Gila Benmayor

Turizm Bakanı kriz ortamında iyimser

4 Mart 2003
<B>TURİZM</B> Bakanı <B>Güldal Akşit'</B>in işi zor. Savaşın 5 ila 6 milyar dolarlık bir zarara uğratacağı bir sektörden sorumlu olmak insanı aylarca uykusuz bırakabilir.

Bir sabah kahvaltısında biraraya geldiğim Güldal Akşit, uykusuz gecelerini karşısındakine asla yansıtmayacak bir mizaca sahip.

Turizm Bakanı'na önce iptalleri soruyorum. Henüz iptallerin olmadığını ancak rezervasyonlarda yavaşlama olduğunu söylüyor.

Hafta sonunda katılacağı Berlin'deki uluslararası turizm fuarında mutlaka savaş ile ilgili sorulara muhatap olacak.

Peki nasıl bir mesaj verecek?

‘‘Türkiye'nin ne kadar büyük bir ülke olduğunu anlatacağım...Savaşın turistik bölgelerimizi ve özellikle Akdeniz bölgesini hiç etkilemeyeceğini haritaya bakınca bile anlamak mümkün’’ diyor.

Hukukçu kimliği nedeniyle çözüm üretmeyi ve ayrıntılar üzerinde durmayı iyi bilen Güldal Akşit önemli bir noktaya işaret ediyor.‘‘Mesajı verirken kendinizden emin olmanız şart.’’

Bakan bir yandan turizmin bu kriz günlerini en az hasarla atlatmasına uğraşırken, diğer yandan yeni projeler peşinde.

‘‘Türkiye'nin termal suları şimdiye kadar gerektiği gibi değerlendirilmemiş. Bu konuda Avrupa'nın bir numarası olan İtalyanlarla belki işbirliği yapabiliriz. Zira müthiş bir hazine var elimizin altında. Özellikle Ruslar termal sularına pek meraklı.’’

Türkiye'nin hazineleri bir değil, iki, üç değil.

Turizmi kum, deniz, güneş tekelinden kurtarıp, kültürel kimlikleriyle şehirlerimizi ön plana çıkartmaya yönelik yeni stratejiler belirlendiği sırada böyle bir kriz ne talihsizlik...

Ancak kabinenin tek kadın bakanı, görebildiğim kadarıyla krizde iyimserliğinin yanısıra, son derece sakin ve kararlı.

Bakanlık koltuğunda daha yeni olmasına rağmen dosyasına hakim. Türkiye'nin tanıtımı için tüm fırsatların değerlendirildiğini anlatıyor. Meselá, Dünya Ralli Şampiyonası'nın Eurosport Kanalı'ndaki yayınına sponsorluk desteği verilmiş ve Antalya ayağı sırasında Türkiye reklam filmi gösterilmiş.

Eurosport Avrupa çapında 12 yıldır yayın yapan bir kanal.

Üstelik 18 dile simültane tercümesi yapılıyor. Bir, iki saniyelik reklam filminin milyonlarca kişiye ulaştığını düşünün.

11-13 Nisan tarihlerinde Osaka'daki turizm fuarı için de benzer bir tanıtım planlanmış. Türkiye afişleri fuara ziyaretçi taşıyan trenlere yapıştırılacak.

Bakanla sohbetimiz sırasında kendimi tutamayıp Zeugma meselesine değiniyorum.

Zeugma buluntularının depoda bekletildiği, olanların da yersizlik pek iyi değerlenmediği Gaziantep Müzesi'ne gerekli ilgi ne zaman gösterilecek?

Akşit, durumdan haberdar. Yasaların izin verdiği çercevede destek sağlamayı vaad ediyor.

‘‘Neticede’’ diyor... ‘‘Ne yapılırsa yapılsın turizme yarıyor...’’

Kabinedeki erkek bakanlar alınmasın.. Bu son derece pratik, rasyonel bir ‘‘kadın yaklaşımı.’’

ABD'nin ranzalı yatak siparişi ortada kaldı


GÜNLERDEN beri bir hareketliliğin yaşandığı İskenderun, Mersin gibi şehirlerde tezkerinin reddinden sonra durum ne?

Mersinli bir işadamının anlattıklarını aktarıyorum.

Amerikalıların verdikleri siparişler ortada kalmış haliyle.

Mesela Adanalı bir tüccara, üslerde kullanılmak üzere 50 bin ranzalı yatak siparişi verilmiş.

Oldukça önemli bir miktara ulaşan sipariş için avans ödenmiş. Hatta Adanalı tüccarın avansı alır almaz bir Mercedes araba aldığı da söyleniyor. Peki Amerikalılar verdikleri avansı geri alacaklar mı?

Yoksa üzerine bir bardak soğuk su mu içecekler?

İskenderun limanında Amerikalı askerler için inşasına başlanan barakalarda dünden itibaren inşaat durmuş. Mersin, İskenderun'da olup bitenleri merak eden sadece ben değilim.

Zira duyduğuma göre Amerikan Fox Televizyonu, Adana'daki Konsoluslyuk aracılığıyla Mersinli işadamlarını telefonla arayıp bölgeyle ilgili bilgi alıyormuş.

Söz Mersin'den açılmışken, Mersin Ticaret ve Sanayi Odası, Milli Prodüktivite Merkezi'yle birlikte şehirde verimliliği artırmaya yönelik bir proje başlatmış. Milli Prodüktivite Merkezi daha önce de Gaziantep, Denizli, Çorum, Kayseri, Afyon, Balıkesir'de benzer projeler gerçekleştirmiş.

Milli Prodüktivite Merkezi ilgi bekliyor


Mersin'de üç aylık bir proje başlatan Milli Prodüktivite Merkezi'nin Basın ve Yayın Bölümü Başkanı Nevzat Korkmaz'dan projeyle ilgili bilgi alıyorum.

Mersin'de bazı kriterlere göre seçilmiş 39 firmaya, verimlilik, kaynakların iyi kullanımı, maliyetlerin düşürülmesi gibi konularda 3 ay yol gösterilecek. Bir nevi danışmanlık.

Bu tür projeler 1998 yılından beri yürürlükte.

Korkmaz, çalışmalar yürüttükleri şehirlere 1 yıl sonra dönüp yapılanları izlediklerini anlatıyor. Yapılanlar güzel ama Milli Prodüktivite'nin ne işe yaradığını pek az bilen kişi var ne yazık ki...

Zaten Korkmaz bu yüzden dertli. ‘‘Kurumu tanıtmak istiyoruz.. Bakanlıkları ziyaret ediyoruz. Cumhurbaşkanı Sezer önderliğinde geçen yıl ‘‘Ulusal Verimlilik Hareketi’ni başlattık. Her kesimin desteğini bekliyoruz’’ diyor.

Mesela, Enerji Bakanlığı da kuruluştan enerji verimliliğinin incelenmesini istemiş.

1965 yılından beri hizmet veren kuruluşun bir de isim derdi var.

Milli Prodüktivite, Türkçeye yani Milli Verimlilik Merkezi'ne çevirilmek isteniyor ama isim değişikliği yasaya takılıyormuş...
Yazının Devamını Oku

Bu Bağdat başka Bağdat

2 Mart 2003
<B>ARİZONA </B>ABD'nin 51 eyaletinden biri. Çölün ve dikenli tombul kaktüslerin diyarında önceleri Apaş ve Navaho yerlileri yaşamış.

16. yüzyılda altın peşinde koşan İspanyollar Arizona'nın kurak toprağına adımlarını atan ilk Avrupalılar.

İspanyollardan sonra diğer Avrupalılar da akın etmiş buralara.

Arizona çölündeki serap, altın.

Yani Doğu'nun göz kamaştıran zenginliği.

İşte bu yüzden çölün başkenti, Arabistan çöllerinde yaşayan Anka Kuşu yani Phoenix olmuş.

1882 yılında, günün birinde Arizona'nın Kaliforniya ile sınırındaki bir ıssız noktada iki altın arayıcısı W.J.Pace ile J.M Murphey için serap gerçeğe dönüşmüş.

İki kafadar cılız bir altın damarına rastlamış.

Sanmışlar ki buldukları altın onları Bağdat Halifeleri kadar zengin, Bağdat Halifeleri kadar güçlü kılacak.

‘‘Binbir Gece’’ hayalleri kurarak körleşmiş kazmalarıyla dövdükleri topraklara Bağdat adını takmışlar...

Arizona'daki Bağdat'ın hikayesi böyle.

Sonu kötü biten bir hikaye.

Zira Bağdat'ın altını çabucak tükenmiş ve sonradan gelenler bakır madeniyle idare etmek zorunda kalmışlar.

Bağdat bugün, Arizona'da boz renkli dağların çevrelediği, dünyadan kopuk yoksul bir şehircik.

Kaybolmuş altın hayallerinin şehri.

İkibine yakın sakininin çoğu barakalarda ya da treylırlarda yaşıyor.

Başkan Bush'un vurmaya hazırlandığı Bağdat'ı kimi hayatında hiç duymamış, kimi ‘‘galiba başka bir kıtada bir yer’’ diye tanımlıyor.

Coğrafi bilgilerden yoksun olsalar bu Bağdatlılar dinlerine bağlı ve sapına kadar milliyetçi.

En alımlı binaları, altı kilise ile hem kütüphane, hem cezaevi, hem de mahkeme görevi gören şerifin bürosu.

Bağdat'taki tek lokantanın sahibesi oğlunun Amerikan Donanması’na hizmet vermesiyle övünüyor.

‘‘Oğlum dövüşmeye hazır. Ailesi, vatanı ve özgürlük için canını verebilir.’’

‘‘Özgürlük’’...

Arizona'daki Bağdat'ta en sık duyabileceğiniz sözcük.

Tamam iyi de kimin özgürlüğü, neyin özgürlüğü?

79 yaşındaki emekli madenci Ray Jones'a bakarsanız mesele din özgürlüğü.

‘‘Biz dine inanan insanlarız.. Bu özgürlüğümüzü korumak istiyoruz... Bir din savaşı başladı, bunu biz istemedik.. Iraklılar ve Afganlılar kendi dinlerini benimsemediğimiz takdirde bizleri yokedeceklerini söylüyorlar.’’

Bu insancıkların kafalarına bunları kim sokmuş?

Yoksa oğul Bush'un bilinçaltının kuytu dehlizlerinde dolaşan absürd düşünceler Anka Kuşu'nun kanatlarında havalanıp Arizona'daki Bağdat'a mı konmuş?

Zaten kafalar yeterince karışık.

Usame Bin Ladin ile Saddam kimi zaman birbirinin yerine geçiyor.

‘‘Saddam Hüseyin iyi gizleniyor ama eninde sonunda onu bulacağız...Değil mi ki 11 Eylül'ün sorumlusu... Yakasına yapışacağız..’’

Bu da liseli Nicole'ün tespiti.

Allah aşkına, ABD'nin peşinde olduğu savaşın anlamsızlığını Arizona'daki Bağdat'tan daha iyi ne açıklayabilir?

İnsani yardım için para yok


BM nihayet baklayı ağzından çıkardı: Olası Irak savaşında karşı karşıya kalacağımız insani felaketle baş edebilecek para yok.

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) Sözcüsü Kris Janowski'ye göre, savaş halinde komşu ülkelere kaçabilecek Iraklı sayısı tahminen 600 bin.

UNHCR'nin mülteci kriziyle baş edilebilmesi için gerekli para 60 milyon dolar civarında. Ancak kuruluşun elinde şu anda sadece 20 milyon dolar var.

Dünya Sağlık Örgütü'nün gereksinim duyduğu miktar ise 12 milyon dolar.

BM Uluslararası Çocuk Eğitim Fonu’nun (UNICEF) 9 milyon dolara gereksinimi var ama şu anda BM'den sadece 2 milyon dolar alabilmiş...

Durumun ne kadar korkunç olduğunun farkında mısınız?

Silahlara milyarlarca dolar giderken, savaşın yerlerinden edeceği insanlar hiç mi hiç düşünülmemiş.
Yazının Devamını Oku

Kadrolaşma rüzgarı Zonguldak'ta esti

28 Şubat 2003
<B>GEÇTİĞİMİZ </B>ağustos ayında seçim gezisi için uğradığım Zonguldak'ta beni özellikle etkileyen biriyle karşılaşmıştım: TTK yani Türkiye Taş Kömürü Kurumu Genel Müdürü <B>Ömer Yenel.</B> Bilirsiniz, genleri arasında ‘‘dünyayı değiştirebilirim’’ geni olan bazı idealist insanlar vardır.

İşte Ömer Yenel o insanlardan biriydi...

Maden-İş sendikacılarının ‘‘o burada olmasaydı belki TTK kapatılırdı’’ diye övgüyle söz ettikleri Ömer Yenel hafta başında görevinden alınmış.

Görevlerinde başarılı THY Genel Başkanı Yusuf Bolayırlı, Türkiye Şeker Fabrikaları Genel Müdürü Seyit Yücel, TCDD Genel Müdürü Vedat Bilgin ve diğerleri gibi.

Yenel'in yerine AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan'ın İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde İSKİ'de görevli yakın bir arkadaşının atanacağı söyleniyor.

1942 yılında kurulduğundan beri hep zararda olan TTK, Yenel'in iş başına geldiği 2000 yılından itibaren zararın düşüşe geçtiği bir sürece girmişti.

2000 yılında 320 milyon dolar zarar 2001'de 212 milyona dolara düşmüş, 2002'de ise 200 milyonun altına.

Yenel, verimliliği artırmak, teknolojiyi geliştirmek suretiyle TTK'ye yıllardır özlemini çektiği yeni bir soluk getirmişti...

Yeraltında 15 bin işçiyle yılda 2 milyon ton kömür çıkarılırken, 11 bin 500 işçiyle yılda 2,5 milyon ton çıkartılması bunun açık bir kanıtı.

Müthiş bir motivasyon aşıladığını işçilerden bizzat duymuştum.

TTK'nin Zonguldak üzerindeki baskısını azaltmak için çeşitli projeler peşindeydi.

Kuruma ait arazilerin satılması, kiralanması, eski maden ocaklarının turizme açılması gibi.

Ömer Yenel ile dün Zonguldak'tan Ankara'ya hareket etmeden az önce konuştum.

‘‘Görevden alınmayı bekliyordum zaten’’ diyor. Üzüntüsü başlattığı bazı projelerin yarıda kalması.

‘‘Spastik çocuklar için bir binayı hizmete sokmak üzereydik. Limanda maden ocakları için şehit düşen 4 bin kişi için anıtın açılışı sıradaydı.’’

Zonguldak'taki taş kömürü ocakları 1870'lerden bu yana tam 4 bin şehit vermiş.

Ömer Yenel ve ekibi sıkı bir arşiv çalışması yaparak bu kişilerin tek tek adlarını tespit etmişler.

‘‘Siyah granit üzerine tek tek yazılacak isimler arasında Rum, Ermeni, Fransız isimleri de var. Limanın girişinde fevkalade anlamlı bir anıt olacak’’ diye anlatıyor.

Anlayacağınız Ömer Yenel Ankara'ya dönüyor ama yüreği Zonguldak'ta kalıyor.

Hem İtalya hem Çin olmak


TÜRKİYE Giyim Sanayicileri Derneği ile Dünya Hazır Giyim Federasyonu IAF'nin Başkanı Umut Oran, Japonya'da ‘‘Türkiye Yılı’’nın açılışından sonra, Londra'da Turquality Fuarı'na katılmış.

Hem Japonya'dan, hem İngiltere'den izlenimlerini anlatıyor.

Japonya'daki etkinliğin Türkiye için çok önemli olduğu görüşünde.

‘‘Japonya'da bir kriz masası oluşturulsun. Dünyanın ikinci büyük ekonomisiyle ilişkileri sıcak tutmak için bundan daha iyi bir fırsat bir daha zor ayağımıza gelir’’ diyor.

Oran, Japonya'daki temasları sırasında, hazır giyimde işbirliği için Japonlara bazı öneriler götürmüş.

‘‘Teknoloji ve tasarım sizden, üretim bizden. Birlikte Avrupa pazarına girelim.’’

Japonya'nın hazır giyimde en önemli partneri Çin.

2005 yılında kotalar kalktıktan sonra Türkiye'yi ciddi şekilde tehdit edecek olan Çin'e karşı stratejiler üretme peşinde Umut Oran.

Stratejilerden bir tanesi şu ‘‘markalaşma’’ meselesi.

Yani İtalya gibi markalar üretmek.

Bir diğeri de hem İtalya, hem de Çin gibi olmak.

‘‘Hem İtalya, hem Çin olalım. Potensiyelimiz buna müsait. Çin gibi ucuz markasız mal üretmeye devam edebiliriz.’’

Neden olmasın?

Olympia'daki İngilizler kameraman çıktı


LONDRA'daki arkadaşım Mihrişah Safa, yaşamının önemli bir bölümünü Hürriyet Gazetesi'nin Londra ofisinde geçirmiş 25 yıllık gazetecidir.

Londra'da Olympia Sergi Salonu'ndaki ‘‘Turquality Fuarı’’nı gezdiği sırada fena halde gazetecilik damarı tutmuş... Bana gönderdiği e-mail'de bakın neler yazmış:

‘‘Olympia kocaman bir sergi salonudur. Fuar için kiralanan birinci katı geziyoruz. İçerisi bomboş.. Büyükelçilik, başkonsolosluk, bakanlık ve Türk işadamları dışında tek bir İngiliz yok. Gözüme çarpan İngilizler ya sergi salonunda çalışanlar ya da Expo TV'nin kiraladığı İngiliz kameramanlar.’’

Mihrişah Safa
'nın hayal kırıklığı bununla bitmiyor.

İkinci kattaki fuar alanında durumu şöyle özetliyor:

‘‘Ziyaretçi yok, alıcı yok.. Standları teker teker dolaştım.. 5-6 standın dışında diğerleri estetikten, zevkten yoksun. Anadolulu şirketlerin temsilcileri beni İngiliz zannedip ‘hello, hello’ diye bağırınca içim cız etti. Güleyim mi, ağlayayım mı bilemedim..’

Dedim ya bizimkinin gazetecilik damarı tutmuş bir kere...

Gitmiş fuara katılan Kuşeyri Tekstil Limited'in sahibi Mithat Kuşeyri ile konuşmuş.

İşadamı öfkeli. ‘‘Almanya'da fuarda metrekare başına 100-150 dolar alırlar. Bizden burası için 500 dolar alındı. Bu alana 10 bin dolar verdim. İngilizlere duyuru yapılmamış, kimse gelmedi. İngiltere'ye yılda 1,5 milyon dolarlık mal ihraç ediyorum. Müşterimin dahi fuardan haberi yok.’’

Keşke, ‘‘Turquality’’nin ilk kez görücüye çıktığı fuara biraz daha özen gösterilseydi.
Yazının Devamını Oku

AB: Irak Savaşı'yla reformlar kaynamasın

25 Şubat 2003
<B>IRAK </B>gündemimize oturduğundan beri Avrupa Birliği (AB) üyeliği hayatımızdan çıktı. Çok değil daha birkaç ay öncesine kadar Kopenhag ile yatıp kalkıyorduk.

Toplumca yakın geleceğimizi daha fazla ilgilendiren Irak'a kilitlenmişken, Avrupalı parlamenterler, ‘‘ev ödevlerimizi’’ nasıl yaptığımızı yerinde görmek için buradalar.

AB'yi sanki biz unuttuk, onlar unutmadı.

Hafta sonunda bir grup parlamenter gazeteyi ziyaret edip, ‘‘reformlar nasıl gidiyor’’ diye bilgi aldı.

Ardından Türkiye-Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Hollandalı Joost Lagendijk, Pera Palas'taki ‘‘Güncel Gelişmeler Altında Türkiye-AB İlişkileri’’ toplantısına katıldı.

Heinrich Böll Vakfı Türkiye Temsilciliği'nin düzenlediği toplantıda Lagendijk'i dinlerken hayatımıza giren bazı şeylerin aynı hızla hayatımızdan çıktığını düşünüyorum.

Mesela eski Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d'Estaing'in ‘‘Türkiye Avrupalı değildir’’ sözleri.

Lagendijk, bu sözlerin Avrupalı aydınlar arasında hálá tartışıldığını, Kopenhag'dan çıkan kararın d'Estaing'e verilecek en iyi yanıt olduğunu söylüyor.

Gazeteyi ziyaret eden diğerleri gibi Lagendijk de reformlar üzerinde duruyor.

‘‘Tamam bunları Meclis'ten geçirdiniz ama uygulama nasıl gidiyor?’’

İfade özgürlüğü, azınlık haklarında nasıl gelişmeler kaydedilmiş?

‘‘2004 yılı sonuna kadar ifade özgürlüğüyle ilgili bir tek vakanın kalmamış olması gerek’’ diyor Lagendijk.

AB'nin Kürtçe dilinde bağımsız bir medya görmek istediğini, resmi kanallarda 2 saatlik Kürtçe programı ‘‘ciddi’’ bulmadıklarını da ilave ediyor.

‘‘Türkiye'nin 2004 yılından önce değişmesi gerek.’’

Ne var ki Irak faktörünü unutmamak lazım.

Zira Kuzey Irak'ta neler olacağı belirsiz...

‘‘Reformların hızının Irak ile bağlantılı olduğunu biliyoruz. Kuzey Irak'a Türk Ordusu'nun müdahalesi birçok reform girişimini sekteye uğratabilir. Dikkatlı olmak gerek.’’

Avrupalı parlamenterin şu uyarısı da dikkat çekici: ‘‘Avrupa Komisyonu'nun 2004 sonu vereceği rapor olumsuz çıkarsa üyelik şansını ancak 10 yıl sonra yakalarsınız.’’

Peki Avrupa, Türkiye'nin Irak politikasını nasıl görüyor?

‘‘Türkiye'ye ABD'nin

ajanı gözüyle bakan Avrupalılar rahatladı. Zira savaşa karşı olan Türk kamuoyu aynen bizler gibi reaksiyon gösterdi. Bu bile tek başına

Türkiye'nin Avrupalı

olduğu gösteriyor.’’


Siirtliler gecesinde niye kadın yoktu?


9 Mart'ta Siirtli seçmenlerden oy isteyecek olan AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan bu şehirde sadece erkeklerin oylarını mı hedefliyor?

‘‘Siirtli kadınların oyları olmasa da olur’’ mu diyor?

Siirt Sivil Dayanışma Platformu'nun Erdoğan için düzenlediği geceden söz ediyorum.

CNN'den duydum, Eresin Otel'de düzenlenen geceye katılan 360 davetli arasında bir tek kadın yokmuş...

Siirtli kadın 1920'lere dayanan oy kullanma hakkından yoksun değil herhalde.

Üstelik AKP liderinin eşi Emine Erdoğan Siirtli.

Kendisine bu yüzden ‘‘enişte’’ diye hitap ediliyor.

Diğer yanda, AKP, kadın ve erkeğin omuz omuza yürüyeceği modern bir Türkiye'nin sözcüsü olma iddiasında.

Ama yine de 360

kişinin katıldığı davette kadın yok.

Gece Siirt Sivil Dayanışma Plaformu tarafından düzenlenmiş.

Platformu oluşturan 15'e yakın kuruluşun çoğu sağ eğilimli ve AKP'ye yakın.

Sadece İstanbul SİDER (Siirtliler Dayanışma

Derneği) sol eğilimli.

Zaten 1999 yılından beri bu derneğin başkanı Başar Akyürek de kadınsız ‘‘maço’’ bir gece fikrine karşı çıkmış.

‘‘Bizim dernekte toplantılar daima eşli yapılıyor’’ diyor.

Siirt seçiminden başbakan olarak çıkmak isteyen

Recep Tayyip Erdoğan'ın böyle bir geceye eşini getirmemiş olması yazık...

Amerikalı asker Irak'a aileler tatile Antalya'ya


ÖYLE görünüyor ki Irak nedeniyle turizmden 6 milyar dolarlık kaybın bir bölümünü Amerikalılar dolaysız yollardan yani pazarlıksız filan telafi edecek.

Baksanıza, Güneydoğu Anadolu'daki oteller Amerikalı askerler için yapılan rezervasyonlarla dolmuş.

Aldığım bazı bilgilere göre, Antalya'ya da talepler gelmiş.

Geçenlerde, Antalya'yı ziyaret eden Adana Amerikan Konsolosluğu'ndan bir ekip özellikle Belek civarındaki 5-6 otelden fiyat almış.

Amerikan askerlerinin aileleri için marttan itibaren 2 aylık süre için 850 ila 1000 yatak kapasiteli bir otel kapatılmak isteniyormuş.

Oteller fiyatlarını bildirmiş.

Amerikalılar kararlarını bu hafta içersinde verecek.

Böyle bir oteli kapatmanın maliyeti yaklaşık 1 milyon dolar.

6 milyar dolarlık kayıp için kaç şehirde, kaç otel daha kapatmaları gerek siz hesaplayın artık.
Yazının Devamını Oku

Aman çocuklar duymasın

23 Şubat 2003
<B>BÖLGEYİ</B> sonu belirsiz bir savaşa sürükleyen ABD'deki panik havasını izlemeye değer. Sanırsınız Irak ile sınır komşusu olan kendisi.

Amerikalılar öylesine bir savaş, bir terör saldırısı korkusuna kapılmış ki bazen gördüklerim, okuduklarım bana gerçeküstü geliyor.

Virginialı Rita Kobylenski'nin evinin resmi önümde.

Salonunda kutu kutu pet şişeler, konserveler, ilaçlar, piller, kapı ve pencerelere yapıştırılmak üzere bantlar ve ne işe yaradıklarına aklımın ermediği sürüyle malzeme...

Amerikalı genç kadın banliyödeki evini kimyasal ve biyolojik bir saldırıya karşı hazırlıklı duruma getirmek için tam iki gün uğraşmış.

Kocasıyla ve çocuklarıyla kaçabilecekleri yolları dahi planlamış.

Sokaktaki Amerikalı'nın paniğine, Koblyenski'ye yer veren Time Dergisi'nde, bir de ‘‘Çocuklarla nasıl konuşacaksınız’’ diye bir başlık okuyunca nedense birden kan beynime sıçradı.

Yazıya göre, Amerikalı çocuklar televizyonda izledikleri savaş haberlerinden, anne babalarının konuşmalarından, yüzlerindeki kaygılı ifadeden, ürkek tavırlarından kötü etkileniyorlarmış.

Derginin editörlerinden Claudia Wallis anne ve babalara tavsiyelerde bulunuyor:

‘‘Korkularınızı çocuklara hissettirmeyin. Konuşulanları aman fazla duymasınlar. Sorularına kısa, detaya fazla girmeyen cevaplar verin. Cevaplar daima onları rahatlatacak nitelikte olsun.’’

Portlandlı psikoloji Chris Kaufman ‘‘Çocuklara iyi kulak verin, yanlış bildiklerini düzeltin. Özellikle erkek çocuklar savaş ve silahlarla ilgili fanteziler yaratmaya bayılırlar’’ diyor.

SAVAŞ ONLARA UZAK

Son bir tavsiye ve bizler için en can alıcı olanı şöyle: ‘‘Küçük çocuklar evlerinde, ailelerinin yanında kendilerini güvende hissetmeliler. ABD Irak'ta savaşa girse dahi bunun evden çok çok uzaklarda olduğunu söyleyin. Onları korumak için her önlemin alındığını bilsinler.’’

Savaş Amerikalı küçük çocuklardan kilometrelerce uzakta...

Gece yatarken bir savaş uçağının sesini duymaları küçük bir ihtimal.

Peki bizim buralardaki küçük çocuklar ne olacak?

Buradakiler, Suriye'dekiler, İsrail'dekiler ama en fazla Irak'takiler ne olacak?

Savaş geldiğinde hemen yanıbaşında olanlar, savaşın tam göbeğinde kalacak olanlar, başlarına bombalar yağacak olanlar ne yapacak?

Hangi anne baba, hangi psikolog onların korkularını yatıştırabilir?

Hangi anne baba, hangi psikolog onların kendilerini güvende hissetmelerini sağlayabilir?

Profesör Doktor Aysel Ekşi'ye savaş korkusuna kapılmış bir çocuk vakasına rastlayıp rastlamadığına sordum merakımdan.

‘‘Henüz öyle bir vakaya rastlamadım’’ diyor.

Çocuklarda şimdilik en ağır basan korku deprem korkusuymuş.

Peki Amerikalıların çocukları için psikolog peşinde koşmalarına nasıl izah edilebilir?

‘‘Silahların Iraklı çocukları öldürmek üzere gittiklerini biliyorlar. Büyük bir suçluluk duygusu içersindeler, Iraklı çocuklar yerine kendi çocuklarını koruma ihtiyacını hissediyorlar. Suçlulukta yer değiştirme mekanizması devreye girmiş’’ cevabıyla karşılaşıyorum.

Boğaziçi Üniversitesi'nden Doktor Alper Şahin, Irak'ta savaştan sonra özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinden psikologlara bir akın olabileceği görüşünde.

Iraklı çocuklara gelince...

Son 10 yılda 1 milyon 700 bini ambargo nedeniyle ölmüş.

Sadece 2002 yılının ilk altı ayında ölenlerin sayısı 100 bini geçmiş.

1991 Körfez Savaşı'nda kullanılan silahların radyoaktif etkisi yüzünden 12 yaşındaki kız çocuklarının bile göğüs kanserine yakalandıkları söyleniyor.

Pardon psikolojik tedavi mi demiştik?
Yazının Devamını Oku

Turkuvaz koylardan Turquality dükkánlara

21 Şubat 2003
<B>TURQUALİTY </B>sözcüğünü bir yere not edin zira bundan sonra çok işiteceksiniz. Turquality nedir?

Türkiye'nin turizm, tekstil, otomotiv gibi iddialı olduğu alanlarda ürettiği, üst düzey tüketici gruplarına yönelik kaliteli ürünleri kapsayan bir konsept.

Sözcüğü bulan da, konseptin fikir babası da Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen.

Turquality
'yi daha ayrıntılı bir şekilde anlatması için geçen hafta aradığım ancak ulaşamadığım Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen, Cezayir'e yola çıkmadan önce aradı.

Tüzmen, esasında Turquality konseptini iki buçuk yıl önce Dış Ticaret Müsteşarlığı sırasında geliştirmiş.

Dış Ticaret Müsteşarlığı, İhracat Genel Müdürlüğü olarak, Türk Patent Enstitüsü'ne başvurup, ‘‘Turquality’’nin isim hakkını almış.

‘‘Ancak’’ diyor ‘‘Bu kavramın içini doldurmamız gerekiyor. Türkiye'nin modayı, markayı yaratan bir ülke olarak tanınması, turizmde en iyi kaliteyi yakalaması gerek.’’

25 yıl öncesine göre daha kaliteli mal üreten Japonya örneğini, Zara gibi dünya markasını yaratan İspanya örneğini veriyor.

Kürşad Tüzmen'in Turquality konseptinin üzerinde ısrarla durmasının bir nedeni de, Dünya Ticaret Örgütü'nun 2005 yılında kotaları kaldırmasıyla ucuz malların dünya piyasalarını istila edecek olması.

‘‘Ucuz mallarla rekabet zorlaşacak.’’

Konseptin içerisinin dolması, Turquality'nin kafalara yerleşmesi için

AR-GE yatırımına, bunun için de Hazine'den desteğe ihtiyaç var.

Kürşad Tüzmen'e göre, ciddi bir marka yaratmanın bedeli en az 40 milyon dolar.

Biz bir ülkeyi markalaştırmaktan söz ediyoruz.

Londra, Paris, New York gibi merkezlerde, kaliteli Türk ürünlerinin satılacağı Turquality dükkanları açma projesi de geliştiriliyor bir yanda.

Böyle dükkanlarda satılacak malların üzerinde ‘‘Turquality’’ olacak.

Kürşad Tüzmen ile sohbette, Batı'da bizim eşsiz koylara takılan ‘‘Turkuvaz Koylar’’ın Turquality'ye esin kaynağı olduğu ortaya çıkıyor.

Aynı zamanda ‘‘firuze’’ taşının diğer adı olan, koyu mavi anlamındaki ‘‘turkuvaz’’ın kökünde ‘‘Türk’’ var.

Yalnız bu sözcüğün de isim hakkının alınması gerekiyormuş.

Zira internette sörf yaparken rastladım. Ege sahilleri kadar koyu ve sonsuz bir mavi olmasa da başka bir mavinin kucakladığı Karayipler'i anlatan ‘‘Turkuvaz Net’’ diye bir site var...

Global teknoloji raporunda 50'nciyiz

DÜNYA Ekonomik Forumu'nu izlemenin bir avantajı da, forumun hazırladığı raporlara ilk elden ulaşmak.

Bu raporlardan bir tanesi de dün e-postama düşen ‘‘Global Bilişim Teknolojisi’’ raporu.

82 ülkeyi kapsayan rapor, Dünya Ekonomik Forumu, İNSEAD (Avrupa İş İdaresi Enstitüsü) ve Dünya Bankası ile ortak yaptığı araştırmayla ilgili.

Kişilerin, resmi kuruluşların ve özel sektörün, bilişim ve iletişim teknolojisini nasıl kullandıkları kriter olarak alınmış.

Böylece 82 ülkenin teknolojide rekabet durumları, global internet ağındaki performansları ortaya çıkmış.

İşte bu raporda Türkiye 50. sırada.

Türkiye'nin bir üstünde Kosta Rika, bir altında ise Ürdün var.

Birinci sıradaki ülke Finlandiya.

Finlandiya, insanların, şirketlerin ve resmi kuruluşların teknolojiyi en iyi kullandıkları ülke olarak birinci sırayı hak etmiş.

Merak edenler için, rapordaki ilk on ülke şöyle: Finlandiya, ABD, Singapur, İsveç, İzlanda, Kanada, İngiltere, Danimarka, Tayvan ve Almanya.

Bir, iki örnek vermek gerekirse, Singapur, resmi kuruluşların bilişim ve iletişim teknolojisini en iyi kullanan ülke olarak sivrilirken, Almanya 82 ülke arasında özel sektörün bu teknolojiyi en iyi kullandığı ülke.

Raporda dikkatimi çeken diğer ilginç bir nokta Brezilya'nın durumu.

Nüfusunun yüzde 15'inin açlık sınırında olduğu Brezilya teknoloji sıralamasında 29. sırada.

Bazı şehirlerinde yoksulluğun insanı isyan ettirecek boyutta olduğu Hindistan ise 37 sırada.

Anlayacağınız, teknolojinin açlık maçlık filan dinlediği yok...

Alıp başını gelişiyor.

Japonya'ya gitmedim

JAPONYA'da 2003 yılının ‘‘Türkiye Yılı’’ olması nedeniyle peş peşe yazdığım yazılar kimi okurlarda yanlış bir izlerim uyandırmış.

‘‘Türkiye Yılı’’nın açılış törenine gittiğimi sananlar olmuş.

Japonya'ya gitmedim.

‘‘Türkiye Yılı’’ nedeniyle ayağımıza gelen fırsatların kaçabileceğine değindiğim ilk yazıya o kadar e-posta ve faks geldi ki birkaç gün aynı konuyu işlemek zorunda kaldım.

Bu arada, çeşitli projelerle ‘‘Türkiye Yılı’’na katkıda bulunmak isteyen okurlarıma şunu iletmek istiyorum: Kültür Bakanlığı programını tamamlamış durumda. Projelerini gerçekleştirmek isteyenler sanıyorum özel sponsor bulmak zorundalar.

Mesela, Berlin'deki müzisyen okurum Hasan Yükselir, yaklaşık 4 yıldan beri Köln'de yaşayan Japon piyanist Hiroko Nakano ile Anadolu ezgileri konserleri veriyormuş. Aynı konserleri Japonya'da tekrarlayabileceklerini yazmış.

Öneriyle ilgilenenler olduğu takdirde Hasan Yükselir'in mail adresi şöyle: hasan@hasanyukselir.com
Yazının Devamını Oku

Japonya'da İtalya'nın üçte birini harcıyoruz

18 Şubat 2003
<B>JAPONYA'</B>daki <B>‘‘Türkiye Yılı’’</B>yla ilgili ne kadar yazılacak şey varmış... Tokyo'da dünkü açılışa gazetelere yansıyan tatsız bir olayın damgasını vurması son derece talihsiz.

Bayram nedeniyle Ankara'da resmi yetkililere ulaşamadığımı yazmıştım.

Dün, ‘‘Türkiye Yılı’’ koordinasyonundan sorumlu, Dışişleri Müsteşar Yardımcısı ve Bakanlık Sözcüsü Büyükelçi Yusuf Buluç ile görüştüm.

Büyükelçi Buluç'un gönderdiği program hayli kapsamlı.

Şubat 2003 ile Ocak 2004 tarihleri arasında heykel, giysi, resim sergileri, müzik dinletileri var.

Japonların sevdikleri Mehter Takımı ve ünlü Topkapı Hançeri de Japonya yolcusu.

Sadece ikinci kez yurtdışına çıkacak olan hançeri‘‘Üç Büyük İmparatorluk Sergisi’’nde görmek mümkün olacak.

Program, Turizm, Kültür, Dışişleri ve Tanıtma Fonu'ndan sorumlu Devlet Bakanlıkları arasında oluşturulan bir kurul tarafından belirlenmiş.

Tanıtma Fonu'ndan 5 milyon dolarlık bütçe, ‘‘Türkiye Yılı’’nın düzenleneceği 2000 yılından beri bilindiği halde ancak yeni hükümetin işbaşına geçmesinden sonra onaylanmış.

Büyükelçi Buluç, bu bütçenin de oldukça mütevazı sayılabileceğini, zira İtalyanlar'ın bu işe 18 milyon dolar ayırdıklarını söylüyor.

Yani şöyle bir tablo çıkıyor ortaya:

Bütçe yeni onaylandığı için hazırlıklarda çok geç kalınmış.

Eldeki kaynak İtalyanların ancak üçte biri kadar, hatta daha az.

‘‘Türkiye Yılı’’nın Japonya'da tanıtımı yapacak Densu şirketiyle de sadece 2 ay önce bağlantı kurulmuş.

Japonya'dan gelen tepkiler yerinde.

Zira Japonlar henüz bu faaliyetlerden habersiz.

Japonca internet sitesi de oluşturulmamış.

Büyükelçi Buluç ile konuşurken Türkiye'de özel sektörün, işadamlarının ‘‘Türkiye Yılı’’ projesine pek de sıcak bakmadıkları ortaya çıktı.

Gerçekten de programa göz atınca, bırakın Japonlarla ortaklık yapan önemli Türk şirketlerini, hiçbir Türk şirketinin adını göremedim.

Şimdiden sonra ne yapılabilir bilmiyorum...

Japonya'da 1990'ların başında görev yapan Büyükelçi Umut Arık, Asahi, Yomiuri, Mainichi gibi gazetelerin Türkiye özel sayıları çıkartmalarının son derece faydalı olacağı görüşünde...

Belki özel sektör böyle bir projeye sponsor olabilir, ya da ‘‘Bin Türk Bayrağı, Bin Nazar Boncuğu’’ projesinin mimarı arkeolog-rehber Can Gürellier'e destek olabilir.

Önemli olan bu faaliyetlerin sokaktaki Japon'a da duyurulması.

Peki ne olup bittiğinden Türkiye'deki insanlar haberdar mı?

Hayır...

Japonlarla sıkı bir işbirliği içersinde olan Ürgüp Belediye Başkanı Bekir Ödemiş ilgisizlikten yakınıyor.

Japon ulusal televizyonu 6 aylık bir çalışma sonucu Ürgüp'ten naklen bir düğün yayınlamış. Ürgüp Belediyesi Nagazaki'deki Dünya Barış Parkı'ndaki anıtın aynısını, Türk sanatçı Eşber Karayalçın'a yaptırmış.

Önümüzdeki günlerde ise 5 Japon aileyi Kapadokya köylerinde ağırlamaya hazırlanıyor.

Tüm bunlar Ankara'nın hiçbir desteği olmaksızın yapılıyor.

Belediye Başkanı Bekir Ödemiş ‘‘Hiç olmazsa olup bitenle ilgili bilgi verilseydi’’ derken haksız mı?

Pazarcı Ahmet'le Alman turizmci Irak'ta buluştu


SELAMİÇEŞME Pazarı'ndaki pazarcı Ahmet Bey, geçen haftaki Newsweek Dergisi'nin kapağındaki ‘‘İş Dünyası Neden Savaş İstiyor’’ başlığını görseydi, okuyabilseydi pek şaşıracaktı...

Zira Almanya'nın en büyük tur operatörü TUI'nin üst düzey yöneticilerinden Nikolai Juchem'in onunla aynı şekilde düşündüğünü keşfedecekti: ‘‘Ne olacaksa olsun... ABD bir önce vuracaksa vursun...’’

Selamiçeşme pazarında plastik eşya satan Ahmet Bey, ben hiç sormadan içini döküyor. ‘‘Irak Savaşı meselesi konuşulduğundan beri işler bıçak gibi kesildi. Oysa yeni hükümetin kurulmasıyla piyasa canlanmaya başlamıştı.’’

Elindeki plastik ekmek sepetini uzatarak, ‘‘Bu mal savaş haberlerinden önce Cezayir'e ihraç ediliyordu. Üretici firma mal yetiştiremiyordu. Tahtakaleden günde 300 TIR çıkıyordu yola. Her şey tersine döndü... ABD vuracaksa vursun.’’

Newsweek
Dergisi'ne dönelim...

Yukarıda değindiğim gibi TUI'den Nikolai Juchem ‘‘Kulağa ne kadar kötü gelirse gelsin turizm sektörü bu işin, hemen, hızlı ve insanlara fazla zarar verilmeden bitmesinden yana’’ diyor.

Hafta sonundaki barış gösterileri hepimizi umutlandırmışken belki bunları yazmak anlamsız ama pazarcı da, turizmci de böyle düşünüyor.

Yalnız onlar mı?

Alman, Fransız, Meksika ve Japon ekonomilerinin de gelecekleri savaşa bağlı.

Newsweek'e göre, global yatırımcılar savaş pahasına da olsa bu belirsizligin bir an önce sona ermesini isteyenler.
Yazının Devamını Oku

Amerika hıncını peynirden çıkartıyor

16 Şubat 2003
<B>GEÇENLERDE</B> televizyonda zapping yaparken birden karşımda Fransa'nın Ankara Büyükelçisi <B>Bernard Garcia.<br><br></B> Başını kaçırdığım konuşmasının bir yerinde ABD'ye çatıyor.

‘‘Yazık’’ diyor... ‘‘1770'lerde Bağımsızlık Savaşı'nda yanındaydık.’’

Mesele Irak nedeniyle ABD ile Fransa ve Almanya arasında kopan fırtına.

Washington, savaşa direnen ‘‘eski kafalı’’ Avrupa'ya zaten kırgın ama Fransa'ya da özellikle öfkeli...

Kopan fırtınadan sonra Amerikan kongre üyeleri kolları sıvamışlar.

‘‘Fransız peynirine boykot.’’

‘‘Yetmez... Fransız şarabına ve suyuna da boykot.’’

‘‘Airbus uçağı almayacağız.’’.

‘‘Bu yıl Paris'teki Havacılık Fuarı'na da katılmayacağız.’’

Fransa kendisi itaatsizlik yaptığı yetmiyormuş gibi, Türkiye'nin NATO'dan yardım almasını engellemek için peşinden Almanya ve Belçika'yı da sürüklemiş.

Cumhuriyetçi senatör John McCain kürsüden kükrüyor: ‘‘Fransa ticari çıkarlarını uluslararası yasaların, dünya barışının ve Batı uygarlığının politik ideallerinin üzerinde tutuyor. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik... Bunları ne çabuk unuttunuz.’’

Senatör McCain, Fransa Cumhurbaşkanı Chirac'ı geçmişte Irak'a nükleer reaktör satmakla da suçluyor.

İyi ama, İran-Irak Savaşı sırasında, Saddam'ı silahlandıran Washington'un kendisi değil miydi?

Ne çabuk unuttunuz?

Fransa ile ABD arasındaki çekişme yeni değil.

Fransa nicedir, Washington'un dünyanın tek süper gücü olarak ‘‘illa benim dediğim olacak’’ tavrından rahatsız...

Avrupalıların çoğu rahatsız ama bunu en fazla dile getiren Fransa.

ABD'nin kültürel emperyalizmine en fazla ses çıkartan da o.

Fransa'yı ve ABD'yi ‘‘Freud'un divanına’’ yatırdığınız anda bilinçaltından bakın neler çıkıyor...

Fransa Büyükelçi Garcia'nın da dile getirdiği gibi Fransa, ABD'nin ta Bağımsızlık Savaşı'ndan bu yana kendisine borçlu olduğu inancında.

ABD ise Normandiya plajlarına genç Amerikalı askerleri göndermesi nedeniyle Fransa'nın ona ömür boyu minnettar olması gerektiğini düşünüyor.

1944 yılından bu yana Fransa'dan kayıtsız, şartsız bir sadakat bekliyor.

Sadakat bir yana Fransız Cumhurbaşkanları, NATO'ya entegre olmaya karşı çıkan General De Gaulle'den, Reagan'ın telefonlarına çıkmayan Mitterrand'a kadar hepsi Washington ile didişmek için asla fırsatı kaçırmamış.

Rivayet o ki, Mitterrand iktidara geldiğinde, Başkan Reagan o sırada Başkan Yardımcısı olan Baba Bush'u, Fransız hükümetinde kaç tane komünist bakan var diye alelacele Paris'e göndermiş.

Anlayacağınız bugün oğul Bush ile Chirac arasındaki kavga hayli eskilere dayanıyor.

Şimdilerde ise iş öylesine çığrından çıkmış ki, Washington peynirden, şaraptan hıncını çıkarmak peşinde.

Benim de Fransızlara küçük bir önerim var: ABD'ye armağan ettikleri Özgürlük Abidesi’ni derhal geri istesinler.

Saddam'ı Fransız doktorlar tedavi etmiş


İşte ABD Başkanı Bush'u çileden çıkartacak bir haber daha.

Fransa'da yeni piyasaya çıkan‘‘Saddam'ın Irak'ı. Bir portre’’ kitabına göre, Irak lideri 1998 yılında lenf kanserine tutulmuş. Tedavi için Fransa'dan iki doktor getirtmiş. Fransız doktorlar beraberlerinde getirdikleri bazı aletleri çalıştıramamışlar ama neticede Saddam'ı tedavi etmeyi başarmışlar.

İki Fransız gazeteci George Malbrunot ile Christian Chesnot tarafından kaleme alınan kitapta Irak ile Fransa arasındaki ilişkiler de etraflıca anlatılıyor.

Benim Cici Silahım'ın anlattıkları


ABD'yi daha iyi anlamak, özellikle Irak ile ilgili politikasında taşları yerlerine oturtmak için mutlaka halen İstanbul'da gösterimde olan ‘‘Benim Cici Silahım’’ filmini izleyin.

Birçok ödül kazanmış olan bu belgesel, Amerikan toplumunun neden silaha ve öldürmeye meraklı olduğunu araştırırken birden fazla mesaj veriyor.

Mesajlardan bir tanesi de, Amerikalılara sürekli güvensizlik ve korku aşılandığı.

Önceki sabah televizyonda, savaş korkusuyla gaz maskelerine ve marketlerde yiyeceklere saldıran Amerikalıları izlerken bunun ne kadar doğru olduğunu farkettim.
Yazının Devamını Oku