Gila Benmayor

Gürtuna, Genç Parti'nin belediye başkan adayı olabilir

8 Nisan 2003
<B>İSTANBUL</B>'da yine kazılmadık yer kalmadı.<br><br>Her taraf köstebek yuvası gibi. Sorunca ‘‘belediye seçimleri yaklaşıyor ya’’ cevabı hazır.

İyi de belediye seçimleri tam bir yıl sonra değil mi?

Seçim hazırlıklarıyla ilgili ne olup bittiğini merak edince bir sabah kahvaltısında Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk ile biraraya geldik.

2. dönem başkanlık yapmakta olan Öztürk ile sohbette uzun zamandır belki ilk kez savaş ve Türkiye'nin günlük sorunlarından uzaklaştık, bir yıl sonrasını yani 2004 Nisan ayını konuştuk.

İlk mesele, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna ile AKP arasında esen soğuk rüzgar.

Öztürk'e göre, AKP'den ümit kesen Gürtuna'nın Genç Parti'den aday olması pekálá mümkün.

Peki CHP'nin adayları kimler olacak?

‘‘Sürpriz isimler bekleyin...’’

Aklıma gelen ilk isim Kemal Derviş ancak Selami Öztürk bu konuda şimdilik fazla spekülasyon yapılmaması gerektiği görüşünde.

Öztürk'ün verdiği bilgiye göre, CHP Genel Başkan Yardımcısı Eşref Erdem, seçim stratejilerini belirlemek üzere ilçeleri tek tek dolaşmaya başlamış.

Kadıköy, CHP'nin önemli kalelerinden biri.

Geçen yerel seçimlerde yani 1999 yılında Fazilet Partisi sadece 8-9 mahallede CHP'nin önüne geçmiş.

Selami Öztürk doğal olarak çalışmalarını bu mahallelerde yoğunlaştırıyor.

‘‘Sokak haritaları çıkardık, bire bir çalışıyoruz’’ diyor Öztürk.

1999 yılında oyların yüzde 43.1'ini alan Selami Öztürk bir yıl sonrası için iddialı konuşuyor: ‘‘Tahminlerime göre oyların yüzde 60'ı bizim.’’

Öztürk
burada ilginç bir noktaya değiniyor.

5 BİN KİŞİLİK GÖNÜLLÜ ORDUSU

Meğer aldığı oyların yüzde 70'i kadınlardan geliyormuş.

Nedenini sorunca, ‘‘Kadınlar 1994 seçimlerini Refah Partisi kazandığında örgütlü bir çalışmanın gerekliliğine inandılar. Sorunlara daha duyarlılar ve daha örgütlü çalışıyorlar’’ diyor. 1994 yılında Öztürk'ün yaklaşık 600 kadına mektup göndererek başlattığı ‘‘gönüllü kadınlar hareketi’’ çığ gibi büyümüş.

Bugün Kadıköy Belediyesi için gönüllü olarak çalışan yaklaşık 5 bin kadın var.

Bunların kimi ‘‘Aile Danışmanı Merkezleri’’nde, kimi ‘‘Kadıköy Sağlık ve Sosyal Danışma Vakfı’’nda hizmet veriyor.

5 bin kişilik gönüllü ordusunun hazırladığı projeler kapsamında, öğrencilere burs sağlanıyor, kadınlara el becerisi kazandırılıyor.

Son olarak Kadıköy Belediyesi, Bostancı Pazarı'nda bir ‘‘ikinci el’’ dükkanı açmış. Düşük gelirli ailelerin burada ‘‘1 milyona gömlek, 15 milyona palto’’ satın almaları mümkün.

Sağlanan gelir yine çocukların eğitimine gidiyor.

Öztürk ‘‘Yıllardan beri antrenmanlıyız. Seçim döneminde mevcut stratejilerle performansımızı yükselteceğiz’’ diyor.

İstanbul'daki yerel seçimler Nisan 2004'te. Bir yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Görünen o ki seçim AKP, CHP ve Genç Parti arasında geçecek. Bu partilerin çalışmalarını şimdiden izlemekte yarar var gibi geliyor.

Asya ekonomileri SARS'la sarsıldı


BİLDİĞİNİZ gibi gizemli zatürree SARS dünyada yüze yakın kişinin ölümüne yol açtı. ABD ve Avrupa, Irak Savaşı'nın ekonomileri üzerindeki etkisini tartışırken, Asya da SARS'ın ekonomik zararını hesaplıyor.

SARS'ın en büyük darbelerinden birini yiyenlerin başında Hong Kong geliyor.

Hastalık yüzünden apar topar buradan ayrılmak zorunda kalanların ifadesine bakılırsa, Hong Kong tipik bir ‘‘11 Eylül sendromu’’ yaşıyor.

İki hafta içersinde lokanta, bar ve sinemaların müşterilerinde yüzde 60 ila 70 oranında bir düşüş kaydedilmiş.

Oteller bomboş.

Kongreler, konferanslar peş peşe iptal ediliyor. 10 gün içerisinde iptal edilen uçuş sayısı 300. Hong Kong'lular hastalığı kaparım korkusuyla büyük alışveriş merkezlerine uğramıyor.

Satışlar yüzde 30 oranında düşmüş.

Ekonomistlere göre, SARS krizinin bir ay sürmesi Hong Kong'un büyümesinden 0.5 puan götürecek.

Hong Kong'un yanı sıra diğer Asya ülkelerinin büyüme hızı olumsuz etkilenecek.

Morgan Stanley Bankası ekonomi uzmanlarına göre, 2003 yılında Güney Asya ülkeleri için hesaplanan yüzde 5.1 oranındaki büyümenin yüzde 4.5'e gerilemesi mümkün.
Yazının Devamını Oku

Mr. Powell’a açık mektup

6 Nisan 2003
<B>DAVOS</B>'taki konuşmanızın üzerinden tam 2.5 ay geçmiş. ‘‘Kararlıyız... Gerekirse Irak'a tek başımıza gireriz’’ demiştiniz.

Sesinizin tonunda hiçbir kuşku yoktu, her şeyin kontrolünüz altında olduğundan pek emindiniz.

Soru-cevap bölümünde size itiraz edenlerin çoğu Avrupalı katılımcılardı.

Savaşın yol açabileceği tahribat, insani felaket sorulunca ‘‘Washington'da bunun hesaplarını yapıyoruz’’ demiştiniz...

Öyle mi?

Şiilerin direnişiyle karşılaşabileceğinizi,

‘‘Akıllı füzelerinizin’’ hastanelere ya da yolcu otobüslerine isabet edebileceğini, Irak halkının işgalci bir güç karşısında kenetlenebileceğini hesaplamış mıydınız?

Iraklı rejim muhaliflerinin size yanlış bilgiler verebileceklerini aklınıza getirmiş miydiniz?

Savaş ikinci haftasını geride bıraktı.

Mr. Powell manzara hoşunuza gidiyor mu?

Yüreğiniz gazetelerdeki fotoğraflara bakmayı kaldırıyor mu?

Saddam'ın, sayenizde belki Usame Bin Ladin'in de önüne geçerek Arap Dünyası'nda kahraman haline geldiğini fark ediyor musunuz?

Müslüman ülkelerde halkı sokağa döktüğünüzü ve ABD'ye karşı kin tohumlarının hızla yayıldığını görmüyor musunuz?

Kuşkunuz olmasın... Savaş uzadıkça bu duygular artacak.

İntihar komandoları da.

ABD'nin ‘‘tarihsel hafızası’’ olmadığı için sömürgeciliğin günahlarını işlediği söyleniyor.

Kimseyi dinlemek istemediniz.

Birleşmiş Milletler, NATO ve Avrupa Birliği'ni hallaç pamuğu gibi attınız.

Her şey Iraklıların özgürleşmesi, demokrasi için.

Rus Dışişleri Bakanı İgor İvanov'un dediği gibi Irak halkının ‘‘bombaların kanatlarına takılıp gelen demokrasiyi’’ istedikleri yoktu.

Gelecek nesil Amerikalıların güvenliğinden söz ediyorsunuz.

Peki ya şimdilik sadece kanın aktığı Irak'ın, Ortadoğu'nun geleceği, güvenliği.

Savaşta yakınlarını kaybeden, yaralanan, sakatlanan Iraklı çocukların günün birinde size müteşekkir olacağını mı sanıyorsunuz?

Mr. Powell, savaşı bir ‘‘Pirus Zaferi’’ gibi kazansanız dahi barışı kaybettiniz.

Türkiye mi, Suudi Arabistan mı?


GAZETECİ Hasan Cemal, altıncı kitabı ‘‘Kürtler’’i göndermiş.

Kürtleri, Kürt sorununu, PKK'yı anlattığı kitabında, bugün yeniden sıkça sorulan bir sorunun, ‘‘ABD niçin 1991 Körfez Savaşı'nda Saddam'ı devirmedi’’nin yanıtı var.

Meğer ABD ordusunun Bağdat'a girmesini, Kürt Devleti kurulur gerekçesiyle Türkiye engellemiş.

Hasan Cemal, bu iddiayı iki kişinin ortaya attığını yazıyor. Biri, ABD'nin eski Ankara elçisi Morton Abromovitz, diğeri bugünün Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz.

Cemal
'in kitabında yer alan iddialar kafamda bir soru işaretine yol açtı. Zira daha bir süre önce, Fransız dergilerinden birinde Saddam'ın iktidardan uzaklaştırılmasına Suudi Arabistan'ın karşı çıktığını okumuştum.

Vahabi Suudi Arabistan'ın kaygısı da, Saddam sonrası doğacak iktidar boşluğunda Şiilerin güçlenmesiymiş.

Anlayacağınız mesele karışık.

Türkiye mi istemiş, yoksa Suudi Arabistan mı?

Yoksa Amerikalı dostlarımız bize başka, Suudilere başka türlü mü konuşuyor?

Gabriel Garcia Marquez ile Carlos Fuentes'ın ortak albümü


BİRİ Meksikalı, diğeri Kolombiyalı.

İkisi de 1928 doğumlu.

Ortak dilleri İspanyolca, ortak tutkuları Latin Amerika müziği.

Kolombiyalı Nobel ödüllü Gabriel Garcia Marquez ile Meksikalı Carlos Fuentes önümüzdeki günlerde tango ve ‘‘rancheras’’ şarkıları söyledikleri bir disk çıkartıyorlarmış.
Yazının Devamını Oku

Avrupa ve ABD'nin farkı neymiş

4 Nisan 2003
<B>FRANSIZ </B>yazar ve fütürist <B>Jacques Attali</B>, L'Express Dergisi'nin son sayısında şöyle bir tespitte bulunmuş: ‘‘ABD dünyaya demokrasiyi zorla kabul ettirmek isterken, biz Avrupalılar demokrasinin yolunun gelişmekten geçtiğini keşfetmiş bulunuyoruz.’’

Attali
, ambargonun dünyanın hiçbir yerinde demokrasiyle sonuçlanmadığını belirtirken, ekonomik gelişmenin kesinlikle başarılı olduğunu söylüyor.

Şöyle bir öneride bulunuyor: ‘‘Avrupalılar Ürdün ve Lübnan'dan başlayarak, özgürlükleri genişletmesi koşuluyla bir yardım programı başlatabilirler. Yeni kaynaklara da gerek yok. Zira, doğru dürüst proje olmadığı için şu an Brüksel'in kasasında 24 milyar Euro mevcut.’’

Attali,
böyle bir

yardım programının Londra, Paris ve

Berlin'i birbirlerine yakınlaştıracağını ve Avrupa'nın imajının değişebileceğini iddia ediyor.

Metropolitan Müzesi ve Kerbela'daki M1 Abrams tankları

ÖNCEKİ gün postadan son derece şık, sarı bir zarf çıktı.

New York'taki Metropolitan Sanat Müzesi'nden ‘‘İlk şehirlerde sanat-M.Ö 3. milenyumda Akdeniz'den İndus'a’’ sergisinin davetiyesi çıktı içinden.

AB’nin Dış Politika ve Savunma patronu Javier Solana'nın katılımıyla 5 Mayıs'ta, saat 19.00'da serginin açılışı var.

Davetiye iliştirilmiş kartta şöyle deniyor: ‘‘Bu sergi özellikle antik Mezopotamya'da, tapınak ve saray gibi kurumlarıyla dünya tarihinde önemli bir yer tutan şehir-devletlere ışık tutmayı amaçlamaktadır.’’

Kaderin şu garip cilvesine bakın.

Amerikan uçakları Mezopotamya'yı bombalıyor.

M1 Abrams tankları buraları hoyratça çiğniyor.

New York'taki Metropolitan Müzesi ise bu topraklarda yeşermiş sayısız uygarlıkların kalıntılarını sergilemeye hazırlanıyor.

Sergide, Ur şehrinden, Mari ve Ebla tapınaklarından, Alaca Höyük mezarlarından altın, fildişi, gümüş, yontu, mücevher, silah gibi 400'e yakın obje yer alacakmış.

Türkiye'nin sergiyle ilgisine gelince...

Geçtiğimiz bahar aylarında, Metropolitan Müzesi küratörleri İstanbul'daydı.

Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürü Alpay Pasinli'nin yakından tanıdığı küratörlerle Arkeloji Müzesi ve Topkapı Sarayı’nda hoş bir gün geçirmiştik. O gün New York’a gidecek eserler seçilmişti.

Neticede, Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü'ne bağlı 5 Müze'den 26 eser 5 Mayıs tarihinden itibaren Metropolitan Sanat Müzesi'nde.

Değişik bir zaman diliminde olsaydı sergiye ‘‘Türkiye'nin tanıtımı için bir fırsat’’ diye sevinebilirdim.

Ama dediğim gibi bugünkü durumda Metropolitan Müzesi'ndeki sergi beni pek de ilgilendirmiyor doğrusu.

Yalnız burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta var.

Kültür Bakanı Erkan Mumcu'nun, Turizm ve Kültür Bakanlıklarının birleştirilmesiyle giriştiği değişiklikler nedeniyle Metropolitan Müzesi'ndeki sergi Türkiye'nin yurtdışında yer alacağı son sergi de olabilir.

Mumcu, Kültür Bakanlığı'nda son süratle kadrolaşmaya gidiyor.

İşi bilen, yurtdışında ilişkileri olan, önemli sergileri takip eden, bilen deneyimli bürokratların ne olacakları belli değil.

Kaldı ki, iki bakanlığın birleştirilmesiyle ilgili yasa tasarısında Kültür Bakanlığı'nın bazı yurtdışı birimlerinin kapatılacağı bildiriliyor.

İçerde nasıl bir kültür politikası izleneceği meçhul.

Mumcu'dan şimdiye kadar gelen sinyaller olumsuz.

Irak’ın ABD'ye maliyeti 99 milyar dolar ile 1.9 trilyon dolar arasında

ABD'nin giderek saplanmakta olduğu Irak batağından nasıl çıkacağı ne kadar belirsiz ise savaşın ve yeniden inşa maliyetinin ne olacağı da o kadar belirsiz.

Yale Üniversitesi'nden ekonomist William Nordhaus hesaplamış.

Kısa bir savaşta (ki artık öyle olmayacağı görüldü) askeri harcamalar 50 milyar dolar.

Uzun bir savaşta 140 milyar dolar.

Amerikalı ekonomistin işgal ve barışın tesisi için verdiği rakamlar 75 milyar dolar ile 500 milyar dolar arasında değişiyor.

Irak'ın inşasına gidecek para ise 30 ila 105 milyar dolar arasında.

İnsani yardım 1 ila 10 milyar dolar.

Nordhaus'ın tüm rakamları alt alta koyup, petrol gelirlerini düşerek yaptığı hesapta şöyle bir tablo çıkıyor:

Kısa savaş için maliyet 99 milyar dolar.

Uzun savaşta maliyet 1.9 trilyon dolar.

Norhaus ‘‘Irak'ın maliyetini kim ödeyecek’’ diye soruyor.

Amerikan Senatosu'nun onayladığı rakam bildiğiniz gibi 100 milyar dolar.

Irak'ı işgal ederken beklemediği bir direnişle karşılaşan ve pek şaşıran Amerikan yönetimi yoksa maliyet hesaplarında da mı yanıldı?
Yazının Devamını Oku

Awacs politika Alman turisti etkileyecek

1 Nisan 2003
<B>TÜRKİYE</B> Araştırmalar Merkezi'nin düzenlediği 5. Türk-Alman Sempozyumu nedeniyle Antalya'dayım. Robinson Clup'teki 3 günlük sempozyum için Almanya'dan gelen katılımcılar arasında Hıristiyan Demokrat ve Hür Demokrat partilerinden milletvekilleri, yerel yöneticiler ve işadamları var.

Programa göre, sempozyumun açılışına katılması gereken Turizm Bakanı Güldal Akşit, Müsteşar İsmail Kökbulut, AKP milletvekili Mehmet Dülger son dakikada gelemeyeceklerini bildirmişler.

Yani Türk tarafından sempozyuma katılan milletvekili yok.

Avrupa Birliği'yle (AB) ilişkiler, turizm, ekonominin tartışıldığı sempozyuma doğal olarak Irak Savaşı damgasını vuruyor.

Dilerseniz turizmden başlayalım.

Almanya, geçtiğimiz yıl Türkiye'ye 3.5 milyon turist göndermiş.

Türkiye'ye gelen toplam turistin yüzde 26'sı, yani her dört turistten biri Alman.

Bu yıl için öngörülen % 20 oranında bir artış idi.

Irak Savaşı, beklentileri tersine çevirmiş durumda.

İstanbul'un Bağdat'a 2 bin 600 km., Antalya'nın ise Bağdat'a 1600 km. uzakta olduğu mesajı ulaşması gereken yerlere ulaşamamış.

Zira bu savaşın uzaması durumunda iptallerin % 67 oranına kadar çıkabileceği konuşuluyor.

Gerçi Türkiye, Almanya'nın (tehlikeli ülkeler) listesinde yer almıyor ama, Alman Dışişleri Bakanlığı'nın bazı ülkelerle ilgili uyarıları var.

Turizm Bakanlığı'nın iptallere karşı nasıl önlemler aldığı yolundaki soruları yanıtlayan Müsteşar Yardımcısı Raci Karaca, 10 Nisan'dan itibaren 70 ülkeden 50'ye yakın gazetecinin ağırlanacağını söylüyor.

Amaç, Türkiye'nin güvenli bir ülke olduğu mesajını vermek.

Bunun yanı sıra, reklam filmlerine ağırlık verilecek. Yabancı gazetelerde Türkiye ekleri yayınlanacak.

Bakanlık sadece bu kriz durumu için 7 milyon dolar ayırmış.

Sempozyuma katılan Almanya'nın en büyük tur operatörü TUİ Uluslararası İlişkiler Direktörü Günther İhlau, krizin iyi politikalarla atlatılabileceğini söyleyerek İspanya'dan örnek veriyor.

Bask teröristlerinin en hızlı dönemlerinde Madrid, Marbella, Barcelona gibi turistik merkezler etkilenmemiş.

Yani, doğru bir kriz politikasıyla hasarı azaltmanın yolları var.

Güzel, ama burada gözden bir nokta kaçıyor.

Kültür ve Turizm bakanlıkları birleşmeye hazırlanırken geçen hafta yazdığım gibi tüm kadrolar yenilenecek.

Kültürün olduğu gibi turizmin deneyimli bürokratları da büyük ihtimalle gidecek.

Turizme son sürat bir kriz politikasının uygulanması gerektiği sırada bu kadro değişimi yersiz değil mi?

Sempozyumun dışında Antalya'da konuşulanlara gelince:

İptaller peş peşe yağıyor.

Geçtiğimiz hafta burada Alman VDR televizyon kanalının gazetecilerini ağırlayan bir turizmci son derece karamsar. ‘‘Bu yıl tek umudumuz Rus turistler.’’

Peki, Alman turistlerin Türkiye'yi gözden çıkartmalarının tek nedeni korku mu?

Yine gayriresmi ağızlardan duyduğumuza göre, Alman Dışişleri Bakanlığı, Türk askerinin Kuzey Irak'a girmesi olasılığını Demokles'in kılıcı gibi turizmin üzerinde sallıyormuş.

Dışişleri Bakanı Fischer'in ‘‘Kuzey Irak'a girdiğiniz takdirde Awacs uçaklarındaki pilotları geri çekeriz’’ uyarısı, turizm için de geçerli anlayacağınız.

Türkiye'nin AB üyeliği 10 ila 20 yıl sonra


ANTALYA'ya gelen CDU milletvekili Hermann-Josef Arentz ile ayaküstü konuşuyoruz.

Arentz aynı zamanda İşçi Konseyi'nin başkanı.

Schröder Hükümeti'nin sıkı muhalifi.

Konuşmaya başlar başlamaz Bonn'un Awacs politikasını eleştiriyor.

‘‘Aynı politikayı ABD'nin yanında yer alan İspanya ya da Portekiz'e de uygulamak zorundayız. Aksi takdirde NATO'da etkinliğimiz yok olur’’ diyor.

Washington'un Irak politikasını desteklediği izlenimini veren Arentz Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğine de soğuk:

‘‘Gerçekçi olalım. Türkiye'nin üyeliği 2010 ila 2020 yılları arasında mümkün olabilecek. Daha önce Türkiye ile sıkı bir işbirliğine gidebiliriz. Çeşitli platformlarda Avrupa Birliği, Türkiye'yi temsil edebilir.’’

Arentz
Irak Savaşı nedeniyle bölünmüş olan Avrupa Birliği'ndeki çatlağın kolay kolay tamir edilemeyeceği görüşünde.

Oysa Hür Demokrat Parti milletvekili Dr. Stefan Grüll Avrupa ülkelerinin savaştan kısa bir süre sonra aralarındaki görüş ayrılıklarını gidereceklerini, Irak'ın yeniden yapılanması için biraraya gelmek zorunda olduklarını söylüyor.

Peki yakın bir tarihte Avrupa Birliği'ne katılmaya hazırlanan Doğu Bloku ülkeleri Irak Savaşı’nda Amerika'nın yanında yer alırken, Türkiye'nin topraklarında Amerikan askerlerine izin vermemesi Avrupa Birliği çevrelerinde nasıl karşılandı?

Bu soruya Alman milletvekilleri tahmin edebileceğiniz gibi oldukça muğlak yanıtlar veriyor.

Frankfurter Rundschau Gazetesi yazarı Edgar Auth Alman kamuoyunun bunu karnemize bir artı puan olarak kaydettiğini söylüyor.

Bunu özellikle aklımızda tutalım ve yeri geldiğinde hatırlatalım.

Bir açıklama


Geçen cuma günü bu sütunlarda yer alan ‘‘Turizm ve kültür bakanlıkları ne pahasına birleşiyor?’’ yazısında adı geçen Kültür Bakanı Erkan Mumcu'nun danışmanlarından Deniz Gökçe'nin, Akşam Gazetesi yazarı ve Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Deniz Gökçe ile aynı kişi olmadığını belirtmek istiyorum.
Yazının Devamını Oku

Mezopotamya'nın hazinelerine ya füzeler isabet ederse

30 Mart 2003
<B>DİCLE </B>ve Fırat nehirlerinin arasında kalan Mezopotamya, en eski uygarlık beşiklerinden biri. Şöyle hafızanızı yoklayın... Çocukluğunuzda, tarih kitaplarından belleğinizde yer etmiş sözcüklerden çoğu Mezopotamya'da yeşermiş antik uygarlıklardan kalanlar: Sümer, Babil, Akad, Asur, Gılgamış Destanı, Hammurabi, Nabukadnezar.

Altı bin yıllık tarihi olan Mezopotamya'nın kültürel mirası yoğun bombardıman altında.

İnsanlar ölürken bunun ne önemi var diye sorabilirsiniz.

Doğru.

Ama Mezopotamya'daki antik şehirlerin de tehdit altında olduğu bu çılgın ve anlamsız savaşın diğer bir boyutu.

Şanlıurfa'ya düşen bir Tomahawk füzesinin antik Ur şehrindeki bir ‘‘ziggurat’’a isabet etmesi işten bile değil.

Osmanlı İmparatorluğu'na ait olduğu dönemlerde, Irak'ın toprak altı zenginliklerine yaklaşık bir buçuk yüzyıl önce ilk kazmayı vuranlar Fransızlar. Kazıları Musul'daki Fransız Konsolos Paul Emile Botta başlatmış. Osmanlıların rızasıyla arkeolojik kazılardan çıkartılanların çoğu Paris'e taşınmış.

Louvre Müzesi salonlarında rastlayacağınız Sümer, Asur, Babil eserleri Konsolos Botta'nın marifeti.

Berlin'deki Bergama Müzesi'ni gezenler de bilir. Bergama Tapınağı'nın sergilendiği salondan hemen sonra, Babil'den taşınmış İştar Kapısı tüm haşmetiyle karşınıza dikilir.

İngilizler de Mezopotamya'yı yağmalamakta Fransız ve Almanlardan pek aşağı kalmamış doğrusu.

Irak'ı kuran kadın diye bilinen Gertrude Bell, romancı Agatha Christie'nin kocası Max Mallowan buralarda arkeolojik kazılar yapan ünlü isimler.

Kazılardan elbette Osmanlılar da pay almış.

İstanbul Arkeoloji Müzesi de Mezopotamya'dan çıkartılan eserler açısından oldukça zengin.

Peki Irak'a neler kalmış?

Bir kere Almanların işbirliğiyle 1970'li yılların sonunda hizmete giren Bağdat Müzesi var. Sadece bu müze 100 bine yakın eser barındırıyor.

Ayrıca Musul, Kerkük ve Basra yakınlarındaki arkeolojik kazılardan çıkartılanlar yedi, sekiz müzede.

Havadan görülsün diye bu müzelerin damlarına kocaman harflerle UNESCO yazılmış. Ama yine de bu Körfez Savaşı sırasında müzeleri serseri füzelerden pek koruyamamış.

Esas büyük tehlike ise antik şehirlere, açık alanlardaki eserlere yönelik.

Meselá Körfez Savaşı sırasında Ur şehrindeki ‘‘ziggurat’’ isabet almış.

UNESCO Kültür Dairesi Başkan Yardımcısı Münir Buşnaki ‘‘Amerikalılar bölgenin kültürel zenginliğinin farkındalar. Zaten ellerine de önemli arkeolojik merkezlerin işaretlendiği haritalar, listeler verdik. Umarım bunlara bakmaya fırsatları olur’’ diyor.

Münir Buşnaki bence hayal kuruyor.

Bağdat'ın pazaryerine füze gönderen savaş uçağı pilotlarının eğer yanlarında varsa UNESCO'nun verdiği haritalara bakacaklarını mı sanıyorsunuz?

Zorla demokrasi olur mu?


BAŞKAN Bush'un ağzından dökülen her iki sözcükten biri mutlaka ‘‘demokrasi’’.

Neymiş?

ABD ve İngiltere, Iraklıları özgürleştirecek, demokrasiyi getirecek.

‘‘İslam'ın Hastalığı’’ kitabının yazarı Tunuslu Abdülvahap Meddeb, Fransız Le Point Dergisi'nin son sayısında açıkça söylüyor: ‘‘Bölge henüz demokrasiye hazır değil.’’

Meddeb
'in öngörüsü, Saddam devrildikten sonra (eğer devrilirse) değişik dini inançların, aşiretlerin, kavimlerin şekillendirdiği Irak toplumunun büyük patlamalar yaşayacağı yolunda. Bush'un danışmanlarının bilgisine sunulur.
Yazının Devamını Oku

Kültür ve turizm ne pahasına birleşiyor

28 Mart 2003
<B>SAVAŞTA GÖZDEN KAÇMASIN</B><br><br><B>YENİ </B>hükümette Kültür Bakanlığı'na gelen <B>Erkan Mumcu</B> <B>‘‘Ben bir kültür adamı değilim, politikacıyım’’ </B>demiş. Kültür ve Turizm Bakanlıkları'nın birleşmesiyle her iki bakanlıktan sorumlu olmaya hazırlanan Erkan Mumcu, tek bakanlığın yapılanmasıyla bizzat ilgileniyor.

Milli Eğitim Bakanlığı'ndan Kültür Bakanlığı'na geçerken beraberinde getirdiği 11 danışmanı da (aralarında Sabri Bayar, Betül Duman, Hasan Karabacak, Deniz Gökçe gibi isimler var) kültür ve turizmi birleştirecek yasa tasarısının üzerinde çalışıyormuş.

Şimdi burada çok hassas bir nokta var.

Zira yasa tasarısını hazırlayan Mumcu'nun danışmanları, halen Kültür Bakanlığı'nda görevli deneyimli 200'e yakın bürokrata kesinlikle danışmadan işlerini yürütüyormuş.

Milli Eğitim Bakanlığı'ndan gelen danışmanların Kültür Bakanlığı'nın sorunlarını bu kadar kısa bir sürede kavramaları mümkün mü?

Hepimiz biliyoruz ki, bütçeden ancak binde 8 oranında pay alan Kültür Bakanlığı'nın

sorunları dağ gibi.

Müzelerin bekçi olmadığı gerekçesiyle kapatıldığı, Zeugma gibi kültürel miraslara sahip çıkılamadığı, bunların dünyaya tanıtılamadığı bir ortamda böyle bir yasa tasarısının deneyimli kişilerle birlikte daha titizlikle hazırlanması gerekmez miydi?

Bu işin bir boyutu.

Diğer boyutu ise Mumcu'nun Turizm ve Kültür Bakanlıklarını hallaç pamuğu gibi atmaya hazırlanıyor olması.

Öyle ki, bu iki bakanlıkta çalışan 400'e yakın bürokrattan sadece 100 tanesi kalacak diğerleri emekli olacak ya da başka görevlere kaydırılacak. Ancak gelen bilgilere göre, Mumcu'nun amacı küçük bir kadroyla çalışmak değil.

Zira sınavla 400 kişinin alınacağı ‘‘sıfır bir kadronun’’ oluşturulması planlanıyor.

Özetle, AKP'nin yeni kültür ve turizm politikasını, Mumcu'nun, yeni bakanlıklara atandığı her defasında yanında taşıdığı danışmanları oluşturacak ve sınavla alınan deneyimsiz bir kadro uygulayacak.

Kültür ve Türkiye ekonomisinin büyük umut bağladığı turizm için daha vahim bir tablo düşünemiyorum.

Sponsorluk yasası yoksa kültür de yok

ERKAN Mumcu'nun Kültür Bakanlığı'nda yapmaya hazırlandığı değişiklikler esasında‘‘sponsorluk yasası’’nı araştırırken karşıma çıktı.

Bu da nereden çıktı diye merak edebilirsiniz.

Biliyorsunuz, yanıbaşımızdaki dehşetli savaşa rağmen yaşam devam ediyor ve İstanbul önümüzdeki günlerde bir film festivaline hazırlanıyor.

Film festivalinin yanı sıra, müzik, tiyatro, caz festivallerini, bienali ve çeşitli etkinlikler düzenleyen İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı haliyle bu yıl her zamankinden fazla sponsor sıkıntısı çekiyor.

Düşünün ki 13 milyon dolarlık bütçesinin yüzde 75'ini sponsorlar karşılıyor.

Bir önceki Kültür Bakanı Hüseyin Çelik, vakıf yöneticilerine ‘‘sponsorluk yasası’’ çıkartmayı vaat etmiş.

Nedir ‘‘sponsorluk yasası’’?

Sponsorlara vergi indirimi sağlayan bir yasa.

Avrupa'da sponsorlar kimi zaman yüzde 80, kimi zaman yüzde 100 bir vergi indirimi alabiliyorlar. Sanatın ve kültürün daha geniş kitlelere yayılmasının bir nedeni de sponsorluk.

Hatırlarsanız yine bu sütunda, Berlinli sanayicilerin Orhan Pamuk'un Beyaz Kale'sini Almanca'ya çevirttiklerini yazmıştım.

Bize dönersek, ekonomik kriz nedeniyle büyük şirketlerin kemer sıktığı bir dönemde İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nın işi gerçekten çok zor.

Tiyatro Festivali'nde ‘‘İstanbul’’u sahnelemeye hazırlanan dünyanın önde gelen koreograflarından Pina Bausch'un bu projesi için gerekli paranın bir bölümü henüz ortada yok.

Oysa Pina Bausch ‘‘İstanbul’’ oyununu New York, Tokyo gibi önemli kültür merkezlerinde sahneye koyabilir, İstanbul'un tanıtımında önemli bir rol oynayabilir.

Mumcu'nun danışmanları acaba bunları da hesaba katıyorlar mı?

Rusya’dan 2 milyon turist

BİLMEM dikkat ettiniz mi, savaş aleyhtarı gösterilerin en düşük seviyede olduğu yerlerden biri de Rusya.

Geçen gün radyolardan birinde bu tespit ile ilgili yorumda ‘‘Ruslar bu savaşa başkalarının savaşı diye bakıyorlar’’ deniyordu.

Yorum ne derece doğru bilemem. Ruslar, Çeçenistan nedeniyle her türlü savaşı kanıksıyor ya da gerçeklerle yüzleşmek istemiyor olabilirler.

Türk turizmcilerin de tespiti ‘‘Rusların krizlerden etkilenmedikleri’’ yolunda. İşte bu yüzden, bu sancılı dönemlerde gözler Rus turistlerde.

Halen Moskova Turizm Fuarı'nda temaslarını sürdüren Turizm Bakanı Güldal Akşit dün düzenlediği basın toplantısında 2003 yılı için Rusya’daki hedefin 2 milyon turist olduğunu söylemiş.
Yazının Devamını Oku

3 senaryodan hangisi gerçekleşecek

25 Mart 2003
<B>IRAK</B> Savaşı, dünya ekonomisini nasıl etkileyecek? Washington Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi'nden Anthony Cordesman’in ocak ayında hazırladığı üç senaryoya yine bu sütunlarda yer vermiştim.

Savaş başladığına göre senaryoları tekrarlamakta yarar var. Senaryoların ilki, ‘‘iyimser‘‘ bir senaryo ve gerçekleşme olasılığı yüzde 40 ila 60 oranında.

Buna göre, ABD ve müttefikleri dört ila altı hafta içerisinde kesin bir zafer elde edecekler. Saddam'ın ordusu silahları bırakacak ve Amerikan askerlerinin Irak topraklarında 10 haftadan fazla kalmalarına gerek kalmayacak.

Bu durumda, hem şirketlerin, hem tüketicilerin güveni geri gelecek.

Dünyadaki tüketimin yüzde 2 ila 2.5’ine tekabül eden Irak petrolündeki kayıp herhangi bir sorun yaratmayacak.

Suudi Arabistan ve diğer petrol üreticileri piyasaya günde 1.8 milyon varil petrol vererek Irak petrolünden ötürü ortaya çıkan kaybı kolaylıkla karşılayacak.

Savaşın böylesine kısa sürmesi durumunda Amerikan ekonomisindeki büyüme 2003 yılının ilk yarısında yüzde 2, ikinci yarısında yüzde 4'e yakın olacak.

Gelelim, gerçekleşme olasılığı yüzde 30 ila 40 arasında olan ikinci senaryoya.

‘‘Orta karar’’ bu senaryoya göre, askeri operasyonların süresi altı ila on iki haftaya kadar uzuyor. ABD ve müttefiklerinin kayıpları karşısında dünya kamuoyu giderek daha fazla ses çıkartıyor.

Saddam'ın askerleri direniyor.

Üstelik, çatışma ve sabotajlar Körfez'deki petrol tesislerinde büyük hasara yol açıyor.

Suudi Arabistan bu gelişmelere cevaben üretimini arttırmıyor.

Petrolün varili 40 dolara fırlıyor. İlk yarıda büyüme sıfıra yakın. Üçüncü ve karamsar senaryo ise şöyle: Irak savaşı altı ay sürüyor. Irak, Amerikalı askerleri ve İsrail'e kitle imha silahlarıyla saldırıyor. Sokak çatışmaları kanlı geçiyor.

Bush Yönetimi'ne ve savaşa muhalefet artıyor.

Arap ülkelerinde bazı yönetimler sarsıntı geçiriyor.

Batı karşıtı terör saldırılarında büyük bir patlama yaşanıyor.

Petrol üretiminde günde 5 milyon dolarlık kayıp gerçekleşiyor ve petrolün varili 80 dolara fırlıyor.

Enflasyon çanları çalıyor.

ABD'de işsizlik yüzde 7.5'e yükseliyor.

Tüm Batılı ülkelerde durgunluk kaçınılmaz oluyor.

Bu arada bir not.

İyimser senaryoda, ABD'ye tanınan süre dört ila altı haftaydı. Ancak dün dünya ekonomisinin sağlığı için bu süre ‘‘maksimum sekiz gün’’ olarak verildi. Demek ki, ocak ayından bu yana dünya ekonomisi daha da kırılgan hale gelmiş.

Unutmayın, IMF'de ABD oyu sadece yüzde 17


‘‘ABD'nin bir hesabı da Avrupa'yı bölmek’’ diyenler haklı galiba. Dün Fransa'nın Büyükelçisi Bernard Garcia ile telefonda konuşurken Bush'un yanında yer alan İspanya'dan sitemle söz etmesi iddiayı doğruluyor.

Garcia'ya hafta sonu gazetelerde yer alan ‘‘ABD, IMF nezdinde yardım etmezse Fransa elinden geleni yapacak’’ yolundaki açıklamasını soruyorum.

Büyükelçi Garcia ‘‘Türk basınında IMF'de tüm iplerin Washington'un elinde olduğu yolunda yanlış bir algılama var’’ diyor.‘‘Oysa ABD'nin söz söyleme hakkı sadece yüzde 17 oranında. Yüzde 32'si AB ülkelerinde yani 15'lerde. Geri kalanı da Japonya ve diğerleri.’’ Washington IMF yardımını baltalamaya çalıştığı takdirde Fransa'nın ağırlığını koymaya hazır olduğunu söylüyor. Washington ile Ankara arasındaki restleşmeleri ima ederek ‘‘Fransa, Türkiye'ye karşı asla havuç ve sopa politikasını gütmedi’’ diyor. Bernard Garcia'nın görüşüne göre, savaş sonrası Türk ekonomisine tüm Avrupa destek çıkacak.

Göreceğiz.

Dünya medyası sınıfta kaldı


NE kadar uzağa kaçarsanız kaçın savaş görüntüleri peşinizi bırakmıyor.

Daha doğrusu televizyon kumandası elinizi tutsak alıyor.

Hafta sonunda herkes gibi ekran başındaydım. Türk televizyonlarının yanı sıra CNN İnternational, BBC ve Fransız TV 5 arasında zapping yapınca iki konuda çarpıcı bir tablo çıktı: Tutsaklar ve gösteriler.

Amerikalı tutsaklar henüz ortada yok. Kanallar sadece elleri yukarıda teslim olmuş Iraklı askerleri gösteriyor. Aynı askerler bir süre sonra elleri arkadan bağlanmış vaziyette yerde oturuyor. Fransız televizyonundan şöyle bir yorum: ‘‘Cenevre Konvansiyonuna göre, tutsakları göstermek yasaktır. Eğer Amerikalı tutsak askerler gösterilseydi ABD'nin tepkisi kim bilir nasıl olurdu.’’

Nitekim birkaç saat sonra ilk kez dehşet içerisindeki Amerikalı askerler gösteriliyor ve ardından buna şiddetle itiraz eden Bush'u görüyoruz.

Bu nasıl bir çifte standart?

Eğer Cenevre Konvansiyonu'nda böyle bir madde varsa bu Iraklı askerler için de geçerli değil mi?

Gösterilere gelince...

Dün dünyanın dört bir yanında insanlar sokaklara döküldü. San Francisco sokaklarında resmen çatışmalar yaşandı. Londra, Paris, New York, Madrid, Roma, Sydney her yerde insanlar ‘‘Savaşa hayır’’ diye bağırdılar.

Ama en büyük gösteriler Müslüman ülkelerde oldu ki Fransız Televizyonu bunların üzerinde önemle durdu.

Anglosakson kanallarda özellikle Müslüman ülkelerdeki gösterilere rastlamadım.

Oysa bu çılgın savaşın en tehlikeli boyutlarından bir tanesi de bu. Huntington'ın tezi, Medeniyetler Çatışması’nın neredeyse doğrulanmasıydı ekrana yansıyanlar. Amman'da, Kahire'de iktidarları sıkıştıran gösterilerle ilgili

bir tek yorum duymadım CNN İnternational ve BBC'de.
Yazının Devamını Oku

Urfalı Adalet Kyoto'da Dünya Su Forumu'nda

23 Mart 2003
Japonya'nın eski başkenti Kyoto'da bir hafta boyunca devam ettiği halde Irak Savaşı'nın gölgelediği Dünya 3. Su Forumu bugün sona erdi. Musluklarından şırıl şırıl su akanlar kıymetini bilmez ama su günümüzün en hassas meselelerinden biri.

Dünya Su Konseyi'nin Başkan Yardımcısı William Cosgrove'a bakarsanız, su krizi insanlar için kitle imha silahlarından çok daha büyük bir tehdit.

Şöyle bir tablodan söz etsem belki Cosgrove'un söyledikleri daha iyi anlaşılabilir.

Dünya nüfusunun yüzde 30'u, gerektiği gibi su kullanamıyor.

Bu oranın 2025'te yüzde 50'lere fırlayacağı hesaplanıyor.

Her yıl 7 milyon kişi, ki bunlardan 2 milyon çocuk, pis ve mikroplu su nedeniyle ölüyor.

Rakamlarla oynamasını iyi bilen IMF'nin eski başkanlarından Michel Camdessus'nün hazırladığı rapora göre, dünyanın su problemini çözmesi için önümüzdeki 10 yıl süresince her yıl 180 milyar dolar harcaması gerek.

Sorunun temelinde her zamanki gibi, gelişmiş ülkelerin bencillikleri, su kaynaklarına el atan çokuluslu şirketler, siyasi çıkarlar var.

Ortadoğu'da uzun vadeli kalmaya niyetli görünen ABD'nin petrolün yanı sıra su hesapları da yaptığını aklınızdan çıkarmayın.

Her neyse, su meselesinin sekiz gün boyunca çeşitli platformlarda ele alındığı Kyoto'daki Dünya 3. Su Forumu'na 165 ülkeden 12 bin kişi katıldı.

İşte bu katılımcılardan biri de Şanlıurfalı Adalet Budak.

Su bahane, bu yazıyı kaleme almamın esas amacı da Adalet'in hikayesini yazmak zaten.

Kim Adalet Budak?

Ben onu, iki hafta önce yine bu sütunda sözünü ettiğim Anakültür sayesinde tanıdım.

YAKUBİYE'DEN TİMES SQUARE'E

Adalet Budak Şanlıurfa doğumlu.

Ortaokulu bitirince karşısına ‘‘tamam buraya kadar’’ diyen gelenekler dikiliyor. Adalet yılmıyor, dışardan liseyi ve üniversiteyi okuyup işletmeden mezun oluyor.

GAP'ın bölgedeki kadınları eğitmek, meslek öğretmek için kurduğu ÇATOM'da öğretmen oluyor, derken yönetici.

Günün birinde, Analkültür'den Ceylan Orhun ona New York'ta Türk işkadını Aylin Emeksiz'den bir burs sağlıyor.

Adalet Budak bir yıllığına New York'a gidiyor.

Cambridge Language School'da lisan kurslarına başlıyor.

Şanlıurfa'nın Yakubiye Mahallesi'ne alışkın gözleri, New York'un Times Square'inde yeni dünyalar tanıyor.

2001 yılı sonunda geri döndüğünde, sosyal proje sorumlusu olarak GAP Şanlıurfa Bölge Müdürlüğü'ne atanıyor.

Ceylan Orhun, Adalet'in ufkunu daha da açmaya kararlı mı kararlı. Kendisi Dünya Su Konseyi'nin Yönetim Kurulu'nda. Adalet'e Dünya Su Forumu'nun açtığı yarışmaya katılmasını öneriyor.

Çevresinde sesini duyuramayan insanların su sorunlarını araştıracak, toplayacak, internet üzerinden foruma gönderecek.

Çeşmelerin yaz aylarında tıss diye ses çıkardığı, soğuktan donmuş ellerin kilometrelerce bakraç ve testi taşıdığı yörede sorun kıtlığı yok.

Adalet tam bir buçuk yıl boyunca, elinde soru formu 1500 kadına (neden sadece kadın diye aklınızdan geçirmeyin. Çeşmeden su taşıyan, ya da dere kıyısında gömlek yıkıyan bir erkeğe hiç rastladınız mı) sorular soruyor ve 2000 kişi arasından ikinci gelerek Kyoto'nun yolunu tutuyor.

Kyoto'da Cambridge Language School'da öğrendiği İngilizcesiyle ‘‘Su ve kültürel miras’’ konulu panelde bir de konuşma yapıyor...

Adalet bundan sonra rotasını nereye çevirecek?

Bence bu filmi izlemeye devam edin.
Yazının Devamını Oku