program yayınlanıyormuş.

İRAN SİNEMASI DAHA ÇOK TANINIYOR

İki önemli şeye dikkat çekiyor Yazıcı. Türk mutfağı ve Türk sineması gerektiği gibi tanınmıyor.

İran sineması bile daha iyi bilinirken, yemek kültürümüzün kebap ve baklavadan ibaret olduğu sanılıyor. (Bu yanlış inanç Avrupa'nın pek çok ülkesinde mevcut).

Japonya'da genetik okuyan Hikmet Çetin aynı zamanda Türk Orta Asya Kültür Derneği'nde türkçe öğretmenliği yapıyor. Oturduğu Aichi şehrinde 3 binden fazla gurbetçi varmış.

‘‘Kültür faaliyetleri için biçilmiş kaftan ama kültür derneği olarak planladığımız faaliyetlere , mesela Mehter takımınını Japonya'nın en geniş caddesinde yürütmek gibi, gerekli desteği sağlayamıyoruz’’ diye yazmış. ‘‘Türk Yılı gibi bir fırsat iyi kullanılsaydı Türkiye'ye gelen turist sayısı üçe katlanırdı’’ diye ilave etmiş.

Yine Japonya'dan yazan başka bir okurum, İtalya Yılı, Fransa Yılı'nin yanında Türk Yılı'nın çok zayıf kalacağından ötürü biraz üzgün, biraz öfkeli...

‘‘Bilenler Türkler yine işi yüzlerine gözlerine bulaştırdı diyecek. Sıradan Japonlar Türk Yılı mı. O da ne diyecekler.’’

Aynı okurum Japonya'da yıllık bütçeye girmeyen hiçbir şeye için kaynak ayrılmadığını, bu yüzden Japonların sponsorluğu için artık çok geç kalındığını söylüyor. ‘‘Türk Yılı'nın ne bir katalogu, ne bir web sitesi var. 17 Şubat günü gala gecesi ve açılış töreni yapılacak Türk Yılı'nı tanıtmak için 11 Kasım 2002 tarihinde Tokyo'da yaptığımız seminer için dia bile elde edememiştik’’ diyor.

Bir dianın bile bulunamaması ne kadar vahim! Yine Tokyo'dan yazan Yeşim Derviş Fadıllıoğlu'na göre, Türkiye'den fazla bir destek gelmemesine rağmen elçilik görevlileri ve Japonya'dan yaşayan Türkler her türlü çabayı göstermiş. Geçen yazımda ‘‘keşke bu kez şeytanın bacağını kırsak’’ demiştim. Ama Japonya'dan gelen mail'lerden sonra büyük bir fırsatın heba olduğu ortada.

Hiç olmazsa bin nazar boncuğu, bin Türk bayrağı projesine sahip çıkın

JAPONYA'DAN yazanlar umutsuz görünüyor.

Türkiye'den yazanlarda bazı umut kırıntıları kalmış gibi...

İstanbul'dan mail gönderen Caner Gürellier arkeolog ve Japonca tur rehberi.

Belli ki mail'ine yazdığı şeylere yürekten inanıyor.

THY'nin 1993 yılı Tokyo'ya, 1997 yılında ise Osaka başlattığı seferlerden sonra Japonya'dan gelen turist sayısında her yıl artış olduğuna dikkat çekiyor.

Artıyor ama her yıl yurtdışına çıkan 15 milyon Japon turistten Türkiye'nin payına düşen ancak binde 8.

Ganer Gürellier ‘‘2003 Türk Yılı’’ için gönüllü bir turizm elçisi olarak bir proje geliştirmiş: ‘‘Güneş İmparatorluğuna güneyden kuzeye bin nazar boncuğu, bin Türk bayrağı.’’

Bakın projesini nasıl anlatıyor.

‘‘ Japonya'yı güneyden kuzeye bisikletle katedip, yanımdaki bin Türk bayrağı ve bin nazar boncuğu güzergah boyunca dağıtacağım. Onlara kendi dillerinde Türkiye'yi, Türk insanını, mutfağımızı, geleneklerimizi anlatacağım.’’

Zaten Türk geleneklerine yakın olan Japonların, tarihe, çoğrafyaya, folklora duydukları ilgi nedeniyle kendisini can kulağıyla dinleyeceklerinden emin.

‘‘Türk Yılı’’ için hala birşeyler yapılabileceğine inanan Caner Gürellier'in projesi için gerekli parayı hesaplamış. Mail'inde ayrıntılı dökümü var: 6 bin dolar.

Japonlarla iş yapan bir Türk şirketinin kolaylıkla verebileceği bir para bu.

İlgilenen olabilir umuduyla Caner Gürellier'ın telefonlarını veriyorum.

212 216 36 31 ve 0533 440 35 55

Ayrıca referans olarak Türkiye Turist Rehberleri Birliği Başkanı Şerif Yenen'in numarasını vermiş: 212 292 05 20

Kendisi Transbalkan Turizm ve Seyahat Acentasına bağlı çalışıyor.
Yazının Devamını Oku

Japonya’da ‘Türk Yılı’ fırsatı kaçıyor mu?

11 Şubat 2003
<B>BU </B>köşede kötü bir haber vermek istediğim son şey ama şunu bilin ki, Japonya'da büyük bir tanıtım fırsatını kaçırmak üzereyiz. Japonya'nın 2003 yılını ‘‘Türk Yılı’’ ilan ettiğini aylarca önce duyduk.

Duyduk duymasına ama yaptığım araştırmalara göre ortada henüz pek de somut bir şey yok.

Hikayenin başına dönelim.

Dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Japonya'nın her yıl bir ülkeyi ön plana çıkarmasından esinlenerek 2003 yılının ‘‘Türk Yılı’’ olmasını öneriyor.

Daha önce ‘‘Fransa Yılı’’ ‘‘İtalya Yılı’’, ‘‘Kore Yılı’’ düzenleyen Japonlar mutlu, hemen öneriyi kabul ediyor.

Japonya'da kutlama organizasyonunun onursal başkanı Altes Prens Mikasa.

Türkiye'de oluşturulan komisyonun başında ise Başbakan Abdullah Gül var.

‘‘Türk Yılı’’ fikri ortaya atılır atılmaz, Japonlar o dönemde Dansın Sultanları adı altında sahneye çıkan grubun gösteri yapmasını öneriyorlar.

Japonlar görsel olan her şeye meraklı olduklarından gösteri önemli. Üstelik Japon medyasında kesinlikle yer bulacak.

Mitsubişi Şirketi projeye salon kiralayarak sponsorluk yapacak.

Türk Hükümeti'nin de katkıda bulunması isteniyor.

Ankara'dan çıt yok.

Bildiğimiz ‘‘ödenek yok’’ gerekçesi.

Bu sadece bir örnek.

2003 yılının ikinci ayındayız, Japonya'daki ‘‘Türk Yılı’’ ile ilgili benim duyduğum dişe dokunur bir proje yok.

‘‘İznik Çinileri’’ ‘‘Osmanlı Tuğraları’’ ve ‘‘Aydın Doğan Karikatür Yarışması’’ sergileri dışında sanırım Sadberk Hanım Müzesi'nin koleksiyonları da Japonlara tanıtılacak.

Yeterli değil.

Zira anlatılanlara bakılırsa ‘‘İtalya Yılı’’ büyük bir karnaval havasında geçmiş...

Pizzacılar, zeytinyağcılar, şarapçılar, Gucci'sinden tutun Prada'ya kadar modacılar, film festivalleri, sokaklarda yemekler..

Tam bir cümbüş...

Hem eğlence, hem ticaret.

Bizim tanıtım yılımız da böyle bir havada geçse, Türkiye'ye ne kadar çok Japon turistinin akın edeceğini düşünebiliyor musunuz. Üstelik Japon turisti gittiği yerde iyi para harcayan turisttir.

Hükümet, siz, biz, herkes şu an savaşa endeksli olabiliriz ama böyle bir fırsat kaçarsa

yazık değil mi?

Anadolu Grubu zeytinyağında iddialı


KIRLANGIÇ Türkiye'nin en eski zeytinyağı markalarından biri.

1994-96 yılları arasında Türkiye'den ihraç edilen zeytinyağları arasında bir numara.

2001 yılında Anadolu Grubu tarafından satın alınıyor.

Grubun, Aydın Bolak'tan satın aldığı diğer bir marka da en az Kırlangıç kadar köklü: Sezai Ömer Madra.

İkisi için 3 trilyon ödenmiş.

Kırlangıç'ın Genel Müdürü Ergin Savcı ve Marka Yöneticisi Yavuz Türsan ile konuşuyoruz.

Yıllardan beri Anadolu Grubu'nda olan Ergin Savcı'nın gruptaki kariyeri ilginç bir yol izliyor: Bira, Coca-Cola derken zeytinyağı.

Biracılar, Cola'cılar küsmesin, Savcı en sağlıklı ürünü bulmuş nihayet.

Kırlangıç'a dönersek, iç pazarda hedef elbet payı büyütmek.

Ancak dış pazarda hedef marka Madra olacak.

Zira Madra yabancılar için çok daha fazla akılda kalacak bir isim.

Savcı, Uzakdoğu, Yakındoğu ve Ortadoğu pazarlarında iddialı olduklarını söylüyor. Ayrıca, yurtdışında bir yatırım da söz konusu. Rusya'daki bira yatırımını günün birinde zeytinyağı da izleyebilir.

Şimdi gelelim esas meseleye.

Türk zeytinyağlarının kalitesinden kimsenin kuşkusu yok.

Antik çağlardan beri bu topraklarda yetişen zeytinin, İspanya, İtalya ya da Yunanistan'da yetişen zeytinden pek farklı olamayacağı ortada.

Ama gelin görün ki, dış pazarda Türk zeytinyağı İtalyan, İspanyol ve Yunan yağlarından daha ucuz.

Savcı anlatıyor: ‘‘Fuardayız. İnsanlar geliyor standı, sunduğumuz ürünü beğeniyor. Hangi ülkenin diye soruyor ve cevabını alınca şaşırıyor. Yani Türkiye'den bu kadar kaliteli bir ürün beklemiyor.’’

Evet işte bu yüzden Türk zeytinyağı, dış pazarda kalitede fark olmadığı halde diğerlerinden yüzde 30 oranında daha ucuz.

Anlayacağınız mesele dönüp dolaşıyor yine Türkiye'nin tanınması meselesine dayanıyor.

Dünyanın herhangi bir yerinde bir pizzacıya girin.

Tentesinden koltuklarına kadar renkler İtalyan bayrağının rengidir.

Marketten bir parmesan peyniri alın. Paketin bir köşesinde mutlaka aynı renkler vardı.

İtalyanlar imaj ustası.

Doğru, ama hiçbir şeyi tesadüfe bırakmamışlar.

Bir okur mektubu


GAZİ Üniversitesi'nden öğretim görevlisi Doçent. Dr. Pars Şahbaz, akademik çalışmalarının büyük bir bölümünü ‘‘Dış Tanıtım Faaliyetlerinin Etkinliği’’ ‘‘Türkiye'nin İmaj Problemi’’ gibi konulara ayırmış. Tanıtımdaki başarısızlığın nedenleri şöyle sıralıyor:

Çokbaşlılık, koordinasyonsuzluk, kaynak yetersizliği ve ‘‘yap-boz’’ların çokluğu. Tespitlerin doğruluğundan kuşkum yok.

Yine de, bir kez olsun, Japonya'daki ‘‘Türk Yılı’’ için şeytanın bacağını kıramaz mıyız?

Mutlu bayramlar.
Yazının Devamını Oku

İslam dünyası niye geri kaldı

9 Şubat 2003
Batı'ya karşı tepki misyonerlerin suçu <br><br>Kadın hakları sömürgecilikte darbe yedi<br><br>Petrol parasıyla bina yapıldı, toplum ihmal edildi UZUN zamandan beri süregelen bir tartışma bu.

11 Eylül'den önce de vardı, ama son dönemlerde daha da yaygınlaştı.

Mesele şu: Yüzyıllar boyunca zengin ve güçlü olduktan sonra İslam Dünyası bugün neden geride? Batı ile İslam arasında ipler nasıl koptu?

6 milyonluk Müslüman nüfusu nedeniyle en fazla Fransa'nın gündeminde olan bu tür tartışmalardan birine Davos'ta rastladım.

Panelin adı ‘‘Modernite geleneğe karşı: Müslüman dünyası için bir meydan okuma.’’

Katılımcılara gelince, Karen Armstrong İngiliz yazar, Şefik Ghabra Kuveyt Üniversitesi'nde siyasi bilimler profesörü, Yvonne Haddad Georgetown Üniversitesi'nde İslam tarihi profesörü, Riffat Hassan Louisville Üniversitesi'nde ilahiyat profesörü, Lubna Olayan Suudi Arabistanlı bir iş kadını.

Bakalım neler söyleyecekler...

Bernard Lewis'in aynı soruya cevap aradığı ‘‘What Went Wrong’’ kitabından farklı şeyler duyacak mıyız?

Haddad, sömürgecilik dönemi üzerinde duruyor.

İlginç şeyler söylüyor.

Araştırmalarına göre, sömürgecilik kadın haklarına önemli bir darbe indirmiş.

Meselá,İngilizler Mısır'a gelmeden önce kadınlar mahkemede haklarını arayabiliyormuş. İngilizler bu haklarını ellerinden almışlar.

Yine Mısır'da İngilizler gelmeden önce kadınlar doktorluk yapabiliyormuş. İngilizler kadınların doktorluğuna son vermiş. Mısırlı kadınlar sadece hemşirelikle yetinmek zorunda kalmışlar.

Bu arada, kadın doktorlara alışkın olan kadın hastalar da erkek doktorlara gitmeyince sağlık sorunları artmış.

Haddad'ın sömürgecilik dönemiyle ilgili dikkat çektiği başka bir nokta misyonerlerle ilgili. Misyonerlerin Müslümanlık aleyhinde sarfettikleri sözler Batı'ya tepkiyi arttırmış doğal olarak.

‘‘Bush'un misyonerlerden farkı yok...Afganistan'da dağıtılan kitapçıklarda Bush'un İslam'ı kurtaracağı iddiaları var’’ diyor.

Riffat Hassan'ın (İsmine bakıp aldanmayın. Kendisi Pakistan asıllı bir kadın) dikkat çektiği en önemli nokta şu: ‘‘İslam Dünyası ile Arap Dünyası aynı değil.’’

ESAS ÇATIŞMA NEREDE


Profesör Hassan'a göre, İslam Dünyası'nın altyapı modernleşmesine ya da modern ürünlere itiraz yok. Esas çatışma noktası Batı kültürünün yayılmasında.

Hassan İslam'ın yorumlanmasında sorun olduğunu kabul edenlerden.

‘‘Batı Dünyası İslam'da reformun ne kadar güç bir iş olduğunun farkında değil’’ diyor.

‘‘İslam Dünyası'na zaman verin’’ diyen kişi ise İngiliz tarihçi Karen Armstrong.

‘‘Batı'da modenleşme uzun bir süreçti. 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar devrimlerin, kanlı savaşların damgasını vurduğu bir süreç... Bağımsızlıklar ilan edilmiş. Müslüman Dünyası'nda ise paradoksal bir şekilde modernleşme bağımlılıkla gelmiş.’’

Armstrong
'dan bir nokta daha: Modernleşme Batı'da yeni ve heyecan verici bir şeyler yaratma gibi algılanırken, Müslüman Dünyası'nda yenilikten ziyade taklit olarak algılanmış.

Suudi Arabistanlı iş kadını Lubna Olayan da, zamanla bazı şeylerin değişeceğine inananlardan.

Müslüman Dünyası’na bir öz eleştiri getiren panelist ise Kuveytli profesör Şefik Ghabra.

‘‘Petrolden paralar kazanıldı, modern yollar, binalar yapıldı ama toplum ıskalandı. İnsana eğitim, sağlık hiçbir konuda yatırım yapılmadı. Devlet ile toplum arasında diyalog sağlanmadı. Toplum yabancılaştırıldı. Modernleşme, demokratikleşme, şeffaflık için aynayı kendimize tutmalıyız.’’

Bir saatlik panelde, havada uçuşan ve benim not defterime kaydettiklerim bunlardı işte....
Yazının Devamını Oku

Vali Güler’i az daha Almanlar kapıyormuş

7 Şubat 2003
<B>GAZİANTEPLİLER</B>, İstanbul'a atanan Vali <B>Muammer Güler</B>'i hiç unutmamışlar. Zira bir sürü ‘‘ilk’’i Güler''in uzun yıllar süren valilik döneminde yaşamışlar. İlk opera resitali, ilk kitapçı, Zeugma'ya ilk kazma.

Anekdotu, Gaziantep Sabah Gazetesi'nin sahibi, sevgili dostum Aykut Tuzcu aktardı.

Almanya'da Freiburg Üniversitesi'nde müzik profesörü Ramon Walter, Kilisli soprano eşi Meral Bilgen ile birlikte günün birinde şehri ziyaret etmeye karar verince Vali Güler, Gaziantep Rotary Kulübü'nün desteğiyle bir resital için önayak oluyor.

Bilgen resitale razı ama şehirde doğru dürüst piyano yok.

(Fazıl Say'ın Gaziantep Üniversitesi'nde çaldığı piyano o tarihlerde henüz ortada değil.)

Nihayet Tuğcan Oteli'nde akordu hayli bozuk bir piyano bulunuyor.

Üç günlük tamirden sonra soprano Meral Bilgen, piyano başka bir yere taşınamadığı için otelin lobisinde, Gaziantepliler'in günlerce konuştuğu bir resital veriyor.

Vali Muammer Güler, her şeyle o kadar yakından ilgileniyor ki Profesör Ramon Walter ‘‘Ben hayatımda sanata bu kadar değer veren bir yönetici görmedim. Acaba Güler benim oturduğum Freiburg şehrine vali olur mu’’ demekten kendini alamıyor.

Valinin Gaziantep'in ilk ve tek kitapçı dükkanının açılışında yaptığı konuşmada ‘‘Beş fabrikanın açılışını yapsaydım, bu kadar sevinmez ve mutlu olmazdım’’ dediği de akıllarda.

Bir de Zeugma meselesi var.

Jandarmanın ihbarı üzerine Zeugma'daki buluntuları anında incelemeye alan ve Özel İdare'nin mütevazı bütçesiyle antik şehirdeki villaların ilk kez gün ışığına çıkmasını sağlayan da vali olmuş.

Aykut Tuzcu ‘‘Sanayiciye sahip çıktığı gibi kültür hayatımıza da büyük katkıları oldu. İnanılmaz uzlaşmacı kişiliğiyle aşmadığı, çözmediği sorun olmadı’’ diye anlatıyor.

Vali Güler, önceki günkü Hürriyet'te, İstanbul'da kapkaç olaylarını da çözeceğine dair söz vermiş.

Ricam şu: Bizim mahallede bir günde sekiz ev soyan hırsızlar için de bir şeyler düşünebilir mi?

Coca-Cola, Afganistan’da üretime başlayacak


UZUN zaman değil, sadece bir yıl önce Afganistan'ı konuşuyorduk.

Şimdi Irak'a odaklandık.

Davos'ta iki yıl önce gazetecilerin peşini bırakmadığı Afganistan'ın genç Dışişleri Bakanı Abdullah Abdullah'a baktım, bu sefer pek yüz veren olmadı.

Afganistan, Coca- Cola'nın Davos'ta verdiği davette karşılaştığım Coca- Cola Avrasya ve Ortadoğu Bölüm Başkanı Ahmet Bozer ile sohbette gündeme geliyor. 11 Eylül'den sonra bölgesinde yüzde 20 oranında bir büyüme kaydedildiğini anlatan Bozer ‘‘Yakında Afganistan'da üretime geçebiliriz’’ deyince tahmin edeceğiniz gibi şaşırıyorum.

Afganistan'a halen Pakistan ve Özbekistan üzerinden sevkıyat yapılıyormuş. 2002 yılında Coca-Cola satışı, Taliban öncesi satışlara ulaşmış. Şu anda 22 milyon Afgan yılda 3 milyon litre Coca-Cola tüketiyormuş.

Pakistan'ın tükettiği miktar ise 180 milyon litre.

Bozer, ‘‘Yılların yoksulluğuna rağmen ekonomide önemli bir hareketlenme var. Yerleşik bir dağıtım ağımız mevcut, uygun yatırımcı bulduğumuz takdirde 1 yıl içersinde üretime geçebiliriz’’ diyor. Üretim için su dağıtımı, yol gibi altyapıya gereksinim var. Kabil, Kandehar, Herat gibi büyük şehirlerin arasındaki yolların yapımına ABD, Japonya ve Suudi Arabistan'ın ayırdığı para 180 milyon dolar.

Hiç kuşkunuz olmasın, karayollarının yapımında Türk şirketlerin de önemi payı var.

Halen Kandehar-Kabil karayolunun yapımında çalışan Türk şirketler, bu yıl içersinde açılacak pek çok karayolu ihalesine katılmayı planlıyormuş.

Afganistan Devlet Başkanı Karzai, hükümetin başına geçtiğinde önceliklerini şöyle sıralıyormuş: ‘‘Eğitim, yolların yapımı ve sağlık.’’

Şimdi ise öncelik ‘‘yönetime işlerlik’’ kazandırmak imiş.

Hayaller ve gerçek uyuşmuyor daima.

Pakistan ve İran'dan Afganistan'a dönen mültecilerin sayısı neredeyse 2 milyon yakın.

Coca-Cola'nın yatırımı derken neden buralara geldim?

Hemen yanıbaşımızda sonu belirsiz bir savaşa sürüklenirken ‘‘Peki ama Afganistan acaba ne durumda’’ diye belki merak etmişsinizdir diye.

BİR KİTAP


20. Yüzyılda Ortadoğu Ekonomileri Tarihi

HAFTA
başında, Marmara Grubu Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı'nın toplantısında dinlediğim tarihçi Bernard Lewis'e göre, yaşadığımız günler, İstanbul'un fethi ya da Amerika'nın keşfi gibi tarihi bir dönemeç.

Irak Savaşı'yla yanıbaşımızdaki bölge yeniden şekillenecek.

Bugünlere nasıl gelindiğini kavramak için elbet Bernard Lewis'e kulak vermek gerek.

Lewis'in tespitleri siyasi, sosyolojik gelişmeler için önemli.

Peki ya Ortadoğu ekonomileri?

Boğaziçi Üniversitesi öğretim görevlilerinden Profesör Şevket Pamuk ile Harvard Üniversitesi'nden Profesör Roger Owen'in ‘‘20. Yüzyılda Ortadoğu Ekonomileri Tarihi’’ kitabı işin bu yanına ışık tutuyor.

Sabancı Üniversitesi tarafından yayınlanan kitap, Ortadoğu bölgesindeki ulusal ekonomileri 1918 yılından günümüze kadar inceliyor.
Yazının Devamını Oku

St. Petersburg’un makyajına talibiz

4 Şubat 2003
<B>ST. PETERSBURG </B>deyince ilk akla gelenler, şehri 1703 yılında kuran Çar <B>Deli Petro</B>, <B>Puşkin</B>'in <B>‘‘Eugene Onegin’’</B>i, <B>Dostoyevski</B>'nin <B>‘‘Suç ve Ceza’’</B>sı, <B>Hermitage </B>Müzesi. Bir de Venedik'i çağrıştıran kanallar boyunca yanyana dizili görkemli saraylar, konaklar. Üç yıl önce ziyaret ettiğimde, şehir tarihi ve kültürel mirasıyla beni çarpmış aynı zamanda üzmüştü de... Hüznüyle, yıkık dökük saraylarıyla servetini kaybetmiş, görkemli günlerini geride bırakmış bir asilzadeyi çağrıştırıyordu.

Ancak görünen o ki, Devlet Başkanı Putin'in hem burada Belediye Başkanlığı Yardımcılığı yapmış olması, hem ekibinin büyük bir çoğunlukla St. Petersburg'lu olması şehrin kaderini değiştirmiş.

Rusya'nın Avrupa'ya çıkış kapısı olan St. Petersburg hızlı bir değişim sürecinde.

Hafta sonunda İstanbul'da DEİK toplantısının onur konuğu olan St. Petersburg Valisi ve Belediye Başkanı Vladimir Yakovlev konuşmasında bunun işaretlerini veriyor.

‘‘St. Petersburg Rusya'nın kültür merkezi ama aynı zamanda ikinci büyük sanayi merkezi. Şimdi şehrin hem alt yapısını tamamlıyoruz, hem makyajını tazeliyoruz’’ diyor.

Türk işadamlarına ‘‘gelin siz de bu sürece katılın’’ çağrısında bulunuyor.

Sarayların restorasyonundan, çöp atıklarının temizlenmesi, köprü ve 150 kilometrelik çevre yollarının yapımı, turizm tesislerinin kurulması, teknopark inşaatına kadar St. Petersburg'un gereksinimleri hayli fazla.

Yakovlev'den öğreniyoruz ki, zaten şehri yabancılar istila etmiş bile.

Mesela sarayların restorasyonu İtalyanlar tarafından yapılıyormuş.

DEİK'in yemeğinde TİM'i temsilen katılan, Deri İhracatçıları Birliği Başkan Yardımcısı İsmail Boy, söz İtalyanlardan açılınca Yakovlev'e rica ediyor: ‘‘İtalyanların St. Petersburg'da ayakkabıya yönelik bir organize sanayi projeleri var. Türkiye deri üretiminde ciddi bir know-how'a sahip. Rusya'daki 80 tabakhaneye karşılık bizdeki tabakhane sayısı bin 200. İtalyanların projesine bizi de katın.’’

Türk-Rus İş Konseyi Başkanı Turgut Gür'un ise mesajı net: ‘‘St. Petersburg'un makyajına talibiz.’’

İstanbul ile aynı kaderi paylaşmış


ST. PETERSBURG Valisi ve Belediye Başkanı Vladimir Yakovlev'in İstanbul ziyaretinin gerisinde, İstanbul ile St. Petersburg arasında 1991 yılında ilan edilmiş ‘‘kardeş şehir’’ deklarasyonu yatıyor.

Bu deklarasyonun nihai bir anlaşmaya dönüşmesine karar verilince Yakovlev soluğu İstanbul'da almış. İstanbul ile St. Petersburg'un kardeş şehir olarak anılmaları hayli anlamlı. Zira bu iki şehir hemen hemen aynı kaderi paylaşmış.

Her ikisi Batı'ya açılan pencereler olmuş.

Her ikisi başkent olmuş.

Ve her ikisi başkentliği kaptırmakla birlikte, Türkiye'nin ve Rusya'nın ‘‘yürekleri’’ olmaya devam etmiş.

DEİK'teki toplantıdan sonra, Beyoğlu'ndaki Rus Başkonsolosluğu'nda ise Yakovlev, ‘‘St. Petersburg’’ Salonu'nun açılışı törenine katılıyor.

Meğer, 1999 depreminden hayli zarar gören başkonsolosluk binasında restorasyon çalışmaları yeni bitmiş ve bu salonun resmi açılışı için Yakovlev beklenmiş.

Başkonsolos Sergey Velichkin, binanın 1837 yılında, St. Petersburg'da önemli eserlere imza atmış olan İsviçre asıllı İtalyan mimar Gaspare Fosseti tarafından yapıldığını söylüyor.

‘‘St. Petersburg’’ Salonu bu şehrin ünlü saraylarının resimleriyle süslenmiş. Hatta bazılarının resimleri sadece İstanbul'daki bu binada mevcut.

Yakovlev, gelirken St. Petersburg'un yeni bir resmiyle kurucusunun heykelini getirmiş. Onları da salonda gördük.

İşte Kuzey-Güney aksı


TÜRKİYE ve Rusya'nın kaderleri AB'ye üyeliği söz konusu olunca kimi yerde kesişiyor.

Avrupa'da genel eğilim Rusya'nın asla ‘‘sindirilemeyeceği’’ yolunda olsa da kimi aydınlar Rusya'nın uzun vadede Avrupalı olması gerektiği görüşünde. Mesela birkaç yıl önce konuştuğum Jacques Attali, hem Türkiye'nin hem Rusya'nın AB'ye katılması gerektiğini söylüyordu.

Her neyse, bugüne dönersek, AKP Lideri Recep Tayyip Erdoğan'ın Davos'ta ilk katıldığı ve AB üyeliğinin tartışıldığı toplantıda Rusya'dan da Rus Demokratik Partisi Lideri Griogory Yavlinsky vardı.

Ne yazık ki, başka bir yerden doğrulatma fırsatım olmadı. Yavlinsky'ye göre, Avrupa Birliği'ne katılmak isteyen Rusların oranı yüzde 60.

‘‘Ruslar kendilerini kültürel ve tarihsel olarak Avrupa'nın bir parçası olarak görüyorlar. Partim Avrupa ile bütünleşmek için elinden geleni yapacak’’ demişti.

Yavlinsky açısından durum böyle. Türkiye’nin AB üyeliği için katettiği yol meydanda.

Rusya ile asla kıyaslanamaz.

Ancak Türkiye, Rusya ve AB ilişkileri söz konusu olunca Türk-Avrasya İş Konseyleri Başkanı Tuğrul Erkin'in değindiği, değişik bir bakış açısına dikkat çekmek istiyorum.

Geçen hafta Ankara'da, ASAM (Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi) üst düzey askeri yetkililer, akademisyen ve işadamlarının katıldıkları bir toplantı düzenlemiş.

Toplantıya katılan Rus Profesör Kadirbayev, Türk-Rus ilişkilerinin 900 yıllık geçmişinden yola çıkarak, ‘‘Önemli bir gelişme gözden kaçıyor. Avrupa Birliği ilk kez Romanya ve Bulgaristan ile Karadeniz'e resmen ortak oluyor. Yani, Türkiye ve Rusya'ya rağmen Kafkasya'ya komşu olacak. ABD Afganistan'daki varlığı nedeniyle Orta Asya ile ilişki içersinde. Bu durumda Türkiye ve Rusya'nın bir güney-kuzey aksı oluşturmaları şart’’ demiş.

Tuğrul Erkin, Profesör Kadirbayev'in ‘‘Türkiye-Rusya ilişkilerinin önünde altın bir fırsat var’’ dediğini de belirterek köklü ilişkilere rağmen, iki başkent arasında bir güvensizliğin altını çiziyor.

Erkin, Recep Tayyip Erdoğan'ın aralık ayındaki Moskova gezisinde Türk işadamlarıyla yaptığı toplantıda bu kaygısını şöyle ifade etmiş: ‘‘Türk ve Rus işadamları olarak bizler işbirliğini ve birbirimize güvenmeyi öğrendik. Yöneticilerimizin de birbirlerine güvenmeyi öğrenmeleri gerekiyor. Aksi takdirde sayısız imkan kaçıp gidecek. Bizler ufak tacir veya taşeron, sizler de basiretsiz devlet adamları olarak anılacaksınız.’’

Uzun lafın kısası, işadamlarımızın uluslararası platformda varlık göstermeleri ciddi bir vizyon meselesi.
Yazının Devamını Oku

Ben Saddam olsaydım...

2 Şubat 2003
<B><I>TAHAR Ben Jelloun</B>, kitaplarını Fransızca yazan Faslı bir yazar. ‘‘Ben Fransızca da yazsam, bir Arabım’’ diyor.

Kum Çocuk, Kutsal Gece gibi kitapları Türkçe'ye çevrilmiş.

Kutsal Gece, Fransa'nın önemli edebiyat ödüllerinden Goncourt'u kazanmış.

Ben Jelloun'un geçenlerde bir yazısına rastladım...

Başlığı şöyleydi: ‘‘Saddam Hüseyin olsaydım.’’

Yazı çok hoşuma gitti ve sizlerle paylaşmak istedim.

Kısaltmak zorunda kaldığım yazı ‘‘Saddam Hüseyin olsaydım işe bıyığımı traş ederek başlardım’’ diye başlıyor ve devam ediyor:

‘‘Kopyalarımı başımdan savıp önce doğduğum köye giderdim. Atalarımın mezarı başında halkımın beni affetmesi için dua ederdim. Neden olduğum iki tane saçma sapan savaş yüzünden yakınlarını kaybeden ailelerden özür dilerdim. Kanın sudan daha fazla aktığı kahramanlık destanlarıyla büyümüş biri olarak kaderin beni bu ulusun kahramanı tayin ettiğine inanmıştım. Yanılmışım: Zira halkıma sadece yıkım ve felaket getirdim. İşte bu yüzden dizüstü çöküp, gururum ve ölçüsüz hırsım nedeniyle ölüme gönderdiğim şehitlerden de özür dilerdim...

Sonra korkunç koşullar altında yaşamlarını sürdürmeye çalışan halkıma dönüp, Irak'ın yeniden canlı, özgür, onurlu bir ülke olması için beslediğim umutları ve maddi zenginliğimi onlarla paylaşırdım.

BM kararlarına uyar ama bunun yanısıra kuşkularımı dile getirirdim.

Bush ailesiyle diyalog kurardım. Hatalarımı tamire hazır olduğumu ve yeni bir savaşı engellemek için onların da aynı şeyi yapmalarını isterdim.

Bana inanmayacaklarını biliyorum.

Ama yine de oğul Bush'un eline bana saldırmak için hiçbir koz vermezdim. Oyununu ortaya çıkartır ve onu halkının ve dünyanın önünde çıplak bırakırdım.

Ülkemi barışsever bir ülke olarak ilan eder ve yüzümü bu kez Arap ülkelerine döner, onlardan Irak'ın içinde bulunduğu karanlık tünelden çıkması için destek vermelerini talep ederdim.

Arap Dünyası'nın güvenilirliğini yeniden kazanması için beni örnek almalarını isterdim...

Tüm saraylarımı ve tozlu dosyaları açardım.

Siyasi tutukluları salıverir, ailelerine kendi paramdan tazminat öderdim.

Petrolün namuslu ekipler tarafından işletilmesini sağlardım.

Petrolü olmayan Arap ülkelerine petrol verirdim.

Tüm bunları yaptıktan, komşularımı ve düşmanlarımı iyi niyetim konusunda ikna etmeyi başardıktan, kibrin şeytanını ve erkekliğin boş gururunu yendikten sonra istifamı verirdim.

İstifamı verir ve laiklik, insan hakları, çok parti üzerine kurulmuş gerçek bir demokrasinin doğuşunu izlerdim.

Bana yapacak son birşey kalırdı...

Halepçe'de uykularında zehirlediğim, kendi ellerimle boğduğum, çılgın hırsımın kurbanları olmuş insanların hesabını uluslararası bir mahkemede vermek.

Bunu da yaptıktan sonra tarihe daha saygın ve daha yüce bir kapıdan girerdim.

Ama ben Saddam Hüseyin değilim.’’

Fransızlar dışarı Amerikalılar içeri


DÜNYADA şu an Amerikalılara sevgiyle bakan tek halk Fildişi Sahili halkı.

Başkan Gbagbo'nun partizanları geçtiğimiz günlerde yine başkent Abidjan sokaklarına dökülmüş.

Ama ellerinde bu kez Amerikan bayrakları varmış ve şöyle bağırıyorlarmış: ‘‘Fransızlar dışarı, Amerikalılar içeri.’’ ''Chirac eşittir Bin Laden''. ''Sevgili Amerikalı dostlarımız terörist Fransızları kovmamıza yardımcı olun.''

Eski Fransız sömürgesi Fildişi Sahili'nde yaklaşık 16 bin Fransız yaşıyor.

Fransa iç savaşın patlak vermesi üzerine bunları korumak gerekçesiyle bu ülkeye iki bin kadar askerini göndermiş durumda. Ne var ki, Gbagbo yanlıları hem bunlara karşı çıkıyor, hem de Fransa'nın önderliğinde imzalanan barış planına...

Geriye de galiba Amerikalılara umut bağlamak kalıyor.

Davos'taki mini anketten ne çıktı?


IRAK bu yıl Davos'un tüm toplantılarına damgasını attı.

O kadar ki, Katarlı ve Dubaili bakanların katıldığı, Ortadoğu ile ilgili panelde, biz izleyiciler arasında mini anket düzenlendi.

Toplantıya girerken, elimize verilen küçük aletlerden büyük ekrana yansıyan sonuçlar tam tahmin edebileceğiniz gibi.

‘‘Irak'ta savaş olacak mı’’ sorusuna ‘‘evet’’ diyenlerin oranı yüzde 82.

‘‘Uzun sürecek’’ diyenlerin oranı yüzde 67.

‘‘Savaşın bölgedeki diğer ülkelere etkisi negatif mi, pozitif mi olacak’’ sorusuna ‘‘negatif’’ yanıtını verenlerin oranı yüzde 64.
Yazının Devamını Oku

Türkiye'nin tanıtımı için sizin öneriniz nedir?

31 Ocak 2003
<B>BASINDA </B>bir Davos kıyametidir gidiyor. ‘‘Davos'tan bugüne bir sonuç çıktıysa kadar dişimi kırarım’’ diyenler, ‘‘zeytinyağlı dolmalı-kebaplı Türk gecesi'nin hesabını soranlar.

Gereksiz spekülasyonlar, gereksiz polemikler.

Lafı fazla da uzatmadan bir, iki şey söylemek istiyorum.

Davos'a bu yıl 24 devlet başkanı, 82 bakan, uluslararası örgütlerin 67 başkanı, 13 sendika lideri, 74 sivil toplum örgütü lideri, 177 akademisyen, 1300 işadamı, 300'e yakın gazeteci geldi.

Birbirinden ilginç toplantılar yapıldı. Yeni görüşler çarpıştı, yeni ufuklar açıldı. Yıllardan beri halledilmeyen kimi meseleler yine masaya yatırıldı, yine tartışıldı.

Kimi zaman bir şey çıkmadı, kimi zaman somut sonuç alındı.

Meselá, Birleşmiş Milletler'in Milenyum Deklarasyonu'ndaki sosyal, ekonomik ve çevresel hedeflerinin izlenmesi için ‘‘Global Yönetişim İnisiyatifi' oluşturuldu.

Söz konusu inisiyatif, 189 ülkenin imzaladığı deklarasyonda hangi vaatlere uyulduğunu, hangi vaatlere uyulmadığını yılda bir kez rapor haline getirecek.

Hatırlatayım. Deklarasyonda, dünyadaki yoksulluğun 2015 yılına kadar yarıya indirilmesi, yine 2015'e kadar tüm ülkelerde ilkokul eğitiminin sağlanması, AIDS ile mücadele gibi hedefler var.

‘‘Bunlardan yine bir şey çıkmayacak’’ diye burun kıvırabilirsiniz.

Peki ama bunların tartışıldığı bir platform hiç mi olmasaydı?

Türk Gecesi meselesine gelince.

Seehof Oteli'ndeki davet tek kelimeyle kusursuzdu.

Ne yemeklerde, ne mankenlerin gösterisinde hiçbir abartı yoktu.

Uzun masa şeklinde, son derece rafine bir Türk mutfağının sunulduğu bir büfe vardı.

Yanılmıyorsam, 2000 yılı Ekonomik Forumu sırasındaydı.

Hindistan, Kongre Merkezi'nin hemen girişinde muazzam bir davet vermişti. Büfe sayısı belki yediydi, belki sekiz. Hintli mankenlerin sunduğu defile ise bir saate yakın sürmüştü. Davetin bitiminde de, elimize tahta, boyalı Hint işi minik kutular tutuşturmuşlardı.

Maalesef şöyle bir gerçek var: Gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkelerden daha fazla tanıtımlarını yapmak zorundalar.

Devir artık tanıtım devri.

Bombay'a, Kalküta'ya gittiğinizde açlar ordusunu, sokaklarda yatan insanları görüyorsunuz.

Hindistan'da 600 bin köye, ülkenin yaklaşık 10 yıl önce uygulamaya soktuğu serbest piyasa reformlarının hiç uğramadığı hesaplanıyor.

Öte yandan Hindistan 50 milyar dolarla dünyanın ikinci software ihracatçısı. Büyüme hızı yüzde 7.7 civarında. Çin ile birlikte geleceğin ekonomisi olma yolunda.

Bombaylı, Kalkütalı yoksuluna rağmen Davos'taki o geceyi yapmak zorunda.

Yapacak ki, tanınsın, uluslararası ilişkiler kurulsun, malını satsın, yabancı yatırımcı gelsin.

Hindistan örneğini bir yana bırakalım.

Şimdi sorarım size, Davos’a artık gelinmiş, böyle bir yerde neden tanıtım fırsatını kaçıralım?

Çin, Hint ve Fransız mutfağı yanında ne yazık ki pek de esamisi okunmayan (kanımca çok daha değerli olduğu halde) Türk mutfağını dünyanın kremasına neden tanıtmayalım?

Tanıtım için önerileriniz varsa lütfen bekliyorum. En kolayı eleştirmek çünkü.

Clinton, Türkiye'yi AB'ye taşıma gönüllüsü

GEÇTİĞİMİZ yıl Dünya Ekonomik Forumu'nda ‘‘Geleceğin Global Liderleri’’ arasında seçilen CPS Danışmanlık Grubu'nun Genel Müdürü Tulû Gümüştekin, bu yıl Davos'ta yeniden eski ABD Başkanı Bill Clinton'ın yolunu kesmiş.

Yeniden diyorum zira Gümüştekin geçen yıl New York'a taşınan forumda Clinton ile sabah kahvaltısında karşılaşmış ve onu AB konusunda iyice sıkıştırmıştı.

Bu yıl eski başkana ‘‘sonuçtan memnun musunuz’’ diye yine AB'yi sormuş.

Clinton'ın Tulû Gümüştekin'e söyledikleri şöyle: ‘‘Büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Bush Yönetimi'nin bu konuda elinden geleni yaptığına inanıyorum ama bu yönetimin gündeminin oldukça farklı olduğunu kabul etmek gerekir.’’ Ve ilave etmiş: ‘‘Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne taşımak misyonunu gönüllü olarak üstlenebilirim.’’

Şirket evliliklerine daha yeni ısınıyoruz

GEÇTİĞİMİZ yıllarda Dünya Ekonomik Forum toplantılarının yıldızları şirket evlilikleri gerçekleştiren CEO'lardı.

Steve Case, Jean-Marie Messier ve benzerlerinin kurumlarından geçilmezdi. Bu saydığım isimlerin başlarına neler geldiğini biliyorsunuz.

Geçenlerde istifa eden Case'in önayak olduğu AOL-Time Warner evliliği 2002 yılında 100 milyar dolar zarar etmiş. Sözün özü, şirket evlilikleri batıda aynen ‘‘yeni ekonomi’’ balonu gibi kof çıktı.

Türkiye'nin bu konuda nasıl yol aldığını ilk kez araştıran Ernst&Young Kurumsal Finansman Bölüm Başkanı Can Deldağ ile konuşuyoruz.

Şirket evliliklerinin (Deldağ, evlilik yerine birleşme ya da satın alma sözlerinin kullanılması gerektiği görüşünde) başarısızlığında şu nedenler yatıyor.

Her birleşme kendi rekabetini yaratıyor.

Yeni evlenenler gelire değil maliyete odaklanmış olduklarından pazardan uzaklaşıyorlar.

Türkiye'deki duruma gelince...

Ernst&Young'ın anketine göre, şirket evlilikleri 2002 yılında 1 milyar doların altında kalmış.

Bu rakam Çin'de 20 milyar dolara yakın. Türkiye'deki en başarılı birleşmeler Unicredito-Koç ve HSBC-Advantage birleşmeleri olmuş.
Yazının Devamını Oku