Gila Benmayor

Kaliforniya'nın başına devlet kuşu kondu

31 Ağustos 2003
<B>TERMİNATÖR Arnold Schwarzenegger </B>doğrusu ne gençlik haliyle, ne şimdiki haliyle tipim değil. Hiçbir filmini gördüğümü de sanmıyorum.

Ama son günlerde ‘‘Kaliforniya Valisi olacağım’’ diye ortaya çıkınca, doğal olarak medya da peşine düşünce çaresiz yazılanları okudum.

Kaliforniya'da 7 Ekim'de yapılacak valilik seçimlerine 150 aday başvurmuş. Kaliforniyalılar, şimdiki vali Gary Davis'ten o kadar bıkmışlar ki, seçim yapılması için aralarında imza toplamışlar.

Dilekçede tam 1.3 milyon kişinin imzası var.

Aday olmak için 3 bin 500 dolar tutarında bir çek ile 65 kişinin imzası yeterli.

Kimler yok ki adaylar arasında...

Porno kralı Larry Flint, porno kraliçesi Angelyne, ‘‘ne alırsan 99 sent’’ kampanyasının sponsorluğunu yaptığı 99 yaşında bir kadın, Hollywood'da artık kimsenin hatırlamadığı aktörler.

Bunların arasında, 1968 yılında Avusturya'dan ABD'ye göç etmiş, 56 yaşındaki Arnold Schwarzenegger'in bir yıldız gibi parlaması doğal.

Cenazesine bile gitmediği babası partiye kayıtlı bir Nazi’ymiş, İngilizcesi Henry Kissinger'in İngilizcesinden de betermiş, vaktiyle ‘‘Bay Vücut’’ yarışmalarına katılmak için tonlarca ilaç yutmuş.

Ne gam!

Koyu bir cumhuriyetçi olan Terminatör, vali olmayı kafasına koymuş bir kere.

Burası Amerika, her şey olabilir.

Kennedy ailesinin bir ferdi olan karısı Maria Shriver koyu bir Demokrat.

Valilik sevdasından kocasını vazgeçirtmeyi başaramamış.

Ofisinde büstü olan Ronald Reagan hem idolü, hem ilham kaynağı.

Peki Schwarzenegger'in politik görüşleri ne?

‘‘Kürtaja karşı değilim, eşcinsel beraberlikler evlilik olmadığı sürece rahatsız etmiyor, ateşli silahların yasaklanmasından yanayım’’ diyor.

Yani söylemi Demokratlar’ın da hoşuna gidecek cinsten.

Zaten kimi politik analistler, insanlarla kurmayı başardığı sıcak ilişkiler nedeniyle onu Clinton'a benzetiyorlar.

Ancak benzetme bu kadarla kalıyor.

Terminatör'ün entelektüel birikimi konusunda soru işaretleri hayli fazla.

Mesela, geçenlerde bir gazeteci çevreyle ilgili ayrıntılı görüşlerini rica etmiş. Cevap şöyle: ‘‘Hiç merak etmeyin çevre için mücadele edeceğim.’’

Her beş çocuktan birinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı Kaliforniya'daki ekonomik krizi nasıl gidereceği, eyaletin 38 milyar dolarlık bütçe açığını nasıl halledeceğine ilişkin bir ses yok bugüne kadar.

Sadece bir keresinde şöyle demiş: ‘‘Tüm Kaliforniyalıların müthiş işlerde çalışmalarını sağlayacağız.’’

Nasıl?

Belli değil.

Bir tek şey belli: Terminatör vali olsa bile Ronald Reagan gibi Beyaz Saray'ın yolunu tutması mümkün değil.

Çünkü, Amerika'da yasalar henüz başka bir ülkede doğmuş bir göçmenin cumhurbaşkanı olmasına olanak tanımıyor.

Bu kıymetli devlet kuşu ne yazık ki sadece Kaliforniya'nın başına konabilecek.

Büyük orkestralar AB'nin gürültü sınırına dayandı


Birçok Avrupa ülkesinde yasal gürültü sınırı 90 desibel. Ancak Avrupa Birliği, gürültü sınırını yüzde 20 azaltarak 85 desibele indirmeye hazırlanıyor.

Oysa büyük bir senfoni orkestrası, bir senfonik eser çaldığında çıkardığı ses 98 desibele kadar yükseliyor. İngiltere Orkestralar Birliği'nin yaptığı bir araştırmaya göre, pek çok müzisyen kısmi sağırlık dahil, birçok işitme rahatsızlığı çekiyor. Özellikle aletleri 140 desibele kadar ses çıkaran perküsyoncular, kariyerlerinin son bulmasından endişe ettikleri için, kulak testi yaptırmaktan kaçınıyor. Diğer müzisyenler de yanı başlarındaki arkadaşlarının aletlerinden çıkan sesten şikayet ediyor.

İngiltere'de orkestra müzisyenleri kulaklarını hem kendi enstrümanlarından hem de arkadaşlarınınkinden korumak için eğitilecekler. BBC, senfoni ve filarmoni orkestralarındaki müzisyenlere, her biri 150 sterlinlik özel kulak koruyucu veriyor. Almanya'da ise sesi 10 desibel kadar azaltan şeffaf ekranlar kullanılıyor.

Ancak bütün bu önlemler, bir yandan da müzisyenlerin müziğin sesini iyi algılayamamalarına neden olduğundan eleştiriliyor.

Orkestraları en çok korkutan, en gürültülü eserlerden bazı örnekler şöyle:

Şostakoviç'in dördüncü senfonisi.

Verdi'nin Requem'i (özellikle Dies Irae bölümü).

Stravinski'nin İlkbahar Ayini.

HK Gruber'in ‘‘Karanlıkta Dans’’ müziği.
Yazının Devamını Oku

Profesör Lester Thurow ile Lu Fuyuan karşılaşsaydı

29 Ağustos 2003
<B>GEÇEN</B> salı günü Boğaziçi Üniversitesi'nde dinlediğimiz dünyanın önde gelen iktisatçılarından Profesör <B>Lester Thurow</B> diyor ki: <B>‘‘Çin'de bugün olup bitenler Irak'ta olup bitenden daha önemli.’’ MIT profesörü Çin'i yakından izliyor.

Boğaziçi Üniversitesi'ndeki konuşmasında Çin'e bir, iki kez değiniyor ama internetteki diğer konuşmalarından, makalelerinden Çin'i yakından izlediği anlaşılıyor.

Ekonomide Çin mi, ABD mi daha güçlü?

Bir makalesinde bu soruyu ortaya atan Profesör Thurow'a göre, her iki taraf ekonomik gücün kendisinde olduğunda inanmış durumda.

Thurow, üst düzey iki Çinli subayın yazdıkları kitapta, Çin'in ekonomik gücünü ABD'nin askeri gücünü etkisiz hale getirmek için kullanmasını önerdiklerini söylüyor.

Thurow, Çin ile ABD arasında olası bir ekonomik çekişmede, uzun vadede ABD'nin kazançlı çıkacağını zira ABD'nin ithal edeceği şeyler için üretici bulmakta zorlanmayacağını, oysa Çin'in malını satmak için zorlanabileceğini iddia ediyor.

‘‘Çin'in bugün ABD için ürettiğini üretmeye can atan bir sürü ülke var’’ diyor.

Tesadüf bu ya, Profesör Lester Thurow'dan birkaç saat önce Türkiye'yi ziyaret etmekte olan Çin Ticaret Bakanı Lu Fuyuan'ı dinleme fırsatı buldum.

Gerçi, Çinli bakan Türk işadamlarına ancak bir saatini ayırmıştı ama söylediklerinden Çin'in nasıl ekonomik bir dev olduğunu anlamak pek de zor olmadı doğrusu.

Çin'i yakın takibe alan Profesör Lester Thurow, İstanbul'da Çinli bakanı dinleme fırsatını bulabilseydi keşke diye düşünmedim değil...

Zira Çinli bakanın konuşmasında da, ABD ile Çin arasındaki çekişmenin ipuçlarını bulmak mümkündü.

Peki Lu Fuyuan'ın söylediklerinde çarpıcı ne vardı?

İşte aklımda kalanlar:

1.3 milyar Çinlinin yaşam standartını yükselteceğiz.

2010 yılına kadar kişi başına milli hasıla iki katına çıkacak.

2020 yılına kadar dünyadaki ikinci en büyük pazar olacağız.

Yanlış not almamışsam eğer Çin'in döviz rezervi 60 milyar dolar.

Türk işadamlarının en fazla merak ettikleri konu Çin para biriminin geleceği oldu.

Değer kazanacak mı? Yoksa kaybedecek mi?

ABD’nin değer kazanmasından yana olmadığını söyleyen Lu Fuyuan'a göre şimdilik Çin parasında bir değişme olmayacak.

Dünkü gazetelerde, Türk sanayicisinin ucuz ve kalitesiz Çin mallarının istilası nedeniyle isyan ettiği yazıyordu.

Çin öylesine gümbür gümbür geliyor ki, daha çok isyan ederler.

Rakıyı, beyaz peyniri kaçırdık pastırmayı kurtaralım

TÜRKİYE'de hangi bakanlığın, hangi kurumun takip ettiğini bilmiyorum ama şu sıralar Avrupa Birliği'nde bazı gıdaların dünyadaki isim hakları hakkında ilginç tartışmalar yaşanıyor.

Mesele şu:

Önümüzdeki 10-14 Eylül tarihleri arasında Meksika'da Cancun'da yapılacak Dünya Ticaret Örgütü toplantısı var.

Avrupalılar bu önemli toplantıda, kendi ürettikleri bazı içecek ve yiyeceklerin dünyadaki isim haklarını kabul ettirtmek çabasındalar.

AB üyesi 15 ülke ve önümüzdeki yıl tam üye olacak 10 ülke günlerdir Cancun'a gidecek listenin kavgasını yapıyorlar.

Liste nihayet tamamlanmış.

Meşhur listede ne var diye sorarsanız hemen söyleyeyim 22 çeşit şarap ve 19 çeşit yiyecek.

Toplam 41 kalem.

Şampanya, rokfor peyniri, Parma Jambonu, İspanya'nın La Mancha safranı listedeki bazı ürünler.

İşin bizi ilgilendiren boyutuna gelince...

Yunanlılar listede feta peyniri (beyaz peynir) uzo (rakı) ve kalamata zeytini illa olacak diye tutturmuşlar.

Hatta bunlar kabul edilmezse tüm listeyi veto ederiz diye bir de tehdit savurmuşlar.

Uzo ve feta listeye girmiş, kalamata dışarda kalmış.

Bildiğim kadarıyla Yunanistan feta peynirinin Avrupa'daki isim hakkını bir süre önce elde etmişti.

Yani aynı cins peyniri üretse de meselá, AB'ye bizden bir adım daha yakın olan Bulgaristan ‘‘feta’’yı kullanamayacak.

İsim haklarının Dünya Ticaret Örgütü tarafından onaylanması ile ABD, Kanada'daki korsan üreticilere önemli bir darbe indirecek.

Bu işin bir boyutu.

İşin beni daha çok ilgilendiren yanı şu:

Bu gidişle, başta Yunanlılar olmak üzere Balkanlar'daki diğer ülkelerle ortak kültürümüz nedeniyle değişik adlar altında ürettiğimiz yiyecek maddelerinin hiçbir isim hakkı bizde kalamayacak.

Diyorum ki, rakıyı, beyaz peyniri kaptırdık bari pastırma için önlem alalım.

Polat Akbulut, sarayı gezdiremeden gitti

MİLLİ Saraylar Dairesi'yle ilgili ilk yazıyı 1 Ağustos'ta yazmışım.

Daire Başkanı Polat Akbulut'a, nemden çürüyen altı ipek halı dahil Dolmabahçe Sarayı'nda neler olup bittiğini sorduğum ikinci yazının tarihi ise 12 Ağustos.

İkinci yazım üzerine TBMM, 35 yıllık müzeci, Dolmabahçe Sarayı eski Müdürü Savaş Savcı'nın bilgisine başvurmuş, ipek halılarla ilgili soruşturmayı yakın takibe almış.

Diğer yayın organlarının da olayın üzerine gitmeleri neticesinde Polat Akbulut geçen hafta görevinden

alındı.

Polat Akbulut'un yerine şimdi vekáleten Cemal Öztaş atanmış.

Sanıyorum, önümüzdeki hafta Dolmabahçe'de bir basın toplantısı yapılacak ve sarayın ne durumda olduğu açıklanacak.

Polat Akbulut, bazı restorasyon çalışmalarını yerinde görmem için beni saraya davet etmişti.

Sarayı gezdiremeden kendisi gitti.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan'ın dizüstü bilgisayarı var mı?

26 Ağustos 2003
<B>ÜNİVERSİTE </B>sınavında ilk yüze giren öğrencilerin yarısından fazlası elektrik-elektronik, bilgisayar mühendisliğini seçmiş. Bu ne anlama geliyor?

İlk yüze giren öğrenciler, Türkiye'nin geleceğinin ‘‘Bilgi Toplumu’’nda yattığının farkındalar.

Peki Ankara farkında mı?

Geçen akşam Türkiye Bilişim Vakfı (TBV) Başkanı Faruk Eczacıbaşı, TBV Genel Sekreteri Behçet Envarlı, Yönetim Kurulu üyesi Emin Edip Öymen ile yemekte bu konuyu tartışıyoruz.

Önce Ankara'nın farkındalığıyla ilgili bir bilgi.

Dünya Ekonomik Forumu'nun yayınladığı son rapora göre, ‘‘Bilgi ve iletişim alanında devletin verdiği önem’’ sıralamasında 82 ülke arasında 62. sıradayız.

Yani Ankara bilgi ve iletişim teknolojisine gerektiği önemi vermiyor.

Faruk Eczacıbaşı'ndan öğreniyoruz ki, Türkiye Bilişim Vakfı geçenlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a Türkiye'nin nasıl bir ‘‘Bilgi Toplumu’’na dönüşeceğine ilişkin bir brifing vermiş.

Yukarıda sözünü ettiğim Dünya Ekonomik Forumu'nun raporuna dayanarak, Türkiye'nin bilgi teknolojisinde hayli geride olduğu anlatılmış ve bu konuda adım atılması için siyasi iradenin gerektiği dile getirilmiş.

‘‘Bilgi Toplumu’’na geçiş siyasilerin desteğiyle, öncülüğüyle mümkün.

Başbakan bu konuda elinden geleni yapacağına ilişkin söz vermiş.

Esasında Başbakan’ın yakın çevresindeki bazı isimler -ki bunların arasında Cüneyd Zapsu, Murat Mercan, Reha Denemeç'i saymak mümkün- konuyla oldukça ilgili.

Cüneyd Zapsu meselá.

Dizüstü bilgisayarını yanından asla ayırmaz. Bilhassa uçak yolculuklarında saatlerce çalışır.

Şimdi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a bir soru.

Başbakanın dizüstü bilgisayarı var mı? Varsa günün kaç saatini onun başında geçiriyor?

Her neyse Türkiye Bilişim Vakfı'na dönersek, bir yandan Ankara'ya konunun önemini ve aciliyetini anlatmaya çalışırken, diğer yandan önümüzdeki İstanbul'da hafta yapılacak ‘‘Bilişim Zirvesi’’ne hazırlanıyor.

Vakfın düzenleyicileri arasında olduğu 2-5 Eylül tarihleri arasındaki zirvede 20 ulusal ve uluslararası forum, 250'ye yakın toplantı yapılacak.

Önemli toplantılardan bir tanesi de, Avrupa Birliği'nin Ar-Ge'ye ayırdığı 17.5 milyar Euro’yu kapsayan 6. Çerçeve Programı'nin ele alınacağı toplantı.

Zirvenin ilginç bir buluşması da, bilişim dünyasının 11 duayeninin Anadolu'dan gelecek 35 gençle yapacağı sohbet toplantısı.

Yatağan ekmekten kesip bilgisayar alıyor


BİLİŞİM Zirvesi'yle hemen hemen aynı tarihlerde ‘‘Türkiye Bilişim Haftası’’ etkinlikleri var. Tema ‘‘Her şey insan için.’’

Etkinliği düzenleyen Türkiye Bilişim Derneği.

Şimdi aklınız karışmasın.

Biri vakıf, diğeri dernek.

Türkiye Bilişim Derneği 1971 yılında kurulmuş. Vakfı daha sonra kuranlar da zaten dernek üyelerinin bazıları.

Dernek Başkanı Rahmi Aktepe aynı zamanda vakfın yönetim kurulu üyesi.

‘‘Vakıf ile dernek yol ayırımında mı? Neden etkinlikleri ayrı’’ sorumuza Faruk Eczacıbaşı ‘‘Birlikteyiz ama misyonlarımız farklı’’ cevabını veriyor.

Vakıf daha çok bir düşünce kuruluşu gibi hareket ediyor.

Derneğin amacı ise sokaktaki halkla buluşmak, bilgisayarı, interneti anlatmak.

Rahmi Aktepe'ye göre, ‘‘bilgisayar, bilişim’’ gibi sözcükleri dilimize kazandıran dernek.

Derneğin projeleri arasında kadınlara internet eğitimi, Dünya Bankası kredisiyle internet aracılığıyla ihracat var.

Buldan'dan internet aracılığıyla Güney Afrika'ya kumaş, Yatağan'dan Kanada'ya bıçak gibi kesici aletler gidiyorsa bu Türkiye Bilişim Derneği sayesinde.

Aktepe ‘‘Yatağan'da her evde bilgisayar var, ekmekten kesip alıyorlar’’ diyor. Derneğin ‘‘Bilişim Kervanı’’ Anadolu'yu dolaşmış, İstanbul varoşlarında eğitim verdikten sonra 1 Eylül günü İstiklal Caddesi'ne geliyor.

İstanbul'a Alışveriş Rehberi


HÜLYA Aslantaş'ı TUROB ikinci başkanı olarak tanıdım.

Meğer ikinci bir şapkası daha varmış: Tüm dünyada turistlerin yararlandığı ‘‘tax free’’ sistemini gerçekleştiren ‘‘Global Refund’’ şirketinin Türkiye'deki ortağı ve Genel Müdürü aynı zamanda Aslantaş.

Turistlere ‘‘vergi iadesi’’mevzuatı için tam üç yıl uğraşmış.

1991 yılında Maliye Bakanlığı'na yaptığı başvurunun ardından, kanun ancak 1995 yılında uygun hale getirilmiş.

‘‘Tax Free’’ sistemi dünyada 25 yıldan beri, Türkiye'de ise 1996 yılından beri uygulanıyor.

Hülya Aslantaş, sistemin burada pek iyi tanınmadığını, zira Türk vatandaşı olan kişilerin bile bazı durumlardan bundan yararlanabileceğini söylüyor.

Meselá, yurtdışında öğrenim gören talebeler dahi ‘‘vergi iadesi’’nden yararlanabiliyormuş.

‘‘Tax Free’’yi Türkiye'ye getiren Hülya Aslantaş bir ilke daha imza atmış.

146 sayfalık ‘‘İstanbul Alışveriş Rehberi’’ 1 Eylül'den itibaren piyasada. İngilizce, Türkçe’nin yanı sıra, bazı sayfaları Japonca dahil altı lisanda yayınlanacak rehberde binin üzerinde dükkan bulmak mümkün.

‘‘İstanbul bir marka olacak ise bu rehberin katkısı büyük’’ diyen Hülya Aslantaş, rehberin yurtdışındaki örneklerinin aynısı olduğunu söylüyor.

Her türlü ürünün mevcut olduğu rehber otellerin yanısıra, fuarlar, kongrelerde dağıtılacak.

İstanbul Alışveriş Rehberi (İstanbul Shopping Guide) kuşkusuz para harcamıyorlar diye yakındığımız turistlerin daha fazla alışveriş yapmalarını teşvik edecek bir şey.
Yazının Devamını Oku

Dikkat, elektrik, sıcak ve banka fena çarpar

24 Ağustos 2003
<B>UYGARLIĞIN</B> göbeğinde dahi insanların teknoloji ve doğa karşısında nasıl çaresiz kaldıklarını gördük. İşte ABD ve Kanada örneği, işte Fransa örneği.

Şu meşhur 30 saatlik elektrik kısıntısının nereden kaynaklandığının, 50 milyon kişinin neden karanlıkta kaldığının sırrı çözülemedi.

Suç elektrik dağıtım şebekesinin eskiliğinde mi?

Yoksa ‘‘ben yaptım’’ diye ortaya çıkan El Kaide'de mi? Belli değil.

ABD ve Kanada ortak bir komisyon kurup sorumluyu ortaya çıkartacaklarmış.

Göreceğiz.

Bu arada, elektriksiz kalıp panikleyen Amerikalıların hali bizim esnafı pek kızdırmış.

Arkadaşım anlatıyordu, mahalledeki bakkalının ‘‘Ne yapalım yani... Mum da mı bulamadılar’’ diye söylendiğini.

Fransa'nın durumu daha dramatik.

Sıcak dalgasından ölenlerin önce 3 bin olduğu söyleniyordu.

Sonra sayı 5 bine fırladı, derken 10 bine.

Ölenlerin çoğu, hastanelerde yatan ya da evlerinde yalnız yaşayan yaşlılar. Evdekiler hadi neyse, ama hastanelerdekilerin ölmesi anlaşılır gibi değil.

Hastane personelinin izinde olduğu, klimaların çalışmadığı, Meteorolji Dairesi'nin yeterince uyarı yapmadığı gibi iddialar dolaşıyor ortada.

Üç haftalık Kanada tatilinden dönen Cumhurbaşkanı Jacques Chirac Liberation Gazetesi'nin şu manşetiyle karşılandı: ‘‘Chirac ölüleri sayıyor.’’

Sağlık Bakanı Jean-François Mattei istifa etse de Fransız hükümetinin böyle bir skandalın altında kalacağı söyleniyor.

Elektrikler kesildi, Amerikalılar çaresiz kaldı.

Sıcaklar bastı, Fransızlar çaresiz kaldı.

Şükür ki bizim böyle sorunlarımız yok.

Her ikisine da aşılıyız doğuştan.

Çaresiz kaldığımız başka şeyler var ama bir tanesi son zamanlarda canımı çok acıttığı için ondan söz edeceğim: Banka.

BANKADAKİ REZALET

Hani telefon ettiğinizde ‘‘Nasıl yardımcı olabilirim’’ diye melek sesler duyuyorsunuz ya, onların nasıl bir kábusa dönüştüğünü bizzat yaşadım.

Hikayeyi en başından anlatayım en iyisi.

Yaklaşık bir buçuk ay önce, kızım İtalya'ya tatile gittiğinde kendi kredi kartıma bir ilave kart çıkarttırtmak istedik oralarda belki gerekli olur diye.

Çarşamba günü başvurduk, cuma günü için söz aldık zira yolculuk pazartesi günü.

Cuma günü bankaya iki kere gidildi ve tahmin edebileceğiniz gibi kredi kartının ‘‘maalesef gelmediği’’ söylendi.

‘‘Kart kuryede kalmış ancak pazartesi’’ dendi.

‘‘O halde iptal edin istemiyorum.’’

Pazartesi Genel Müdürlük'ten bir telefon: ‘‘Sizi zor durumda bıraktığımız için özür diliyoruz. Affettirmek için gold kart göndereceğiz.’’

‘‘Hayır istemiyorum... Ne ilave kart, ne de gold kart. Kendi kartımla devam edeceğim.Nasılsa süresi var.’’

Mesele kapandı mı sanıyorsunuz?

Hayır!

Geçen hafta cumartesi günü kızımla alışverişteyiz, kartımı uzatıyorum.

Sürpriz.

‘‘Banka onay vermiyor. Kart kapanmış...’’

Yine telefonlar. ‘‘Nasıl yardımcı olabilirim’’ diye melek sesler, oraya buraya aktarmalar. Pazartesi ortaya çıkıyor ki, illa ‘‘gold kart’’ vereceğim diye tutturan banka dediğini yapmış, benim kartımı iptal etmiş ve beni uyaran yok.

‘‘Ben eski kartımı istiyorum’’ diye tuttursam da boşuna.

Metazori ‘‘gold kart’’ geldi hem de ilave kart ile.

Üstelik o da ‘‘gold.’’
Yazının Devamını Oku

Akmerkez Andy Warhol'ün izinde

22 Ağustos 2003
<B>AKMERKEZ</B>'i nasıl bilirsiniz?<br><br>Sadece İstanbul'un değil Avrupa'nın en modern alışveriş merkezlerinden biri, turistlerin uğrak yeri, gençlerin buluşma noktası... Listeyi daha da uzatabilirim.

Ancak ne kadar uzatsam da Akmerkez'in Genel Müdürü Zeynep Akdilli Oral'ı mutlu kılamayacağım. Zira Oral, Akmerkez konseptinin kamuoyunun gözünde yeterli kadar iyi tanınmadığı inancında.

Biraz da bu yüzden olsa gerek, tam iki yıldan beri Akmerkez'in Reklam ve Halkla İlişkiler Müdürü Ülker Melek ile birlikte, alışveriş merkezinin 10. yıldönümüne ayrı bir anlam katmak için yoğun bir çaba içersinde.

Akmerkez 10. kuruluş yıldönümünde 80 Türk sanatçısının eserlerine ev sahipliği yapacak.

3-28 Eylül tarihleri arasında bir müzeye dönüşecek.

Türk halkını resim, heykel, enstallasyon, fotoğraf, seramik ve video sanatlarıyla buluşturacak.

Akmerkez'i günde ortalama 50 bin kişinin ziyaret ettiğine göre, 10. yıldönümünde İstanbullulara bundan daha güzel bir hediye verilemeyeceği apaçık ortada.

Projenin açıklandığı gün masanın etrafında Oral ve Melek'in yanı sıra, Mehmet Güleryüz, Bubi ve projeyi hayata geçiren sanat danışmanı ve galerici Erhan Ersöz var.

Oral, verecekleri kültür hizmeti nedeniyle heyecanlı.

‘‘Burayı ziyaret edenler sadece çevrede oturanlar değil. Armutlu'da oturan da geliyor. Düşünün ki, hayatlarında ilk kez yürüyen merdiveni burada gören insanlar var. Onları sanatla buluşturacağız.’’

Aynı zamanda Klasik Sanatlar Derneği'nin Başkanı olan Mehmet Güleryüz, Oral'ın bu heyecanına karşı önceleri ‘‘niye sanatçılara daha önce kucak açmadınız, mimari tasarımda niye bir alan düşünmediniz’’ diye tepkili...

Oral, Akmerkez'in çeşitli üniversitelerin güzel sanatlar bölümlerinde okuyan öğrencilerle vitrin tasarımı gibi ortak projeler gerçekleştirdiklerini söylese de Güleryüz itirazında ısrarlı.

Şimdi bu noktada bir parantez açmak istiyorum.

Türkiye'de iş dünyasının sanata gerektiği kadar önem vermediği bir gerçek.

Geçen yıl Gebze Organize Sanayi Bölgesi'ni ziyaret ettiğimde gördüğüm çağdaş Türk ressamları koleksiyonunun beni nasıl şaşkına çevirdiğini hatırlıyorum.

Ancak madalyonun bir de öbür yüzü var.

ABD'de ve Avrupa'da devlet özel sektörün sanatı desteklemesi için vergi indirimi gibi kolaylıklar sağlamış.

Meselá yine geçen yıl Berlin'de ziyaret ettiğim Alman Sanayicileri Derneği bünyesinde bir kültür komitesi olduğunu ve bu komitenin sanatçılara sponsorluk yaptığını öğrenmiştim.

Bu sponsorluktan yararlananlar arasında Günter Grass, kitabı Almanca’ya çevrilen Orhan Pamuk da vardı.

Sponsorluğa karşılık sanayiciler de vergi indiriminden yararlanıyordu.

Türkiye'de bildiğim kadarıyla böyle bir şey söz konusu değil.

Yani sanatla sermayenin buluşmasında daha işin çok başındayız.

Bu yüzden Akmerkez'in, 245 dükkanla böyle bir sanat olayına imza atması, dükkan sahiplerinin vitrinlerini itirazsız sunmaları son derece önemli.

Düşünün ki hayatında bir sanat galerisine uğramamış biri alışveriş yapayım derken kendisini 200'den fazla eserin ortasında bulacak.

Erhan Ersöz'e göre, Amerikalı ünlü pop sanatçı Andy Warhol bir keresinde ‘‘Tüm alışveriş merkezleri müze, müzeler de alışveriş merkezi olacak’’ demiş.

Warhol hangi vesileyle bunu söylemiş bilmiyorum ama gördüğüm kadarıyla Akmerkez onun izinde.

Aleksandar sözünü tuttu Türkiye partner ülke oldu

MESSE Frankfurt, fuarcılık alanında dünyanın en büyüklerinden.

İstanbul temsilcisi Aleksandar Medjedovic'i sanırım İstanbul'da tanımayan yok gibi.

Aleksandar Medjedovic ile tam iki yıl önce tanıştım.

‘‘Türk şirketlerinin başarı öykülerini dünyanın dört bir yanına taşıyacağız’’ demişti o zamanlar.

Aleksandar Medjedovic onu görmediğim iki yılda su gibi konuştuğu sekiz lisanına Türkçe’yi ilave etmiş, İstanbul'un en iyi lokantalarını ve Türkiye'nin en güzel köşelerini keşfetmiş, güzel dostluklar kurmuş.

Ama bunların da ötesinde,Türkiye'yi tekstilde bir dünya markası yapma yarışının tam ortasında bulmuş kendisini.

Aleksandar Medjedovic'in bir şansı da Messe Frankfurt Başkanı Gerhard Gladitsch’in de kendisi gibi Türkiye hayranı olması.

Tesadüfe bakın ki, Gladitsch yıllar önce Alman Ordusu'nda pilot iken Eskişehir'de bulunmuş.

İkisi bir araya gelmişler ve önümüzdeki 16-19 Eylül tarihlerinde Paris'te yapılacak giysi kumaşı yani ‘‘Texworld Fuarı’’nda Türkiye'nin ‘‘partner ülke’’ olarak katılmasına karar vermişler.

Peki ‘‘partner ülke’’ ne anlama geliyor?

Medjedovic diyor ki: ‘‘Bu fuarın misyonu, Türkiye markasının ve imajının Avrupa'ya entegre edilmesi. 3 günde 20-40 bin kişinin ziyaret edeceği fuarın her köşesine Türkiye adı asılacak. Türkiye'nin tekstilde özel bir konumu olduğu vurgulanacak.’’

Dünyanın en ünlü modacılarının kumaş peşine düşecekleri fuara 65 Türk şirketi katılacakmış.

Aleksandar, iki yıl önce verdiği sözü tuttu.

Böyle CEO'lar da var

FRANSA'nın en büyük şirketlerinden Alstom büyük krizde.

Gemi, nükleer santrallar, hızlı tren TGV alanlarında faaliyet gösteren şirketi kurtarmak için devlet devreye girmek zorunda kaldı.

Devlet, şirketin yüzde 31.5'ini satın almaya uğraşıyor.

Alstom'un eski CEO'su Pierre Bilger tam bu noktada 4.1 milyon Euro’luk tazminatından vazgeçiyor.

Bilger ‘‘Yönetim kurulu karar vermişti. Tazminat benim hakkım. Ama kendimi bir skandalın ortasında bulmak istemiyorum ve hakkımdan vazgeçiyorum’’ diyor.

Vivendi Universal'i inanılmaz zarara uğratan eski CEO'su Jean-Marie Messier hálá hem Amerikan, hem Fransız mahkemelerinde, hak ettiğini öne sürdüğü 20.5 milyon Euro’luk tazminatın peşinde.

CEO'dan CEO'ya fark var.
Yazının Devamını Oku

1200 sayfalık Deprem Master Planı burada Ankara nerede?

19 Ağustos 2003
<B>DÜN</B> sabah yolum yine Lütfi Kırdar'a düştü. Bu kez mesele Felsefe Kongresi değil, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ‘‘Deprem Master Planı.’’

İstanbul Valisi Muammer Güler ile Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna salona girmeden önce tam önümde oturan Profesör Ahmet Ercan ile kısa bir sohbet imkanı buluyorum.

Ercan'a göre, master planı hayli kapsamlı.

Ancak netice almak için halkın desteği şart.

Profesör Ahmet Ercan, ‘‘İstanbul'un güvensiz yapıları sadece evler değil... Sinema, tiyatrolar gibi mekanlar da öyle. Kamuoyunun dikkatini çekmek için toplu eylemler yapılmalı. Mesela 2 gün sinemalara gidilmesin’’ diyor.

Yanımda oturan Mahmutpaşa Derneği Genel Sekreteri Zafer Demirel de örneğin camilerin de güvensiz olduğunu söylüyor. Eminönü bölgesindeki 81 camiden pek çoğu neredeyse 500 yıllık.

Peki İstanbul Master Deprem Planı, yıllardan beri ‘‘büyük deprem’’ korkusuyla yaşayan İstanbulluları rahatlatacak mı?

İlk bilgileri İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde Adapazarı depreminden sonra oluşturulan AKOM (Afet Koordinasyon Merkezi) Başkanı Mesut Pektaş veriyor.

‘‘Master Planı şehrin deprem riskine karşı hazırlanmasında bir yol haritasıdır’’ diyor.

Deprem riskinin tespit ve teşhisi için Japonlarla yapılan çalışmalar tam bir yıl önce tamamlanmış.

2002 Eylül ayından beri tablo biliniyor.

Şimdi deprem riskini azaltmak için yöntemin ne olacağı, teknik önlemlerin yanısıra, sosyal, mali ve hukuki önlemlerin ne olacağı da ortaya çıkmış durumda.

İstanbul'da bir milyonu aşkın bina depreme karşı nasıl güçlendirilecek? Dünya Bankası ve Avrupa Birliği'nin yanısıra kaynak nereden bulunacak? Hukuk mevzuatına nasıl uyulacak?

İşte bu soruların yanıtı master planda.

Master plan, dört üniversite İTÜ, Boğaziçi, Ortadoğu Teknik, Yıldız Teknik işbirliği ve 200 bilim adamının katılımıyla 8 ayda gerçekleşmiş.

Pilot uygulama için Zeytinburnu seçilmiş.

Mesut Pektaş'tan aldığım bilgiye göre, Zeytinburnu'ndaki çalışmalar bir buçuk ay önce başlamış. Projenin süresi 555 gün.

Pilot uygulama üniversiteler tarafından da izleniyor.

Peki master plan, İstanbul'un Unesco Kültür mirası listesine girmesini sağlayan Zeyrek ve Süleymaniye'deki tarihi dokuya da çare olacak mı?

Zira bildiğiniz gibi buraların büyük bir depreme dayanması mümkün değil.

Pektaş ‘‘evet’’ diyor. ‘‘Master Plan’da tarihi yerlere de yer verildi.’’

Evet, nihayet Deprem Master Planı hazır.

Ama sadece bu plan İstanbulluların kurtulması için yeterli değil.

Vali Güler'in de değindiği gibi, plana meslek odalarının, STK'ların kısaca hepimizin sahiplenmesi yani katılımcılık şart.

İTÜ Rektörü Gülsüm Sağlamer, konuşmasında ‘‘Keşke’’ diyor ‘‘Bakanlar Kurulu bugün Sakarya'da toplanacağı yerde burada İstanbul'da toplansaydı.’’

Haklı.

‘‘İstanbul Deprem Master Planı’’na herkes sahip çıkacaksa Ankara'nın başı çekmesi gerekmez mi?

Turizmci eğlence sektörüne el attı ortaya Ney çıktı


İSTANBUL'daki 21. Uluslararası Felsefe Kongresi'nin kapanışını Ney grubunun ‘‘Binyılların Dansı’’yla yaptık.

Ney'in prodüktörü, Magic Life'in sahibi Cem Kınay.

Sultans of the Dance'tan tanıdığımız bazı isimler bu projede yer almış.

Meselá Ali Erten, meselá Canan Göknil.

Ney
'in müziğini Belçika'da yaşayan Cihan Sezer yapmış.

Sezer 17 ülkeden 100 müzisyenle çalışmış.

Sultans of the Dance'in aksine koreografiden önce müzik bestelenmiş.

Oryantal dansların koreografisinde bildik bir isim var: Nesrin Topkapı.

60 kişilik kadrosuyla, 13 yöre dansıyla, müziğiyle, kostümleriyle Ney, Türkiye'nin kültür birikimini gözler önüne seren güzel bir şov.

Cem Kınay, ‘‘Felsefeciler ülkemizden ayrılırken güzel bir anı götürmelerini istedik’’ diyor.

Kınay'ın anlattığına göre, Ney önce Avrupa ve ABD'de seyircilerin karşısına çıkacak.

Hedef önce yurt dışında tanınmak.

Peki eğlence sektörüne ‘‘balıklama atlamak’’ nereden aklına geldi?

‘‘Turizmin içiçe olduğu iki şey var: Biri gastronomi, diğeri eğlence dünyası’’ diyor Cem Kınay.

Türkiye'nin her iki alanda da i stenilen düzeye ulaşmadığını raporlar da söylüyor.

Hatırlarsanız Turizm Gazeteci ve Yazarları Derneği, yaklaşık iki hafta önce yayınladığı raporda, İstanbul'a gelen yılda 2 milyon turistin eğlenceye sadece 50 milyon dolar harcadığını ortaya koymuştu.

Oysa bu rakam Paris'te 3.5 milyar Euro, Londra'da 2 milyar dolar, Las Vegas'ta ise 800 milyon dolar. Uzun bir yolun başındayız.
Yazının Devamını Oku

Hadi Troya için eller cebe

17 Ağustos 2003
<B>TROYA</B> denince hemen akla gelen iki isim var. Biri Troya'yı ilk ortaya çıkartan Heinrich Schliemann ise diğeri burada 15 yıldan beri kazıları sürdüren Tübingen Üniversitesi'nden Profesör Manfred Korfmann.

Ağustos sıcağında, Troya'nın sokaklarında Manfred Korfmann'ın peşine takılmış yürüyoruz. Sevgiyle duvar kalıntılarının taşlarını okşayan Korfmann ‘‘Avrupa'da bu tür yapılar asla göremezsiniz. Demirin bilinmediği bir çağda taşlar öylesine güzel işlenmiş ki’’ diyor ve ekliyor: ‘‘Homeros MÖ 8. yüzyılda kaleme aldığı İlyada'da Troya'nın güzel taşlarından, geniş yollarından söz eder.’’

61 yaşındaki Korfmann Troya'nın her köşesini ezbere biliyor.

Yıllardan beri değişmeyen ekibiyle her yılın üç ayını burada geçiriyor.

Ekip günde 14-15 saat çalışıyor. Güne erken başlanıyor. Bizim gezimiz de zaten sabahın yedisinde kampta yaptığımız kahvaltıdan hemen sonra.

Arkeologların Troya'daki çalışmaları, tabir yerindeyse ‘‘iğneyle kuyu kazmak.’’ Korfmann'ın yardımcılarından yine Rüstem Aslan'a göre 134 yılda antik şehrin sadece yüzde 10'u ortaya çıkartılabilmiş.

Kazı yapmak bir yerde maddi imkan işi.

Kazıları başından beri destekleyen ve bugüne kadar 1.3 milyon mark harcamış olan DaimlerChrysler artık çekiliyor.

İddialara bakılırsa, DaimlerChrysler, Mercedes otobüsünün yandığı kazayla ilgili davada DaimlerBenz yönetim kurulu hakkında tutuklama kararı çıkartılmasından ötürü küsmüş.

Şimdi devrede Siemens var.

Bir grup gazeteciyi Troya'ya götüren Siemens, antik şehrin tam göbeğinde ortaya çıkartılan taş ve kerpiç surun üzerindeki modern çatının finansmanını üstlenmiş. Çatı, Troya'nın ekonomisi için büyük önem taşıyan rüzgarı simgeliyor. Rivayete göre, Çanakkale'de esen rüzgar öylesine şiddetliymiş ki, boğazı geçmek isteyen gemiler Troya limanında demirleyip, rüzgarın dinmesini beklermiş. Rüzgarın hiç esmediği 10-15 günlük süreyi yakalamak için limanda neredeyse 350 gün geçirirlermiş.

Gemilere sağlanan hizmet Troya'nın ekonomisinin can damarıymış.

Her neyse, sponsorluğa dönersek, Siemens Troya kazılarını da desteklemeye hazır ancak bunu Türk şirketleriyle birlikte yapmak istiyor.

Profesör Korfmann'a soruyoruz kazı maliyetini.

‘‘60 kişi çalışıyoruz. Ayrıca işçiler ve bekçiler var. Kazı sonuçlarını Tübingen Üniversitesi'nde değerlendiren araştırmacılar, her yıl büyük ciltler halinde yayımladığımız sonuçlar vs... Nereden bakarsanız en az 100 bin euro’’ diyor.

Kazıları sürekli destekleyen kuruluşlar arasında ise Tübingen Üniversitesi, Cincinnati Üniversitesi, Troya Dostları Derneği, Alman Araştırma Fonu'nu sayıyor.

Troya'da pek varlık göstermeyen Türk sponsorlar için artık ‘‘pamuk eller cebe’’ vakti geldi, geçiyor bile.


Ege Adaları için kapışma MÖ 13. yüzyılda başlamış


EGE'deki adalar tarih boyunca hep dert olmuş.

MÖ 13. yüzyılda Hattuşa Kralı'nın Ege'nin karşı kıyısında yani bugünkü Yunanistan'da kurulmuş Ahhiyava Kralı'na yazdığı mektupta ‘‘Wilusa (Troya'nın Hitit dilindeki adı) önündeki adalar benimdir’’ dediği ortaya çıkmış.

Ahhiyava Kralı da cevaben ‘‘Hayır bu adalar bana aittir’’ demiş.

Hangi adalar diye sorarsanız hemen söyleyelim: Gökçeada, Limni ve Semadirek.

Bunları ‘‘size sürpriz bir haberim var’’ diyen Profesör Korfmann'dan öğrendik. Meğer Troya'da tanıştığımız Tübingen Üniversitesi Hititologlarından Profesör Starke, daha birkaç hafta önce İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde söz konusu mektubu deşifre etmiş. Yine Troya gezisinde tanıştığımız Basel Üniversitesi'nden ünlü Homeros uzmanı, eski çağ filoloğu Profesör Joachim Latacz'a bakarsanız, Ahhiyava ülkesi, Homeros'un İliyada'sında geçen Akha ülkesi.

Korfmann neden Geyre Vakfı'na özeniyor


TROYA her ne kadar UNESCO'nun Dünya Kültür Mirası listesine dahil edilmiş, her ne kadar Milli Park ilan edilmişse de kat edilecek daha çok yol var. Korfmann'in hayali dünyanın çeşitli müzelerine dağılmış durumda olan Troya buluntularının burada kurulacak bir müzede bir araya getirilmesi. ‘‘Müze açılırsa eserler yurtdışından getirtilebilir’’ diyor. Müze kurulması için bir vakıf şart. Korfmann Afrodisias kazılarını yürüten Geyre Vakfı'na çok özeniyor. Sevgi Gönül'ün başında olduğu vakıfla ilgili sürekli bilgi alıyor, çalışmalarını izliyor. 17 yıllık Geyre Vakfı da çabalarının meyvelerini almak üzere. Önümüzdeki eylül ayında kazıların hemen yanı başında, Kültür Bakanlığı'nın tahsis ettiği 100 bin dönümlük alanda Afrodisias Müzesi'nin temeli atılacak.

Hiçbir şeyden çekmediler dişlerinden çektikleri kadar


Yılda 500 bin kişinin ziyaret ettiği Troya'da ‘‘iğneyle kuyu nasıl kazılıyor’’ gözlerimizle gördük. Toprağın altından çıkartılan en küçük bir seramik parçasının dahi çizimi yapılıyor ve özenle kaldırılıyor. Mesele bir ‘‘puzzle’’ çözmek zira. Küçük parçalar yan yana getirilecek ve büyük bir ihtimalle bir kap çıkacak ortaya. 12 yıldan beri Troya'da çalışmalarını sürdüren Dr. Billur Tekkök'ün gösterdiği seramik parçası ta Afrika'dan buralara gelmiş. Araştırmalarını Cincinnati Üniversitesi'nde yayımlamaya hazırlanan Tekkök, Roma ve Helenistik dönem uzmanı.

Troya'nın 5 bin yıllık tarihine ışık tutan sadece seramik parçaları değil... Elbet insan kemikleri de var... Öğrendiğimize göre, Troyalılar en fazla dişlerinden çekmişler. Çünkü dişleri oldukça çürük. İnsan kemikleriyle ilgili duyduğumuz başka ilginç bir ayrıntı ise MÖ 2500 yılında burada beyin ameliyatının yapılmış olması.
Yazının Devamını Oku

Kınalıada, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidiyor

15 Ağustos 2003
<B>ESKİ </B>bir adalı olarak Kınalıada halkının, tepesine dikilen televizyon antenleri yüzünden yaşadığı dramı çoktan gündeme getirmeliydim. Dramın ne olduğunu hemen belirteyim: Kınalıada'da yaz, kış yani sürekli ikamet edenler arasında kalp ve kanserden ölenlerin sayısında müthiş bir patlama var.

İlk anteni 1991 yılında Star dikmiş.

Kısa sürede diğerleri de onu takip etmiş.

Neticede bugün adada, izinsiz inşa edildikleri tespit edilmiş 15 kulede tam 32 adet aktarıcı anten mevcut.

Bilim adamlarının, antenlerin kanseri tetikleyebilecekleri yolundaki uyarıları, küçük bir çocuğun kan kanserinden ölmesi, bir diğerinde beyin tümörü teşhis edilmesinden sonra 1995 yılında Kınalıada halkı harekete geçiyor.

Adanın önde gelenleriyle, yetkili kurumlar arasında o yıldan bu yana yapılan yazışmalar dosya dosya.

İlgili kurumlara gönderilen belgelere bakıyorum...

Kimler yok ki...

Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Orman Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Çevre Bakanlığı, İstanbul Valiliği, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, İstanbul 3 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, Türkiye Radyo ve Televizyon Üst Kurulu,

İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü, Adalar Kaymakamlığı, Adalar Belediye Başkanlığı, Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi, TBMM.

Yerleşim birimlerine bu kadar yakın dikilen anten örneği dünyada yok.

Antenlerin nasıl dikildikleri de ayrı bir mesele.

İnşa izni verilmemiş ama Orman Bakanlığı televizyonlardan kira parası alıyor.

Yazışmalardan anladığım kadarıyla kurumlar bugüne kadar topu birbirlerine atmış.

Kınalıadalılar en son temmuz ayı sonlarında ölçüm için İTÜ'ye başvurmuş.

Ölçüm sonuçlarına göre anten diplerinde yaşamak tehlikeli, uzaklaştıkça etki azalıyor.

Ancak İTÜ raporunun gözardı ettiği bir gerçek var: Sürekli adada yaşayanlar antenlerin sürekli etkisi altında.

Öyle bir iki saat, bir ay filan değil...

Bu nokta çok önemli.

Adalılar haklı olarak diyor ki: ‘‘Antenleri kimsenin oturmadığı Sivri ya da Yassıada'ya nakletmek çok mu zor.’’

Söylemeyi unutuyordu, 1995 yılından bu yana, sürekli adada oturanlar arasında kanser ve kalpten ölenlerin sayısı neredeyse 50'yi bulmuş.

Yıllardır başvurularından bir sonuç alamayan Kınalıadalılar bu kez kararlılar.

Güzelleştirme Derneği adı altında toplanıp 12 kişilik bir komite kurulmuş ve bir avukat tutulmuş.

Avukat önce İstanbul ve Ankara'da davalar açacak, daha sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurup ölenler için tazminat talebinde bulunacak.

Zira ‘‘çevre koşullarının ölüme sebebiyet vermesi’’ insan hakları ihlallerine giriyor.

Bu arada görüşlerine başvurduğum Kanal D Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı, frekans kirliliği ortadan kalktığı yani RTÜK frekans tahsis ettiği takdirde antenlerin adadan kaldırılabileceğini söyledi.

Elimdeki belgeye göre, RTÜK, ta 1998 yılında Kınalıadalılara cevaben yazdığı mektupta frekans tahsis çalışmalarının devam ettiğini yazmış.

O gündür bugündür devam ediyor ki bir ses yok...

Meğer CHP'nin Hindistan raporu da varmış

GEÇEN yıla kadar CHP'nin Bilim, Yönetim ve Kültür Platformu'nun faal bir üyesi olarak görev yapan Ufuk Batum ilginç bir anekdot anlattı.

Bilişim teknolojileri konusunda uzmanlaşmış olan Batum, Deniz Baykal'a bu alanda hayli yol almış olan Hindistan örneğinin incelenmesi gerektiğini söylemiş. Hindistan için bizzat bir proje hazırlamış.

Neticede Baykal, Batum'u ‘‘Git bak bakalım’’ diye Hindistan'a göndermiş.

Bir hafta Hindistan'da kalan Ufuk Batum, bilişim teknolojisinin siyasette, bürokraside, iş dünyasında ve diğer alanlarda nasıl tatbik edildiğini araştırmış, raporunu hazırlamış.

Hindistan'dan gelir gelmez aynı amaçla yine Baykal tarafından bu kez Çin'e gönderilmiş. Orada da 2 hafta kalmış.

Döndüğünde, Bilim, Yönetim ve Kültür Platformu raporlarını kamuoyuna duyurmak için bir basın toplantısı düzenlemiş.

‘‘Gazeteciler geldi. Deniz Baykal'ın bir yanına ben, diğer yanına Bülent Tanla oturdu. Baykal tam iki saat raporların neden yapıldığını anlattı. Uzman olarak bize bir şey söylemeye fırsat kalmadı. Gazeteciler niye çağrıldıklarını bir türlü anlamadılar’’ diye anlatıyor Ufuk Batum.

Zaten o basın toplantısından sonra da raporlar rafa kaldırılmış.

Onca masraf, yolculuk, zahmet boşa gitmiş.

CHP'nin internet ve bilgisayara yakın bakmadığını doğrulayan Ufuk Batum bugün hálá CHP üyesi ama artık Bilim, Yönetim ve Kültür Platformu'nda faal değil.

Platformun ne yaptığı da belirsiz.
Yazının Devamını Oku