20 Temmuz 2004
<B>BAŞBAKAN</B> <B>Recep Tayyip Erdoğan’</B>ın dün öğleden sonra başlayan 2.5 günlük Fransa gezisinin en çetin görüşmeleri Ermeni soykırımı meselesi üzerinde odaklaşacak. Gezinin son günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı kaldığı otelde ziyaret etmesi beklenen Sosyalist Parti Genel Sekreteri François Hollande hatırlanacağı gibi daha kısa bir süre önce, Ermeni meselesinin üyelik koşullarını bağlanmasını istemişti.
François Hollande, Sosyalist Parti’nin Ermeni meselesini öne süren tek önde gelen ismi değil.
Jospin hükümeti sırasında Avrupa Birliği’nden sorumlu olan ve Türkiye dosyasını yakından takip eden Pierre Moscovici de aynı fikirde.
Yaklaşık üç hafta önce Bağımsız Türkiye Komisyonu ile birlikte İstanbul ve Ankara’yı ziyaret eden eski Fransa Başbakanı Michel Rocard da öyle.
Ancak Rocard, buradaki temaslarından sonra Ermeni meselesinin AB üyeliğinden ayrı olarak ele alınması konusunda ikna olmuş görünüyordu.
Başta Genel Sekreter olmak üzere Sosyalist Parti’yi yumuşatmayı başarıp başarmadığını bu gezide göreceğiz.
Türkiye’nin üyeliğine soğuk bakan iktidardaki UMP ile temaslara gelince?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk görüşmesi dün ayağının tozuyla yaptığı Fransa Başbakanı Jean Pierre Raffarin ne yazık ki politikadaki en sancılı günlerini yaşıyor.
Raffarin’ın önümüzdeki sonbahar aylarında Matignon’dan ayrılacağı söylentileri giderek ağırlık kazanırken, yerine İçişleri Bakanı Dominique de Villepin’in geleceği söyleniyor.
JUPPE DE
GİDİYOR
RAFFARİN DE
Yani Başbakan Erdoğan’ın Raffarin ile görüşmesi deyim yerindeyse pek de işe yaramayacak.
Dominique de Villepin, geçen yıl Dışişleri Bakanı iken Ankara’ya yaptığı ziyarette Türkiye’nin üyeliğine sıcak baktığını söylemişti.
Başbakan olduğu takdirde tavrı ne olur bilinmez.
Başbakan Erdoğan’ın bugün öğleden sonra bir araya geleceği UMP Başkanı Alain Juppe de bilindiği üzere parti başkanlığını bırakıyor.
Juppe’nin yerine gelmesi kesin gözüyle bakılan Maliye Bakanı Nicholas Sarkozy ile programda görüşme yok ama esas üzerinde durulması gereken isim Sarkozy.
Zira Ermeni meselesini Fransa’nın gündeminde sıcak tutmayı başarmış olan UMP milletvekili Patrick Deveciyan, Sarkozy’nin en yakın adamı.
Belki Sarkozy ve Deveciyan da Başbakan Erdoğan’ın programına dahil edilselerdi Fransa gezisi daha anlamlı olurdu.
Avrupa Anayasası’nı hazırlayan eski Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing’ın iki yıl kadar önce ortaya attığı ‘Türkiye Avrupa’nın parçası değil’ iddiasından bu yana Türkiye’yi en fazla Fransa tartışıyor.
Politikacılar, akademisyenler, kamuoyu herkes tartışıyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın gezisinin tartışmalara nasıl bir boyut katacağı merak konusu.
Yazının Devamını Oku 
18 Temmuz 2004
Sicilya’daki Corleone Vadisi, mafyayla özdeşleşmiş. Roman ve film kahramanı ‘Baba’ Don Vito Corleone’nin doğduğu yer burası. Ama Corleone artık üzüm bağlarıyla tanınıyor. Ve burada üretilen Calatrasi şarapları Türkiye’de de satılıyor. Calatrasi’nin sahibi Maurizio Micciche, daha çocukken ailesini mafya tehdit ettiği için Sicilya’yı terk etmiş ve yurduna 22 yıl sonra dönebilmiş.
Sicilya’nın tam yüreğindeki Corleone Vadisi adanın en bereketli topraklarından.
Yüzyıllar boyunca tahıl ambarı olmuş, üzüm bağları en nadide şarapları vermiş.
‘Baba’ yani ‘Don Vito Corleone’nin köyü de işte bu vadide.
Ünleri Sicilya’nın dışına taşmış, yıllar yılı ABD’de ve Avrupa’da at koşturmuş mafya babalarının pek çoğu bu köyden.
Mafya ile neredeyse özdeşleşmiş olan Corleone, ilk bakışta tipik bir Sicilya köyü.
Eski taş evleri, ana meydanındaki İsa Heykeli, kiliseleri, kahvehanelerin önünde kediler gibi güneşlenen erkekleriyle filmlerden iyi tanıdığımız sevimli bir köy.
Şimdi iki oğluyla birlikte hapiste olan Babaların Babası Toto Riina’nın evi burada, karısı, kızları burada yaşıyor.
Corleone Vadisi’nin tozlu yollarından süzülerek girdiğimiz köy, ‘Baba’ filminden sonra öylesine meşhur olmuş ki, yerli yabancı turist akınına uğramış, hatta İskandinavyalı çiftler evlenmek için buraya gelmeye başlamış.
Köy meydanındaki ‘Sweet Temptations’ kahvehanesinin duvarlarında ‘Baba’ filminden kareler ve ‘Don Vito Corleone’ rolündeki Marlon Brando var.
Geçtiğimiz günlerde yaşama veda eden oyuncunun fotoğrafları, burada Corleone’deki kahvehanenin en görünür yerinde.
MAFYA TEHDİDİ YÜZÜNDEN22 YIL KÖYÜNDEN AYRI KALDI
Corleone Vadisi’ndeki üzüm bağlarını birlikte gezdiğimiz Antonio Maurizio Micciche için bu köye gelmenin, kahvede limonlu sorbe içip, çörek yemenin farklı bir anlamı var.
Zira mafya, ailesini tehdit ettiği için komşu vadideki köyünü, San Guiseppe Jato’yu tam yedi yaşındayken terk etmek zorunda kalmış.
Dört yaşındaki kardeşiyle birlikte Floransa’ya yatılı okula gitmişler, sonra lise sonra üniversite derken Sicilya’ya aradan 22 yıl geçtikten sonra dönmüş Maurizio Micciche.
Micciche ailesinin Corleone Vadisi’ne bitişik Jato Vadisi’ndeki geçmişi 1780’lere dayanıyor.
Dedelerinden biri o tarihte Kuzey İtalya’dan Sicilya’ya göçmüş.
Zaten Sicilya’nın tarihine baktığınızda kimler gelip geçmemiş bu topraklardan.
Fenikeliler, Yunanlılar, Romalılar, Araplar, Normanlar...
Corleone ve Jato Vadisi’nde köylerin çoğunun adları Arapça’dan İtalyanca’ya dönüştürülmüş.
Meselá Corleone’nin Arapça kaynaklardaki adı Kurliyun.
Her neyse Maurizio Micciche’nin hikayesine dönersek doktor olan babası Corleone Vadisi’nde 1950’lerden itibaren üzüm bağları almaya başlamış.
Civar köylerin de doktoru olduğu için oldukça sevilen baba Micciche, üzüm bağlarında çalışan işçileri bir kooperatif çatısı altında toplamayı başarmış.
1960’ların ortalarına doğru ise yerleşik düzene karşı bir politik hareket başlatmış.
Başarılı da olmuş...
İşte o andan itibaren mafya onun ve ailesinin yakasına yapışmış.
‘Bir akşam üzeri annemin köydeki eczanesine geldiler. Çocuklarınızı bir daha göremeyebilirsiniz diye tehdit ettiler.’
Mafyanın bu işaretinin üzerinden 12 saat geçmeden Maurizio Micciche ve üç yaş küçük kardeşi apar topar Floransa’ya yatılı okula gönderilmişler.
Adaya dönüş tam 22 yıl sonra olmuş...
RÖVANŞINI ŞARAPLA ALDI
Maurizio Micciche’nin Sicilya’ya döndüğü yıllar mafya babalarının kıstırılmaya başladığı yıllar.
Ünlü savcı Falcone’nin 1992 yılında Toto Riina tarafından öldürülmesiyle birlikte özellikle Corleone mafyası için çöküş başlar.
Bunu en fazla tetikleyen halkın mafyadan desteğini çekmesidir Micciche’ye göre.
Babalar hapse atılır, mallarına, mülklerine ve de bağlarına el konur.
İşte o zaman Maurizio Micciche için rövanş saati gelir.
Corleone Vadisi’nde babasının bağlarına ilave bağlar alarak şarap işini büyütür.
Calatrasi şaraplarıyla dünyaya açılır.
Şiraz, Merlot, Cabernet Sauvignon üzümleriyle alınan bir rövanşın keyfini çıkartır.
Mafyanın elindeki bağlar eğitim kamplarına dönüştü
Sicilya’da mafya 17. yüzyılda aristokratları korumak için ortaya çıkmış. Daha sonra kendi silahlı güçlerini oluşturmuş. Mafya en güçlü olduğu dönemlerde uyuşturucudan, rüşvetten, kadın ticaretinden kazandığı paraları en fazla bağa yatırırmış. Corleone Vadisi özellikle mafyanın bağlarından geçilmezmiş. Maurizio Micciche’ye göre, Sicilya ekonomisinin yüzde 40’ı mafyanın elindeydi o günlerde. Mafyanın çökmesiyle birlikte Sicilya’da İspanya’dakine benzer bir ‘movida’ başlamış. İnsanların güveni yerine gelmiş, turistler adaya akın etmeye başlamış. Mafyanın bağlarına gelince, kimi şimdi üzüm yetiştirmek isteyenlere kiralanıyor, kimi gençler için eğitim kamplarına dönüştürülüyor.
Calatrasi şarapları yeni dünya tekniğiyle üretiliyor
Micciche ailesinin kurduğu Calatrasi şarapları, altı aydan beri Türkiye’de satılıyor. Corleone Vadisi’ndeki bağlarda yetişen Şiraz, Merlot, Cabernet Sauvignon ve diğer üzüm çeşitlerinden elde edilen şarapları Terre di Ginestra ve D’instinto markaları altında bulmak mümkün. Bu arada önemli bir detay, Calatrasi (Arapça’dan Kal’at at-Tarzi yani Terzi Kalesi) şaraplarının üretimini, ‘yeni dünya’ şarapları uzmanı olan Avustralyalı Brian Fletcher yapıyor. Yani ‘eski dünya’ Sicilya şarapları, ‘yeni dünya’ tekniğiyle üretiliyor.
Mussolini’nin faşist köyleri
Corleone Vadisi’nden geçerken terk edilmiş küçük köylere rastlıyoruz. Sarıya boyanmış binalar bomboş.
Meğer bu köyler Mussolini’nin örnek faşist köy diye inşa ettiği köylermiş. Sicilya’nın altyapısına önem veren Mussolini iktidardan düşünce, bu köyler de terk edilmiş.
Ada’daki diğer bir ilginç köy ise Arnavutların yaşadıkları Plane Degli Albanesi Köyü.
İddialara göre, neredeyse 500 yıllık bu köy, Osmanlı’nın Balkanlar’ı istila etmesi üzerine İtalya ve oradan Sicilya’ya kaçan Arnavutlardan oluşuyormuş.
Bu köyde oturanlar Sicilya dilinden ve İtalyanca’dan hayli farklı bir dil, tür Arnavutça konuşuyorlar.
Yazının Devamını Oku 
16 Temmuz 2004
<B>PAKİSTAN </B>Devlet Başkanı <B>Pervez Müşerref, </B>iktidara geldiği 1999 yılından bu yana ilk kez yaptığı tatil için çok iyi tanıdığı ve sevdiği Türkiye'yi seçti. Annesi, çocukları ve torunlarıyla İstanbul'a gelen Müşerref, ayağının tozuyla Başbakan Erdoğan'ın kızının nikahına katıldı.
Geçtiğimiz aylarda, 11 gün arayla 2 bombalı suikast girişiminden kurtulan Müşerref ile İstanbul'da kalmakta olduğu Huber Köşkü'nde, El Kaide'yi, Irak'ı, İslam'da rönesansı, Türkiye-Pakistan ilişkilerini konuştuk.
İslam'da bir rönesansın gerekliliğinden söz ediyorsunuz. Bir süre önce ortaya atmış olduğunuz "aydınlanmış ılımlılık" diye bir kavram var? Bunun ne olduğunu açıklar mısınız?
- Ne yazık ki dünyadaki Müslüman ülkeler sosyo-ekonomik açıdan dünyanın en alt sıralarında. Başta eğitim birçok alanda dünyanın en kötüleri arasındayız. Yüzyıllardan beri çizgimiz sürekli aşağılara doğru gidiyor. Bu gidişatı tersine çevirmek zorundayız. İslam dünyasına ve Batı'ya "aydınlanmış ılımlılık" diye tanımladığım stratejinin iki boyutu var:
İslam dünyası radikalizmi reddedecek ve rotasını sosyo-ekonomik kalkınmaya doğru çevirecek.
Diğer yandan başta ABD olmak üzere Batı, politik uzlaşmalara son vererek İslam dünyasına yardım edecek. Özel sektör de yoksullukla mücadelede üzerine düşeni yapacak. Dünyayı terör tehlikesinden kurtarmanın tek çaresi bu.
Bu stratejiyi Batılı liderlerle de tartıştınız mı?
- Evet... Başkan Bush, Alman Şansölyesi Shröder, Blair, Fransa Cumhurbaşkanı Chirac hepsi bu görüşüme katılıyorlar. İslam Konferansı Örgütü'nün Kuala Lumpur'daki toplantısında İslam ülkeleri bu stratejiyi benimsediler.
İslam Konferansı Örgütü'nün genel sekreterliğini üstlenen Türkiye'nin rolü ne olacak böyle bir stratejide?
- Türkiye önemli bir İslam ülkesi. Kendi deneyimlerini, görüşlerini ortaya koyarak katkıda bulunabilir. Kaldı ki, İslam Konferansı Örgütü'nün yeniden yapılanmasında yeni seçilen Ekmeleddin İhsanoğlu'nun büyük katkısı olacak. Kendisiyle yarın Ankara'da biraraya geleceğim. İslam Konferansı Örgütü'nde reform yapılması şart. Eğitim, bilim ve teknoloji, kadın hakları ve daha çok sayıda alanla ilgilenecek bölümlerin oluşturulması gerek.
İslam ülkeleri arasında belirli konularda uzlaşma nasıl sağlanacak... Mesela kadın haklarında çeşitli İslam ülkeleri arasında dağlar kadar fark var. Bunlar nasıl aşılacak?
- Tam bir uzlaşma olması mümkün değil, gerekmez de zaten... Önemli olan sosyo-ekonomik kalkınma için bir şeylerin yapılması gerektiğinde görüş birliği sağlamak. Mesela kadınların önü nasıl açılacak? Her ülke kendi koşullarına göre bir yol izleyebilir. Bu oldukça uzun soluklu bir süreç, ancak sürekli aşağıya doğru bir trend izleyen İslam ülkelerini yukarıya çekmenin bir yolu olmalı mutlaka. Liderler bir şeyler yapmalı. Liderlik akışı değiştirmeyi becermektir bir anlamda. Aksi takdirde lider değilsiniz.
Pakistan BM şemsiyesi altında Irak'a asker göndermeyi planlıyor mu?
- Irak'a asker göndermek konusunda henüz bir fikir oluşturmadık. Irak halkı asker isteyip istemediğine karar vermeli ayrıca kendi halkımızın da taleplerini göz önüne almak zorundayız.
Beyinleri hedef almazsak terörün kökü kurumaz
El Kaide ile mücadelenin neresindesiniz?
- Pakistan terörizme karşı uzun vadede stratejik, kısa vadede ise taktik anlamda mücadele ediyor. Uzun vadeli stratejik perspektif, politik uzlaşma, eğitim ve yoksullukla mücadeleyi kapsıyor. Kısa vadede ise askeri güce başvurmak ve terörün beyinleriyle uğraşmak zorundasınız. Teröristleri üç kategoriye ayırmak mümkün. Saldırıyı gerçekleştiren taşeronlar, planlayanlar ve en üstte beyinler. Direkt beyinleri hedef almazsanız sorunu kökünden kurutamazsınız. Taşeronları bertaraf ederseniz sadece ağacın yapraklarını, eylemi planlayanları bertaraf ederseniz sadece dalları kesmiş olursunuz.
Suikast yüzünden eve kapanmıyorum
İki bombalı suikastten kurtulmayı başardınız. Sürekli ölüm tehdidi altında yaşamak nasıl bir şey?
- Cesur olmak ve gerçeği kabul etmek zorundasınız. Elbet Tanrı'nın yardımına güveneceksiniz. Güvenlik önlemleri almayı da bileceksiniz. Kendimi eve kapatmıyorum, hareketlerime kısıtlama getirmiyorum. Bir yerlere gitmeyi, insanlarla bir arada olmayı seviyorum. Gecenin 11.00'inde İslamabad'da bir otele kahve içmeye gidebilirim. Ailem de bu tür güvenliklere alıştı.
Türkiye-Pakistan ticaret hacmi 2005'te 1 milyar dolar
TÜRKİYE'nin İslamabad Elçisi Kemal Gür iki yıldan beri Pakistan'da görevli. Cumhurbaşkanı Pervez Müşerref'ten önce sohbet imkanı bulduğum Gür, Türkiye ile Pakistan arasında iki yıl önce 138 milyon dolar olan ticaret hacminin bu yıl 500 milyona ulaştığını söylüyor.
2005 yılında ise öngörülen rakam 1 milyar dolar. İki ülke arasındaki ticarette en önemli pay tekstilde. Kemal Gür, Türkiye'den Pakistan'da imal edilen ameliyat malzemelerine, ilaç ham maddesine, yün ipliğine talep olduğunu anlatıyor. Geçenlerde İslamabad'ı ziyaret eden Gaziantepli işadamları Somali'ye ihraç etmek üzere toz şeker talebinde bulunmuşlar. Pakistan ise son zamanlarda Vestel'in Manisa'da imal ettiği bir nevi insansız uzay aracıyla ilgili.
Yazının Devamını Oku 
13 Temmuz 2004
<B>DÖRT </B>yıldan beri Ankara’da görev yapan iki yakın dosta veda zamanı geldi. İspanyol Elçisi Manuel de la Camara ile Fransa Büyükelçiliği’nde Ekonomi Müsteşarı Pierre Mourlevat ağustos sonu, eylül başlarında Türkiye’den ayrılıyor.
İki ülke ilişkilerinin gelişip, serpilmesinde kimi zaman ‘isimsiz kahramanlar’ vardır bilirsiniz.
Benim gözümde hem Manuel de la Camara, hem Pierre Mourlevat öyle.
Her ikisinin de özellikle ekonomik ilişkilere katkısı büyük. Geçen hafta Ankara’da yaptığım veda turlarında ilk durak İspanyol Elçisi Manuel de la Camara.
Alarko’nun CEO’su Ayhan Yavrucu’nun ‘onun gibi işadamı disipliniyle çalışan bir diplomata hiç rastlamadım’ dediği Manuel de la Camara, Ankara-İstanbul arasındaki hızlı tren için az çaba harcamadı. Düşük faizli İspanyol kredisiyle yapılan hızlı tren yılan hikayesine dönünce İspanyol Elçisi çalmadık kapı bırakmamıştı.
Manuel de la Camara’nın bizzat yakından ilgilendiği diğer bir proje de Atatürk Barajı yakınlarındaki Bozova sulama projesi.
GAP’ın en büyük dertlerinden biri toprağın yanlış sulama nedeniyle tuzlanması.
Bozova’da kullanılan son derece modern bir teknik tuzlamayı önlüyormuş.
Manuel de la Camara ayrıca, GAP bölgesindeki çiftçilere sulama tekniklerini öğretmeleri için İspanya’dan uzman getirtme girişiminde bulunmuş.
Düşünün ki, İspanya’nın Valencia bölgesinden kalkıp gelenler GAP’taki çiftçileri eğitecek.
Güneydoğu Anadolu’yu birkaç kez gezen İspanyol Elçi sohbetimizde ‘Dönüm noktasındaki Türkiye için bir şeyler yapmanın gerektiğine inanıyorum’ diyor.
Konya ve Foça’daki kirli suyu arıtma tesisleri de la Camara’nın uğraştığı projeler.
İspanyol Elçi’siyle sohbette, altyapıda kullanılmak üzere düşük faizli yeni bir İspanyol kredisinin imza aşamasında olduğu ortaya çıkıyor.
Söz konusu kredi 400 milyon Euro civarında olacakmış.
‘Hızlı trenin ikinci aşamasını finanse edebilecek miyiz bilmiyorum zira çok pahalı’ diye konuşan Manuel de la Camara’ya göre hızlı tren için halen Avrupa Yatırım Bankası’yla bazı görüşmeler devam ediyormuş.
Büyükelçi’den bir ikinci haber üç aylık yeni İspanyol Başbakanı Zapatero’nun yıl sonundan önce Türkiye’yi ziyaret edeceği.
‘Türkiye’den nasıl bir izlenimle ayrılıyorsunuz’ soruma elçinin yanıtı şöyle:
‘Türkiye doğal güzelliğiyle, tarihiyle, ekonomik potansiyeliyle benzersiz bir ülke ama en fazla insanları beni etkiledi. Hiçbir ülkede böylesine büyük bir yüreğe sahip bir halk görmedim. Yoksulu, zengini herkesin yüreği kocaman, cömert...’
Ne iyi ki, kritik aralık öncesi Madrid’de gerçek bir dost kazandık.
Fransa-Türkiye ticaret hacmini artıran adam
MANUEL de la Camara’dan sonra ikinci adres Fransız Büyükelçiliği Ekonomik Misyonu’nun başındaki Ekonomi Müsteşarı Pierre Mourlevat.
Mourlevat’ın, aynen İspanyol elçisi gibi Türkiye’nin dört bir yanını gezdiğini iyi biliyorum.
Bir gün Bursa’daysa, ertesi gün İzmir’de.
Türkiye’de 3.5 yılı böyle geçti.
Pierre Mourlevat 2001 yılının başında Ankara’ya atandığında Fransa’nın Türkiye ile ticaret yapan ülkeler arasında payı yüzde 5,5 imiş.
2004 yılının ilk dört ayında payı yüzde 7.4.
Mourlevat, 2003 yılında 6.1 milyar euro olan ticaret hacminin 2004’te 7 milyar Euro’yu geçeceği görüşünde.
Hem Manuel de la Camara, hem Pierre Mourlevat için ilginç nokta şu: Her ikisi ülkedeki siyasi ve ekonomik reformları yakından izlemişler, devrim niteliğindeki değişimlere tanık olmuşlar.
Göreve geldikleri Türkiye ile arkada bırakacakları Türkiye arasındaki farkı iyi görebiliyorlar.
Meselá İspanyol elçisi ‘Türkiye’ye geldiğim 2000 yılında idam cezasının kalkabileceği kimsenin aklına gelmezdi ama oldu’ diyor.
Mourlevat ekonomik reformları ‘devrim’ olarak tanımlıyor.
Türkiye’nin, kendisini ekonomik krizlere daha dayanıklı kılacak mekanizmalara kavuştuğunu söylüyor.
‘Şaşkınlık yaratacak bir hızla reformları gerçekleştirdiniz. Bu kadarını pek az ülke başarabilirdi’ diyor.
İddiasına göre, Türkiye’de insanlar üç yıl öncesine oranla geleceğe daha güvenli bakıyorlar.
Bilmem öyle mi?
Yabancı gözüyle herşey daha iyi mi görünüyor?
Mourlevat’nın bir başka söylediği de, yabancı yatırımcıların kendilerine getirilen bazı kolaylıkların hálá farkına varmadıkları.
Peki Fransızlar varmışlar mı?
‘Fransız şirketlerin ilgisi giderek artıyor. TEB ile ilgilenen Paribas Bankası’nın yanı sıra France Telecom da Türk Telekom’un özelleştirilmesini izliyor. Ayrıca Fransız KOBİ’lerin ilgisi de yeni bir şey’...
Bu arada, Mourlevat’nın 2001 yılı krizinden sonra Türkiye’ye karşı ilgisi azalan Fransız TÜSİAD’ı MEDEF ile ilişkileri ısıtan kişi olduğunu söylemeliyim.
Mourlevat’nın epeydir üzerinde çalıştığı bir konu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne maliyetinin ne olacağı.
Ancak bu konuda ağzı çok sıkı.
Yine de ben maliyeti düşük tutmak için elinden geleni yapacağına inanıyorum.
Chirac Erdoğan’ı ağırlamaya hazırlanıyor
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın 19-21 Temmuz tarihlerinde Paris’e yapacağı gezinin programı belli olmuş.
Fransız Elçisi Bernard Garcia’nın verdiği bilgiye göre, Erdoğan gezisinin ilk günü Başbakan Raffarin tarafından karşılanıyor.
Cumhurbaşkanı Chirac ile görüşme ikinci gün.
MEDEF yani Fransız işadamlarıyla görüşme ve senatoda bir konuşma Başbakan Erdoğan’ın gezisi için planlananlar arasında.
Yazının Devamını Oku 
13 Temmuz 2004
DÖRT yıldan beri Ankara’da görev yapan iki yakın dosta veda zamanı geldi.İspanyol Elçisi Manuel de la Camara ile Fransa Büyükelçiliği’nde Ekonomi Müsteşarı Pierre Mourlevat ağustos sonu, eylül başlarında Türkiye’den ayrılıyor.İki ülke ilişkilerinin gelişip, serpilmesinde kimi zaman ‘isimsiz kahramanlar’ vardır bilirsiniz.Benim gözümde hem Manuel de la Camara, hem Pierre Mourlevat öyle.Her ikisinin de özellikle ekonomik ilişkilere katkısı büyük. Geçen hafta Ankara’da yaptığım veda turlarında ilk durak İspanyol Elçisi Manuel de la Camara.Alarko’nun CEO’su Ayhan Yavrucu’nun ‘onun gibi işadamı disipliniyle çalışan bir diplomata hiç rastlamadım’ dediği Manuel de la Camara, Ankara-İstanbul arasındaki hızlı tren için az çaba harcamadı. Düşük faizli İspanyol kredisiyle yapılan hızlı tren yılan hikayesine dönünce İspanyol Elçisi çalmadık kapı bırakmamıştı.Manuel de la Camara’nın bizzat yakından ilgilendiği diğer bir proje de Atatürk Barajı yakınlarındaki Bozova sulama projesi.GAP’ın en büyük dertlerinden biri toprağın yanlış sulama nedeniyle tuzlanması.Bozova’da kullanılan son derece modern bir teknik tuzlamayı önlüyormuş.Manuel de la Camara ayrıca, GAP bölgesindeki çiftçilere sulama tekniklerini öğretmeleri için İspanya’dan uzman getirtme girişiminde bulunmuş.Düşünün ki, İspanya’nın Valencia bölgesinden kalkıp gelenler GAP’taki çiftçileri eğitecek.Güneydoğu Anadolu’yu birkaç kez gezen İspanyol Elçi sohbetimizde ‘Dönüm noktasındaki Türkiye için bir şeyler yapmanın gerektiğine inanıyorum’ diyor.Konya ve Foça’daki kirli suyu arıtma tesisleri de la Camara’nın uğraştığı projeler.İspanyol Elçi’siyle sohbette, altyapıda kullanılmak üzere düşük faizli yeni bir İspanyol kredisinin imza aşamasında olduğu ortaya çıkıyor.Söz konusu kredi 400 milyon Euro civarında olacakmış.‘Hızlı trenin ikinci aşamasını finanse edebilecek miyiz bilmiyorum zira çok pahalı’ diye konuşan Manuel de la Camara’ya göre hızlı tren için halen Avrupa Yatırım Bankası’yla bazı görüşmeler devam ediyormuş.Büyükelçi’den bir ikinci haber üç aylık yeni İspanyol Başbakanı Zapatero’nun yıl sonundan önce Türkiye’yi ziyaret edeceği.‘Türkiye’den nasıl bir izlenimle ayrılıyorsunuz’ soruma elçinin yanıtı şöyle:‘Türkiye doğal güzelliğiyle, tarihiyle, ekonomik potansiyeliyle benzersiz bir ülke ama en fazla insanları beni etkiledi. Hiçbir ülkede böylesine büyük bir yüreğe sahip bir halk görmedim. Yoksulu, zengini herkesin yüreği kocaman, cömert...’Ne iyi ki, kritik aralık öncesi Madrid’de gerçek bir dost kazandık.Fransa-Türkiye ticaret hacmini artıran adamMANUEL de la Camara’dan sonra ikinci adres Fransız Büyükelçiliği Ekonomik Misyonu’nun başındaki Ekonomi Müsteşarı Pierre Mourlevat.Mourlevat’ın, aynen İspanyol elçisi gibi Türkiye’nin dört bir yanını gezdiğini iyi biliyorum. Bir gün Bursa’daysa, ertesi gün İzmir’de.Türkiye’de 3.5 yılı böyle geçti.Pierre Mourlevat 2001 yılının başında Ankara’ya atandığında Fransa’nın Türkiye ile ticaret yapan ülkeler arasında payı yüzde 5,5 imiş.2004 yılının ilk dört ayında payı yüzde 7.4.Mourlevat, 2003 yılında 6.1 milyar euro olan ticaret hacminin 2004’te 7 milyar Euro’yu geçeceği görüşünde.Hem Manuel de la Camara, hem Pierre Mourlevat için ilginç nokta şu: Her ikisi ülkedeki siyasi ve ekonomik reformları yakından izlemişler, devrim niteliğindeki değişimlere tanık olmuşlar.Göreve geldikleri Türkiye ile arkada bırakacakları Türkiye arasındaki farkı iyi görebiliyorlar.Meselá İspanyol elçisi ‘Türkiye’ye geldiğim 2000 yılında idam cezasının kalkabileceği kimsenin aklına gelmezdi ama oldu’ diyor.Mourlevat ekonomik reformları ‘devrim’ olarak tanımlıyor. Türkiye’nin, kendisini ekonomik krizlere daha dayanıklı kılacak mekanizmalara kavuştuğunu söylüyor.‘Şaşkınlık yaratacak bir hızla reformları gerçekleştirdiniz. Bu kadarını pek az ülke başarabilirdi’ diyor.İddiasına göre, Türkiye’de insanlar üç yıl öncesine oranla geleceğe daha güvenli bakıyorlar.Bilmem öyle mi?Yabancı gözüyle herşey daha iyi mi görünüyor?Mourlevat’nın bir başka söylediği de, yabancı yatırımcıların kendilerine getirilen bazı kolaylıkların hálá farkına varmadıkları. Peki Fransızlar varmışlar mı?‘Fransız şirketlerin ilgisi giderek artıyor. TEB ile ilgilenen Paribas Bankası’nın yanı sıra France Telecom da Türk Telekom’un özelleştirilmesini izliyor. Ayrıca Fransız KOBİ’lerin ilgisi de yeni bir şey’...Bu arada, Mourlevat’nın 2001 yılı krizinden sonra Türkiye’ye karşı ilgisi azalan Fransız TÜSİAD’ı MEDEF ile ilişkileri ısıtan kişi olduğunu söylemeliyim.Mourlevat’nın epeydir üzerinde çalıştığı bir konu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne maliyetinin ne olacağı.Ancak bu konuda ağzı çok sıkı.Yine de ben maliyeti düşük tutmak için elinden geleni yapacağına inanıyorum. Chirac Erdoğan’ı ağırlamaya hazırlanıyorBAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın 19-21 Temmuz tarihlerinde Paris’e yapacağı gezinin programı belli olmuş.Fransız Elçisi Bernard Garcia’nın verdiği bilgiye göre, Erdoğan gezisinin ilk günü Başbakan Raffarin tarafından karşılanıyor.Cumhurbaşkanı Chirac ile görüşme ikinci gün. MEDEF yani Fransız işadamlarıyla görüşme ve senatoda bir konuşma Başbakan Erdoğan’ın gezisi için planlananlar arasında.
button
Yazının Devamını Oku 
11 Temmuz 2004
Eski Greenpeace üyesi Bjorn Lomborg adlı istatistikçinin yazdığı ‘Septik Çevreci’ adlı kitaba bakacak olursak, yeryüzünün durumu çok iyi. Lomborg’u yürekli bir fütürist olarak görenler de var, yeşil devrime ihanet etmiş bir hain gibi görenler de. ÇEVRE açısından dünya iyiye mi gidiyor, kötüye mi?
Küresel ısınmayı, erozyonu, çölleşmeyi düşünürseniz elbet kötüye doğru bir gidişat söz konusu.
TEMA Vakfı geçenlerde ‘Dünyanın Durumu 2004’ kitabını göndermiş.
250-300 sayfalık kitapta tüketimin çevreye ne kadar zararlı olduğu anlatılıyor.
Kuşku yok ki, yeryüzü bu kadar insanı, yükü kaldıramıyor, hasta.
Ona ihtimam göstermemiz gerek.
Öyle mi dersiniz?
Bjorn Lomborg adındaki Danimarkalı bir istatikçi ‘Septik Çevreci’ diye bir kitap yazmış ve tam aksini, yani dünyanın iyiye gittiğini iddia ediyor.
Eski bir Greenpeace üyesi olan Lomborg istatikçi ya, dünyadaki ne kadar veri varsa, alt alta koymuş ve ortaya iyimser bir tablo çıkartmış.
Anne sütündeki DDT kalıntıları düşüşte,
Kurşun kirliliği azalma eğiliminde,
Su kirliliği de öyle.
Doğal afetlerden ölenlerin sayısında da azalma var.
En önemlisi dünya nüfusu.
Lomborg’a göre, nüfus artışı artık kontrol altında.
21. yüzyılın sonunda, dünya nüfusunun 11 ila 12 milyar arasında istikrarlı bir çizgiye oturacağını tahmin ediyor istatistikçimiz.
Bir de bu milyarları doyurmak için ‘GMO’lara yani genetik değişime uğramış ürünlere ihtiyaç duyulacağını söylüyor.
Kolaylıkla anlaşılabileceği gibi ‘Septik Çevreci’ ortalığı iyice karıştırmış.
En fazla karıştıran da yazarın kendisi.
Zira 39 yaşındaki Bjorn Lomborg demeçlerinde, ABD’nin bir türlü imza atmaya yanaşmadığı küresel ısınmayla ilgili Kyoto Protokolü için çok para harcanacağı ve karşılığında sonucun sıfır olacağı görüşünde.
Kyoto ile ilgili iddiasını şöyle savunuyor:
‘Kyoto Protokolünü uygulamak yılda 150 milyar dolara malolacak. Belki de daha fazla paraya. UNICEF’in hesabına göre yılda 70 ila 80 milyar dolar Üçüncü Dünya vatandaşlarının eğitim, sağlık, suya erişme gibi sorunlarını halledecek. Bunlar halledildikten sonra zaten sorun kalmaz...’
Peki ya ozon tabakasını incelten sanayinin zehirli gazları?
Her neyse Lomborg’u yürekli bir fütürist olarak görenler de var, yeşil devrime ihanet etmiş bir hain gibi görenler de.
Danimarkalı istatikçiye yöneltilen en ağır suçlama, Amerikan sağının amaçlarına hizmet ettiği şeklinde.
Sanayinin zehirli gazlarını hesaba katmadığına göre bence de öyle.
Özetle ‘Septik Çevreci’ye kuşkuyla bakıyorum.
Temmuz ayında İstanbul’da yaşadığımız tutarsız havalara, Marmara’nın sarımtırak yeşile çalan rengine baktıkça kuşkum daha da artıyor.
Yazının Devamını Oku 
9 Temmuz 2004
<B>DÜN </B>Ankara <B>Esenboğa</B> Havaalanı’na indiğim anda her zaman olduğu gibi aynı soru beynimi kurcalıyor: <B>‘Esenboğa adı nereden?’</B> 24 saat sonra arşivde küçük bir araştırma Murat Bardakçı’nın tam dört yıl önce bu sorunun cevabını vermiş olduğunu ortaya koyuyor.
Meğer Esenboğa çoğumuzun sandığı gibi esen, gürleyen bir boğa anlamında değil.
Sözcüğün başındaki ‘esen’, esasında ‘mutlu’ anlamına gelen ‘isen’.
‘Esenboğa’nın aslı ise ‘İsen Buga’ yani ‘Mutlu, sağlıklı öküz’ ve Timur’un generallerinden birini adı. Şimdi çocuklara nasıl ‘Arslan’ adı verilirse o dönemlerde de boğa, öküz, manda gibi isimler verilirmiş.
Cengiz Han soyundan gelen İsen Buga, Yıldırım Beyazid ile Timur arasında 1402’de Ankara dolaylarında yapılan savaşta karargáhını bugün kendi adıyla anılan yerde kurmuş.
Esenboğa’nın öyküsü böyle.
Havalimanı bugünkü haliyle arkasında görkemli bir tarih olan isme pek de yakışmıyor.
Esasında Türkiye’nin başkentine de yakışmıyor.
İşte bu yüzden Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminalini yapan ve işleten TAV’ın CEO’su Sani Şener’in verdiği haber önemli.
EYLÜLDE BAŞLIYOR
Esenboğa Havaalanı’nın ihalesini kazanan TAV eylül ayında inşaata başlıyor.
200 milyon dolarlık proje iki yılda tamamlanacak.
Ankara Esenboğa Havalimanı bugünkü haliyle 1 milyon dış hat, 1 milyon da iç hat olmak üzere 2 milyon yolcuya hizmet veriyormuş.
Yeşilköy Havaalanı’ndan ise 10 milyonu dış hat, 6 milyon iç hat yolcusu toplam 16 milyon yolcu geçiyormuş.
Ankara’nın, Yeşilköy Atatürk gibi modern bir havalimanına kavuştuktan sonra yolcu kapasitesini katlayacağı kesin.
Bir de işin şu boyutu var: Siyasi ve ticari başkentlerin aynı şirket tarafından işletilmesi büyük oranda transit karmaşalarını önleyebilecek.
Sani Şener ile sohbette, TAV gibi altı yıllık geçmişi olan bir şirketin imza attığı ve atacağı başarılar geliyor gündeme.
Tahran, Kahire gibi havalimanlarının projelerini kazanmak kolay değil.
Bunlar TAV’ın bir marka olma yolunda hızla ilerlediğini gösteriyor.
Peki bu başarının arkasında ne var?
‘İş geliştirme grubumuz dünyadaki tüm ihaleleri takip ediyor. Şu anda iki kişi Fas’ta Muhammed V, 2 kişi Tunus’ta Enfida havalimanlarının ihalesini takipte. Kiev’de ihale peşindeyiz.’
TAV’ın halen sürdürmekte olduğu bir proje Dubai’de A380 uçaklarının hangarları.
Hangar kanat açıklığı 100 metre olan uçaklar için kolonsuz inşa ediliyormuş.
Başarının diğer küçün bir sırrı ise şu: TAV hem yerel, hem uluslararası insan gücüyle çalışıyor.
Şener, ‘Global bir firma olmanın şartları bunlar’ diyor ve şöyle bir anekdot aktarıyor.
Bir ay önce Doha’da Katarlı bir işadamıyla görüşmeye giderken yanına Hırvat bir mühendis de götürmüş. Katarlı işadamını İstanbul’a davet etmiş. ‘Memnuniyetle geliriz. İstanbul bizim eski başkentimiz’ cevabını almış. Bu arada Hırvat mühendis de söze karışmış ‘İstanbul bizim de eski başkentimiz’...
İsen Buga’nın adını taşıyan havalimanını modernleştirecek olan TAV, global firma olma yolunda yürürken elbet ki Osmanlı mirasının katkısından da yararlanacak.
Prestij kaybeden THY’yi kurtarmanın bir yolu
TEMPO Dergisi bu hafta kapak konusu yapmış: ‘THY’de S.O.S.’
THY’nin performansı yükselen havayolları arasında ilk beşe girdiği güzel günler geride kaldı.
AKP Hükümeti’nin başa getirdiği ekip, kár ederken teslim aldığı kurumu 2004’ün ilk çeyreğinde 87 trilyon lira zarara uğratmış.
THY’deki gecikmeler, uçuş iptalleri (dün Ankara’dan İstanbul’a yarım saat gecikmeli kalktık, Antalya uçağı ise 2 saat erteleme gösteriyordu) personelin memnuniyetsizliği derken çanlar ciddi bir şekilde çalmaya başladı.
Tempo Dergisi’ndeki yazı geçenlerde Kavrakoğlu Danışmanlık’ın Başkanı Profesör İbrahim Kavrakoğlu ile yaptığım konuşmayı aklıma getirdi.
İki yıl önce TÜSİAD için ‘Yeni Rekabet Stratejileri’ raporunu hazırlamış olan İbrahim Kavrakoğlu internet üzerinden üst düzey yöneticilere MBA eğitimi veriyor.
Online MBA dersleri, strateji yönetimi, finans, kalite, kurum kültürü, pazarlama, satış gibi farklı alanlarda veriliyor.
Şimdiye kadar internet üzerinden MBA eğitiminden 3 bin 300 kişi yararlanmış.
Kavrakoğlu Danışmanlık bu konuda ABD’deki Webster ve Phoenix üniversitelerinden sonra üçüncü sırada geliyor.
Dersler internet üzerinden ise uygulamalar work-shop şeklinde.
Şimdi bunların THY ile ilgisi nedir diye merak ediyorsunuz.
THY’nin üst düzey yöneticileri, Yusuf Bolayırlı döneminde bu eğitimden yararlanmış.
İbrahim Kavrakoğlu’nın anlattığına göre, Yusuf Bolayırlı’nın bizzat work-shop’lara katılmış ve THY’ye yön veren birçok kararı bu work-shop’larda alınmış.
THY’nin 2002 yılında zirveye çıkması ve kára geçmesinde bu eğitimin katkısı büyük.
THY’nin 121 yönetici bu eğitimden geçmiş.
Kavrakoğlu’nun müşteri portföyünde Alcatel, Broderi Narin, Coca Cola, HP, Hugo Boss, İş Bankası, Mercedes Benz, Şişecam, Vitra, Turkcell gibi şirketler var ama bana kalırsa en önemlisi THY zira onun ne olacağı hepimizi yakından ilgilendiriyor.
Yazının Devamını Oku 
6 Temmuz 2004
<B>TAM</B> bir yıl sonra, İstanbul NATO’dan da önemli bir zirveye, Dünya 2005 Mimarlık Kongresi’ne ev sahipliği yapacak.<br><br>Bu kongre bizim için neden hálá konuşulmakta olan NATO Zirvesi’nden daha önemli? Tarihiyle, kültürüyle, coğrafi konumuyla, dinamizmiyle dünya kenti olduğunu artık kanıtlamış olan İstanbul’un geleceğinin tartışılmasına vesile olacağı için.
Kongrede elbet dünyadaki diğer kentlerin geleceği de gündeme gelecek. Ne var ki tarihsel dokusu her gün biraz daha zedelenen İstanbul diğer şehirlerden daha önemli gibi geliyor bana.
Türk mimarlar 15 yıldan beri Uluslararası Mimarlar Birliği’nin 3 yılda bir yapılan kongresini İstanbul’a getirmek için uğraşıyormuş.
Nihayet Pekin’de 1999 yılı kongresinde İstanbul için karar çıkartmayı başarmışlar.
Neticede 2005 yılının ilk haftası İstanbul’a 10 bin mimarın gelmesi bekleniyor.
Merkezi Cenevre’de olan Ağa Han Mimarlık Ödülü’nün Genel Sekreteri Suha Özkan kongre başkanı.
Cenevre’den İstanbul’a iki ayda bir gelen Özkan, kongre için Türkiye Tanıtma Fonu’ndan 200 bin dolar aldıklarını, Belediye Başkanı Kadir Topbaş’tan ise Kongre Vadisi için destek istediklerini anlatıyor.
Topbaş ile görüşmeye gittiklerinde, kendisi de mimar olan Belediye Başkanı ‘Tüm dünya mimarları İstanbul için düş kursun, projeler geliştirsin. İstanbul’un geleceğini dünya mimarları paylaşsın’ önerisini getirmiş.
Öneri üzerine uluslararası düzeyde bir ‘Mimarların İstanbul Düşü’ yarışması ortaya çıkmış.
Özkan, ‘Bu projeler fikir düzeyinde kalsalar da belediyeye yeni bir vizyon kazandıracak’ diyor.
Özkan’a göre, Topbaş, dünyadaki mimari akımları yakından izliyor ve Bilbao’daki Guggenheim Müzesi’nin mimarı ünlü Frank Gehry gibi mimarlarla da tanışıyor.
Kongrenin belediyecilik açısından da önemi var.
Zira eş zamanlı olarak bir belediye başkanları toplantısı yapılması planlanmış. Davet edilecek bin kadar belediye başkanı arasında, başkanlık yaptıkları şehirlere damgalarını vurmuş mesela New York eski Belediye Başkanı Rudolph Guiliani gibi isimler de olacak.
Uluslararası toplantılar nedeniyle artık sık sık gündeme gelen Kongre Vadisi için de bir proje yarışması açılmış.
Kongre Vadisi’nin İstanbul’a gelecek mimarların kaynaşmaları için bir ‘Pazar Yerine’ dönüşmesi tasarlanmış.
Fuar alanı, eğlence alanını içerecek ‘Pazar Yeri’ proje yarışmasının jürileri Türkiye’nin önde gelen mimarlarından oluşuyor. Jüri Başkanı ise Ersen Gürsel.
İstanbul’daki Dünya Mimarlık Kongresi, halka, ilk kez mimarlık öğrencilerine açık olacakmış.
İstanbul’un geleceği, mimari projeler filan güzel ancak merak ettiğim şu: Kaçak ve çirkin yapılarla İstanbul’u çirkinleştiren, kimliksizleştiren müteaahhitlerin, kendi kafalarına göre tasarımlar yapan kalfaların kongreyi izlemeleri nasıl sağlanacak?
Ağa Han’ın izniyle kongre başkanı
SUHA Özkan tam 22 yıldan beri Ağa Han Mimarlık Ödülü’nün genel sekreteri.
İsmailiye mezhebinin lideri ve dünya jet sosyetesinin ünlü ismi Kerim Ağa Han’ın özel izniyle İstanbul’daki kongrenin başkanı olmuş.
‘Kerim Ağa Han kıskanç bir patron. Önemli toplantıları sahiplenmek ister. Ancak toplantının İstanbul’da yapılacağını duyunca izin verdi’ diyor.
Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü şimdiye kadar 10 Türk mimar kazanmış.
Türkiye nasıl bir Avrupa istiyor
BU soruyu soran Fransa eski Başbakanı ve Avrupa Parlamento üyesi Michel Rocard.
Geçen cumartesi gecesi, Boğaz’da bir tekne gezisinden sonra Ortaköy’deki Feriye’de verilen davette Michel Rocard ve yine Avrupa Parlemontusu üyesi Emma Bonino ile aynı masadayız.
Rocard ve Bonino ile birlikte üç günlük bir Türkiye ziyareti yapan Bağımsız Türkiye Komisyonu’nun diğer üyeleri eski Finlandiya Cumhurbaşkanı Marti Ahtisaari, Avusturya eski Dışişleri Müsteşarı Albert Rohan, Hollanda eski Dışişleri Bakanı Hans van den Broek, İspanya’nın 9 yıl sürmüş olan AB müzakerelerini başlatan Dışişleri eski Bakanı Marcelino Oreja Aguirre diğer masalarda.
Açık Toplum Enstitüsü’nün girişimiyle Avrupa’da Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemek için kurulmuş olan 9 üyeli komisyonun üç üyesi Türkiye ziyaretine katılmamış.
Masadaki sohbette ‘Türkiye nasıl bir Avrupa istiyor’ sorusuna gelince...
Soru önemli ancak Rocard’a verilen cevap, Türkiye’nin Avrupa’nın geleceğiyle ilgili fazla kafa yormadığı şeklinde.
Oysa gerçekten madem ki Avrupa’nın bir parçası olmak istiyoruz Avrupa’nın geleceğiyle ilgili süregelen tartışmaları bir yerinden tutmamız gerekmez miydi?
Rocard’a bizim yönelttiğimiz soru ise mensubu olduğu Sosyalist Parti’nin üyeliği neden Ermeni soykırımı meselesine bağladığı yolunda.
Rocard, Fransa’daki Ermeni lobisinin ağırlığından, Sosyalist Parti üzerindeki etkisinden söz ediyor.
Ancak iyi bir gelişme şu: Türkiye’de tarihçi Halil Berktay, gazeteci Hırant Dink ile konuşmalarından bu sorunun üyeliğe bağlanmaması gerektiğine ikna olmuş gibi görünüyor.
Hatta Ankara’daki görüşmelerinde, Türkiye izlenimlerini aktaracağı Sosyalist Parti üyelerine dağıtmak üzere siyasi reformların 10 kopyasını almış.
Radikal Parti üyesi olarak 1979 yılından beri parlamentoda olan Emma Bonino, Türkiye’nin üyeliği konusunda Rocard’dan çok daha fazla cesur.
‘Yıllardan beri söylediğim şu: Türkiye’nin üyeliği Avrupa’nin geleceği demek. Yeni üyelerin Avrupa’ya ne katkısı olabilir? Oysa Türkiye coğrafi konumuyla. diniyle, kültürüyle, Avrupa’nın ufkunu açacak. Kendi içine kapanmış olan Avrupa’ya bir dinamizm getirecek’ diyor.
Türkiye’nin üyeliği için karar vereceklerin çoğunluğu hem Emma Bonino gibi, hem kadın olsaydı inanın mesele çoktan çözülmüştü.
Yazının Devamını Oku 