18 Haziran 2004
<B>GEÇENLERDE </B>Fransız Ticaret Odası Başkanı ve Galatasaray Kulübü 2. Başkanı <B>Turgay Kıran </B>ile sohbet ediyorduk. Futbol ile ne yazık ki yakından uzaktan ilgim olmadığı halde Turgay Kıran Galatasaray Kulübü’nün 100. yıldönümü projelerinden birini anlatmaya başlayınca birden dikkat kesildim.
Galatasaray’ın kuruluşu 11 Ekim 1905.
100. yıl kutlamaları önümüzdeki ağustos ayında başlıyor ve 16 aylık bir zaman dilimine yayılıyor.
Kulüp bu kutlamalara yaklaşık 50 milyon dolar ayırmayı planlıyor.
Galatasaray Kulübü’nün kasasında bu iş için ayırdığı 10 milyon doları var.
50 milyon dolara sponsorların katkısıyla ulaşılacak.
Şimdi gelelelim benim dikkatimi çeken projeye.
Galatasaraylılar bir ‘Galatasaray Senfonisi’ besteletme kararı almışlar.
Senfoni kulağa ne hoş geliyor değil mi?
Turgay Kıran, Guinness Rekorlar Kitabı’na başvurduklarını ve hiçbir spor kulübünün bunun gibi bir müzik projesine imza atmadığı bilgisini aldıklarını söylüyor.
Peki besteyi kim yapacak?
İşin burası da hoş zira halen ABD’de yaşamakta olan ünlü Türk kompozitör Kamuran İnce ile anlaşma yapılmış.
Eserlerinde yeni müzik tekniklerini kullanmasıyla bilinen 1960 doğumlu Kamuran İnce’nin koyu bir Galatasaraylı olması elbet kulüp yöneticilerinin işlerini bir hayli kolaylaştırmış.
Projenin bir başka boyutu var ki esas ilginç olanı o.
‘Galatasaray Senfonisi’ büyük bir olasılıkla 2005 yılı, ağustos ayında İstanbul’da bir konserle kamuoyuna tanıtılacak.
İstanbul’da konserin yapıldığı gece Londra Senfoni, Berlin Senfoni ve New York Filarmoni-Senfoni orkestraları da ‘Galatasaray Senfoni’sini çalacak.
Yani dünyanın belli başlı dört merkezinde ‘eş zamanlı’ bir Galatasaray konseri gerçekleştirilecek.
Galatasaraylıların düşü böyle.
Gerçekleşir mi bilmem?
Turgay Kıran, bu orkestralarla ortak bir tarihin tespiti için görüşmelerin devam ettiğini, Sir Colin Davis yönetimindeki Londra Senfoni’nin projeye sıcak baktığını söylüyor.
‘Kamuran İnce’nin müzik dünyasındaki saygın ismi nedeniyle New York Filarmoni-Senfoni ile Berlin Senfoni’nden olumlu yanıt bekliyoruz’ diyor.
İster misiniz Lior Shambadal yönetimindeki Berlin Senfoni ile Lorin Maazel yönetimindeki New York Filarmoni-Senfoni’den bir evet işareti gelsin..
2005 yılının, bol yıldızlı bir ağustos gecesinde İstanbul, Berlin, Londra ve New York’ta (saat farkı ne olacak) Galatasaray Senfonisi icra edildiği takdirde bunun ne müthiş bir Türkiye tanıtımı olacağını bir düşünün...
Sadece bunun için Galatasaray’ın bu projesine sponsor olmaya değer.
Avrupa kültürünü yakalamak için aynı sularda yüzmek
SÖZ Galatasaraylılardan açılmışken, Galatasaray camiasına katkılarıyla bilinen, Unit Grubu’nun Başkanı, işadamı Ünal Aysal’ın önemli bir eğitim projesinden söz etmek istiyorum.
Projeyi Belçika Başkonsolosluğu’nun Ekonomi ve Ticaret Ataşesi Sabih Akay’dan duydum.
Bu arada Akay ile ilgili küçük bir parantez.
1969 yılından beri Belçika’da yaşayan Akay, Belçika Kültür Bakanlığı’nda çeşitli görevlerde bulunduktan sonra, Brüksel ve Wallon Bölgesi Dışişleri’nde görev yapmış. 2001 yılında ise Belçika Hükümeti tarafından İstanbul Başkonsolosluğu’na Ekonomi ve Ticaret Ataşesi olarak gönderilmiş.
Yani halen Belçikalı bir diplomat.
Parantezi kapatıp işadamı Ünal Aysal’a dönelim.
Belçika ve Lüksemburg’da da faaliyet gösteren Unit Grubu’nun esas faaliyet alanı elektrik santralları. Özellikle Ortadoğu ülkelerinde sayısız elektrik santralı kurmuş.
Turizm grubun diğer faaliyet alanı.
Antalya’da Ma Biche Oteli gruba ait meselá.
Ünal Aysal, İstanbul’da 2005 yılı, ilkbahar aylarında hizmete girmesi planlanan Kuruçeşme’deki ‘Les Ottomans’ butik otelinden söz ediyor.
Yaklaşık 100 yıl önce yanmış olan Muhsinzade Yalısı, anladığım kadarıyla son derece sofistike bir butik otele dönüşmek üzere.
Aysal’ın en fazla önemsediği proje ise 2007 yılı öğretim yılına kadar hazır olması tasarlanan ‘İstanbul Avrupa Üniversitesi’.
Bu projeye esin kaynağı, Belçika’nın Bruges şehrindeki ‘Avrupa Koleji’.
İstanbul’da 3 bin öğrenci kapasiteli üniversitenin maddi kaynakları için bir aile vakfı olan ‘Aysal Eğitim Vakfı’ kuruluş aşamasında.
Vakfın katkılarının yanı sıra Avrupa Birliği’nin de katkıları söz konusu elbet.
Ünal Aysal ‘Avrupa Üniversitesi’nin temel amacı Avrupa kültürüne uyumlu öğrenciler yetiştirmek. Bunun için Avrupa Birliği’nin tüm eğitim kurumlarıyla yakın bir işbirliği içersinde olacağız. Öğrenci değişimine ağırlık vereceğiz. Bir üniversite ilk kez bir spor fakültesi ihtiva edecek’ diye anlatıyor.
‘Avrupa kültürünü yakalamak için aynı sularda yüzmek gerek’ diye de ekliyor.
Yazının Devamını Oku 
15 Haziran 2004
<B>GEÇEN </B>hafta Mersin’de temeli atılan Taşucu Tersanesi’nin, yeni seçilen CHP’li Belediye Başkanı tarafından engellenmek istendiğini yazmışım.<br><br>Yanılmışım. Zira Taşucu Tersanesi’ne karşı çıkan sadece Belediye Başkanı değil, Taşucu halkı, denizin kirlenmesine, Akdeniz foku, caretta-carettaların zarar görmesine karşı çıkan çevreciler.
Kısaca herkes karşı gibi görünüyor.
Taşucu’nda yazlık evi olan emekli Büyükelçi Tanşuğ Bleda da gönderdiği e-postada, yöre halkının yıllarca SEKA Kağıt Fabrikası’nın çevreyi kirletmesinden bıktığını ve bu yüzden ‘denizi kirleteceği’ gerekçesiyle tersaneye karşı çıktığını yazmış.
Yöre halkı ‘SEKA’dan kurtulduk ve denizimize kavuştuk, şimdi asla zehirlenmesine müsaade etmeyiz’ diyormuş.
Çevre deyince elbette ki akan sular durur...
Akdeniz foku, caretta caretta’lar bir yana, dünya bir yana.
Ancak kafamı kurcalayan birkaç soru var.
Bir, ‘Tersaneler iddia edildiği gibi gerçekten çevreyi kirletiyorsa Tuzla Tersaneler Bölgesi’ne nasıl Mavi Bayrak verildi?’
‘Mavi Bayrak’ insan sağlığına uygun plaj ve marinalara verilen ödül.
İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri Enstitüsü, İTÜ Çevre Mühendisliği ve İSKİ vermiş bu ödülü Tuzla’ya.
İkinci soru ise, ‘Dünyada Güney Kore’den sonra tersane konusunda 2. sırada olan Japonya denizi kirletir mi?’
Güney Kore’yi tanımadığım için Japonya geldi aklıma.
Japonlar’ın denizden çıkan her şeyi yedikleri, gıda ve çevre konusunda son dereçe hassas oldukları hepimizin malumu.
Türkiye’deki tersanelerin yetersizliğinden Japonya’da tanker yaptıran Türk armatörler herhalde Japonların denizini kirletmiyorlar.
Olsa olsa ekonomilerine katkıda bulunuyorlar.
Tam adı ‘Akter Akdeniz Taşucu Tersanesi’ olan tersanenin yapımı için kurulmuş konsorsiyumun ortaklarından biri de Mersin Deniz Ticaret Odası.
Bu oda aynı zamanda DenizTemiz Derneği ‘TURMEPA’nın bölge koordinatörü.
Denizi ve çevreyi kirletecek bir projede yer alması mantıklı mı?
Yine konsorsiyumun ortaklarından olan Mersin Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı Kadri Şaman ile konuşuyorum.
777 YIL SONRA
Tersanenin aynen Japonya’daki tersaneler gibi en son teknolojiyle yapılacağını, arıtma tesisinin bölgeye örnek olacağını söylüyor.
Selçuklular bundan tam 777 yıl önce Alanya’da bir tersane kurmuşlar.
Taşucu Tersanesi, proje gerçekleşirse Ege ve Doğu Akdeniz’deki ilk Türk tersanesi olacak.
777 yıl sonra...
Armatörlerimiz belki Japonya yerine buraya gelecek.
Japonlar’a ödenen milyarlarca dolar burada kalacak...
Bir yanda Taşucu’nda yapılacak tersanenin ülke ekonomisine kazandıracakları, diğer yanda ‘çevre kirlenecek’ diye tersaneye karşı çıkan halk...
Türkiye’nin birçok olayda karşı karşıya kaldığı ikilem bu.
Zeugma’da aynı şey yaşanmadı mı?
‘Mozaikler bir daha geri gelmeyecek, zarar görecek’ diye İstanbul’daki sergiye karşı çıkanlar kazandı.
Gaziantep kaybetti, Türkiye kaybetti ama en önemlisi Zeugma bir hamisini kaybetti.
Sanıyorum halkı bilgilendirmenin, neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda aydınlatmanın gerekliliğini gözden kaçırıyoruz...
Meselá, Mersin Sanayi ve Ticaret Odası, Taşucu halkına yönelik toplantılar düzenlese, neden çevre kirliliği konusunda yanıldıklarını anlatsa...
Birbirini kırmadan, üzmeden bunlar halledilse...
Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkanlar Taşnaklar
AVRUPA Parlamentosu seçimlerinde Fransa’da Sosyalist Parti ezici bir üstünlük sağladı.
Önceki gece Fransız TV 5’te seçimlerin değerlendirilmesi yapılıyordu.
Elbette ki, kampanya sırasında koz olarak kullanılan Türkiye’nin AB üyeliği de gündeme geldi.
Yeşiller Partisi’nin lideri Noel Mamere gördüğüm kadarıyla Türkiye’nin üyelik hakkını savunmakta tek başına kalmıştı.
‘Türkiye’ye hayır’ sloganıyla oy toplamaya çalışan aşırı sağcı Phillipe de Villiers’ye yüklendi ve 1963 yılında de Gaulle’un verdiği sözün tutulması gerektiğini söyledi.
Her neyse, Fransız sosyalistlerin zaferine dönersek bu Türkiye için ne anlama gelir?
Geçen hafta Sosyalist Parti lideri François Hollande, Ermeni soykırım meselesini üyelik koşulu olarak öne sürmüştü hatırlayacaksınız.
Şimdi partisinin parlamento seçimlerinden güçlenerek çıkması Türkiye aleyhine seslerin daha da yüksek çıkacağını mı gösteriyor?
Ermeni faktörü AB yolunda daha sık karşımıza çıkmaya başlarken bir şeye dikkat çekmek istiyorum:
Türkiye’nin üyeliğini baltalamak isteyenler aşırı milliyetçi Ermeniler yani Taşnaklar.
ABD’deki Taşnaklar’ın ‘Armenian National Committee of America’ ANCA kuruluşu Fransa’daki Taşnaklarla elele.
Nitekim, Hollande geçen hafta Taşnak Partisi Merkez Komitesi Başkanı Murad Papazyan ile birlikte basın toplantısı yapmıştı.
Fransa’daki Taşnaklar hem Sosyalistlere, hem sağcılara yakın.
Chirac ve Maliye Bakanı Sarkozy’ye yakınlığı ile bilinen UMP milletvekili Patrick Deveciyan Taşnaklar’ın ağzıyla konuşuyor.
Oysa Ermeni diasporasında Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyenler var ki bunlardan bir tanesi Fransa’da ‘Ermeni-Türk Demokratik Diyalog Hareketi’nin kurucusu Raffi Hermonn.
Hermonn’un ‘Ermeni Diasporası neden Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemeli’ yazısı internette dolaşıyor.
Yazının Devamını Oku 
13 Haziran 2004
Milattan önce 630 ila 612 yılları arasında yaşadığı rivayet edilen Sappho’nun 4-5 yaşında aldığı kızları evlilik çağına kadar yetiştirdiği biliniyor. Cevat Çapan’a göre, Sappho’nun yetiştirdiği kızlarla kendi arasında aşk ilişkilerinin olduğu kesin. Rehberimiz Mini bu görüşte değil.
Durup yatağımın başında
Yaldızlı çarıklarıyla
birden
uyandırdı beni tan
*
AYVALIK’ın tam karşısındaki Lesbos Adası’nı biz daha çok Midilli diye biliyoruz.
Midilli ya da ‘Mytilini’ adanın başkenti aslında.
Kahve, badem şekeri ve ‘helvadaki’ bir yana Ada’nın tarihi, kültürü, gelenekleri karşı yaka ile içiçe geçmiş.
Bizans döneminde sürgün yeri olan Lesbos, bir ara Bizanslılar tarafından Cenevizli bir aileye ‘çeyiz olarak’ verilmiş.
1462 yılında Türkler tarafından fethedilmiş ve adadaki Türk hakimiyeti 1912’ye kadar sürmüş.
Lesbos Adası’na damgasına vuran Osmanlı ailelerinden biri Kulaksızoğlu ailesi. 1825 yılından itibaren adada söz sahibi olan ailenin buradaki son yöneticisi Halim Kulaksızoğlu Paşa’nın pembe malikanesinin panjurları kapalı.
‘Paşa’nın evi’ diye gösteriyorlar.
Kulaksızoğlu ailesinin son ferdi Aslı Görk İstanbul’da, Göztepe’de yaşıyormuş. Bunları, adanın şirin meyhanesi Hermes’te yanyana oturduğum Yunanlı meslektaşım Stratis Balakas’tan öğreniyorum.
Çatalım, sardalya balığı, mücver, patlıcan ve ahtapot salatası, kabakçiçeği dolması arasında gidip gelirken can kulağıyla dinlediğim Balakas adanın tarihiyle ilgili kitaplar yazıyor.
EGE’NİN KÜLTÜR MERKEZİ
Son kitabı da Kulaksızoğlu ailesiyle ilgili.
Kitap üzerinde birlikte çalıştığı Aslı Görk’u cep telefonundan arayıp, Lesbos-İstanbul hattında beni onunla tanıştırıyor. Ankara feribotuyla Pire’ye giderken uğradığımız Lesbos’ta toplam 7-8 saat kalacağız.
Lesbos, şimdiye kadar gördüğüm diğer Yunan adalarından farklı. Beyaza boyanmış, mavi kapılı evlerden ziyade karşı kıyıdaki gibi taş evler hakim. Milattan önce yedinci yüzyıldan itibaren Ege Denizi’nin kültür merkezlerinden biri olmuş.
Sanırım hálá da öyle.
Zaman darlığından gezemediğim Teriade Modern Sanatlar Müzesi’nde pek şaşıracaksınız, Picasso, Matisse, Chagall, Miro tabloları mevcut.
Müzeyi kuran Startis Eleftheriadis-Teriade Paris’te ünlü bir resim koleksiyoncusu ve öldüğünde tüm zenginliğini doğduğu adaya bağışlamış...
Nobel ödüllü Odiseus Elitis, ressam Teofilis, şair Sappho, Lesboslu ünlüler.
Sappho konusu, ikonlara savaş açan Bizans hükümdarı III.Leon’un adaya sürmüş olduğu bir papazın kurduğu Ayasos’u gezerken açılıyor.
Rehberimiz Mini belli ki, Sappho ve lezbiyenlik arasındaki ilişkiyi merak edenlere sıkça rastlamış.
Sappho hakkında bildiklerini anlatıyor.
NEDEN FEMİNİST OLMASIN
Milattan önce 630 ila 612 yılları arasında yaşadığı rivayet edilen Sappho aristokrat bir aileden.
Zengin bir tacirle olan evliliğinden Kleis adında bir kızının olduğu ve Midilli’de bir okulda 4-5 yaşından aldığı kızları evlilik çağına kadar yetiştirdiği biliniyor.
Cevat Çapan, Türkçe’ye çevirmiş olduğu şiirlerinin önsözünde, Sappho’nun öneminin şiire kişisel sesi getiren ilk büyük şair olduğunu söylüyor.
Çapan’a göre, Sappho’nun yetiştirdiği kızlarla kendi arasında aşk ilişkilerinin olduğu açıkça ortada. Lesboslu rehber Mini bu görüşte değil.
‘Evet’ diyor ‘Şiirlerinde erotik bir şeyler olduğu kesin ama bu onun kızlarla aşk ilişkisi yaşadığı anlamına gelmez.’
Mini’ye göre, Sappho’nun kız okulu Lesbos’ta kabul görmüş ama Yunanistan’ın diğer adalarında, şehirlerinde tepkiye yol açmış.
Oysa Sokrat’ın, Eflatun’un erkek öğrencilerine ses çıkartan yok.
Sappho yoksa ilk feminist mi?
İLK ARİSTOFANES KULLANDI
Lesboslu Sappho’dan esinlenerek, iki kadın arasındaki aşk ilişkisini anlatmak için ‘Lesboslu’ sözcüğünü ilk kullanan Atinalı tiyatro yazarı Aristofanes.
Hani şu ‘Kadınlar ıhh derse’nin yazarı.
Kadın şairden yaklaşık iki yüzyıl sonra yaşamış.
Lezbiyen sözcüğünü (Lesboslu) ona borçluyuz anlayacağınız.
Mini diyor ki: ‘Sappho kırklı yaşlarında kendisinden çok daha genç bir erkeğe aşıktı ve bu aşk nedeniyle kendisini kayalardan aşağı atarak intihar etti.’
Elbet seviyorum seni
Ama sen beni seviyorsan
genç bir kadınla evlen
Nasıl katlanırım
birlikte yaşamaya
kendimden genç biriyle
Bu dizeler umutsuz aşkının kanıtı değilse ne?
Yazının Devamını Oku 
11 Haziran 2004
<B>39 </B>yıllık tekstilci armatör olur mu?<br><br>Olursa vizyonu nereye kadar uzanır? Sabancı ailesinin tek denizci ferdi Yalçın Sabancı ile Atina’daki Posidonia 2004 Fuarı nedeniyle iki günlüğüne Pire limanına uğrayan Ankara Feribotu’nda tanışıyoruz.
Kendisini basın mensuplarına takdim eden kişi denizci olmasında payı olan Deniz Temiz Derneği’nın (TÜRMEPA) Başkanı Eşref Cerrahoğlu.
Pire limanına kendi teknesiyle gelmiş olan Yalçın Sabancı, geçenlerde kaybettiğimiz Sakıp Sabancı ile amca çocuğu.
1999 yılına kadar, BosSa, YünSa, TekSa’nın da dahil olduğu Avrupa’nın en büyük tekstil grubunun başındaydı.
‘Sabancı Grubu’nda, 7 bin 700 kişiyle en kalabalık kadroyu oluşturuyorduk’ diyor.
Yalçın Sabancı şimdi 5 yıllık armatör.
Besbelli ki, Türkiye’nin geleceğinin denizlerde olacağını görmüş, tekstildeki birikimlerini denizcilik sektörüne taşımış.
Şimdilik sahip olduğu gemi sayısı sekiz. Japonya’ya ısmarlamış olduğu 10 tekneyle birlikte filosu 2008 yılında 1 milyon 200 bin dwt’yi bulacak.
Kendisini sohbetin bir yerinde ‘yüzme bilmeyen armatör’ olarak tanımlayan 39 yıllık tekstilci Yalçın Sabancı’nın 2015 yılı için hedefi elindeki filoyu 5 milyon dwt’ye çıkarmak.
Yalçın Sabancı’nın denize yönelmesinde Eşref Cerrahoğlu gibi yakın dostlarının katkısı olmuş elbet, ama en büyük neden denizin getirisi.
‘Dünyada denizden yılda 500 milyar dolarlık bir gelir söz konusu. Türkiye’nin bundan aldığı pay sadece yüzde 3. Yunanistan’ın payı ise yüzde 40’.
Tüm Türk armatörler gibi Yalçın Sabancı’nın örnek alıp, bizimle karşılaştırdığı ülke Yunanistan.
Tekneleri Türk bayraklı ve çoğunlukla Türk mürettebat çalışıyor.
Ne var ki, diğer armatörlerden de duyduğumuz gibi, SSK primlerinin yüksekliği Yalçın Sabancı’yı bunaltmış gibi görünüyor.
‘Yunanlı gemicinin SSK primi 29 dolar, bizde ortalama 469 dolar. İster istemez yabancı bayrağa geçeceğiz’ diye konuşuyor.
Söze Eşref Cerrahoğlu da karışıyor.
‘Yunanlı armatör emlak vergisinden bile muaf. Çoğu New York, Cenevre, Londra’da oturduğundan Yunan Hükümeti onları ana vatandan kopartmamak için böyle bir çareye başvurmuş’ diyor.
Bir önceki yazımda değindim gibi denizcilik sektöründe iki yıl öncesine oranla işler hayli yoluna girmiş ancak insanları denizciliğe özendirmek için biraz daha gayret gerek...
Boğazlarda 155 milyon ton tehlikeli madde
POSIDONIA Fuarı’nda Türk standının en ilgi çekici bölümlerinden biri 2003 yılının sonunda hizmete giren VTS sistemi.
VTS sistemi nedir?
İngilizce ‘Vessel Trafic Service’ sözcüklerinin kısaltılması olan VTS kısaca deniz trafiğini organize eden bir sistem.
Fuarı ziyaret eden yabancı kaptanlar sistemle oldukça ilgilenmişler.
Sistemin devreye girdiği aralık ayından bu yana Boğazlar’da herhangi bir kaza olmamış.
VTS sisteminin Boğazlardan trafiği düzenlemesi aklınıza kılavuz kaptanlar ve römorklara ihtiyaç kalmadığını getirmesin.
Zira, sisteme rağmen kılavuz kaptanlar ve römorklar mutlaka gerekli.
Deniz trafiğinin arttığı yaz aylarında VTS sisteminin faydasına inandığım halde tehlikeli madde taşıyan tankerlerin giderek artmasından son derece huzursuzum.
Kaygılarımı geçen yıl aynı fuarda karşılaştığım Türk Kılavuz Kaptanlar Derneği Genel Sekreteri Kaptan Cahit İstikbal’e aktarıyorum.
1998 yılında Boğazlardan 63 milyon ton tehlikeli madde geçmiş.
2003 yılında bu rakam 140 milyon tona ulaşmış.
2004 yılı sonunda 155 milyon ton olacakmış.
Dikkatinizi çekerim: İstanbul’dan geçen tehlikeli madde altı yılda ikiye katlamış, hatta geçmiş.
Kaza ihtimali bir yana, tankerlerden en küçük bir sızıntı nelere malolabilir?
Kaptan İstikbal diyor ki: ‘Marmara’ya havadan kontrol şart’...
Atina Olimpiyat’ın altından kalkacak mı?
ATİNA’ya ayak basan herkesin kafasındaki soru bu.
Şu anda şehrin merkezi tam bir şantiye görüntüsünde.
Kaldırımlarda, yollarda, yeni stadyumların önünde kısaca hemen hemen Atina’nın her sokağında inanılmaz bir kaos hakim.
İnsan ‘Neden Türk müteahhitlerin işbirliğini kabul etmediler’ diye düşünüyor ister istemez.
Zira anımsanacağı gibi, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Yunanlılara bizzat yazdığı mektupta her alanda işbirliği önermişti.
Her neyse, Olimpiyat Oyunları 13 Ağustos tarihinde başlayacak, yani 45 gün sonra.
Şehir bu kadar kısa bir sürede toparlanırsa bu gerçek bir mucize olur.
Ankara Gemisi’nin Pire Limanı’nda rıhtımda verdiği resepsiyonda duyduklarıma bakılırsa PASOK mart seçimlerine kadar doğru dürüst ilgilenmemiş oyunlarla.
Göreve gelen Karamanlis hükümeti kucağında bir ‘Olimpiyat Bebeği’ bulmuş.
Şehri hazırlama kaygısı bir yana şimdi en fazla Olimpiyat Oyunlarının mali yükü tartışılıyor.
Oyunların Yunanlıların cebine nasıl yansıyacağı hesaplanıyor.
Yunan Ekonomi Bakanı’nın daha geçenlerde ‘Oyunları ağırlamakla acaba iyi mi yapıyoruz’ demesi kafaları daha da karıştırmış.
Olimpiyat bütçesinin 10 milyar euro olacağı hesaplanmış. (Bunun 1 milyar doları sadece güvenliğe gidiyor.
Ancak bütçe 4 milyar Euro açık verince Yunanlı yetkililer halkı yeni vergilere yavaş yavaş hazırlamaya başlamışlar.
PriceWatersCoopers’ın Atina’da düzenlediği ‘Olimpiyatlar’ın Yunan ekonomisine etkisi’ toplantısında çıkan sonuç şu olmuş:
‘Atina’nın kazandığı yeni alt yapı bir yana 10 milyar Euro uzun vade de turizm, tanıtım olarak geri dönecek’...
Bu işin cefasını çekenlerin de umudu bu zaten.
Yazının Devamını Oku 
8 Haziran 2004
<B>BİR</B> sektörde iki yıl gibi çok da uzun sayılmayacak bir sürede hava yüzde 100 değişebilir mi? Karamsar hava yerini iyimser rüzgarlara bırakabilir mi?
Denizcilik sektörü bunu başarmış.
İki yıl önce tam da bu dönemde Pire’deki Posidonia Deniz Fuarı’na Samsun Feribotu’yla giderken yazmış olduklarımı gözden geçiriyorum.
‘Denizcilikle ilgili sorunlar öylesine fazla ki. Bir söylesem, bin ah işitirsen derler ya işte öyle. Ne zaman denizle barışacağız? Denizin bize sunduğu nimetlerden ne zaman yararlanacağız’ diye yazmışım.
Bu sefer Ankara Feribotu’yla yine Pire yolundayız.
İki yıl önce denizciliğin sorunlarını tartıştığımız insanların çoğu yine burada ama bu kez yüzler gülüyor, gelecek için planlar yapılıyor.
Peki neler değişmiş iki yıl zarfında?
Zihniyet değişikliği başta olmak üzere bayağı yol alınmış.
Dilerseniz en başından başlayalım.
Kendisini ‘kaptan çocuğu’ olarak tanımlayan Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, gemi inşa yüksek mühendisi yani denizci.
Aynı gemide yolculuk yaptığımız Denizcilik Müsteşarı İsmet Yılmaz, Denizcilik Fakültesi Yüksek Okulu’ndan mezun, İsveç’te Dünya Denizcilik Üniversitesi’nde 2 yıl master eğitimi almış. Ayrıca İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra deniz hukuku üzerine ihtisas yapmış.
30 Aralık 2002’den beri Denizcilik Müsteşarı. İsmet Yılmaz kadrosunu kendisi gibi denizcilikten anlayanlar arasından seçmiş.
Değişimin bana kalırsa ikinci önemli faktörü, denizcilik sektörünün Meclis’e sesini duyuracak birini göndermeyi başarmış olması.
Deniz Ticaret Odası eski Başkanı Cengiz Kaptanoğlu, AKP milletvekili olarak denizciliğin sorunlarını bıkmadan usanmadan dile getiriyor.
Üçüncü önemli faktör ise Deniz Ticaret Odası Başkanı Metin Kalkavan ve ekibinin Ankara’daki bürokratlarla sürdürdükleri uyumlu çalışma.
Odanın ilk kez yaptığı arama konferansının bilimsel sonuçları bürokratlarla paylaşılmış, birlikte kararlar alınmış.
1 MİLYON YOLCU İLAVE
Müsteşar İsmet Yılmaz, Deniz Ticaret Odası’yla sürdürülen diyalogdan memnun. Yılmaz’la sohbette, liman ücretlerinin 1 Ağustos 2003’ten itibaren yüzde 50, deniz yakıtının ise 1 Ocak 2004’ten itibaren yüzde 65 oranında indirilmesinin denizcilik sektörüne neler kazandırdığını konuşuyoruz.
Yakıt indiriminin deniz otobüsü fiyatlarına yansıması 4 ayda 1 milyon ilave yolcu getirmiş. Dört ayda 60 bin ilave araç deniz yollarıyla seyahat etmiş.
Bunun kara trafiğini nasıl rahatlattığını düşünün.
Liman ücretlerindeki düşüş Akdeniz’deki diğer limanlarla rekabeti kolaylaştırmış. Yılmaz, kendisini ziyarete gelen yatçıların 2004 yaz sezonunda Yunanlılar’ın önüne geçeceklerini söylediklerini anlatıyor.
Kruvazyer yolcu gemisi sayısında artış yüzde 60, yolcu sayısında ise yüzde 130’luk bir artış söz konusu.
Bunlar turizm gelirinin dörtte birinin denizcilikten geleceği anlamında.
Ayrıca kanun değişiklikleriyle armatörlere çeşitli kolaylıklar sağlanmış.
Türk bayrağı taşımaktan tutun, denizcilik şirketlerinin borsaya kote olmalarına kadar önemli düzenlemeler yapılmış.
Yılmaz, ‘Hedefimiz 5 yıla kadar denizcilikte dünyada ilk 10’a girmek’ diyor.
Benim gördüğüm şey şu: Denizcilik sektöründe maya tutmuş.
Başkan değişti, Taşucu Tersanesi projesi kaldı
DENİZCİLER artık önlerini görüyor demiştim ya iki günden beri duyduğum projelerin haddi hesabı yok. Tarihi Haydarpaşa Garı’nın mega yat ve kruvazyer turizmine açılması, Bodrum, Fethiye’de yeni limanlar, İzmir limanı kapasite artırımı duyduklarımız.
Bir de tersaneler meselesi var.
Denizcilik Müsteşarı İsmet Yılmaz sayıyor: Rize Engindere’de, Sürmene’de Yeniçam, Ünye’de, Samsun’da, Karadeniz Ereğlisi’nde, Mersin’de tersane projeleri var.
Çeşitli üniversitelerden görüş alınmış ve aynen Japonlar’ın limanlar için yaptıkları gibi ‘Türkiye tersane master planı’nın yapılması tasarlanıyor.
Yeni tersanelerin kapasitesinin 34 tersanesi olan Tuzla’nın toplam kapasitesine (500 bin DWT) ulaşacağı hesaplanıyor.
İşler yolunda dedim ama kimi zaman hesapta olmayan engeller de çıkabiliyor.
Selah Makine Gemicilik ve Endüstri A.Ş. Başkanı Erhan Selah’ın anlattığı örnek çok çarpıcı. Mersin Taşucu Seka Limanı’nın bir bölümü tersane yapılacak.
Açılan ihaleyi arasında Mersin Ticaret Odası, Silifke Sanayi Odası, Selah Makine Gemicilik, Mersin Serbest Bölge İdaresi’nin de bulunduğu bir konsorsiyum kazanıyor.
Tersanenin projesi, gerekli izinler her şeyi tamam. Akdeniz’in tek tersanesi olması nedeniyle Suriye, Lübnan, İsrail, Körfez ülkelerinden müşteri çekme potansiyeline de sahip.
İstihdam vesaire ilk aşamada Türk ekonomisine 20 milyon dolarlık bir gelir sağlayabilir.
İşler yolunda gibi gözükürken yerel seçimler oluyor, ANAP’lı belediye başkanı gidiyor yerine CHP’li Ali Şahin geliyor.
Yeni Belediye Başkanı çeşitli gerekçelerle tersanenin start almasını önlüyor.
Neticede yatırım şimdilik 6 ay gecikmiş.
Kim zarar gördü dersiniz?
Midilli’de badem şekeri ve Türk kahvesi
PİRE’ye giderken uğradığımız Midilli ile ilgili birkaç söz.
Midilli şehir, adanın adı Lesbos.
Çoğumuz Midilli Adası derken yanılıyoruz.
Ünlü şair Sappho’nun doğum yeri olan Lesbos Adası’yla ilk temas Yunan Ege Bakanlığı Genel Sekreteri Sergios Tsiftis ve Vali Pavlos Vogiatzis.
Her ikisinin Ankara Feribotu’na sabahın erken saatlerinde yaptıkları ziyaretten sonra bizden bir grup onları adada ziyarete gidiyor.
Adaya inerken karanfillerle karşılanıyoruz ve önce bakanlığa gidiyoruz.
Tercümanlarımız Aris ve Fatoş Lazaris.
İstanbullu Fatoş Hanım hem Yunanca öğrenmiş, hem eşine Türkçe’yi öğretmiş.
Adadaki diğer Türklerden Adanalı Fatih Avdan da grubumuza eşlik ediyor. O da Türkiye’den mobilya ithal ediyormuş.
Midilli şehrinin her köşesinde Osmanlı izi bulmak mümkün. Karşı kıyıdaki Türkiye ile ilişkiler hiç kesintiye uğramamış gibi.
Vali Pavlos Vogiatzis’in 84 yaşındaki teyzesi Eli Marhara halen Bornova’da yaşıyor.
Gelenekler de aynı. Tsiftis’in ofisinde bize ne ikram ediliyor?
Badem şekeri ve Türk kahvesi.
Dostluk, kardeşlik her şey güzel de Midilli Ticaret Odası Başkan Yardımcısı Petros Haitoğlu’nun küçük bir şikayeti var.
Midilli’den Türkiye’ye günde 200-300 kişi geçiyormuş. Türkiye’den gelenler ise 10-20 kişi. ‘Şu çıkış harcını kaldırsanız ne olur’ diyor.
Bence de çok iyi olur.
Yazının Devamını Oku 
6 Haziran 2004
<B>Kütüphanesine bilimsel araştırmalar için ABD’den kalkıp gelenler dahi varmış. Fotoğraf arşivinde ise 100 binden fazla fotoğraf var. Pek çoğu da 19. yüzyıldan.</B> GEÇENLERDE bir davetiye geldi.
‘Alman Arkeoloji Enstitüsü İstanbul Şubesi’nin 75. yılı münasebetiyle düzenlenecek olan basın toplantısına ve davete katılmanız ricasıyla...’
Yıllar önce üniversitede seçmeli ders olarak arkeoloji eğitimi alırken o zamanlar Sıraselviler’de Alman Hastanesi’nin içinde olan Alman Arkeoloji Enstitüsü’ne gittiğimi hatırlıyorum.
Enstitü, şimdi Ayaspaşa’daki Alman Konsolosluğu binasında.
75 yıldan beri Türkiye’de olan bu kurum ne yapıyor?
Basın toplantısının amacı biraz da çalışmalar hakkında Türk kamuoyunu aydınlatmak.
ALMANLAR VE ARKEOLOJİ
İlk Alman Arkeoloji Enstitüsü 1829 yılında Roma’da kurulmuş.
İstanbul’daki ise tam 100 yıl sonra.
Enstitü’nün diğer şubeleri Madrid, Atina, Şam ve Kahire’de.
İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün başkanı 2001 yılından beri Adolf Hoffmann.
Basın toplantısında bize bilgi veren 2. Müdür ve 1972 yılından beri Bergama kazı başkanı olan Profesör Wolfang Radt.
Radt gayet düzgün Türkçesiyle enstitünün geçmişini anlatıyor.
‘Almanların arkeolojiye düşkünlüğü nereden kaynaklanıyor. Neden özellikle Akdeniz havzasında kazılara girişmişler’ diye soruyorum.
‘Ta 17. yüzyıldan, 18. yüzyıldan itibaren kökleri araştırma merakı başlamış. Nereden geliyoruz sorusu kafaları kurcalamaya başlamış. Genç gezginler, araştırmacılar, tarihçiler İtalya’ya, Yunanistan’a, Türkiye’ye doğru yola çıkmışlar.’
250 yıllık bir geçmişten söz ediyor Radt.
Roma’da antik kültürleri incelemek üzere bir Alman Arkeoloji Enstitüsü kurulmuş ve daha sonra yerel kurumlar, üniversiteler, bilimadamlarıyla işbirlikleri gelişmiş.
1929 yılında, Alman İmparatorluğu’nun başvurusu üzerine İstanbul’daki şube kurulmuş.
Amatör arkeolog ve işadamı Heinrich Schliemann, Troya kazılarını 1871 yılında başlatmış. Bu kazılarda en önemli yardımcısı kim?
Alman Arkeoloji Enstitüsü Atina Şubesi’nden mimarlık tarihçisi Wilhelm Dörpfeld.
75 YILLIK GEÇMİŞ
Peki İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü, hangi kazı çalışmalarını yapmış 75 yıl zarfında?
Wolfgang Radt’ın dialarından izliyoruz: Hititlerin başkenti Hattuşa, antik liman kenti Milet, kehanet merkezi Didim, geç klasik-Helenistik şehir Priene, Bergama, Aizanoi, neolitik kült yapılarının olduğu Gürcü Tepe.
Bunlar devam eden kazılar.
14 bitmiş kazı projesini, Hasankeyf dahil devam eden yüzey araştırmalarını sayıyor Radt.
Ayrıca çok şirin bir Likya liman kenti olan Phaselis, Milas, Gökçeada, Van gibi yerlerde de yüzey araştırmaları tamamlanmış.
Kazılar kimi zaman yıllarca sürüyor.
Mesela Bergama kazıları Berlin Müzesi’nden iki arkeolog tarafından 1878’te başlatılmış, günümüzde Profesör Radt ile devam ediyor.
Alman Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olan enstitünün Alman Hükümeti’nden her yıl aldığı 200 bin Euro’luk bütçenin neredeyse üçte biri Bergama kazılarına gidiyor.
Öğrendik ki, Alman Hükümeti’nin ekonomik krize girmesi haliyle buraya da yansıyor ve bütçeye kısıtlama getiriliyor.
Profesör Radt’ın verdiği bilgiler özetle böyle.
FOTOĞRAF ARŞİVİ
Şimdi geliyoruz işin en can alıcı noktasına, enstitünün kalbine.
Kütüphane ve fotoğraf arşivi.
İstanbul şubesinin kütüphanesinde tam 60 bin kitap mevcut.
Kendi alanında Türkiye’nin en kapsamlı kütüphanesinde ağırlıklı eserler arkeoloji, sanat ve mimarlık konularında.
Ama eski Anadolu dillerinde, eski Doğu dillerinde, antik filoloji kitapları, müze katalogları, ansiklopediler, bibliyografyalar, sözlükler, seyahatnameler bulmak da mümkün.
Kütüphane hem yurtiçi, hem yurtdışı, eski ve yeni kitap alımlarıyla sürekli zenginleştiriliyormuş.
Bilimsel araştırmalar için ABD’den kalkıp gelenler dahi varmış.
Fotoğraf arşivinde ise 100 binden fazla fotoğraf var.
Pek çoğu da 19. yüzyıldan. Zira enstitü, o yüzyılda İstanbul’un en ünlü iki fotoğrafçısı Sebah ve Joiallier’nin arşivini satın almış.
Profesör Radt, ‘Kitapları ödünç vermiyoruz ama isteyen gelip okuma salonlarında okuyabilir, notlarını alabilir’ diyor.
Bilgisayar ortamında enstitünün diğer şubelerindeki eserler hakkında bilgi almak da mümkünmüş.
Meraklısına duyurulur.
Meğer elimizin altında gerçek bir hazine varmış.
Yazının Devamını Oku 
4 Haziran 2004
<B>ULUSLARARASI </B>Af Örgütü’nün Türkiye’de kadınlara karşı şiddetle ilgili raporunu, 50 ülkede 2000 bine yakın kozmetik dükkanı olan <B>Body Shop’</B>un kurucusu <B>Anita Roddick’</B>in İstanbul ziyareti sırasında açıklaması elbet tesadüf değil. Anita Roddick yıllardır insan hakları için mücadele ediyor ve Uluslararası Af Örgütü’ne 1.5 milyon dolar bağışta bulunmuş.
Af Örgütü’yle sıkı bir işbirliği içersinde.
Bu yüzden de örgütün Türkiye sorumlusu Christina Curry’nin, Body Shop’un ‘Aile İçi Şiddete Sessiz Kalma’ kampanyası için gelen Roddick’e bir jest yapması doğal.
Raporda yer alanları zaten biliyoruz.
Türkiye’de kızlar okula gönderilmiyor, küçük yaşta ve rızası olmadan evlendiriliyor, kocası tarafından dövülüyor, töre cinayetine kurban gidiyor.
Listeyi uzatmak kolaylıkla mümkün ama konumuz Af Örgütü’nün raporu değil.
Esas değinmek istediğim yılda yaklaşık 1.5 milyar dolarlık bir satış gerçekleştiren Body Shop’u bundan 28 yıl önce kuran Anita Roddick.
Halen Body Shop Yönetim Kurulu eş başkanı. Önceki akşam hava durumu elverseydi Anita Roddick ile Boğaz turu yapacaktık.
Olmadı.
Çırağan Sarayı’nın terasında ayaküstü sohbetle yetindik.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, koyu yeşile boyalı dükkanlarla anında tespit edebileceğiniz Body Shop’un ürünlerini severim.
Ünlü kozmetik ürünlerinden daha ucuz olmalarının yanısıra, hayvanlar üzerinde denenmemeleri, pratik ambalajları, ekolojik özellikleri beni pek cezbeder.
Doğal ürünlerle kendi imal ettiği kozmetik ürünleri satmak için Brighton’da küçük bir dükkan açarak iş hayatına atılan ve Body Shop’u bir dünya markası haline getiren Anita Roddick’i öteden beri merak ederdim.
Ettiğim kadar varmış.
Ufak tefek, güleryüzlü, makyajsız, 62 yaşındaki bu kadın 28 yılda edindiği inanılmaz servetine karşın bir savaşçı.
Adaletsizliğe, kapitalist düzenin aksaklıklarına, sansüre, işçi sömürüsüne, çevrenin tahrip edilmesine ve daha bilmem kaç şeye karşı savaş açmış.
Yukarıda değindiğim gibi, Uluslararası Af Örgütü’ne 1.5 milyon dolar, Greenpeace’e da aynı miktarda bağışta bulunmuş.
Başını çektiği kampanyaların haddi hesabı yok.
Anita Roddick, Bush’a, ‘bir daha seçilemez’ dediği başbakanı Tony Blair’e ve en önemlisi Dünya Ticaret Örgütü’ne karşı.
1999 yılında bir konuşma yapmak için Dünya Ticaret Örgütü’nün Seattle’daki toplantısına gitmiş.
‘Utanç vericiydi. Çokuluslu şirketler ve politikacıların sadece kárlılık üzerinde yoğunlaşmaları beni sarsttı’ diyor.
Roddick, Dünya Ticaret Örgütü’nun serbest ticaret gündemine karşı bayrak açmış.
Orta Amerika’dan Bangladeş’e ucuz işçi çalıştıran atölyelerde insan hakları ihlallerini inceliyormuş.
Bazı insanlar vardır, hayalleri peşinde koşarlar.
Hayalleri gerçekleşir.
Bu kez dünyayı değiştirmeye çalışırlar.
Tanıdığım Anita Roddick işte bu insanlardan.
Türk şirketleri bu kampanyalarda neden yok
TÜRKİYE’de ‘Aile içi Şiddete sessiz kalma’ kampanyasını başlatan Anita Roddick’in bu kampanyadaki partneri ‘Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Vakfı’ adında bir örgüt.
1993 yılında kurulmuş.
Kadınların özgür bireyler ve eşit yurttaşlar olarak aktif yaşama katılmalarını destekliyor.
Örgüt TCK reformu kapsamında kadın ayrımcılığı, töre cinayetleriyle ilgili yoğun çalışmalarda bulunuyor.
Kadına kendi haklarını öğreten eğitim programları düzenliyor.
Anita Roddick’in bu örgüte ilgi duymasının iki nedeni var.
Birincisi bu örgütün direkt kadın haklarıyla ilgilenmesi.
İkincisi de, örgüt tarafından desteklenen kadınların el emeği ürünleri.
Mor Kağıt çatısı altında bir araya gelen kadınlar Okmeydanı’ndaki bir atölyede geriye kazanılmış kağıtlardan defterler üretiyorlar.
Bu ürünler Body Shop dükkanlarında satılacak.
‘Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Vakfı’ndan bazı arkadaşlarımla konuşuyorum.
Body Shop’un işbirliğinden gayet memnunlar elbet.
Biraz buruklar.
Zira bugüne kadar hiçbir Türk firması, aile içi şiddet, töre cinayetine karşı kampanyalar için sponsorluğa yanaşmamış.
Töre cinayetine karşı bir kampanyanın sponsorluğunu bir Türk şirketinin üstlendiği gün de Türkiye’de gerçekten köklü bir değişim olacak.
KAGİDER’in kadın fonu
Anita Roddick belli bir servete kavuşmuş, köşesine çekilip torunlarıyla vakit geçirecek yerde dünyadaki haksızlıklarla mücadele ediyor.
Mücadele gücü nereden kaynaklanıyor?
Kişiliğinden ve elbet servetinden.
Anita Roddick ile karşılaştırdığımda Türk kadın girişimciler daha yolun çok başındalar.
Güçlenecekler ki, hemcinslerine yardım eli uzatmaya başlasınlar.
Aslında başladılar bile...
Kadın Girişimciler Derneği KAGİDER geçtiğimiz günlerde bir Kadın Fonu oluşturdu.
Fondan, kadınları politikada, iş hayatında güçlendirmeye yönelik her türlü proje yararlanabilecek.
Söz KAGİDER’den açılmışken, kısa sürede çok iş yapmayı başarmış olan bu örgüt 5-7 Haziran tarihlerinde, OECD toplantısı bünyesinde kadın girişimciği uzmanlarına da ev sahipliği yapıyor.
Yazının Devamını Oku 
1 Haziran 2004
<B>İLK</B> kez eğitime ayrılan para savunmaya ayrılan parayı geçti.<br><br>2004 bütçesinde, Milli Savunma Bakanlığı’na 10.9 katrilyon lira, Eğitim Bakanlığı’na ise 12.8 katrilyon ayrıldı. Bu ne anlama geliyor derseniz...
Eğitimde ciddi reformların arifesinde olduğumuzu gösteriyor.
Eğitim sistemindeki aksaklıkları belirlemek, bakanlığın, okulların, STK’ların hep birlikte neler yapabileceklerini ortaya koymak amacıyla Sabancı Üniversitesi’nin yaklaşık bir buçuk yıl önce oluşturduğu Eğitim Reformu Girişimi oldukça yol almış.
Eğitim Reform Girişimi, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’yla sıkı işbirliği içerisinde.
Geçen akşam Sabancı Üniversitesi Rektörü Prof. Tosun Terzioğlu’nun davetinde Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Prof. Ziya Selçuk’u dinleme fırsatını bulduk.
Eğitim sisteminden herkes şikayetçi...
Veliler, okul ve dershaneler arasında ter döken çocuklar.
Bunca çaba ve öğencilerin başarı çizgisi düşük.
Uluslararası yarışmalarda, okuma, kavrama, yabancı dilde hep en alt sıralarda.
Ders kitaplarının müfredatı 1950’li yıllardan kalmış.
Çocuklar yararsız bilgi ve kavramlara boğulmuş.
Prof. Ziya Selçuk diyor ki ‘Başarılı öğrenciler Türk eğitim sistemine rağmen başarılı olmuş çocuklar’...
Sistem öyle bir sistem ki, uç noktalarda düşünceyi besliyor..
Bu siyasete de yansıyor, futbola da.
Sık sık yaşadığımız kutuplaşmaların temelinde eğitim sistemi var.
Şimdi ise bu sistemi değiştirmek için tüm koşullar uygun.
Prof. Selçuk, ‘Eğitim konusunda çok özel bir dönemden geçiyoruz. Bakanlığın, STK’ların, ailelerin değişim talepleri örtüşüyor. Avrupa Birliği üyelik süreci de değişimi gerektiriyor’ diyor.
İngiltere, İrlanda, İtalya gibi ülkeler de müfredatlarını, eğitim modellerini değiştirmişler. Türkiye’de neredeyse devrim niteliğinde önemli adımlar atılmış... İşte bu noktada Prof. Ziya Selçuk dertli...
‘Eğitim reformu YÖK ve imam hatip tartışmaları arasında kaynıyor. Zamanımın ve enerjimin büyük bir kısmını bunlara ayırmak zorunda kalıyorum.’
1240 SAAT BOŞA GİDİYOR
Peki çocuklarımızı, geleceğimizi yakından ilgilendiren reformlar neleri kapsıyor?
Ders kitaplarının müfredatı değişiyor bu bir.
2005-2006 öğretim yılında okutulacak kitaplarda önemli zihniyet değişikliğine tanık olacağız.
Mesela Tarih Vakfı’nın ‘Ders Kitaplarında İnsan Hakları Projesi’ndeki uyarılar dikkate alınmış.
Tarih kitaplarında ‘Yunanlı düşman’ gibi ifadeler olmayacak, kanıtlara, belgelere dayalı bir bakış açısı getirilecek.
Bu arada özel sektör ders kitaplarının nasıl olacağı konusunda eğitim alıyormuş.
Yabancı dil ve internet.
Eğitim reformunun iki önemli ayağı.
İlkokul dördüncü sınıftan lise sona kadar her öğrenci 1240 saat yabancı dil dersi görüyormuş.
Sonuç?
Sonuç sıfır.
‘Her yıl milyonlarca saat boşa gidiyor. Çocuk Türkçe’yi iyi öğrenmediği için yabancı dili de öğrenemiyor’.
Prof. Ziya Selçuk anlattıkça eğitim sistemimizin karanlık yüzü daha iyi ortaya çıkıyor. Milli Eğitim Bakanlığı’na 580 bin öğretmen bağlı.
Çoğu mutsuz ve motivasyonu yok.
Bundan böyle öğretmenleri motive etmek için iki yılda bir sınav yapılacak, bazılarının master yapmalarına imkan sağlanacak.
Amaç öğretmenleri kariyer sahibi yapmak. Sınav sistemini, ders kitaplarını, öğrenciyi, öğretmeni kısaca eğitimi kökünden değiştirecek reformlar geliyor.
Prof. Selçuk’un dediği gibi: ‘Batı rönesanstan laikliğe yol aldı... Biz tersini yapıyoruz... Laiklikten rönesansa gidiyoruz...’
İstanbullu sanatçılar Avrupalı oldular bile
BU müthiş başlık 29 Mayıs tarihli Le Monde Gazetesi’nden.
Gazete, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın Tiyatro ve Dans Festivali’ni kaleme alan Catherine Bedarida’ya tam bir safya ayırmış.
Festival için İstanbul’a gelen Fransız gazeteci, Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesi Türkiye’nin üyeliği tartışıldığı günlerde uzun süreden beri yüzlerini zaten Batı’ya çevirmiş Türk sanatçılardan övgüyle söz ediyor.
Sansüre uğramak pahasına en çağdaş ifade biçimlerini sanatlarına yansıtanlar arasında kimler var?
Emre Koyuncuoğlu, Işıl Kasapoğlu, Mehmet Ulusoy, Murat Morova, Mahir Günşiray...
Le Monde’daki yazı bu kritik günlerde Türkiye’nin ve İstanbul’un tanıtımı için son derece önemli...
Ayrıca her yıl sponsor bulmakta çok zorlanan İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın ne kadar başarılı olduğunu bir göstergesi...
Düzenlediği festivaller artık dünyanın sayılı festivalleri arasına giren İKSV’nin, Belediye, Valilik dahil tüm İstanbulluların desteğine her zamankinden fazla ihtiyacı var gibime geliyor.
Yazının Devamını Oku 