Gila Benmayor

Saddam sonrası Irak'a Yugoslavya modeli

21 Mart 2003
<B>ABD</B>'nin ilk saldırısından bir, iki gün öncesine kadar Iraklılar görülmedik bir şekilde para harcamaya başlamışlar. Fransız TV 5'te duydum.

Iraklılar, ‘‘dinar’’ Saddam sonrası tarihe karışacak kaygısıyla ellerindeki parayı elden çıkartma telaşındaymışlar.

Görüntünün birinde oğluna bisiklet alan bir baba bile vardı.

Peki Saddam sonrası ülkeyi nasıl bir ekonomi bekliyor?

Söz, saldırıdan birkaç saat öncesine kadar Ankara'da Iraklı muhaliflerle birlikte temaslarını sürdüren Salih el-Şaikli'de.

El-Şaikli, 1970'li yıllarda Irak Merkez Bankası'nın başında olan kişi. Devletin istatistik ve planlama birimlerinde üst düzey görevlerde bulunmuş.

BM Kalkınma Programı'nın Arap Masası direktörlüğünü de yapmış. 1980'lerin başından beri Irak'a girmesi yasak.

El-Şaikli, ABD Dışişleri Bakanlığı ve ABD Hazine Bakanlığı ile birlikte, Saddam sonrası Irak'ın ekonomisini planlayan ekonomistlerden bir tanesi. Ona göre en acil durum Irak'ın borcu.

Borçla ilgili rivayet muhtelif.

Muhaliflere göre 112 milyar dolar. Irak'ın en borçlu olduğu ülkeler kendisini en fazla silahlandıran ülkeler: Fransa, Rusya ve Bulgaristan.

Dünya Bankası'na göre, Irak Körfez Savaşı'ndan sonra hiç borç ödememiş ve 1998 yılı itibarıyla borcu 126 milyar dolar.

Irak'ın kendi rakamı ise 42 milyar dolar. Buna faiz borcu ve Körfez ülkelerinden aldığı 30 milyar dolarlık kredi dahil değil.

El-Şaikli rakamların çelişkili olmasını, 1980'li yıllarda teknokratların ülkeyi terk etmiş olmalarına bağlıyor.

Irak gelişmekte olan ülkeler arasında en hızlı yoksullaşan ülke.

Iraklı yetkililerin verilerine göre, yıllık gayri safi milli hasıla 150 dolara düşmüş.

Yani günde 42 sentten de az.

BM'nin belirlediği yoksulluk sınırı günde 2 dolar.

Bu durumda Irak'ın borç ödemesi söz konusu bile değil.

İşte bu yüzden El-Şaikli gibi ekonomistler ekonomik yapılanma için ‘‘Yugoslavya’’ modelini öneriyor.

Neydi bu model?

Yugoslavya'nın borçlarının yüzde 66'ı silinmiş, geri kalanı ise büyük bir zaman dilimine yayılmıştı.

Görünen o ki, El-Şaikli ve kendisi gibi düşünen diğer muhalif ekonomistleri savaş sonrası zorlu pazarlıklar bekliyor.

Avrupa'dan savaşa hayır Irak'ın inşasına evet


WALL Street Journal şöyle vermiş haberi: ‘‘Avrupalıların çoğu Irak savaşına hayır diyor ama Avrupa, Irak'ın yeniden inşasında rol oynamak istiyor...’’

ABD'ye en fazla kafa tutan Fransa'ya bakın.

Fransız Dışişleri Bakanlığı'ndan üst düzey bir yetkili ‘‘Irak'ın yeniden yapılanmasında rol oynayacağımız su götürmez. Zira Arap Dünyası'yla en derin ve köklü ilişkileri olan biziz’’ demiş. 1980'li yıllarda Bağdat'ın kanalizasyon altyapı projesini tamamlayan Fransız Vinci Şirketi, Irak ile iş yapmayı umut edenlerin en başında.

Yine gazetenin haberine göre, Irak'ın yapılanmasında Avrupa'nın oynayacağı rol tartışmaları, Washington'un Amerikan Halliburton Şirketi'yle (Cheney’in eski şirketi) 900 milyon dolarlık kontrat imzalamasıyla alevlenmiş...

Avrupalı şirketler pastadan pay için kuyruğa girmiş.

Amerikalı senatör aba altından sopa göstermiş


WASHINGTON'dan gelen haberlere bakılırsa, Türk-Amerikan İş Konseyi'nin ve American Turkish Council'ın (ATC) yıllık toplantısı korkulduğu gibi oldukça gergin bir havada geçmiş.

Bir kere, Amerikan Yönetimi'nde müthiş bir hayal kırıklığı: ‘‘Türkiye niye verdiği sözü tutmadı.’’

Besbelli, Ankara'dan zorluk çıkabileceğine ilişkin işaretler alınmamış. Esas mesele burada.

Konferansın ikinci günü, ATC'nin düzenlediği sabah kahvaltısının en önemli konuşmacısı Kongre

Dışilişkiler Komisyonu Başkanı Cumhuriyetçi Senatör Lugar.

Lugar
'in konuşması saat sekizde.

ATC'nin sabah kahvaltısına gelmeden önce Bush'a kısa bir brifing vermiş.

Konuşmasına, Washington'un Türkiye'ye verdiği önemle başlıyor.

Ardından, hiç beklenmedik bir şekilde Brezilya ve Arjantin örneklerine geçerek: ‘‘Brezilya'nın Başkan Lula ile başarı şansı bize göre yüzde 50’’ diyor. Arjantin'in de zor dönemi kolay kolay atlatamayacağını iddia ederek ‘‘Bugünlerde para bulmak son derece zor’’ diye ilave ediyor.

Sabah kahvaltısına katılanların yorumuna bakılırsa, Senatör

Lugar, Brezilya ve Arjantin örneklerini vererek bir anlamda Türkiye'ye ‘‘aba altından sopa’’ göstermiş.
Yazının Devamını Oku

Avrupa Parlamentosu'ndan kötü bir rapor geliyor

18 Mart 2003
<B>AVRUPA</B>'dan kötü işaretler peşpeşe. Kıbrıs meselesi önceki hafta açmaza girince verilen mesaj daha doğrusu ültimatom neydi?

‘‘Çözüm yoksa Rumlar tek başına AB'ye girer, Türkiye AB toprağında işgalci güç olur. Bu durumda tam üyelik görüşmeleri başlamaz.’’

Şimdi vereceğim haber en az bu ültimatom kadar tatsız: Avrupa Parlamentosu'nda 24 Nisan günü oylanacak Türkiye raporu bizim açımızdan son derece olumsuz.

Merkezi Brüksel'de olan CPS Danışmanlık Grubu Başkanı Tulû Gümüştekin'in tespiti böyle.

Washington'da hafta sonu başlayan Türk-Amerikan İş Konseyi ve ATC (Amerikan-Türk Konseyi) Konferansı'nda ‘‘ABD-AB ve Türkiye’’ panelinde oturum başkanı olan Gümüştekin, paneli belli bir çerçeveye oturtmak amacıyla bir süre önce Avrupa Parlamentosu'nda bir dizi görüşmede bulunuyor.

Temasları sırasında, Hollandalı raportör Aries Oostlander'in sessiz sedasız bir rapor hazırladığını öğreniyor. Hıristiyan Demokrat Oostlander, bir önceki raportörün aksine Türkiye'ye pek de sıcak bakmayan biri.

Raportörün kişisel görüşleri, Kıbrıs ve Kuzey Irak ile ilgili son gelişmelerle birleşince ortaya olumsuz bir tablo yansıtan bir rapor çıkıyor.

Ancak burada ilginç bir nokta var.

Bu değerlendirme raporunun esasında Bulgaristan ve Romanya raporlarıyla birlikte oylanması gerekiyor.

Raportör Oostlander, ‘‘Ne zaman oylanması gerektiğini ben bilirim’’ diyerek raporun 24 Nisan günü oylanmasını sağlıyor.

Sızan bilgilere göre, raportör Oostlander, Türkiye'deki sorunların ana kaynağını ordu, Kemalizm olarak gösteriyor.

Raporun bu haliyle onaylanmasının Avrupa Komisyonu'nu da etkileyeceği ortada.

Yani yumuşatılması, Türkiye'nin raportöre baskı yapması gerek.

ABD ile ilişkileri giderek çetrefilleşen, henüz Irak konusunda ne yapacağını net bir şekilde ortaya koyamayan AKP hükümeti bu konuda bir şey yapabilir mi? İşte orası kuşkulu.

Kopenhag Zirvesi öncesi Avrupa başkentlerine ‘‘AB üyelik’’ turuna çıkan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bugünlerde AB'yi yine gündemine alacağını sanmıyorum.

Peki Brüksel'de şu anda esen hava nasıl?

TÜSİAD'ın Brüksel temsilcisi Bahadır Kaleağası, bugünlerde Türkiye ile ilgili iki yaklaşımdan söz ediyor.

Türkiye'nin üyeliğini destekleyenler, AB yolunda aşamalı olarak ilerlemesinden yana olanlar özellikle HADEP'in kapatılmasından sonra ‘‘Eyvah Türkiye yine başına birtakım belalar açacak’’ kaygısını taşıyorlar.

Türkiye'ye asla üyelik verilmesini istemeyen ve ‘‘özel statüden’’ yana olanlar ise son derece mutlu. Bahadır Kaleağası, ‘‘Demokrasi paketindeki olumlu adımlardan sonra fanatik Rum lobisi Kıbrıs çözüme ulaşacak diye tir tir titriyordu. Şimdi ellerini ovuşturuyorlar’’ diyor ve ekliyor:

‘‘Nasıl milli bir politika, milli düşmanları memnun ediyor anlaşılır gibi değil.’’

Derviş sesini duyuracak mı?


KOPENHAG Zirvesi'nden bu yana kıymetli bir zamanı sanki boşa harcadık, raportör boş durmadı ve neticede yukarıda sözünü ettiğim rapor ortaya çıktı.

Şimdi elime ulaşan bir fakstan öğreniyorum ki, Arı Hareketi'nden bir heyet Brüksel'de iki günlük temaslarda.

Ziyaretin esas amacı yeni kurulan Arı Avrupa Derneği'ni tanıtmak. Dernek ilk faaliyet olarak dün Avrupa Parlamentosu binasında‘‘Türkiye ve Avrupa: Önümüzdeki Zorlu 18 ay’’ paneli düzenlemiş. Panelin iki konuşmacısından biri geçen ay İstanbul'da dinlediğim Türkiye-Avrupa Birliği Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Joost Lagendjik. Küçük bir hatırlatma. Lagendjik, Pera Palas'taki konuşmasında bir Irak Savaşı'nın reform sürecini baltalayabileceği uyarısında bulunmuştu. İkinci konuşmacı ise CHP İstanbul Milletvekili ve Avrupa Konvansiyonu üyesi Kemal Derviş. Umarım Derviş, Türkiye aleyhine bir rüzgarın estiği Brüksel'de sesini duyurabilmiştir.
Yazının Devamını Oku

Avrupa Parlamentosu'ndan kötü bir rapor geliyor

18 Mart 2003
AVRUPA'dan kötü işaretler peşpeşe.Kıbrıs meselesi önceki hafta açmaza girince verilen mesaj daha doğrusu ültimatom neydi?‘‘Çözüm yoksa Rumlar tek başına AB'ye girer, Türkiye AB toprağında işgalci güç olur. Bu durumda tam üyelik görüşmeleri başlamaz.’’Şimdi vereceğim haber en az bu ültimatom kadar tatsız: Avrupa Parlamentosu'nda 24 Nisan günü oylanacak Türkiye raporu bizim açımızdan son derece olumsuz.Merkezi Brüksel'de olan CPS Danışmanlık Grubu Başkanı Tulû Gümüştekin'in tespiti böyle.Washington'da hafta sonu başlayan Türk-Amerikan İş Konseyi ve ATC (Amerikan-Türk Konseyi) Konferansı'nda ‘‘ABD-AB ve Türkiye’’ panelinde oturum başkanı olan Gümüştekin, paneli belli bir çerçeveye oturtmak amacıyla bir süre önce Avrupa Parlamentosu'nda bir dizi görüşmede bulunuyor.Temasları sırasında, Hollandalı raportör Aries Oostlander'in sessiz sedasız bir rapor hazırladığını öğreniyor. Hıristiyan Demokrat Oostlander, bir önceki raportörün aksine Türkiye'ye pek de sıcak bakmayan biri.Raportörün kişisel görüşleri, Kıbrıs ve Kuzey Irak ile ilgili son gelişmelerle birleşince ortaya olumsuz bir tablo yansıtan bir rapor çıkıyor.Ancak burada ilginç bir nokta var.Bu değerlendirme raporunun esasında Bulgaristan ve Romanya raporlarıyla birlikte oylanması gerekiyor.Raportör Oostlander, ‘‘Ne zaman oylanması gerektiğini ben bilirim’’ diyerek raporun 24 Nisan günü oylanmasını sağlıyor.Sızan bilgilere göre, raportör Oostlander, Türkiye'deki sorunların ana kaynağını ordu, Kemalizm olarak gösteriyor.Raporun bu haliyle onaylanmasının Avrupa Komisyonu'nu da etkileyeceği ortada.Yani yumuşatılması, Türkiye'nin raportöre baskı yapması gerek.ABD ile ilişkileri giderek çetrefilleşen, henüz Irak konusunda ne yapacağını net bir şekilde ortaya koyamayan AKP hükümeti bu konuda bir şey yapabilir mi? İşte orası kuşkulu.Kopenhag Zirvesi öncesi Avrupa başkentlerine ‘‘AB üyelik’’ turuna çıkan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bugünlerde AB'yi yine gündemine alacağını sanmıyorum.Peki Brüksel'de şu anda esen hava nasıl?TÜSİAD'ın Brüksel temsilcisi Bahadır Kaleağası, bugünlerde Türkiye ile ilgili iki yaklaşımdan söz ediyor.Türkiye'nin üyeliğini destekleyenler, AB yolunda aşamalı olarak ilerlemesinden yana olanlar özellikle HADEP'in kapatılmasından sonra ‘‘Eyvah Türkiye yine başına birtakım belalar açacak’’ kaygısını taşıyorlar.Türkiye'ye asla üyelik verilmesini istemeyen ve ‘‘özel statüden’’ yana olanlar ise son derece mutlu. Bahadır Kaleağası, ‘‘Demokrasi paketindeki olumlu adımlardan sonra fanatik Rum lobisi Kıbrıs çözüme ulaşacak diye tir tir titriyordu. Şimdi ellerini ovuşturuyorlar’’ diyor ve ekliyor:‘‘Nasıl milli bir politika, milli düşmanları memnun ediyor anlaşılır gibi değil.’’Derviş sesini duyuracak mı?KOPENHAG Zirvesi'nden bu yana kıymetli bir zamanı sanki boşa harcadık, raportör boş durmadı ve neticede yukarıda sözünü ettiğim rapor ortaya çıktı.Şimdi elime ulaşan bir fakstan öğreniyorum ki, Arı Hareketi'nden bir heyet Brüksel'de iki günlük temaslarda.Ziyaretin esas amacı yeni kurulan Arı Avrupa Derneği'ni tanıtmak. Dernek ilk faaliyet olarak dün Avrupa Parlamentosu binasında ‘‘Türkiye ve Avrupa: Önümüzdeki Zorlu 18 ay’’ paneli düzenlemiş. Panelin iki konuşmacısından biri geçen ay İstanbul'da dinlediğim Türkiye-Avrupa Birliği Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Joost Lagendjik. Küçük bir hatırlatma. Lagendjik, Pera Palas'taki konuşmasında bir Irak Savaşı'nın reform sürecini baltalayabileceği uyarısında bulunmuştu. İkinci konuşmacı ise CHP İstanbul Milletvekili ve Avrupa Konvansiyonu üyesi Kemal Derviş. Umarım Derviş, Türkiye aleyhine bir rüzgarın estiği Brüksel'de sesini duyurabilmiştir.
Yazının Devamını Oku

Bush bu adamdan korksun

16 Mart 2003
Şili diktatörü Pinochet'in korkulu rüyası İspanyol savcı Baltasar Garzon şimdi de ABD Başkanı'nın peşinde. Dünyanın bir köşesinde geceleri yatağında ‘‘kötü adamların’’ bir listesini gözünün önüne getiren ve ‘‘ben bunları adalete nasıl teslim ederim’’ diye planlar yapan bir adam var.

Bu adam İspanyol yargıç Baltasar Garzon.

Şili diktatörü Augusto Pinochet'i soykırım, işkence ve terör iddialarıyla tutuklatan yargıç olarak tanınsa da Garzon, yeryüzündeki tüm namussuzların korkulu rüyası.

Yargıç Garzon, 1955 yılında İspanya'nın güneyinde Villa de Torres'te doğmuş.

23 yaşında ilk davasını almış.

Uyuşturucu kaçakçılığı, yolsuzluklar, ETA terör örgütü derken Garzon'a ün getiren esas dava, Bask ayrılıkçılarına karşı ‘‘kirli bir savaşa’’ girişen derin devletin ölüm mangalarının (GAL) davası.

Bu dava sonucunda hapsi boylayanlardan biri de Sosyalist Parti'nin eski İçişleri Bakanı Jose Barrionuevo.

Garzon
bu arada kısa bir süre için politikaya atılmış.

1993 yılında Sosyalist Parti'den parlamentoya girmiş ama bir yıl sonra politikadan ayrılıp mesleğine dönmüş.

Kimilerine göre Sosyalist Parti'nin reform vaatlerini yerine getirmemesine küsmüş, kimilerine göre Adalet Bakanlığı'na getirilmemiş olmasına kızmış.

Her neyse, Garzon'un Güney Amerika'daki Condor operasyonunun peşine düşmesi bu politik deneyimden sonra.

Peki neydi Condor operasyonu?

Hatırlatayım. 1970'li, 1980'li yıllarda Güney Amerika'daki diktatörlere karşı seslerini yükseltenleri, rejim aleyhtarlarını bastırmayı amaçlayan ortak bir sindirme operasyonuydu.

Yani Şili polisi, ülkeye sığınmış bir Arjantinli muhalifi kıstırabiliyordu.

Diktatörler arasında böyle gizli bir anlaşma yapılmıştı.

Ve bunun gerisinde elbet CIA ve tanıdık bir isim daha vardı: ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger.

LİSTESİNDE KISSINGER DE VAR

İşte bu yüzden Baltasar Garzon'un listesindeki bir isim de Kissinger.

Bizim İspanyol yargıç birkaç kez Kissinger'i sorgulamayı denemiş ama başaramamış.

Kissinger'den vazgeçip vazgeçmediğini bilmiyorum ama bugünlerde diline doladığı iki kişi var: Biri İspanyol Başbakanı Jose Maria Aznar, diğeri Irak seferine hazırlanan ABD Başkanı George Bush.

Garzon,
geçenlerde Fransız Le Monde Gazetesi'nde ‘‘Yeter Jose Maria Aznar’’ diye bir yazı yazmış.

Aznar, bildiğiniz gibi İngiltere Başbakanı Tony Blair ile birlikte Bush'un en büyük destekçisi.

Neden?

Birkaç hafta önce İspanya'nın Ankara Elçisi Manuel de la Camarra'ya soruyu yönelttiğimde cevabı ‘‘terör’’ oldu.

Garzon bu yazısında Aznar'a özetle ‘‘Bu çılgınlığın peşinden tehlikeli bir biçimde gitmeniz İspanyol ulusunu şaşırtıyor. Hangi safta olacağınıza karar verin, ya ulusal ve uluslararası meşruiyet ya da bazılarının işine gelen yalan ve çıkar’’diye sesleniyor.

Bush'un ise yeni kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi'nde yargılanabileceğini söylüyor. İşin ilginç yanı şu: Uluslararası Ceza Mahkemesi statüsünü kabul etmeyen ülkeler arasında Irak ve ABD de bulunuyor.

Ancak Yargıç Garzon'a göre bu önemli değil. Zira ABD hakkında suç duyurusunda bulunulursa gerekli işlem yapılır ve yöneticiler savaş suçlusu olarak yargılanır.

Tiz sesli, yakışıklı Garzon tüyoyu verdi.

Barışseverler haydi iş başına...


Bir kitap:

Beyaz Saray Anıları

Hürriyet'in eski Washington temsilcisi Tuna Köprülü ile tanışmamız yıllar öncesine dayanır. Yurtdışı temsilcileri Dış Haberler Servisleriyle muhatap oldukları için Tuna Hanım ile sık sık telefonla konuşur, geçtiği haberleri tartışırdık. Remzi Kitabevi'nden çıkan kitabı ‘‘Beyaz Saray Anıları’’ beni Hürriyet'teki eski günlere döndürürken, yıllardan beri kafamda takılıp kalmış olan bazı sorulara da açıklık getirdi doğrusu.

Tuna Köprülü, Beyaz Saray'da 15 yıl kesintisiz muhabirlik yapmış ilk Türk gazetecisi. Washington'da 25 yıl kalmış ve politika, iş, sanat dünyasından aklınıza kim gelirse yakın ilişki kurmayı başarmış.

Kaçınılmaz bir şekilde ABD'nin yörüngesine girdiğimiz (hiç çıktık mı?) bugünlerde okunması gereken bir kitap.
Yazının Devamını Oku

Türkler, Almanları İtalyan mutfağıyla doyuruyor

14 Mart 2003
<B>BERLİN</B>'deki <B>‘‘in’’ </B>lokantaların sahipleri Türk. Roseneck Lokantası'nın sahibi Adnan Oral'ı müşterileri ‘Adriano'' diye çağırıyor.

Zira Roseneck şehrin en iyi İtalyan Lokantaları'ndan biri.

Siyah beyazın hakim olduğu son derece şık Trenta Sei de öyle. Onun da sahibi Türk.

Adnan Oral'a ‘‘Peki neden Türk mutfağı değil İtalyan mutfağı’’ diye soruyorum.

Meğer Oral'ın yarasına parmak basıyormuşum.

Yıllardan beri bir Türk Lokantası'nın hayalini kuruyormuş.

‘‘Almanlar en iyi İtalyan mutfağını tanıyor. Türk mutfağını da sevecekleri günler gelecek ama henüz erken.’’

Bu şu demek: Almanya'da işyeri açan Türkler her şeyden önce para kazanmayı garantilemek istiyorlar. Hayaller ve istekler, işlerini ve yerlerini sağlamlaştırdıktan, ekonomik güce kavuştuktan sonra gerçekleşecek.

Adnan Oral, önümüzdeki ay Berlin'de açacağı ikinci lokanta ile yine İtalyan mutfağı sunacak.

Roseneck'te yemek yediğimiz gece Mercedes Benz'in üst düzey yöneticilerinden biriyle tanışıyoruz. O da gecenin bir vaktinde, makarnalar yendiğinde, şaraplar içildiğinde çalınan Türk müziğinin çekiciliğine kapılıp pisttekilere katılıyor.

Adnan Oral'ın anlattıklarına göre, geçen hafta da bir doğum günü kutlaması için Roseneck'e gelen Berlin Filarmoni Orkestrası'nın müzisyenleri de aynı şeyi yapmışlar.

İtalyan lokantalarının asla sunamayacağı bir eğlence bu.

Hasan Kurtkan'ın şef garson olduğu Paris Bar Berlin'in diğer bir gözde mekanı. Fransız mutfağını sevenlerin geldiği Paris Bar'da yemek yediğimiz gece Federal Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily masa komşumuz.

Bir grup Türk işadamıyla birlikte yemek yiyen Almanya doğumlu manken Semra Şen, bir işadamının elinden kaptığı gümüş tespihi İçişleri Bakanı'na verirken derhal fotoğraf makinemize sarılıyoruz.

Otto Schily, bir hafta önce Ankara'da olduğunu anlatıyor.

Çektiğimiz fotoğrafı ona göndermemizi rica ediyor.

Berlin'de gördüklerimize bakılırsa Türklerle Almanlar arasında su sızmıyor ama iş AB üyeliğine gelince durum değişiveriyor.

Bu şehre bir önceki gelişimde, resmi çevrelerin Türkiye'nin üyeliğine nasıl kuşkuyla baktıkları aklımda.

İşte bu yüzden buradaki Türklerin ekonomik bir güç olmaları lobicilik açısından son derece önemli.

Berlin'de konuştuğumuz Türk-Alman İşadamları Derneği Başkanı Bahattin Kaya'ya göre, son 10 yılda Türk işletmeleri her yıl yüzde 10 oranında artmış. Türkiye Araştırmalar Merkezi TAM'ın verilerine göre, Berlin'deki Türk işletmelerin sayısı 5 bin 500.

İlginç bir nokta daha.

Berlin'de iş gücünün pahalı olması dolayısıyla yatırımların doğu eyaletlerine ve Polonya'ya kaydırılması sonucu işsiz kalan Türkler çareyi kendi iş yerlerini açmakta bulmuşlar.

Türk-Amerikan İş Konseyi'nin sancılı zirvesi

DEİK bünyesindeki Türk-Amerikan İş Konseyi'nin, ABD'deki muhatabı American Turkish Council (ATC) ile Washington'da 16-19 mart tarihleri arasında yapacağı konferans Irak ile ilgili gelişmeler yüzünden oldukça sancılı bir döneme rastlıyor.

Türk-Amerikan İş Konseyi'nin yeni Başkanı Vural Akışık'ın ‘‘ben kriz adamıyım’’ demesi boşuna değil.

Verdiği örneklere bakılırsa haksız da değil.

Pamukbank'ın en kötü dönemlerinde yönetimi devralmış. İnterbank, Ziraat Bankası'ndaki deneyimleri de öyle.

Washington'daki konferans, ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerin zor bir dönemeçten geçtiği sırada gerçekleşecek. ABD'nin fütursuz Irak politikasının Türkiye'de ne denli tepki çektiği ortada.

Madalyonun öbür yüzünde ise ABD'de bazı çevrelerin birinci tezkerenin reddi nedeniyle Ankara'ya diş bilediği gerçeği var.

Bu ortamda Türk-Amerikan İş Konseyi'nin temasları verimli olabilecek mi?

Vural Akışık ‘‘'Şans mı, yoksa gerçekten kötü bir durum mu kafam karışık’’ diyor. ‘‘Zira ülkeler arasındaki ilişkileri tekil olaylar değil karşılıklı menfaatler belirler. İlişkileri yumuşatmak bir çaba işi. Bu konferans bu tür çaba göstermek için bir fırsat da olabilir.’’

Savaşın Türkiye ekonomisine etkileri tartışılıyor

E-postama ODTÜ Mezunlar Derneği'nin gönderdiği bir mesajı aktarıyorum.

Bugün, saat 19.00'da, Şişli Belediye Başkanlığı Binası Toplantı Salonu'nda (Esentepe) ‘‘Savaşın Türkiye Ekonomisine Etkileri’’ konulu bir toplantı düzenleniyor.

Toplantıya ODTÜ'den Doç. Dr. Cem Somel, Bilkent Üniversitesi'nden Prof. Dr. Erinç Yeldan, SBF'den Prof. Dr. Korkut Boratav katılıyor.

Porto Alegre'deki Dünya Sosyal Forumu'na katılan Prof. Dr. Erinç Yeldan'ın dahil olduğu Bağımsız Sosyal Bilimciler grubu, Türkiye'nin savaş ile İMF paketi arasında sıkışmaya mahkum olmadığını savunuyor.

Grup, örnek olarak da, dış piyasalardan kaynak girişine bel bağlayan bir büyüme modelini terk ederek, ulusal ekonominin güçlendirilmesi ve yurt içi talebin teşvikine dayalı modeller arayışına giren Çin'i, Tayland'ı, Filipinler'i gösteriyor.

Grup hakkında bilgi almak isteyenler www.bagimsizsosyalbilimciler.org adresine bir göz atabilirler.

Bu arada telefonla konuştuğumuz Prof. Dr. Erinç Yeldan'a ‘‘bütçe yoksulu vuruyor’’ diyen Dünya Bankası Türkiye Temsilcisi Ajay Chhibber'in çıkışını sordum.

‘‘Ajay Pakistanlı olduğu için kalkınmanın sancılarını, yoksulluğunu biliyor. İçgüdüsel bir tepki gösterdi’’ diyor.

Ne yazık ki, ‘‘içgüdüsel tepki’’nin nasıl geri adıma dönüştüğünü hep birlikte gördük.
Yazının Devamını Oku

Atatürk Havalimanı’nın savaş planları hazır

11 Mart 2003
<B>TURİZM</B> Fuarı için geldiğimiz Berlin'in Tegel Havalimanı'nda yaklaşık 45 dakika bavullarımızı beklerken TAV'ın (Tepe-Vien-Akfen) CEO'su <B>Sani Şener </B>yanımızda. ‘‘Yazın bunu’’ diyor.. ‘‘Yeşilköy Atatürk Havalimanı'nda bavullar birkaç dakika içerisinde elinizde. Berlin Havalimanı ile karşılaştırın, buradaki rezaleti yazın.’’

Bırakın bavul meselesini Tegel Havalimanı'na adımınızı atar atmaz aradaki fark çarpıcı.

TAV yani Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali’ni yapan ve işleten firmanın CEO'su Sani Şener ne kadar övünse haklı.

Yoğun dönemlerinde her gün 30 bin yolcunun giriş-çıkış yaptığı ya da transit geçtiği, 16 bin kişinin çalıştığı terminalde her şey tıkır tıkır işliyor. İşliyor işlemesine de şimdi yanıbaşımızda olası savaş durumunda ne olacak?

İşte bunları Sani Şener ile konuştuk.

Sani Şener yüksek mühendis, şantiyecilikten geliyor ama TAV'da işletmeciliğini de kanıtlamış durumda.

Irak ile ilgili gelişmeleri dakikası dakikasına izliyor.

‘‘Elimizde olmayan durumlarda ne yapacağımızı bilmek, krizi yönetmek için bilgi kanallarımızı açık tutmak zorundayız. Politik gelişmelerin yanı sıra tur operatörleri, otelciler ne diyor hepsini izliyoruz.’’

Tabii petrol fiyatlarının geleceğini de.

Zira havalimanının kaderi savaşın petrol boyutuyla fazlasıyla ilintili.

‘‘Savaş bir hafta sürerse çok ciddi etkilemez bizi. 3 haftayla hafif bir sarsıntı geçiririz ancak 3 haftadan sonra tehlikeli’’ diyor.

Sani Şener'in kafasında, savaş durumunda Yeşilköy Havalimanı için kısa, orta ve uzun vadeli senaryolar hazır.

Krizde ne gibi önlemler alınacağı da çoktan hesaplanmış.

‘‘Kriz dönemlerinde gider ve gelir kalemleri nasıl kullanılacak, maliyetler nasıl disiplin altına alınacak çok önceden biliyoruz’’ diyor.

Yolcu sayısında yüzde 10 oranında düşüş olduğu takdirde giderler yüzde 10 oranında azaltılacak. Örneğin havalimanının belirli alanları kullanıma kapanacak.

Elbet bu noktada TAV'ın elektronik altyapıya yatırımı da önemli.

Bu tasarrufu kolaylaşıyor.

Zaten TAV'ın haftalık bütçe toplantıları da günlük toplantılara dönüşmüş.

Bu arada krizin Atatürk Havalimanı'na yansıyan olumlu yönü de var. Rusları Dubai’ye alışverişe götüren uçakların çoğu İstanbul'a yönelmiş.

TAV, Danıştay'a gidiyor


YAP-işlet-devret modelinin bir örneği olan Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali'nin işletme süresi 2 Temmuz 2005'te bitiyor.

Yani normal koşullarda TAV'ın işletmeden çekilmesi ya da açılacak ihaleye girmesi gerekiyor.

Ancak bu noktada Sani Şener'in söyledikleri ilginç.

‘‘Yap döneminde önce Uzakdoğu ardından Rusya, Apo ve nihayet deprem gibi krizlerle karşı karşıya kaldık. 2000 yılından itibaren yani işlet döneminde ise önce Kasım 2000 krizi, ardından Şubat 2001 krizini yaşadık. 50 dolar yurtdışına çıkış harcını da kriz olarak görüyoruz.’’

Krizlerden en önemlisi 11 Eylül.

Yolcu sayısında yüzde 25 oranında düşüş olmuş.

TAV'ın devletle yaptığı sözleşmede ‘‘beklenmeyen haller durumunda sürenin uzatılması’’ maddesi var.

Sani Şener, ‘‘Şimdi de savaş kapımızda yani öngörülmeyecek şeylerin tümünü yaşadık. Buradan hareketle bize tanınan sürenin uzatılması için Danıştay'a başvuracağız’’ diyor.

Turizm Bakanı Akşit: Yapacağım çok şey var, gidersem üzülürüm


DÜNYANIN en büyük turizm fuarları ya da tam adıyla Berlin Turizm Borsası’nın ilk günü Turizm Bakanı Güldal Akşit ile konuşuyoruz.

Akşit'in programı hayli yoğun.

Türkiye standının bir bölümünde, Schröder'in kabinesinde süper bakan diye bilinen Ekonomi ve Çalışma Bakanı Wolfgang Clement ile Berlin Belediye Başkanı Klaus Wowereit'i, Alman Parlamentosu Turizm Komisyonu üyesi Jürgen Klimke'yi ağırlamış.

Ardından Türk, Alman tur operatörleriyle çeşitli görüşmeler.

Bir yazımda değindiğim gibi, Turizm Bakanı Güldal Akşit mizaç olarak iyimser ve çözüm üreten biri.

Diyalog kurmak çok kolay.

Kendisini ziyaret eden Alman Tur Operatörü FTI Şirketi'nin kadın yöneticisi de karşısında bir kadın bakan bulmaktan mutlu ‘‘Türkiye kriz dönemlerinden başarıyla çıkar’’ diye moral vermiş.

Güldal Akşit ‘‘Krizi az hasarla atlatmak için uğraşıyoruz’’ diyor.

FTI, Türkiye'ye bir Alman gazeteci grubunu götürmeyi önermiş.

Ziyaretin gerçekleşmesi Türkiye'nin güvenli bir ülke olduğu mesajı için önemli.

Fuardaki cıvıl cıvıl Güney Amerika, Pasifik standlardını gördükten sonra Akşit'e ‘‘Neden Türkiye standı bu kadar kişiliksiz’’ diye soruyoruz.

Kendisi bakanlığa gelmeden çok önce tasarlanan standın kişiliksizliği, konsept eksikliği (her zamanki hikaye) onu da biraz üzmüş belli ki ‘‘Evet, içersi biraz doldurulabilirdi’’ diyor.

Peki hükümet değişikliği, Turizm Bakanlığı'ndan alınabileceği söylentilerine ne diyor?

‘‘Gidersem üzülürüm. Zira bu bakanlıkta yapmak istediğim çok şey var. Bu tür bakanlıklarda sürdürülebilir politikalar şart.’’

Berlin Fuarı'nda dolaşan söylentilere göre, AKP milletvekili ve partinin medya ve tanıtımından sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Murat Mertcan yeni hükümette Turizm Bakanlığı'nin kendisine verilmesini istiyor.

Özel sektörün davetlisi olarak Berlin Fuarı'na geldiği söylenen Murat Mertcan'ı sorduğumuzda Güldal Akşit'in cevabı şöyle oluyor: ‘‘Ben bu görevi talep etmedim, bu göreve uygun görüldüm. Başkalarının talepleri olabilir, politika böyle bir şey çünkü.’’
Yazının Devamını Oku

244 Güneydoğulu kadın yazdı

9 Mart 2003
<B>GEÇEN </B>yıl 8 Mart Kadınlar Günü'nü Ermenistan'da kutlamıştık. Ondan önceki yıllar ise Anakültür'ün düzenlediği geziler sayesinde Güneydoğulu kadınlarla birlikteydik.

Bu yıl katılacağım özel bir kutlama yok.

Elimin altındaki kitapla yetineceğim.

Kitabın adı ‘‘Duyulmayan Ses’’.

Güneydoğulu kadınlar anlatmış, Anakültür kitap haline getirmiş.

Önce ‘‘Anakültür kimdir’’ diye merak edenlere küçük bir açıklama.

Kadın-erkek eşitliği, eğitim, kültür alanlarında faaliyet göstermek üzere 1997 yılında kurulmuş bir STK Anakültür.

1996'da Şanlıurfa'nın göbeğinde herkesin gözü önünde namus cinayetine kurban giden Sevda Gök'ün anısına (o tarihten bu yana sayısız cinayet daha işlendi ya) Güneydoğu'nun çeşitli şehirlerinde, köylerinde her 8 Mart'ta ‘‘Sevgi Şölenleri’’ düzenlemiş.

Ta bu yıla kadar tam 17 tane ‘‘Sevgi Şöleni’’.

Oralardaki kadınların bir yıl boyunca bu kutlamaları özlemle beklediklerini bilirim.

‘‘İstanbul'dan kadınlar gelecek. Onlarla konuşacağız, dertleşeceğiz’’ diye uykusuz kaldıkları geceler olurmuş.

Bizi ağırladıklarında heyecanları görmeye değerdi.

İkramların arkası kesilmez, sorular peş peşe yağardı.

‘‘Duyulmayan Ses’’e dönersek, Anakültür 2001 yılında ‘‘8 Mart'ın düşündürdükleri’’ diye bir yazı yarışması açmış.

Katılanlar ÇATOM'lara yani GAP'ın bölgedeki kadınları eğitmek üzere açtığı merkezlere gelen kadınlar.

Yazıları Nilüfer Kuyaş, Ceylan Orhun, Nevval Sevindi, Uğur Değirmenci ve Zeynep Oral'dan oluşan Anakültür Yayın Kurulu değerlendirmiş.

Aralarından 6 tanesi ödüllendirilmiş.

Peki en küçüğü 10, en büyüğü 41 yaşında olan 244 kadın neler yazmış?

Dayağı, şiddeti, namus nedeniyle öldürülmeyi, eğitimsizliği, erkeklerden korkmayı, cinsiyet ayırımcılığını, kız çocuklarına ve kadınlara söz hakkı tanınmamasını, sonuçta yüreklerinin üzerindeki her şeyi kağıda dökmüşler.

Neticede bir kitap çıkmış ortaya.

Kelimesine dokunulmadan, hatalarıyla yayınlanan bir kitap.

Kitaba başlığını veren de Şırnak'tan Meryem E.

İfade tarzları değişik olsa da hepsi bir yerde buluşuyor: Erkeğin hakim olduğu bir dünyada yaşamanın dayanılmaz ağırlığı.

İkincilik ödülünü alan Şırnaklı Hürriyet P. bakın neler söylüyor:

‘‘Güneydoğu'daki erkeklerimiz konuşurken kadınlara söz hakkı düşmez. Kocanla ömrünün sonuna dek yaşayacaksan, ömrünün sonuna dek ona karşı koymayacaksın. Haklı olduğun halde ona ‘sen haksızsın' diyemezsin. Herhangi bir konuda kendini savunmadan döverler. Ancak bu yasalar, töreler ve kurallar içinde yaşadıklarını içine gömeceksin. İçini de toprağa gömeceksin.’’

Ne şiirsellik.

Ardından bir başkaldırı: ‘‘Binlerce Güneydoğulu kadınımız içinde yaşadıkları bu şiddeti ve sırlarını kendisiyle beraber götürdü. Ama bizler kendimizlen derdimizi dünyalılardan götürmek istemiyoruz. Dünyada çektiklerimizi dünyada bırakıp derdimizi dünyalılarla paylaşmaktır amacımız. İstediğimiz derdimize bir çare bulmaktır.’’

Hürriyet
yazdıkça yazdı...

Kitabı okuyan bazılarımız duydu onun sesini.

Esas sesini duyuramayan Anakültür oldu.

Zira onu ayakta tutan, yıllar boyunca Güneydoğu’nun köylerine, kasabalarına gidip gelen, ‘‘Sevgi Şölen’’lerini organize eden, kız çocuklarının eğitimi için sponsor arayan Ceylan yoruldu.

Anakültür yok artık.
Yazının Devamını Oku

Neden Türkiye'den bir Microsoft çıkmasın

7 Mart 2003
<B>ÖNCE</B> küçük bir hikaye...<br> 1948 yılı, güzel bir yaz sabahı İsviçreli amatör dağcı ve mucit George de Mestral köpeği ile birlikte yürüyüşe çıkar. Eve döndüğünde köpeğinin tüylerinde ve pantolonunda çiçek tohumu keseleri görür.

Çiçek tohumlarını temizlemek yerine bunları mikroskop altında inceler ve hayretle bir alana tutunmak için kanca biçiminde bir yüzeye sahip olduklarını görür...

George de Mestral başını mikroskoptan kaldırdığında, kafasında naylon iplikten fermuar fikri vardır.

İşte bugün hepimizin kullandığı fermuarın hikayesi.

‘‘Velcro’’ adı altında 1955 yılında patenti alınan de Mestral'in buluşu bugün milyarlarca dolarlık bir sanayiye dönüşmüş durumda.

Hikayeyi TÜSİAD'ın ‘‘Fikri Haklar’’ seminerinde patent uzmanı Hülya Çaylı'dan dinledim.

Şimdi hikayeden sonra bir de rakam: Japonya'da yılda 400 bin, Türkiye'de ise sadece 3 bin ila 4 bin patent başvurusu var. Bunun da yüzde 90'ı zaten buradaki yabancı firmaların başvurusu.

Sonuç: Türkiye ‘‘buluş’’ yani ‘‘yaratıcılık’’ meselesinde dünya standartlarının hayli gerisinde.

Neden böyle derseniz her şey zincirleme birbirine bağlı.

Buluş için araştırma-geliştirmeye önem verilecek.

Oysa Türk şirketlerinin Ar-Ge'ye ayırdıkları para yatırımın binde biri kadar.

Elbet kaynak, altyapı ve dünyadaki teknolojik gelişmeleri, dolayısıyla bilişim ve iletişim teknolojisini unutmamak gerek.

Devlet politikasını da.

Faruk Eczacıbaşı'nın başkanı olduğu Türkiye Bilişim Vakfı yönetim kurulu üyeleriyle akşam yemeğinde Irak dahil daldan dala konarken, bir daha ortaya çıktı ki devlet henüz elektronik ortama soğuk bakıyor.

E-Devlet projesi kuşkusuz AKP Hükümeti'nin öncelikleri arasında değil.

Oysa Koç, Eczacıbaşı, Sabancı gibi büyük şirketler bu teknolojilerle müthiş verimlilik, tasarruf sağlamış.

Yine TÜSİAD'ın seminerine dönersek, bu büyük şirketler ya da gruplar kendi yatırım alanlarıyla elbet ilgili patent başvurusunda bulunuyorlar.

‘‘Sınai haklar’’ meselesi.

İşte bu tam bu noktada, seminer panelistlerinden, Kültür Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdür Yardımcısı Gülay Görmez ilginç bir görüş atıyor ortaya:

‘‘İş dünyası neden sinema, yazılım, müzik gibi sektörlere yatırım yapmıyor. Sinemaya yatırımla otomotive yatırım arasında bir fark yok... Sınai haklar yerine neden sinema, yazılımı kapsayan fikri haklar başvuruları yok... Bizden bir Microsoft çıksa, ya da bir Türk filmi dünya sinemalarında oynasa kötü mü olur?..’’

Görmez
'in bu çağrısı illa ‘‘yaratıcılık’’ diyen büyük gruplara.

Okul sütü projesine yeni Gemici gerek

GEÇEN öğretim yılında 1 milyon küçük öğrenciye ulaşan ‘‘okul sütü’’ projesi dönemin DSP'li Devlet Bakanı Hasan Gemici ile özdeşleşmişti.

Gemici'yi öğrencilerle birlikte süt içerken az görmemiştik gazetelerde...

Projenin Diyarbakır ayağında birlikte olduğumuz Gemici'nin ‘‘okul sütü programına’’ nasıl sahip çıktığına bizzat tanık olmuştum.

Bugünlerde aynı program tekrar başlatılmış.

Hedef 1 milyon 100 bin çocuk.

Oysa geçen yıl Gemici 2 milyon çocuğa süt içirmek istediklerini söylemişti.

Anımsarsanız, Gemici'nin gitmesinden sonra yerine gelen Melda Bayer döneminde program bir süre aksatılmıştı.

Dediğim gibi, program İstanbul, Ankara, İzmir ve Diyarbakır'da yeniden başlatıldı ancak sanki sahibi yok gibi.

Projeye kaynak sağlayan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu'ndan sorumlu olan kişi Devlet Bakanı Beşir Atalay.

Sütün dağıtılmasında milli eğitim müdürleri de devreye girdiğinden projenin bir ucunda da Milli Eğitim Bakanı yani Erkan Mumcu var.

Atalay ya da Mumcu sahiplenmediği sürece ‘‘okul sütü’’ programının tehlikeye girmesi ihtimali var. Zira böyle kampanyalarda kamuoyunun desteği için güçlü bir figür şart.

Düşünün ki, Diyarbakır'da kimi aileler sırf sütten yararlansın diye çocuğunu okula gönderiyor.

Yazık olmaz mı böyle bir projenin aksaması.

Meral Tamer'e bir katkı

MERAL Tamer Milliyet'teki köşesinden, yaklaşık bir haftadan beri ‘‘Neden kalkınmış tek Müslüman ülke yok’’ sorusuna cevap arıyor.

Davos'ta da ‘‘Modernite Geleneğe Karşı: Müslüman Dünyası İçin Bir Meydan Okuma’’ panelinde hemen hemen aynı soru gündeme gelmiş, panelistler İslam Dünyası'nın geri kalmasının nedenleri arasında sömürgeciliği de saymışlardı.

Fransız L'Express Dergisi son sayısında, ‘‘Sömürgeciliğin Bedeli’’ başlıklı yazıda Arap Dünyası’nı yakından izleyen Lübnanlı aydın Georges Corm'un görüşlerine yer vermiş.

Bir dönem Dünya Bankası'nda çalışmış olan, eski Lübnan Maliye Bakanı Corm, İngiltere'nin Irak ve Filistin'i işgal ettikten sonra, Suudi Arabistan'da modern bir milliyetçilikten yana olan Haşimi iktidarına son verdiklerini söylüyor. Onların yerine 1926'da İslami köktendinciliği savunan Vehhabileri iktidara getiren İngilizler olmuş. ‘‘Zira’’ diyor Corm ‘‘moderniteyi reddeden aşiret reisleriyle işbirliği milliyetçi ancak modern elitlerle işbirliğinden daha kolaydı.’’

Bugünkü gelişmeleri, Amerikan-İngiliz ittifakını kavramak için bir ipucu daha.

Saddam'ın Hachette'teki hissesini biliyor musunuz

SADDAM'ın servetini araştıran Time muhabiri Adam Zagorin'e göre, Iraklı liderin dünyanın çeşitli bankalarında 10 milyar dolara yakın parası ve çeşitli yatırımları var.

Bunlardan bir tanesi de Fransız medya grubu Hachette'teki hisseleri.

Yüzde 8.4 oranında hisseyi elinde bulunduran Saddam, BM yaptırımları nedeniyle

pay alamıyor. Hachette,

füze de üreten Lagardere

Grubu’na ait.
Yazının Devamını Oku