Gila Benmayor

My name is Eve ile dünyaya açılmak

26 Eylül 2003
<B>NİŞANTAŞI</B>'ndan gazeteye gelirken TEM otoyolundaki yoğun trafik nedeniyle sokaklarına daldığımız Gaziosmanpaşa'da sadece gözlerini gördüğüm kara çarşaflı genç kadın mı Türkiye'nin gerçeği yoksa <B>Gaye Çevikel'</B>in anlattıkları mı? Belki ikisi de.

Önce Gaye Çevikel kim?

Tam bir yıl önce yine bu sütunlarda kendi markası Decorum's'u dünyaya pazarlamak için nasıl uğraştığını ve sadece ABD'de kırka yakın dükkana markasını nasıl kabul ettirdiğini yazmıştım.

Aradan bir yıl geçmiş, Gaye Çevikel yine epey yol almış.

Sabahın erken saatlerinde, tasarım yönetimini ve marka geliştirmeyi bana anlatırken, arada bir İstanbul'a uğrayan ‘‘marka guru’’ları gözümde iyice anlamsızlaşıyor.

Zira Gaye Çevikel anlattıklarını bire bir hayata geçirmiş.

Columbia Üniversitesi, Harvard Üniversitesi'nde katılmadığı seminer kalmamış, teoriyle pratiği birleştirmiş, öğrendiklerini kendi işinde uygulamış.

‘‘Tasarım yönetimini Türkiye'de bilen yok gibi. Tasarım yönetimi şirketteki muhasebeciden, CEO'ya kadar herkes tarafından benimsenmesi gereken bir disiplin.’’

Peki nedir bu tasarım yönetimi?

‘‘Tasarımcı, marka ve ürün felsefesine uymalı. Tek başına hareket etmeyecek. Tasarım, marka, pazarlama, satış, finansman hepsi aynı dili konuşacak, aynı kültürü paylaşacak.’’

Gaye Çevikel
'e göre, şimdiye kadar tekstilde, hazır giyimde katma değeri olan tasarım yerine makinelere yatırım yapılmış çoğunlukla.

Önemli bir nokta daha: İtalya, Fransa, İspanya'nın tasarımda ön plana çıkmasında devletin katkısı büyük.

‘‘İtalya'nın dev markalarının çoğu 1950'lerde, 60'larda küçük atölyelerdi. Devlet-üniversite işbirliğiyle yollarını buldular’’ diye anlatıyor.

Bizde öyle bir destek olmayınca herkes bireysel çabalarıyla kendi yolunu bulma telaşında.

Dünya pazarında kendi markanla bir yere gelmek kolay bir iş değil.

Gaye Çevikel gibi tam 11 yıldan beri marka ve tasarım işine kafa yorduysan ayrı tabii.

Bu yüzden kendi tasarım ekibiyle gerçekleştirdiği ‘‘My name is Eve’’ markasının şansı dünya pazarında da hayli yüksek.

Önümüzdeki haftadan itibaren İstanbul'un ve Türkiye'nin çeşitli noktalarında satışa sunulacak olan ‘‘My name is Eve’’ markası Çevikel'e göre, bir hayat tarzı markası olacak.

Önce ev ürünleri, kişisel aksesuvarlar geliyor. Mart ayından itibaren ise giyim koleksiyonu.

‘‘Türk kültürüyle modern unsurları birleştirdik. Fiyatlar son derece makul. Amaç özgün bir tasarıma herkesin ulaşabilmesi.’’

Gaye Çevikel'in birkaç yıl sonra, logosu kare bir elma olan ‘‘My name is Eve’’ markasını dünya pazarına kabul ettireceğini adım gibi biliyorum.

Dileğim, Gaziosmanpaşa'da sadece gözlerini gördüğüm genç kadının dünya pazarından önce kare elmaya elini uzatması.

Cola-Turka'nın Chevy Chase'i Coca-Cola'nın Beyoğlu gençliği

YOLUMUZ yine Coca-Cola Türkiye Şişeleme Grubu'nun Ankara'daki fabrikasına düştü.

Geçen yıl Coca-Cola Kalite Sistem Ödülü kazanarak, dünyadaki 2 bin fabrika arasında 10. sıraya oturan bu işletme şimdi de TSE'den (Türk Standartları Enstitüsü) İş Sağlığı ve Güvenlik Sertifikası almış.

TSE bu sertifikayı boşuna vermemiş.

Zira Coca-Cola fabrikasının işçinin sağlığı ve güvenliği için uyguladığı program Çalışma Bakanlığı'na örnek olmuştu.

Bakanlık benzer programı Türkiye çapında yaygınlaştırmak için Avrupa Birliği'nden 7 milyon Euro almıştı.

Sertifikanın verildiği törende yan yana oturduğum TSE Planlama ve Eğitim Müdürü Murat Sayar ile kalite standartlarını konuşuyoruz.

Bir gün önce, büyük bir market zincirinden aldığım üç kavanozdan ikisi arızalı çıkmış, kalite kontrole, tüketici haklarına takmış vaziyetteyim.

TSE kimlere belge verir, nasıl verir onları konuşuyoruz..

Aldığım bilgiler tüketici olarak beni rahatlatmıyor ama TSE'yi öğreniyorum.

1300 personeli olan TSE özel sektör gibi çalışıyor, devletten para almıyor.

Belki de dünyada devletten para almayan tek standartlar kuruluşu.

Yurtdışında da belge veriyor.

Mesela ABD'deki üç şirkette de TSE belgesi varmış.

Uluslararası bir şirket olan Coca-Cola'nın da TSE'nin belgesini alması gururlandırmış Sayar'ı.

Globalleşmenin hoş bir boyutu.

Bir diğer boyutu da Coca-Cola İçecek Grubu'nun Murahhas Üyesi Ron Jones ile sohbetimizde ortaya çıkıyor.

Ron Jones'a önce elbet Cola-Turka'yı nasıl bulduğunu soruyoruz.

‘‘Pazarda rekabet olması bizim için iyi’’ diyor.

Peki Cola-Turka'yı tatmış mı?

‘‘Tattım. Coca-Cola değil, çok farklı.’’

Reklam filminin ABD'de çekilmesine ne diyor?

Cevap şöyle:

‘‘Onlar filmi New York'ta çekti, Chevy Chase'i oynattı. Biz Beyoğlu'nda, Türk gençleriyle çektik. Üstelik Türkiye'de çektiğimiz reklam filmi Coca-Cola camiasında öyle beğenilmiş ki bazı Avrupa ülkelerinde, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan'da da gösteriliyor.’
Yazının Devamını Oku

Çorum için ‘süper güç’ Hitit mi yoksa leblebi mi?

23 Eylül 2003
<B>ÇORUM'</B>un 7 bin yıllık tarihinde Hititlerin varlık gösterdikleri zaman dilimi sadece 450 yıl. Ama öylesine donanımlı bir imparatorluk kurmuşlar ki, Anadolu'ya ‘‘süper güç’’ olarak damgalarını vurmuşlar.

4 bin yıl önce hukuk devrimi, vergiler, ticaret onlardan sorulurmuş.

Çorum ve Hitit uygarlığı ile iki gün boyunca haşır neşir olmamızın nedeni Garanti Bankası'nın geleneksel ‘‘Anadolu Sohbetleri’’.

Hem Çorum'un ekonomisinin dertlerini dinledik, hem ‘‘Annita'nın Laneti’’ kitabının yazarı, eski Hazine Müsteşarı Mahfi Eğilmez'in rehberliğinde Hitit uygarlığında zevkli bir yolculuğa çıktık.

Meğer Anadolu tam 4 bin yıldır yüksek faize alışkınmış.

Mahfi Eğilmez diyor ki: ‘‘Anadolu'ya gelen Asurlu tüccarlar kalay satıyor karşılığında tahıl alıyor. Kötü hava koşulları nedeniyle tahıl yoksa malını yüzde 130 faiz karşılığında satıyor.’’

Rüşvet, konsolidasyon derseniz bunlar da var 4 bin yıl önce.

Hititlerin en önemli özellikleri her şeyi yazmaları.

Günümüze kadar gelmiş onbinlerce Hitit tabletinde hangi tüccarın kime rüşvet verdiği mevcut. Hatta devlette görevli bir katibin bile ‘‘vaat edilen öküz nerede kaldı’’ diye bir not düştüğü biliniyor.

Hititlerin başkenti Hattuşa ve açık hava tapınağının olduğu Yazılıkaya'yı birlikte gezdiğimiz Mahfi Eğilmez, siyasilerin Hititlere yeterince ilgi göstermediği kanısında.

Oysa Hitit tüm dünyaya pazarlayabileceğimiz bir marka.

Eğilmez, ‘‘Cumhurbaşkanının, başbakanın, kültür bakanlarının burayı ziyaret etmemeleri büyük bir eksiklik’’ diyor ve bir anekdot anlatıyor.

Kenan Evren, dönemin Almanya Cumhurbaşkanı’yla bir araya geldiğinde ‘‘Hitit kazıları nasıl gidiyor’’ diye bir soruya muhatap olmuş.

Almanlar Hitit kazılarına ta başlarından beri sponsor olmuşlar.

Cumhurbaşkanının ilgisi normal.

Evren'in tabii kazılarla ilgili en küçük bir bilgisi yok. Bu yüzden ilk fırsatta Hattuşa'ya gitmiş.

Ne var ki gördükleri pek de tatmin etmemiş paşayı: ‘‘Bu gürültü, bu taş yığını için mi?..’’ diye çıkışmış yanındakilere.

Hikayenin devamı var.

Hışımla Hattuşa'dan dönerken konakladığı köyün adını beğenmeyince ‘‘Evren’’e çevirtmiş.

Hattuşa'ya giderken gördük Evren Köyü'nü.

Bu anekdot bence Ankara'nın bu toprakların tarihine, kültürüne ilgisizliğin güzel bir kanıtı.

Değişen bir şey yok.

Mahfi Eğilmez'in dediği gibi Japon Prensi Mikasa bile yılda bir kere buralara gelirken, bizim siyasiler konuya soğuk.

Hitit markasının bize neler kazandırabileceğini görmüyorlar ya da görmek istemiyorlar.

Peki Çorumlular Hitit markasının öneminin farkında mı?

‘‘Anadolu Sohbetleri’’nde yanımda oturan Çorum Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Mahmut Gökçeşme'ye Hitit markasından yararlanmak için neler yaptıklarını soruyorum.

Aldığım cevaptan anlıyorum ki, Çorumlular Hitit'e pek de marka gözüyle bakmamışlar.

Oysa Hitit markasının katma değeri şimdilerde ihraç etmeye çalıştıkları leblebiden çok daha fazla olabilir.

Tuğla Hitit'ten kalma tekstil ve seramik iyi


‘‘Anadolu Sohbetleri’’nden duyduklarımız kadarıyla Çorum'un ekonomisiyle ilgili bir iki cümle.

Yaklaşık yirmi yıl önce Çorum, Anadolu Kaplanları arasında sayılıyor. O zamanlar büyük bir ekonomik patlama yapmasına kesin gözüyle bakılıyor.

Peki bugün durum ne?

Burayı yıllardan beri izleyen Dünya Gazetesi yazarlarından, KOBİ uzmanı Dr. Rüştü Bozkurt'a bakarsanız, Çorum'un geleneksel üretim alanlarından olan tuğla ve kiremit sektörü kendini yenileyememiş.

‘‘Tuğla fabrikaları Hititlerden kalma’’ diyor Bozkurt.

Çeşitli nedenlerden dolayı sektör tesislerini modernleştirmemiş.

Bozkurt'un, Çorum'un geleneksel üretimleri için önerdiği şeyler arasında rakip stratejileri gözlemlemek, kaliteyi gözardı etmemek, markayı ihmal etmemek gibi şeyler var.

Bizimle birlikte Çorum'a gelen işadamı Selman Bilal'ın gömlek üreten fabrikası sanki Bozkurt'un önerilerini harfiyen uygulamış. Gezdiğimiz Bilsar tesislerinde çoğu kadın yaklaşık 600 kişi çalışıyor. Yıllık üretim kapasitesi 1.5 milyon, dünyanın ünlü markalarına mal üretiyor. 13 milyon dolarlık ihracat yapıyor. Çorum'da marka yaratmayı başarmış diğer bir örnek ise Ece Seramik.

Firma ürettiğinin yüzde 35'ini ihraç ediyor.

Boğazkale değil, Hattuşa olsaydı 200 bin turist gelirdi


‘‘Anadolu Sohbetleri’’nde Boğazkale'nın Belediye Başkanı İbrahim Bostanlı ile karşılaştım. Başkan Boğazkale'nin (diğer adı da Boğazköy) adını Hattuşa'ya çevirmek için uğraşıyor bir süredir.

Belediye Meclis kararı alınmış ama Ankara ismi değiştirmeye yanaşmıyor.

Öneriyi tam üç kere geri çevirmiş.

Neden karşı çıkılıyor diye soruyorum.

Gerekçelerden bir tanesi yabancı isim olmasıymış. Diğeri de isim değişikliğinin devlete getireceği mali yük.

Belediye Başkanı diyor ki ‘‘Hattuşa'yı yerli yabancı yılda 60 bin kişi ziyaret ediyor. Eğer Boğazkale'nin adı resmen Hattuşa olsaydı buraya 200 bin turist gelirdi.’’
Yazının Devamını Oku

Biz bu başkanı çok sevdik

21 Eylül 2003
<B>KÜRSÜDE</B> Portekiz Cumhurbaşkanı <B>Jorge Sampaio. </B> Duymak istediğimiz şeyleri söylüyor: ‘‘Türkiye sebatla, sabırla yoluna devam ederse Avrupa Birliği'ne üye olmayı başaracak. Portekiz Ankara'nın üyeliğini sonuna kadar destekliyor.’’

Sampaio
, AB üyeliğinden önce Avrupa'nın en yoksul, en geri kalmış ülkesi olan Portekiz'i örnek gösteriyor.

Portekiz'de bugün kişi başına milli gelir 16 bin dolar civarında.

‘‘AB ile müzakereler çok çetin geçti. 7 yıl sürdü. Hálá da bitmiş sayılmaz. AB ile müzakereler yaşam boyu sürer’’ diyor.

Sampaio, Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra başlayan Avrupa'nın yeniden inşası projesinden, genişleme sürecinden, euro'dan söz ediyor.

Ortak dış ve savunma politikalarında Avrupa'nın pek de başarılı olmadığını itiraf ediyor.

Türkiye'nin Avrupa güvenliğinde oynadığı ve bundan sonra oynayacağı rolü övüyor.

Sampaio'nin İngilizcesi mükemmel.

Ana hatlarıyla çizdiği Avrupa politikası açık.

Aynı masayı paylaştığım ünlü bir işadamımız biraz da kıskançlıkla Portekizlilere soruyor: ‘‘Nerede buldunuz bu olağanüstü başkanı.’’

Bizim ünlü işadamını şaşırtan Sampaio, Portekiz'in önde gelen politikacılarından.

7,5 yıllık cumhurbaşkanlığından önce Sosyalist Parti'nin genel sekreterliğini, Lizbon'un yıllarca belediye başkanlığını yapmış.

Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği için söyledikleri bu yüzden önemli.

Laf Avrupa Birliği'nden açılmışken, geçenlerde İnternational Herald Tribune Gazetesi'nde okuduğum eğlenceli haber aklıma geldi.

Meğer, Brüksel'deki AB merkezinde yeni 10 üyenin de oturabileceği büyüklükte yeni bir masa dizayn edilmiş.

Kocaman bir odadaki dikdörtgen masanın uzunluğu tam 25 metre.

Bir futbol sahasının dörtte biri kadar yani.

Masanın diğer ucunda kimin konuştuğunu görmek asla mümkün olmadığından, tasarımcılar her sandalyenin önüne bir ekran yerleştirmişler.

Masada 11 yerine tam 20 dil konuşulacak.

Kolay iş değil.

Masayı dizayn ettiniz, etrafına adamları oturttunuz...

Peki bunlar nasıl anlaşacak?

Politik psikoloji dalında uzman Amerikalı psikolog Aubrey İmmelman'a bakarsanız, bir masanın etrafındaki müzakere ortamında en fazla 15 kişilik gruplarla verimli olmak mümkün.

Hele önceden hesaplanmamış, tasarlanmamış müzakerelerde orta yolu bulmayı aklınızdan çıkartın.

‘‘Daha hiyerarşik bir yapı düşünülürse belki verimlilik sağlanabilir’’ diyor psikolog uzman.

AB'li yetkililer de bunu düşünmüş olacak ki, yeni üyeleri iki eski üyenin arasına sıkıştırıvermişler.

Mesela, Macaristan Almanya ve Portekiz'in, Polonya ise Fransa ile İsveç arasında.

Anlayacağınız, maazallah yenilerden biri sesini fazla yükseltirse, sağındaki ve solundaki ağabeyleri ‘‘sen sus bakiim’’ diyebilecek.

Merak ettiğim iki şey var: Sampaio’nun sözünü ettiği sebat ve sabrı gösterip günün birinde AB'ye üye olduğumuz takdirde 25 metrelik masaya bir sandalye daha sıkıştırmak mümkün olacak mı? Bir de sağımızdaki ve solumuzdaki ağabeyler acaba kimler olacak?
Yazının Devamını Oku

Derin devletten sonra derin bürokrat mı?

19 Eylül 2003
<B>TÜRK </B>ekonomisinin yüzde kaçı kayıt dışı?<br> Sanıyorum bunu tam olarak bilen yok.

TÜRMOB yani Türkiye Serbest Muhasebeci, Mali Müşavirler ve Yeminli Mali Müşavirler Odaları Birliği'nin düzenlediği panelin konusu ‘‘Kayıtdışı erkonomi ile mücadelede toplumsal katkı.’’ Panelin sloganı da zaten ‘‘belge al, engel ol.’’

Enflasyonla mücadele kadar önemli kayıt dışı ekonomiyle mücadele.

TESK Genel Başkanı Derviş Günday, ‘‘Kayıtdışı AB ekonomilerinde yüzde 15'i aşmaz. Bizde yüzde 40, yüzde 60, kimilerine göre yüzde 100’’diyor. Hatırladığım kadarıyla, İSO'nun 2002 rakamı yüzde 46.

Peki kayıtdışı ekonomiyi önlemenin yolları neler?

Önerilen şeyler arasında, vergi oranlarını indirmek, vergi mevzuatını basitleştirmek yani anlaşılır kılmak, bazı vergileri tümden kaldırmak, denetimi sıklaştırmak ama en önemlisi şeffaflık var.

‘‘Avrupa Birliği'nde yaşayan yaklaşık 3.5 milyon Türk'ün katma değerleri 70 milyar Euro, 70 milyon Türk'ün ise 210 milyar Euro ise sorun Türk halkında değil koşullarda’’ deniyor. Muhasebeciler ve mali müşavirler salondaki Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'a ‘‘reform şart’’ diye sesleniyor.

Kemal Unakıtan, ‘‘tamam’’ diyor ‘‘Sorun devlette ama muhasebeciler ve mali müşavirler de özel sektör ile vergi pazarlığına oturmasın.’’

Unakıtan
'ın elindeki listeyi okuyor.

Buna göre, ayakkabıcı aylık kazancını beyan etmiş: 36 milyon.

Otel-motelcilerin 80 milyon, bakkalın 50 milyon, lokantacının 26 milyon 700, kasabın 50 milyon, kürkçü 35 milyon.

‘‘Adam kürk satıyor aylık kazancı 35 milyon. Bu rakam normal akışına aykırı. Bir memleket böyle kalkınmaz. Yabancı sermaye bu koşulda gelmez.’’

Unakıtan
kararlı.

Vergi barışı nasıl sağlandıysa, kayıtdışı ekonominin de üzerine öyle gidilecek.

Panelin ilk kısmında Unakıtan'dan sonra söz alan kişinin adını ne yazık ki not etmemişin ama sanırım TÜRMOB'un bir üyesiydi.

Diyor ki: ‘‘Sayın Bakanım vergi meselesi 50 yıldır düzeltilemedi. Zira Maliye Bakanlığı'nın üst düzey bürokratları buna direniyor. Nasıl derin devlet varsa, bunlar da derin bürokrat. Mevkilerini korudukça hiçbir şey düzelmez.’’

Aynı kişi, önemli birşey daha söylüyor: ‘‘ABD'de vergi disiplinini sağlamak için merkeze bağlı 15 bin kişi çalışıyor. Bizde sadece 700 kişi.’’

‘‘Derin bürokrat’’
a benzer bir tanımı daha geçenlerde Orman Bakanlığı için duymuştum. O bakanlıkta da, genel müdürlerin değiştiği ancak her türlü değişikliğe direnen genel müdür yardımcılarının hep yerlerini korudukları konuşuluyordu.

Sanırım önümüzdeki günlerde bu ‘‘derin bürokrat’’ lafını da sık duyacağız.

Porto Şarabı ve Gülbenkyan Vakfı Portekiz Heyeti'nde

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan'ın geçtiğimiz temmuz ayında Portekiz'e yaptığı resmi ziyaretin ardından Cumhurbaşkanı Jorge Sampaio başkanlığındaki bir heyet Türkiye'de.

1986 yılında, İspanya ile birlikte Avrupa Birliği'ne üye olana kadar Avrupa'nın en yoksul ülkesi olan Portekiz bizim için ilginç bir örnek.

Portekiz heyetinde, cumhurbaşkanının yanısıra ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Franquelim Garcia Alvas ile 50 işadamı var.

DEİK tarafından düzenlenen toplantıdan sonra konuşmak fırsatını bulduğum Alvas Portekiz ekonomisinin bir panoramasını sunuyor. 1986'dan 2000 yılına kadar yüzde 3.6 oranında büyümüş.

Kişi başına milli gelir 16 bin dolar.

Alvas, AB üyeliğinin de, Euro'ya geçiş sürecinin de sancılı olduğunu gizlemiyor. 80'li yılların sonunda başlatılan özelleştirme devam ediyor. Banka, telekom, sigorta, enerji özelleştirmenin en yaygın olduğu alanlar.

Direkt yabancı yatırım 2002 yılında 38 milyar dolar.

Yabancı yatırımı hızlandırmak için geçtiğimiz günlerde bir ‘‘Yatırım Ajansı’’ kurulmuş. Her şey tek elden, buradan yürütülecek. Ne diyelim. Darısı başımıza. Vergi oranları 2006 yılına kadar yüzde 20 oranında düşürülecek.

‘‘Portekiz ABD ve Afrika ile Avrupa arasında bir köprüdür’’ diyor Alvas. Portekiz için Afrika'daki eski sömürgeleri de iyi bir pazar.

MÜSLÜMAN CEMAAT BAŞKANI

Alvas
'tan sonra heyette tanışma fırsatını bulduğum diğer bir kişi Portekiz'deki Müslüman cemaatinin başkanı Abdül Mecit Karim Vakil.

Meğer Vakil, Mozambik'ten Portekiz'e 1950'lerde göç ettiğinde ülkede müslüman yokmuş. ‘‘Ben ikinciydim’’ diyor gururla. ‘‘Bugün 35 bin kişilik bir Müslüman cemaati var.’’

Efisa Bankası'nın Başkanı olan Vakil, İstanbul'da Taib Yatırım Bank ve TEB ile işbirliği yapıyor.

Gelelim diğerlerine...

İstanbul, Üsküdür doğumlu Kalust Gülbenkyan bir zamanlar dünyanın sayılı zenginlerindendi. İstanbul'dan sonra İngiltere, Fransa'da yaşamış, 2. Dünya Savaşı sırasında Lizbon üzerinden ABD'ye gitmeyi planlarken ölünceye kadar Portekiz'de yaşamıştı.

Lizbon'da kurduğu Gülbenkyan Vakfı'nın sermayesi 2.2 milyar Euro dolayında. Yıllık bütçesi ise 100 milyon Euro. Resmi heyetle gelen Vakıf Başkanı Emilio Rui Vilar'a ‘‘bu bütçeyi nerelere harcıyorsunuz’’ diye soruyorum. Sanat, eğitim, bilimsel araştırma ve toplumsal gelişmeye katkıda bulunuyorlarmış.

Portekiz kültürünü ve lisanını öğrenmek isteyen Türk öğrencilerinin de Gülbenkyan bursundan yararlanabileceklerini söylüyor.

Manuel Lima Ferreira ise Porto Şarabı Enstitüsü'nün temsilcisi olarak gelmiş. Türklere ünlü Porto Şarabı'nı sevdirecek yani.

Kendisini hemen Tuğrul Şavkay'a havale ediyorum. Sadece Türklerin ne kadar Porto Şarabı içtiklerini soruyorum. Hemen söyleyeyim ki Porto Şarabı'yla aramız pek iyi değil.

Alıcı listesindeki 91 ülke arasında 72. sıradayız.

2002 yılında, 4 bin 892 Euro ödeyerek 662 litre almışız.

2003 yılının ilk ayında ise 1323 litre alıp 9 bin 300 Euro ödemişiz.

Yalnız önemli bir nokta: Aldığımız Porto Şarabı'nın kalitesi ortalamanın üzerinde...
Yazının Devamını Oku

Milletvekili maaşı öğretmen maaşından 7.5 kat fazla olursa

16 Eylül 2003
<B>DÜN </B>yeni bir ders yılı başladı.<br><br>13 milyon 700 öğrenci, 52 bin 650 okul, 558 bin öğretmen. Bir yanda bu sayılar, diğer yanda genç ve dinamik bir nüfusa sahip Türkiye'nin eğitimde Avrupa Birliği'nin hayli gerisinde olduğu gerçeği.

Avrupa'nın eğitim kalitesine nasıl ulaşacağız?

Sorunlar öylesine fazla ki...

Bir kere okul öncesi eğitime yeterince önem verilmemiş bugüne kadar.

Türkiye'de okul öncesi eğitimden yararlanan çocukların oranı sadece yüzde 14.

Oysa daha önce faaliyetlerine bu sütunlarda yer verdiğim Anne Çocuk Eğitim Vakfı AÇEV'in sloganı şöyle: ‘‘7 yaş eğitime başlamak için çok geç.’’

Özellikle kırsal kesimlerde okula gönderilmeyen kız çocuklar, ki bu oran neredeyse sekizde bir, madalyonun bir başka yüzü.

Okul binalarının durumu, kayıt parası rezaletleri, kitap parası bulamayan veliler derken sorunlar dağ gibi.

Sabancı Üniversitesi bünyesindeki İstanbul Politikalar Merkezi Eğitim Reformu Girişimi projesi sorunlara çözüm üretmeyi amaçlayan bir proje.

İstanbul Politikalar Merkezi direktörü Profesör Üstün Ergüder, yeni öğretim yılının başlaması nedeniyle gönderdiği notta, Eğitim Reformu Girişimi'nin eğitimde erişim, eşitlik ve kalite için bürokrasi, üniversiteler, okul ve sivil toplum kuruluşlarını bir araya getiren bir ‘‘fikir üretim’’ süreci oluşturduklarını yazıyor.

Eğitim Reformu Girişimi'nin tespitlerine göre, AB'ye tam üyelik yolunda olan Doğu Avrupa ülkelerinde eğitim düzeyi bizden hayli ileride.

Ortalama bir Doğu Avrupalı'nın okulda geçirdiği yıl sayısı, ortalama bir Türkiye yurtdaşının iki katından fazla.

ERG'nin eğitimle ilgili çalışmalarına www.erg.sabanciuniv.edu adresinden ulaşmak mümkün. Profesör Üstün Ergüder ile telefon konuşmamda, müfredat kadar öğretmene yapılacak yatırımın da önemli olduğunu söylüyor.

Ne demişti Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik arkadaşımız Nuran Çakmakçı'ya: ‘‘İyi öğretmene fazla maaş... Verimliliğine göre maaşlarını artıracağız...’’

İyi güzel de, bir öğretmenin maaşı ortalama 480 dolar, yani 660 milyon.

Dünkü gazetelerde milletvekillerimizin yılda 61 milyar lira kazandıkları ve milli gelire kıyaslanınca, Avrupa'da birinci olduklarını okuduk.

Buna göre, bir milletvekilinin maaşı bir öğretmenin maaşından neredeyse 7.5 misli fazla.

Hangi Avrupa ülkesinde bu böyle?

Bir ülkenin geleceğini omuzlarında taşıyan insanlarla milletvekilleri arasında uçurum böylesine büyük mü olmalıydı?

28 Eylül'de Vakıflı Köyü'nde Türk-Ermeni dostluk konseri


FAKSIMA ve e-postama düşen yazıların tümünü ne yazık ki okuyucularla paylaşmak mümkün değil... Seçim yapmak gerekiyor çoğu zaman.

İbre çoğunlukla umut verici yazılardan yana.

‘‘Barışa Çağrı Konseri’’ başlığını taşıyan yazı işte böyle bir yazı.

Adanalı tıp doktoru Ahmet İhsan Çay gönderdiği faksta şöyle diyor: ‘‘Dostlarım her biriniz farklı coğrafyalardan, farklı kültürlerden, farklı siyasal tercihlerden, farklı inançlardan olabilirsiniz. Ama dinlediğiniz müzikte yüce insani duyguları paylaşırsınız. Biz müziğin birleştirici şemsiyesi altında tüm dünyayı barışa davet ediyoruz.’’

Hangi barış, hangi konser derseniz hemen izah ediyorum.

Ahmet İhsan Çay yaklaşık bir yıldan beri Antakya İli Samandağ İlçesi'ne bağlı Vakıflı Köyü'nde bir konser projesinin peşinde.

Neden Vakıflı Köyü?

Çay'ın verdiği bilgiye göre, Türkiye'de nüfusu sadece

Ermeni olan tek köy Vakıflı Köyü'ymüş. ‘‘Amacımız Türk-Ermeni dostluğunu geliştirmek ve insanların kardeşçe yaşadığı bölgenin varlığını dünyaya duyurmak.’’

Çevredeki Rotary derneklerinin desteğiyle 28 Eylül'de, şef Emin Güven Yaşlıçam'ın yönetimindeki Çukurova Senfoni Orkestrası'nın çalacağı iki konser düzenlenmiş.

Konserlerden birincisi öğle saatlerinde Vakıflı Köyü'nün küçük kilisesinde.

Diğeri akşam 20.00'de Antakya'nın 1500 kişilik açık hava amfisinde.

Konserin en büyük sürprizi Türk ve Ermeni sanatçıların buluşması olacak.

Erivan'dan gelen Hasmik Avdalyan, Ulvi Cemal

Erkin
'in keman konçertosunu,

Hakan Şensoy ise Ermeni besteci Haçaduryan'ın keman konçertosunu seslendirecek.

Ahmet İhsan Çay'a

Antakya Belediye Başkanı ile Ermeni Patriği II. Mesrob'un destekledikleri Vakıflı Köy'deki konsere kaç kişi beklediklerini soruyorum.

‘‘İstanbul'dan, hatta Suriye'den dahi gelecek olanlar var. Kiliseye 400 kişinin toplanacağını sanıyorum’’ diyor.

Vakıflı Köyü'ndeki bu dostluk konseri için daha fazla bilgi isteyenler Ahmet İhsan Çay'ın mail adresi şöyle: ahmetihsan@ixir.com
Yazının Devamını Oku

Aşk ve reklam kitaplarından sonra İkiz Kuleler’in romanını yazdı

14 Eylül 2003
<B>FREDERIC Beigbeder, </B>kitapseverlerin yakından tanıdıkları bir isim. İlk kitabı ‘‘Aşkın Ömrü Evde Uzar’’.

Boşanınca fikir değiştirmiş, ‘‘Aşkın Ömrü Üç Yıldır’’ kitabını yazmış.

Büyük paralar kazandığı reklamcılığı bıraktıktan sonra, reklam dünyasının içyüzünü anlattığı ‘‘3.900 TL’’'yi kaleme almış.

Çalıştığı şirket onu kapının önüne koymuş ama o ünlü olmuş.

Zaten yukarıda saydığım kitapların tümü Türkiye'de de best-seller olmuş kitaplar.

38 yaşındaki Frederic Beigbeder şaşırtmasını seven biri.

Hafızam beni yanıltmıyorsa eğer, gençliğinde koyu bir Chirac hayranı olup son seçimlerde oyunu Komünist Parti lideri Robert Hue'ya vermişti.

Ne var ki, onun oy vermesi de işe yaramadı.

Hue yerinde saydı.

Her neyse, reklamcılıktan sonra yazarlığa, televizyonculuğa, editörlüğe soyunan Frederic Beigbeder bugünlerde turnayı yine gözünden vurmuş.

Yazdığı son kitap çok konuşulacak.

Zira 11 Eylül'ün ikinci yıldönümünde piyasaya çıkan kitabı ‘‘Dünyanın Pencereleri’’ peşpeşe iki uçağın çarptığı İkiz Kuleler'de, bir baba ile iki oğlunun son saatlerini anlatıyor.

Teksaslı emlákçı Carthew Yorston, olay günü, kulelerin 107. katındaki ‘‘Dünyanın Pencereleri’’ lokantasında iki küçük oğluyla birlikte kahvaltı etmektedir.

Aniden büyük bir patlama duyulur, tabaklar havada uçuşur ve lokantayı kesif bir duman kaplar.

Baba önce oğullarını yatıştırmaya çalışır.

İçerde ısı giderek dayanılmaz bir hal alır.

Kitap, baba ile iki oğlunun 118 dakika boyunca nasıl can çekiştiklerini anlatan 118 bölümden oluşmuş.

Ancak bu bölümlerde Amerikalı baba ve iki oğlunun yanısıra yazarın kendisi de var.

Romandaki esas ses.

Paris'in en yüksek binası olarak bilinen Montparnasse Kulesi'nin 56. katında ‘‘Paris'in Gökyüzü’’ lokantasında 4 yaşındaki kızıyla kahvaltı eden Beigbeder'in sesi satır aralarında.

Beigbeder'e sormuşlar.

‘‘Niye 11 Eylül ile ilgili kitap yazdın’’ diye.

Cevap şöyle: ‘‘Fransa'daki Amerikan karşıtlığından müthiş sıkıldım bu yüzden yazdım.’’

Dedim ya, illa sivri olacak.

Tanıdığım Anna Lindh


İSVEÇ Dışişleri Bakanı Anna Lindh, tek başına alışverişteyken bıçaklandı ve öldü.

Bu satırları yazdığımda henüz katili ortada yoktu.

Ölüm haberini öğrendiğimde Davos'ta birkaç yıl öncesi tanık olduğum bir sahne geldi gözümün önüne.

Anna Lindh ile o dönemde Başbakan Yardımcısı olan Mesut Yılmaz buluşacak.

İsveç Dışişleri Bakanı küçük bir odada gerçekleşecek olan buluşmaya daha erken gelmiş, paltosunu asmış, koltuğa oturmuş, biz gazetecilerle sohbet ediyor.

Yanında koruması yok, danışmanı yok.

10-15 dakika sonra gelen Mesut Yılmaz'ın arkasında korumalar.

Bu normal diyeceksiniz.

Peki yardımcılarından birinin çantasını, diğerinin paltosunu taşımasına ne dersiniz?

Hemen hemen yaşıt iki politikacının tarzlarındaki farklılığa ne kadar şaşırdığımı, Mesut Yılmaz'ın öylesine sade bir kadının karşısına arkasında paltosunu tutan biriyle çıkmasına ne kadar sıkıldığımı hatırlıyorum.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan'a ‘‘22 imzaya ne gerek var’’ sorusu

12 Eylül 2003
<B>İKİ</B> yıl önce ziyaret etmek fırsatını bulduğum Gebze Organize Sanayi Bölgesi'ne ilgim en fazla iki nedenden ötürü devam ediyor:<br><br>Çağdaş Türk ressamlarından oluşan resim koleksiyonu ve Sabancı Üniversitesi'yle ortaklaşa oluşturduğu Teknopark.<br> Türkiye'nin en büyük organize sanayi bölgesinde şaşırtıcı bir şey daha görmek mümkün.

Bilbao'daki Guggenheim Müzesi'ni yapan ünlü Amerikalı mimar Frank Gehry'nin tasarımı olan sandalyeler.

GOSB'nin Bölge Müdürü Okan Çağlar ile arada sırada son gelişmeleri telefonda konuşuruz.

Dünkü konuşmamızda öğreniyorum ki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bugün GOSB'yi ziyaret edecek.

Bu önemli zira, Çağlar ile iki yıl önce ilk karşılaştığımızda Ankara'nın tam 16 yıl önce kurulmuş olan bu organize sanayi bölgesine pek ilgi göstermediğinden yakınmıştı.

Hatta ilk brifingi alan bir Türk bakan değil İngiliz Sanayi Bakanı olmuş.

Her neyse, Recep Tayyip Erdoğan'ın GOSB'yi ziyaret nedeni Gebze'de temeli atılan bir ilköğretim okulu.

Okulu yapan, GOSB'de fabrikası olan Yücel Şirketler Grubu.

350 milyon dolarlık cirosu olan şirket bugüne kadar sağlık ve eğitim konularında hayli yatırımlar yapmış.

En son da, 2004 yılının ocak ayında teslim edeceği 24 derslik ilköğretim okulunun inşaatına başlamış.

Temel töreninden sonra Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Mehmet Hilmi Güler ile GOSB'yi ziyaret edecek olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a Kocaeli Sanayi Odası Başkanı Yılmaz Kanbak bir brifing verecek.

Brifingde elbet GOSB'nin sorunları da gündeme getirilecek.

Çağlar'a ‘‘en büyük sorununuz ne’’ diye soruyorum.

‘‘Burada fabrika inşaatı için saydık, izin ve ruhsat için tam 22 kapıya başvuruyoruz. Bunun azaltılmasını talep edeceğiz’’ diyor.

Görünen o ki, sanayicilerin sorunları, GOSB'yi tanımak için yola çıkacak olan Başbakan'ı epey terletecek


ABD ve AB'ye karşı sürpriz cepheleşme

BİZLERDEN kilometrelerce uzakta, Meksika'nın Cancun kentinde neler olup bittiğini izlemekte yarar var.

Dünya Ticaret Örgütü'nün (DTÖ) bakanlar düzeyindeki beşinci konferansında senaryo aynı senaryo:

Bir yanda kendi kurallarını empoze etmeye çalışan zengin ülkeler, diğer yanda haklarını korumaya çalışan gelişmekte olan ülkelerle yoksul ülkeler.

Cancun'daki en önemli mesele tarım.

Gelişmekte olan ülkelerin tarıma yaptıkları sübvansiyon yaklaşık 320 milyar dolar.

Sübvansiyon nedeniyle yeryüzündeki köylü nüfusunun yüzde 63'ünü barındıran ülkeler elbet ki zor durumda.

Sadece Brezilya'nın kaybı yılda 10 milyar dolar. İki yıl önce Doha'da tarıma sübvansiyonu azaltmayı vaat eden zenginler tahmin edebileceğiniz gibi sözlerini asla tutmadılar.

Cancun'da özellikle tarım konusunda sıkı bir kavganın patlak vereceği önceden tahmin ediliyordu ama sürpriz bir cepheleşme beklenmiyordu.

ABD ve AB'ye karşı sürpriz cepheleşmenin başını çeken ülkeler Çin, Hindistan, Arjantin ve Brezilya.

Gelişmekte olan ülkelerin bir cephe oluşturmaları fikrini ortaya atan Brezilya.

Çin, Hindistan ittifaka dahil olmayı hemen kabul etmişler.

Sonuçta 21 ülke birleşmiş.

Brezilya Dışişleri Bakanı Celso Amorin'e bakılırsa gelişmekte olan ülkeler ilk kez kendi gündemlerini, kendi sorunlarını kabul ettirtmek için güç birliği yapıyor.

Haberlere göre, cepheleşme karşısında zengin ülkeler ‘‘bu ülkelerin çıkarları nerede kesişiyor’’ diye pek şaşırmış. Brezilya mesela tarım ürünleri ihracatçısı iken, Hindistan büyük oranda ithal ediyor.

Cepheleşmenin işe yarayıp yaramadığını hep birlikte dört gün sonra göreceğiz.

İlk adım Marmara Grubu'ndan

DIŞİŞLERİ Bakanı Abdullah Gül önceki gün açıkladı: Avrupa Birliği için seferberlik başlatılacak.

İzleme Grubu, reformları yakın takibe alacak.

İçişleri ve Adalet Bakanlıklarının destekleriyle insan hakları meselesinin üzerine gidilecek.

Ayrıca bir ‘‘gönüllü elçiler’’ grubu oluşturulacak. Sanatçılar, gazeteciler, işadamlarının dahil olacağı grup Türkiye'nin imajı için teke tek çalışacak.

Gül'ün bu seferberlik çağrısına hemen yanıt Marmara Grubu Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı'ndan geldi.

Dün e-postama düşen mesaja göre, Marmara Grubu, Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde ‘‘Vakıf ve Derneklerin Durumu’’nu 14-15 Eylül tarihlerinde Ankara'da düzenlediği sempozyumlda ele alacak.
Yazının Devamını Oku

Packard, ‘İstanbul’daki Zeugma sergisinin sponsoru oldu

2 Eylül 2003
2000 yaz aylarında Zeugma kazılarına 5 milyon dolar vererek Türkiye'nin gündemine oturan <B>‘‘Zeugma'nın Babası’’, Hewlett</B>-<B>Packard</B>'ın (Compaq ile birleşti) ikinci kuşak sahibi <B>David Packard</B>'dan uzun bir aradan sonra nihayet ses geldi. İki yıl önce de Zeugma kazıları için 10 yıl zarfında 100 milyon dolar vermeyi taahhüt eden ancak Kültür Bakanlığı ile anlaşamayan David Packard, 2004 yılında İstanbul'da bir Zeugma Sergisi'nin sponsorluğunu yapacak.

Bu sevindirici gelişmeyle ilgili bilginin ilk kaynağı, geçenlerde Troya'da ayaküstü sohbet ettiğim Cincinnati Üniversitesi profesörlerinden Brian Rose.

Rose, Packard Humanities Institute'un kurucusu olan David Packard, İstanbul'da Zeugma mozaiklerini sergilemeye hazırlandığını söylüyor.

Rose'un verdiği bilgi üzerine aradığım Kültür Bakanlığı bana başka bir adres gösteriyor: Sanat tarihçisi Profesör Nurhan Atasoy.

Meğer Nurhan Atasoy, geçenlerde ABD'de iken David Packard kendisiyle temas kurmuş.

Belli ki, aklı ve gönlü Zeugma'da.

Profesör Nurhan Atasoy, David Packard'ı yeniden Zeugma ile ilgilenmesi için ikna etmeyi başarmış.

İlk etapta İstanbul'da, Topkapı Sarayı'nda bir Zeugma Sergisi planlanmış.

Serginin organizatörü Profesör Nurhan Atasoy, sponsoru ise David Packard.

Atasoy, sergiye alınacak mozaikleri seçmek üzere Gaziantep'te.

David Packard'ın ise sergi için İstanbul'a gelmesi mümkün.

UNESCO da devreye girmeye hazırlanıyor


ZEUGMA ile ilgili bir başka gelişme de Gaziantep'ten.

Biliyorsunuz, Gaziantep milletvekili, Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen'in bu antik şehre sahip çıkmak için verdiği bir söz var.

Gaziantep Belediye Başkanı Celal Doğan, Gaziantep Sanayi Odası Başkanı Nejat Koçer, finansal

destek vaat eden Konukoğlu ailesi, Gaziantep'te yayınlanan Sabah Gazetesi'nin sahibi Aykut Tuzcu Zeugma'nın yeniden gündeme gelmesi için katkıya hazır.

Yukarıda saydığım isimler arasında, en istikrarlı bir şekilde bu işin

peşinde koşan, hatta bir vakıf kuran sevgili dostum Aykut Tuzcu ne zamandır UNESCO'yu da devreye katmaya çalışıyordu.

Bunun için yanına Celal Doğan'ı da alarak, kalkmış geçtiğimiz mayıs ayında Bursa'daki Tarihi Kentler Birliği'nin toplantısına gitmişti.

Tuzcu şimdi bu çabalarının meyvelerini alıyor.

Zira Bursa'da karşılaştığı

Türkiye'nin Unesco nezdindeki temsilcisi Boskurt Aran'ın yanı sıra Unesco Başkan Yardımcısı Minja Yang'dan destek sözü almış.

Minja Yang, Tuzcu'ya gönderdiği mektupta, su ve uygarlıkla ilgili yeni bir proje hazırladığını ve proje için Zeugma'yı pilot bölge olarak önerebileceğini yazıyor.

UNESCO'nun Zeugma'ya ayıracak bir kaynağı olmadığını belirten Yang, mektubunda Avrupa Birliği'nin GAP'ta kültür mirası için verdiği 12 milyon euro’dan yararlanabileceklerini belirtiliyor.

Sanıyorum, bu AB kaynağının 3 milyon dolarlık bölümünün ihalesini Çekül kazanmış durumda.

Her neyse, Minja Yang, önümüzdeki günlerde Türkiye'ye yapacağı ziyarette, Zeugma için hem Avrupa Birliği, hem Türk Hükümeti'nden nasıl bir finansal ve teknik destek sağlanabileceğini araştıracak.

Yang, Kültür ve Turizm Bakanı'ndan da ayrıca randevu talebinde bulunmuş.

Arkeolojik kazılarla ilgili çıkışlarıyla hayli şaşırtan Bakan Erkan Mumcu acaba Yang'ın randevu talebine olumlu yanıt verdi mi?

Bu arada Yang, Gaziantep'te uluslararası uzmanların biraraya gelecekleri sempozyum fikrine de sıcak baktığını söylüyor.

Bir yanda Packard, diğer yanda UNESCO derken Zeugma için olumlu bir şeyler oluyor galiba.

Bu haberlerden sonra benim de sizlere başka iyi bir haberim var.

Tatile çıkıyorum.

10 gün sonra buluşmak dileğiyle.

Rock'n Coke nasıl ‘Live Aid’e dönüşecek


COCA Cola, Türkiye'de nihayet kalıcı bir sponsorluğa imza atacak.

Hatırlarsanız, UNICEF'in kadın direktörü Carol Bellamy, Milli Eğitim Bakanlığı’yla birlikte geçtiğimiz haziran ayında ‘‘Haydi Kızlar Okula’’ kampanyasını başlatmıştı.

Kampanyanın amacı, Türkiye'de okula gitmeyen her sekiz kızdan birinin yani 640 bin kız çocuğunun okuma yazma öğrenmesi.

Her şey yolunda giderse, 2005 yılının sonuna kadar öncelikle 50 ilde tüm kızlar okula gidecek.

Ziyaretime gelen Coca Cola Halkla İlişkiler Müdürü Ebru Bakkaloğlu, 6-7 Eylül tarihlerinde düzenleyecekleri Rock'n Coke Festivali'nin ''Haydi Kızlar Okula'' kampanyasına yardım platformuna dönüşeceğini söylüyor.

İngiliz şarkıcı Bob Geldorf'un 1985 yılında Afrika'daki aç insanlar için yaptığı ‘‘Live Aid’’ konseri gibi bir şey.

Festival süresince Kanal D ve CNN Türk ekranlarından kampanya için maddi destek sağlayacak bir teleton düzenlenecek.

Elde edilecek gelir kız çocuklarının okul masraflarına gidecek.
Yazının Devamını Oku