Gila Benmayor

İstanbul-Cezayir hattında Çinli müheahhitler

20 Ağustos 2004
<B>DEVRİM Erol, </B>Fas-Türkiye İş konseyi Başkanı ve aynı zamanda <B>Ladin</B> Fuarcılık’ın CEO’su. Devrim Erol ile tanışmamın oldukça ilginç bir hikayesi var.

1995 yılında katıldığım Pekin’deki Kadın Zirvesi’nden sonra Akdenizli kadın gazeteciler bir araya gelip ‘Akdenizli Kadın Gazeteciler Örgütü’nü kurmaya karar veriyor.

Yılda bir, iki kez buluşuyoruz, Akdeniz havzasındaki ülkeler arasındaki diyaloğu konuşuyoruz.

Sanıyorum 1997 yılıydı.

Faslı gazeteci arkadaşımız Fawzia Talut, hem bizi buluşturmayı, hem bir ‘kadın fuarı’ yapmayı tasarlıyor. Talut’un Türk işkadınlarına çağrısı gazetelerde yer alınca, Devrim Erol’dan bir telefon geliyor. ‘Ben de fuarcılıkla uğraşan ve bugünlerde Fas’ta fuar düzenlemeye hazırlanan bir işkadınıyım Buluşalım.’

Devrim Erol
ilk buluşmamızda, imkansızı başaran biri izlenimini veriyor.

İzlenimimde yanılmamışım zira Erol, buluşmamızdan iki yıl sonra günde 50 kişinin öldürüldüğü Cezayir’de ilk Türk fuarını düzenlemeyi başarıyor.

Cezayir’e Türk ürünlerini tanıttığı günlerden söz ederken ‘ ‘Terörün kol gezdiği o yıllarda kimse Cezayir’e gidemiyordu. 1999 mayıs ayında fuar düzenledik, bir ay sonra THY uçuşlara başladı’ diyor.

Cezayir’e THY uçuşlarının başlaması için o günlerde devreye dönemin Cumhurbaşkanı Demirel girmiş.

Şimdi THY Cezayir’e haftada 5 kez uçuyor.

Erol ‘Cezayir bağlantılı uçaklarda business dahil yer bulmak mümkün değil. Uçağın yarısı da Cezayir’e giden Çinli işadamları, müteahhitleriyle dolu’ diyor.

Düşünün, Cezayir ile iş yapmak isteyen Çinli kalkıyor Pekin’den İstanbul’a uçuyor ve buradan THY ile Cezayir’e geçiyor.

THY’nin o dönemde Cezayir hattını açmakla ne kadar isabetli bir iş yapmış olduğu ortada.

Cezayir doğal gaz zengini bir ülke...

KUZEY AFRİKA PAZARI

Türkiye’ye doğal gaz satıyor ve karşılığında 1.2 milyar dolar alıyor.

‘Cezayir’in parası var ama malı yok. Bizden gıda ürünlerinden, tekstil ürünlerine, alt yapı hizmetlerine kadar herşeyi alabilir’ diyen Devrim Erol kanımca Kuzey Afrika pazarını Türk ürünlerine açan kişi.

Zira Cezayir ile Türkiye arasındaki ticaret hacminin artmasında payı olduğu gibi Fas ile Türkiye arasındaki ticaret hacminin artmasında da payı var.

Ladin Fuarcılık, 1997 yılından beri fuar düzenlediği Fas’a bu yıl 23-26 Eylül tarihlerinde 80 kadar Türk Şirketi’ni Casablanca’ya götürüyor.

Fas pazarını avucunun içi kadar iyi bilen Devrim Erol’un bu ülke hakkında söyledikleri ilginç.

Fas ile Türkiye arasında geçtiğimiz ilkbahar aylarında ikili serbest ticaret anlaşması imzalanmış.

Fas ayrıca haziran ayında ABD ile ikili anlaşma imzalamış.

‘Fas Avrupa’nın terzisi. Konfeksiyon çok ucuz. Ancak pamuk, dokuma gibi şeyleri yok. Kumaşı İtalya, Fransa gibi ülkelerden alıyorlar. Bu ülkeye bizim kaliteli kumaşları satarsak ve birlikte konfeksiyon işine girersek ABD pazarı Türkiye’ye açılır.’

Tabii en önemlisi tekstilde Avrupalılar dahil herkesin gözünü korkutan Çin ile rekabet. Zira emeğin ucuz olduğu Fas ile işbirliği Çin ile rekabeti kolaylaştırabilir.

Gerçi Cezayir’e THY ile uçan Çinliyi durdurmak güç ama en azından Devrim Erol gibi hayal gücünü zorlayarak bir şeyler yapmak mümkün.

Avrupa’da İslami bankalarda patlama

HABER
Fransız Le Monde Gazetesi’nin önceki günkü sayısının birinci sayfasından.

İngiltere’de ‘İngiltere İslami Bankası’ eylül ayı ortalarından itibaren ülkede yaşamakta olan 2.5 milyon Müslümanın yatırımlarını çekmek amacıyla hizmete giriyormuş.

Şeriat kurallarına uygun bankacılık yapacak olan ‘İngiltere İslami Bankası’nın sermayesi 20.8 milyon Euro. Sermayedarlar arasında Katar Kraliyet ailesinin bazı fertlerinin bulunduğu yatırımcılarla bir grup İngiliz milyarder varmış.

Le Monde Gazetesi’nin yazdığına göre, Avrupa’da İslami bankacılık faaliyetleri yılda 10 ila 15 arasında bir büyüme potensiyeline sahip.

Zira, 11 Eylül’den sonra Körfez ülkeleri ABD dondurabilir korkusuyla paralarını bu ülkeden çekerek Avrupa’ya kaydırmışlar.

Dünyada ise 200 kadar finans kuruluşunun şeriat kurallarına göre yönettikleri miktar 200 ila 500 milyar dolar arasında.
Yazının Devamını Oku

Eminönü’nü İstanbullulara kazandıracağız

17 Ağustos 2004
<B>ÖNCEKİ</B> gece 1. Sultanahmet Kültür ve Turizm Festivali’nin açılışı vardı. Yağmur nedeniyle iptal olabilir düşüncesiyle kalkıp gitmedim.

Eminönü Belediyesi’ne festivalin düzenlenmesinde büyük destek veren Eminönü Platformu sözcüsü Ömer Faruk Boyacı’ya göre, Ayasofya, Topkapı, Sultanahmet Camiyi kucaklayan büyüyü mekanda muhteşem bir gösteriyi kaçırmışım.

Festival 15 gün devam edeceğine göre, Sultanahmet Meydanı’ndaki konserlerden birini mutlaka yakalarım iyimserliğini taşıyorum.

Ömer Faruk Boyacı açılışa turistlerin de büyük ilgi gösterdiğini söylüyor.

‘Birkaç yıl öncesine kadar Sultanahmet Meydanı’nda Hoşgörü İmparatorluğu gibi, genel yönetmenliğini Arda Aydoğan’ın yaptığı tarihi bir müzikal gösteriyi izlemek aklımızdan ucundan bile geçmezdi’ diyor.

Tarihi yarımadada yani Eminönü’nde birşeyler değişiyor, hem de hızla...

Eminönü derken nedense aklıma sadece Yeni Cami ve Mısır Çarşısı geliyor. Oysa Eminönü, eski tarihi dokunun korunduğu Süleymaniye’den Kumkapı’ya, Ahırkapı’ya kadar 4,5 kilometrekarelik bir alanı kapsıyor.

100 bine yakın irili ufaklı işyerlerini kapsayan, 550 oteli barındıran bir alan bu.

Aynı zamanda İstanbul’un en tarihi yeri.

Yerel seçimlerden önce, 25 STK’nın birleşmesiyle oluşturulan Eminönü Platformu hatırlarsanız Eminönu Belediye Başkanlığı seçimlerinde ağırlığını koymuştu.

‘Belediye Başkanını Eminönü için tasarladığı projelere göre seçeceğiz’ diyen platformun yeni hedefi ‘Eminönü’yü İstanbullulara kazandırmak’.

Ömer Faruk Boyacı ‘Niye insanlar Süleymaniye’deki eski bir Osmanlı evini alıp oturmasın... Niye tarihi yarımada 24 saat yaşanan bir mekan haline dönüşmesin’ diye soruyor.

Yerinde bir soru.

Zira önünde kafeleriyle, canlılığıyla, şimdilerde aydın kesimin rağbet ettiği eski evleriyle bir cazibe merkezine dönüşmüş olan Beyoğlu örneği var.

Bir de Unesco’nun desteğiyle hızla değişen Fener-Balat örneği.

Eminönü Platformu işte bu örneklerden yola çıkarak Eminönü için çaba sarfediyor.

İlk adımlardan biri Yeni Cami ve çevresinin işportacılardan temizlenmesi olmuş elbet.

‘Tarihi Yarımada’nın kaderini 5 bin işportacıya bırakamazdık. Eminönü’nün yaşanır bir alana dönüşmesi belki ilerde yüzbin kişiye istihdam sağlayacak’ diyor Boyacı.

Meğer Eminönü’nde oturanların yüzde 40’ı her dört yılda bir değişiyormuş.

İstanbul’a göç edenlerin ilk barındıkları yer Eminönü’ndeki terkedilmiş, metruk evlermiş.

Eminönü Belediye başkanı Nevzat Er ile yakın bir işbirliği içersinde olan Eminönü Platformu’nun ilk hedeflerinden biri burada geçici ikamete son vermek.

‘Önceliğimiz insanları buraya çekmek... Bölge 80-100 bin kişinin ikamet etmesine müsait’.

Bu amaçla, Boğaziçi ve Mimar Sinan üniversiteleriyle ortak projeler üretiliyor, AB fonlarına başvuruluyor. Paris Belediyesini ziyaret programı var.

Boyacı ‘Eminönü Platformu kıvılcımı yaktı...Tarihi yarımadada değişim artık kaçınılmaz’ diyor.

Dediği gibi, Süleymaniye’nin birkaç yıl sonra Galata gibi olması işten bile değil.

Fransa şimdi Türkiye’nin laikliğini tartışıyor

BAŞBAKAN
Recep Tayyip Erdoğan’ın ziyareti neredeyse bir ayını dolduracak Fransa hálá Türkiye’yi tartışıyor.

Le Point Dergisi son iki sayısında ‘Avrupa/Türkiye’ başlığı altında ülkenin önde gelen politikacılarının Türkiye’nin AB üyeliğiyle ilgili görüşlerine yer veriyor.

Geçen hafta, Başbakan Erdoğan ile görüşen muhalefetteki UDF’nin lideri François Bayrou derginin ilk konuğuydu.

Bayrou, daha önce de belirtmiş olduğum gibi Türkiye’nin üyeliğine kesinlikle ‘hayır’ diyenlerden.

Dergideki söyleşisinde, Türkiye’nin ne coğrafyasıyla, ne tarihiyle, ne de sosyolojisiyle Avrupa’ya ait olduğunu iddia ediyor.

Erdoğan ile sohbetine dayanarak sözü laiklik meselesine de getiriyor Bayrou. ‘Başbakan Erdoğan sohbetimizde insanlar, kişiler laik değildir sadece devlet laiktir saptamasında bulundu. Oysa biz Avrupalılar için laiklik her birimizin içindedir. Laikliğin içselleştirilmesi yaşam tarzımızın, toplumun anahtarıdır. Bizde bir rahip bile laik bir vatandaştır’ diyor.

Le Point Dergisi’nin son konuğu olan Pierre Moscovici, Fransa’nın eski Avrupa İşleri Bakanı ve Avrupa Parlamentosu sosyalist milletvekili.

Moscovici Türkiye’ye koşullu ‘evet’ diyenlerden.

Tahmin edebileceğiniz gibi, Ermeni soykırım meselesi bu koşullardan biri.

Sosyalist milletvekili özetle ‘Türkiye’yi kabul etmek ılımlı bir İslamı entegre etmektir. Türkiye’yi reddetmek sınırlarımızda bir İranvari rejim riskini getirir’ diyor.

Moskovici, AKP’yi ‘neden Müslüman Demokrat partiler olmasın’ diye savunuyor ancak sözü laikliğe de getiriyor.

‘Dinin kamusal alanı istila etmesi kabul edilemez. Anayasanın ve politik mekanizmaların laikliğin sürekliliğini sağlamaları gerekir’ diyor.

Fransa özellikle Başbakan Erdoğan’ın ziyaretinden sonra Türkiye’nin laikliğini daha çok tartışıyor gibi geliyor bana.
Yazının Devamını Oku

Bari imambayıldı bize kalsaydı

15 Ağustos 2004
<B>ATİNA,</B> Olimpiyat Oyunları’na tam vaktinde hazır. Haziran başında Poseidonia Fuarı için ziyaret ettiğim şehrin o günlerdeki halini hatırlıyorum. Müthiş bir kaos.

Oyunların yapılacağı alanlar, stadyumlar yarım yamalak, yollar da öyle...

Açılıştan bir gün önce telefonla konuştuğum Atina’daki çocukluk arkadaşım Marta ‘Gözlerine inanamayacaksın... Biz bile inanamadık ama her şey bitti. Atina güzelleşti, her gün fiesta havası var’ diyor.

Geçenlerde yeni tramvayın Syntagma Meydanı’na ilk seferi için birbirinden habersiz insanlar hemen oracıkta toplanarak, spontane bir şekilde danslı, şarkılı bir kutlama düzenlemişler.

Yeni metro sistemi de tamamlanmış.

Alelacele yapılan işlerde dahi tarihi kalıntılara özen gösterilmiş. Metro için kazılar yapılırken ortaya çıkartılan kalıntılar camla korunarak bazı istasyonlarda sergileniyormuş.

Asya ile Avrupa’yı birleştirecek olan Marmaray Projesi için İstanbul’un tarihi yarımadasını her kim kazacaksa dikkatlerine sunulur.

1896 OLİMPİYATLARI ANISINA

Yunanlılar Olimpiyat Oyunları için herkesin yüreğini ağzına getirerek belki her şeyi son dakikaya bıraktılar ama emin olun ki tanıtımda işi sıkı tuttular.

Haziran ayında Atina öncesi gemimizin uğradığı Midilli Adası Belediyesi mesela, Atina’da 1896 yılında yapılan ilk modern Olimpiyat Oyunları’nın anısına hazırlanmış olan müthiş bir kitabı, ilk madalyaların kopyalarını hepimize hediye etmişti.

Fransızların desteğiyle 1896 yılında ilk oyunları düzenleyen Avrupa’nın güneydoğusundaki yoksul ülkeyle bugün Avrupa Birliği üyesi olmuş, ortak para birimi euroyu kullanan Yunanistan arasında dağlar kadar fark var.

TANRILARIN YEMEĞİ

Yunanistan şimdi kendine güvenen bir Avrupa ülkesi.

Üstelik Avrupa Futbol Kupası’nı da kazanmış.

Olimpiyat Oyunları’nın başladığı hafta Batı basınının gözdesi Yunanistan.

Önümüzdeki yıl müthiş bir turizm patlaması yaşarsa hiç şaşmam...

Kıskandığımı sanmayın sadece gıpta ediyorum...

İstanbul, Olimpiyat fırsatını kaçırmasaydı ne müthiş olacağını düşünmeden de edemiyorum.

Her neyse basının Atina’daki 26. Olimpiyat Oyunları için neler yazdığına dönersek...

Time Dergisi son sayısının hemen hemen tamamını oyunlara ayırmış.

Katılan sporcular, Olimpiyatların tarihçesi, 1.5 milyar dolarlık güvenlik önlemlerinin yanısıra Yunanistan’ın tanıtımı.

Doğasıyla, adalarıyla, sanatıyla ve elbet yemek kültürüyle.

İşte üzerinde durmak istediğim nokta tam bu.

Zira artık yemek kültürü ülke tanıtımlarının ayrılmaz bir parçası.

Ve yıllarca Ege adalarında, Anadolu’da, Trakya’da içiçe yaşamış olan Türklerle Rumların yarattığı ortak bir yemek kültürü mevcut.

Biz bunu biliyoruz, Yunanlılar da biliyor ama Batı pek farkında değil galiba.

Time Dergisi ‘Tanrıların Yemeği’ başlığı altında ‘patlıcan salatası’, ‘kuzu güveç’ ve ‘kokoreç’i bir güzel anlatmış, tariflerini de vermiş.

Yunanlıların ‘patlıcan havyarı’ dedikleri patlıcan salatası meğer ‘Tanrıların Yemeği’ imiş.

Hadi bunu sineye çektik...

‘Yunanlılar’ diye dört beş sayfalık özel bir dosya hazırlayan Fransız Le Monde Gazetesi, ‘Atina’da Tat Oyunları’ başlığı altında bazı yemek tarifleri vermiş.

Şimdilerde Atina’da pek gözde olan ‘48 The Restaurant’ lokantasının en ünlü yemeklerinden biri de bunların aralarında.

‘İmam Bayildi’.

İnsaf...

Yazıyı kaleme alan Fransız yemeğin adının Yunanca olmadığının hiç mi farkında değil?

Olimpiyatların ihtişamı, getirisi Yunanistan’a, bari ‘imambayıldı’ bize kalsaydı...
Yazının Devamını Oku

Eğitim reformunu dikkatle izleyelim

13 Ağustos 2004
<B>ÖNCEKİ </B>gün Milli Eğitim Bakanı <B>Hüseyin Çelik’</B>in <B>‘eğitim reformunu’ </B>anlattığı toplantıdaydık. Dünkü gazetelerde okuduğunuz gibi, bu yıl 6 pilot ilde uygulanacak yeni ilkokul müfredatı, ‘eleştirel’ düşünen, sorgulayan, yaratıcı, çözüm getiren, girişimci, bilgi teknolojilerini kullanan çocuklar yetiştirmeyi hedefliyor.

Mevcut eğitim sistemi çocuklara bu becerileri vermiyor ne yazık ki...

Batı eğitim sistemiyle ayrıldığımız nokta bu.

Trafik kazalarında, Tavşancıl’daki ikinci tren kazasında eğitimimizdeki bu ‘kara deliğin’ payı yok mu?

Elbet var.

Kırmızı ışığı ihlal ettiği söylenen makinist, ‘bir şey olmaz’ mantığıyla sinyalizason sistemini modernleştirmeyen yetkililer ve kazanın diğer sorumluları mevcut eğitim sistemimizin şekillendirdiği beyinler değil mi?

Şimdi farklı düşünen, farklı algılayan bireyler yetiştirmek için önümüzde gerçekten iyi bir fırsat çıkmış durumda.

Zira her şey ‘sil baştan’ gibi.

Sadece öğrenciler ve müfredat değil, öğretmenlerin de eğitimi söz konusu yeni eğitim reformunda.

Hatta ‘yaşam boyu öğrenme’ diye konsept de geliştirilmiş.

Kamuda çalışanların yanısıra dileyen herkes eğitim gördüğü dalda sertifikalar alabilecek.

Eğitim reformunun arkasındaki isim Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Profesör Ziya Selçuk.

Profesör Selçuk ile ilk kez geçtiğimiz mayıs ayında, Eğitim Reformu Girişimi’ni başlatmış olan Sabancı Üniversitesi’nin davetinde karşılaşmıştık.

Şöyle demişti: ‘Eğitim sistemimizi değiştirmek için tüm koşullar uygun. Bakanlığın, STK’ların, ailelerin değişim talepleri örtüşüyor. AB üyelik süreci de değişimi gerektiriyor.’

Eğitim sistemimizde bir şeyler değişecek besbelli.

İşte bu yüzden bu eğitim yılında 6 pilot ildeki uygulamayı yakından izleyelim diyorum.

İnternet altyapısı 2005’te tamamlanacak ama kitap yok

MİLLİ
Eğitim Bakanı Çelik önceki günkü toplantıda 2005 yılı sonuna kadar tüm okullarda internet altyapısının tamamlanacağını söylüyor.

Keşke...

Zira internet bir yana bazı okullardaki kütüphanelerde hálá kitap yok.

Eğitim reformunun bakan tarafından açıklandığı gün gelen e-posta oldukça anlamlı.

Kahramanmaraş, Değirmendere Çok Programlı Lisesi öğretmenlerinden Ekrem Erdoğan gönderdiği e-postada, kış aylarında yakacak sıkıntısı, spor alanı eksikliğinin yanısıra en fazla kitapsızlıktan yakınıyor.

Erdoğan, diğer öğretmen arkadaşlarının yardımıyla okula bir kütüphane kazandırmış ancak kitap yok.

‘Lütfen bu e-postayı dikkate alın ve kitap gönderin’ diyor özetle.

İlgilenenler için Ekrem Erdoğan’ın cep telefonu şöyle: 0 505 222 60 72

Ayrıca okul telefonunu vermiş: 0 344 734 40 80

Okul Müdürü Kahraman Kuş’un cebi ise 0532 240 42 20

Kahramanmaraş’tan gelen kitap talebini aktardığım Profesör Ziya Selçuk bir şey hatırlattı.

‘Eğitime yüzde 100 destek Projesi’

Yaklaşık bir yıl önce başlatılan proje kapsamında eğitime yapılan harcamaların yüzde 100’ü gider gösterilebiliyor.

Türkiye’nin her ilinde faaliyet gösteren Milli Eğitim birimleri proje hakkında bilgi verebiliyor.

Dolayısıyla Kahramanmaraş’taki liseye dört dörtlük bir kütüphane bağışlayabilecek Kahramanmaraşlı bir işadamı bulmak pekálá mümkün.

Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Selçuk’un verdiği bilgiye göre, bu proje kapsamında 11 ayda 1.5 katrilyon toplanmış.

Yukarıdaki başlığa bakmayın siz...

Türkiye’de iyi şeyler de oluyor.

Almanya’daki Türklerle ilgili iki tespit

ALMANYA’
daki Türkiye Araştırmalar Merkezi’nin direktörü Faruk Şen dün gazetedeydi.

Tam beş dakikalığına uğrayan Faruk Şen Almanya’daki Türklerle ilgili çarpıcı bilgiler verdi.

Türkiye Araştırmalar Merkezi’nin son çalışmalarına göre, Almanya’daki Türkler, özellikle 11 Eylül’den sonra Avrupa’da Müslümanlara gösterilen tepki nedeniyle İslami değerlerine daha fazla sahip çıkmaya başlamışlar. Kendilerini dindar olarak tanımlayanların oranında son üç yılda yüzde 20’lik bir artış varmış.

Ancak paradoksal olarak radikal İslamcı örgütlere tepki de artmış ve bu örgütlere bağlı derneklerdeki üye sayısında düşüş olmuş.

Fransız Le Figaro Magazine Dergisi’nin son sayısında iki sayfa ayırdığı Metin Kaplan’ın sempatizanları azalmış örneğin.

Almanya’daki Türklerle ilgili ikinci önemli bir tespit, Türkler arasındaki işsizliğin fırlamış olması.

İki yılda yüzde 10’dan yüzde 24’e çıkmış.

Bu da Türkiye’ye dönüş arzusunu kamçılıyormuş Faruk Şen’in dediğine göre.
Yazının Devamını Oku

Sponsorlar vergiden yüzde 100 muaf olacak

10 Ağustos 2004
<B>TATİL</B> dönüşü ilk güzel haber Turizm ve Kültür Bakanlığı Müsteşarı <B>Mustafa İsen</B>’den. Sanat ve kültüre desteği kolaylaştıran ‘sponsorluk yasası’ nihayet çıkmış.

Esasında Meclis tatile girmeden önce yani 15 Temmuz tarihinde kültür hayatımızı yakından ilgilendiren üç yasa çıkmış.

Bunlardan biri kültür varlıklarının korunmasıyla ilgili.

Profesör İsen’in verdiği bilgiye göre, en son koruma yasası 1983 yılından kalan 2863 sayılı yasa.

İşte bu yasa güncelleştirilmiş.

İkinci yasa müzelerin işletilmesini kapsıyor.

Müsteşar İsen’in en fazla üzerinde durduğu üçüncü yasa ise ‘sponsorluk yasası’.

Sanata, kültüre destek vermek isteyen şirketler bundan böyle yüzde yüz vergiden muaf.

Yani sponsorluk için ayırdığı para vergiye tabi olmayacak.

Sponsorluk önemli bir konu.

Siemens’in Troya kazılarına sponsorluğuyla ilgili mayıs ayında yazdığım bir yazıda, Siemens’in Troya için başka sponsorlar aradığını ancak pek de umutlu olmadığını belirtmişim.

Sponsorluk için ödediği miktarı vergiden düşemeyince şirketlerin gözü korkuyor haliyle.

Ancak şimdi kabul edilen, yönetmeliklerinin tamamlanmasıyla eylül ayında büyük bir kampanya ile duyurulması beklenen ‘sponsorluk yasası’ yla her şey değişiyor.

Yasa, vergiden yüzde yüzlük muafiyetin yanısıra, taşınmaz mal tahsisi, gelir vergisinde stopaj indirimi, su ve enerji indirimi, yabancı uzman ve sanatçılara çalışma kolaylığı getiriyor.

İstanbul’u yaz boyunca bir ‘festivaller şehrine’ dönüştüren İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı mesela bu yasadan en fazla yararlanacak kurumlardan.

Görüşlerine başvurduğum İKSV yetkilileri, yasanın çıkmasıyla sponsorlarda yüzde 50 ile 60 oranında bir artış bekliyorlar.

Bu ne anlama geliyor?

Önümüzdeki yıl festivaller daha da renklenecek, daha da zenginleşecek.

Dolayısıyla yurtdışında da daha fazla ses getirecek.

İşsizlik Bush’un başını yiyebilir

AMERİKAN seçimlerine 90 gün kaldı.

2 Kasım günü sandıktan ya yeniden Başkan George W. Bush çıkacak, ya da Demokrat Partili rakibi John Kerry.

Kampanyasını ‘terör tehlikesi’ üzerinde yoğunlaştıran Başkan George Bush, Amerikalıların gözünü ne kadar korkutursa o kadar şanslı.

Ne ki, ABD’deki son ekonomik veriler Başkan Bush’un korkuttuğu kadar korkulması gerektiğini ortaya koyuyor.

Başkan George Bush’un tepesinde ‘Demokles’in Kılıcı’ gibi sallanan ekonomik veri işsizlikle ilgili.

ABD’de temmuz ayı içerisinde 284 bin kişinin istihdam edilmesi beklenirken, sayı 32 binde kalıverdi.

Amerikan Merkez Bankası FED’in Başkanı Alan Greenspan’ın bile hesaba katmadığı bu istihdam düşüklüğü ekonomi uzmanlarınaa göre Amerikan seçimlerinin sonuçlarını etkileyebilir.

Seçimlerde ‘anahtar eyaletler’ gözüyle bakılan Ohio, Pennsylvania, Michigan’da seçmenler için en önemli mesele terör ya da Irak Savaşı değil ‘işsizlik’.

‘İşsizlik’ meselesinin seçim kampanyasının en ateşli konularından biri olacağının bir işareti de Kerry’den geldi.

Temmuz istihdam sayısı açıklanır açıklanmaz Bush’a yüklenen Kerry işsizliğe çare olarak şunu öneriyor:

Amerikan şirketlerine yurtdışında değil ABD topraklarında istihdam yaratmaları koşuluyla devletten mali katkı.
Yazının Devamını Oku

Comandante Flamenco’yu sever miydiniz?

8 Ağustos 2004
Türkiye’ye geldiği zaman beraber çektirdiğimiz fotoğrafa bakıyorum. Antonio Gades’in bir elinde viski bardağı, diğerinde sigarası. Gözlerindeki bakış, vahşi hayvanların, ‘Dişimi kimseye kaptırmam, başka avlardan da vazgeçmem’ bakışı. Tatildeyken yıldızlar peş peşe kaydı... Antonio Gades, Serge Reggiani, Sacha Distel. Ayların en zalimi bana göre, şair T.S. Eliot’un dediği gibi nisan değil, bundan tam 10 yıl önce ansızın kızımın babasını da alan temmuz ayı...

Hem teni, hem yüreği yakan temmuzun bu yıl fütursuzca çaldığı koreograf, bale ve flamenko dansçısı Antonio Gades kahramanlarımdan belki sonuncusuydu.

1980’li yılların sonlarında, başımızda kavak yellerinin estiği o güzel yıllarda ‘kült filmler’ haline gelen Gades’in ‘Carmen’, ‘Kanlı Düğün’ ve ‘Büyülü Aşkı’ını kim unutabilir!

Ünlü yönetmen Carlos Saura’nın çektiği, koreografisini Antonio Gades’in yaptığı filmlerin iki yıldızı daha vardı: Cristina Hoyos ve Laura Del Sol.

HAYATTAKİ ZAAFLARI

Antonio Gades’ın vazgeçemediği 20 yıllık dans partneri Cristina Hoyos, o yıllarda İstanbul’da sahneye çıkmıştı.

Hoyos’un ‘Ben dans etmek için doğdum’ posteri yakın bir zamana kadar evimin duvarlarından birindeydi.

Antonio Gades de, şimdi hatırlamadığım bir vesileyle İstanbul’a gelmiş, bir davette Dış Haberler Servisi’nin kızları ve merhum Gülçin Telci hep birlikte resim çektirmiştik.

Geçen gün bir yerlerden çıkartıp bulduğum resimde, Gades’in bir elinde viski bardağı, diğerinde sigarası.

Sigara, kadınlar, komünizm ve Küba başlıca zaaflarıydı.

Gözlerindeki bakış, vahşi hayvanların ‘Dişimi kimseye kaptırmam, başka avlardan da vazgeçmem’ bakışıydı.

FLAMENKO DEVRİMİ

Sahnede duruşundaki zarafette, yumruklarını sıkışında, kadın partnerine usulca yaklaşıp onu belinden kavrayışında da sanki vahşi bir hayvanı çağrıştıran bir şeyler vardı.

‘Comandante Flamenco’ El Pais Gazetesi’nin Antonio Gades’e taktığı isim.

Flamenkoyu modern baleyle birleştirerek İspanya’nın dans tarihinde gerçek bir devrim gerçekleştiren Antonio Gades, politik yaşamında da devrimciydi.

İşçi babasının diktatör Franco’nun en ateşli muhaliflerinden biri olması nedeniyle küçük yaşında solculuğu seçmiş, İspanyol Komünist Partisi’yle yollarını ayırdıktan sonra Küba ve Fidel Castro’ya yönelmişti.

İspanyol şarkıcı ve oyuncu Marisol ile ikinci evliliğinin töreni Küba’da yapılmış, nikah şahidi de bizzat Castro olmuştu.

Son yolculuğunu da Küba’ya yapmıştı.

Ölümünden birkaç hafta önce, haziran ayı başlarında kendi teknesiyle Atlantik Okyanusu’nu aşarak Küba’ya varmış ve Fidel Castro’nun elinden Jose Marti ödülünü almıştı.

CASTRO VE GADES

El Pais Gazetesi’nde, Castro, Antonio Gades’e nişanı takarken bir fotoğraf var.

Gades’in son fotoğraflarından biri.

Kansere karşı verdiği savaşta saçları dökülmüş, kendisi de ufalmış gibi.

Sahnede devleşen Gades’ten başka biri 2004 Temmuzu’nun çaldığı adam.

Hayalinde boğa güreşcisi olmak varken para kazanmak için 16 yaşında dans etmeye başlayan, Milano La Scala’da baş dansçı olarak sahneye çıkan ve İspanya Ulusal Balesi’ni kuran Gades, benim videoda bilmem kaç kere izlediğim Carmen’i tam iki bin kez oynamış.

Son yıllarda hayali, şair Federico Garcia Lorca’nın 100. yıldönümünde Don Kişot balesini sahneye koymaktı.

Bu kez başaramadı.

Zalim temmuz ayı ondan tez davrandı.
Yazının Devamını Oku

Sicilya’daki şarap rönesansının bize faydası

27 Temmuz 2004
<B>İTALYA </B>dünyanın iki numaralı şarap ithalatçısı.<br><br>İtalya’nın ürettiği şarapların yüzde 15’ini ise Sicilya karşılıyor. Dört günlük Sicilya ziyaretim bana çizmeden daracık bir boğazla ayrılan bu kocaman adanın mafyadan başka şeylere de sahip olduğunu öğretti.

Başka şeylerin en başında şarap var...

Sicilya’nın tarihi, kültürü de müthiş ama benim ziyaret nedenim şarap ve üzüm bağları.

Sicilya’nın iki numaralı şarap ürecisi durumunda olan Calatrasi Şirketi’nin en büyük hissedarı Antonio Maurizio Micciche, bu dört günlük şarap serüveninde rehberim.

Maurizio Micciche uzun yıllardan beri bağcılıkla uğraşan bir aileden.

Şirketin yönetimine geçtiği 10 yıldan bu yana hem Calatrasi’de, hem Sicilya’da önemli değişiklikler olmuş.

Babasının 1980’lerin başında kurduğu şarap imalathanesini bugün Sicilya’nın en modern tesislerine dönüştürmüş Maurizio Micciche.

1987 yılında 1 milyon Euro olan ciro, 2003’te 15 milyon Euro’ya ulaşmış.

Saatte 12 bin şişe kapasiteyle Calatrasi’nin 2003 üretimi 6.3 milyon litre.

Ürettiği şarabın neredeyse yüzde 80’ini ihraç ediyor.

Bell Trade aracılığıyla Türkiye’ye de ihracat yapıyor.

Micciche ‘Sicilya’da bir şarap rönesansı yaşıyoruz’ diyor.

Nedir bu rönesans?

Biliyorsunuz şaraplar ‘eski dünya şarapları’ ve ‘yeni dünya şarapları’ diye ikiye ayrılıyor.

Eskiler Fransa, İtalya, İspanya gibileri.

Yeniler Avustralya, Kaliforniya, Şili, Güney Afrika gibileri.

Micciche’nin ‘rönesans’ dediği şey ‘eski dünya’ya ‘yeni dünya’nın tekniklerini adapte etmek.

Bu yüzden Calatrasi’de şarap üretiminden ve bağlardan sorumlu olan iki kişi de Avustralyalı yani ‘yeni dünya şaraptan’ anlayan insanlar.

Şarap rönesansının başka bir boyutu da miktardan ziyade kaliteyi önemsemek.

Şimdilerde Sicilya’nın ve dolayısıyla Calatrasi’nin yaptığı bu.

Maurizio Micciche’ye bakarsanız, Avustralya, şarap tarihinin en büyük başarı öyküsüne imza atmış bir ülke.

Kalitesiyle, tekniğiyle, pazarlama becerisiyle örnek alınacak bir ülke.

‘Fransız şarapçılığı gerçek bir krizde’ diyor.

Geçtiğimiz beş yıl içersinde yaklaşık 10 milyon Euro’luk yatırım yapan şirket Sicilya’nın yanı sıra İtalya’da Puglia’da ve Tunus’ta üzüm bağlarına sahip.

TÜRKİYE’DE BAĞLAR

Micciche
, bundan birkaç yıl önce Türkiye’de de bağcılıkla ilgilenmiş.

Arazilerin pahalı olması nedeniyle vazgeçmiş.

Tunus’a yönelmiş.

Türkiye’ye ilgisi şöyle devam ediyor:

Calatrasi şarapları yaklaşık altı aydan beri Türkiye’de satılıyor.

Sicilya’daki şarap rönesansının bize faydası işte bu.

Oldukça kaliteli şarabı makul fiyatlardan satın alabilmek.

İskandinavya ülkelerine yılda 2 milyon, İngiltere pazarına ise 1.5 milyon şişe satan Micciche’ye Türkiye pazarının geleceğini soruyorum.

‘Nüfus nedeniyle potansiyel büyük. Ayrıca eski Sovyet ülkeleri, Kazakistan, Türkmenistan gibi ülkelere bir sıçrama tahtası olarak görüyoruz Türkiye pazarını’ diyor. Rusya’daki dağıtım için Efes Pilsen’e bir ortaklık teklifi götürmüş.

Ancak Efes sadece birada yoğunlaşmak gerekçesiyle teklife sıcak bakmamış.

Moskova’daki Ramstore ile Calatrasi şarabının satışında anlaşmaya varılmış.

Nereden bakarsanız bir Türkiye bağlantısı çıkıyor yine de.

Yatırımın yüzde 40’ı geri alınıyor

GEÇEN
yıl Newsweek Dergisi’nin ‘yeni dalga’ şarap üreticileri arasında saydığı Türkiye’nin kuşkusuz şarapçılıkta önü açık.

Önümüzdeki yıllarda yıldızımız daha da parlayabilir.

Bu yüzden, Sicilya’nın deneyiminden ve Micciche’nin anlattığından alacak dersler var gibime geliyor.

Şarapçılığın gelişmesi yatırıma bağlı.

Sicilya’da şarapçılık yatırımı yapanlar, yatırdıkları paranın yüzde 40’ını geri alıyormuş.

Hatta bu oran beş yıl öncesine kadar yüzde 75 imiş.

Bizde böyle bir avantaj varsa oranı kaç bilemiyorum.

Sicilyalı şarap üreticileri biraraya gelip Sicilya şarabını dünyaya tanıtmak için ‘Assovini’ diye bir birlik kurmuşlar.

Sicilya şarap üreticisinin bu arada tek başına hareket ettiğini sanmayın.

İtalyan üreticileriyle de sıkı bir ilişki içersindeler.

Meselá biraraya gelip yılda iki kez PricewaterhouseCoopers’a dünyadaki şarap durumuyla ilgili rapor hazırlatıyorlar.

Hem İtalya’da, hem Sicilya’da dünyadaki rakipler sıkı izlemede.
Yazının Devamını Oku

Fransız yatırımcı Türkiye’ye gelmek istiyor

23 Temmuz 2004
<B>FRANSIZ </B>yatırımcısı Türkiye ile yakından ilgileniyor.<br><br>Fransa gezisinin en somut izlenimlerinden bir tanesi bu. Gezinin ilk günü Fransız işadamlarının örgütü MEDEF’teki toplantıda bu ilgiye yakından tanık olduk.

Konuşmasından sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yöneltilen sorular yatırımcı ilgisini, kaygısını taşıyan sorulardı.

Toplantıda aldığım notlara göre bakın, Fransız işadamları en fazla neyi sormuşlar, merak etmişler.

Asya ile Avrupa’yı denizaltından birbirine bağlayacak olan Marmaray projesi, Haydarpaşa dahil özelleştirmeyi bekleyen limanlar, Boğaz sularının nasıl arıtıldığı, savunma harcamalarının oranı, AKP Hükümeti’nin enerji politikası?

Bu arada Başbakan Tayyip Erdoğan’a işbirliği önerileri getirenler de oldu.

Alcatel, İran’da, Arap-Fransız Odası Başkanı ise Kuzey Afrika ile Ortadoğu’da Türkiye ile birlikte proje üretmeyi önerdiler.

MEDEF toplantısı dediğim gibi oldukça verimliydi ama asıl Türkiye’ye ilgi gösterenler gezinin son günü Başbakan Erdoğan ile otelde sabah kahvaltısında bir araya gelenler oldu.

Kimler vardı bu kahvaltılı toplantıda?

Fransa’nın önde gelen iki bankası Societe Generale ile BNP Parisbas’nın CEO ve Yönetim Kurulu üyesi. Daniel Bouton ile Pierre Marian.

TEB
ile görüşmekte olan BNP Paribas Başbakan’a ‘Türkiye’ye güveniyoruz ve büyümeyi planlıyoruz’ mesajını verdi.

Listenin geri kalan isimlerini şöyle saymak mümkün:

Özal döneminde Türkiye ile çalışmaya başlayan Rothchild Danışmanlık Şirketi’nin Başkan Yardımcısı Jean Pierre Saltiel,

Türkiye’deki tütün özelleştirmeyi yakından izleyen Altadis Şirketi’nin Başkan Yardımcısı Jean-Dominique Comolli. Nükleer enerjide ihtisaslaşmış Areva Şirketi Başkanı Anne Lauvergeon, Avrupa Havacılık ve Savunma Şirketi Başkan Yardımcısı Dominique Barbier, Erdemir ile ilgilenen demir-çelik şirketi Arcelor’un Başkanı Guy Doll, Airbus’ın üst düzey iki yetkilisi?

Yukarıda saydığım isimlerin tümünün Türkiye’de eski ve yeni bazı girişimleri var.

Bekledikleri tek işaret ise aralık ayında Avrupa Birliği müzakereleri için yeşil ışık yakılması.

Özel statü değil imtiyazlı statü

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan
’ın en son görüştüğü politikacı sağcı UDF Partisi’nin lideri François Bayrou.

Avrupa Parlamentosu seçimlerinde partisi Sosyalist Parti, iktidardaki UMP Partisi’nin peşinden üçüncü sırada gelen Bayrou Türkiye’nin AB üyeliğine karşı.

Erdoğan ile görüşmesinden çıkar çıkmaz onu soru yağmuruna tutuyoruz.

Bayrou ‘Türkiye’nin Avrupa’daki tarihini, I. François ile Kanuni arasındaki ilişkiyi hepsini biliyorum, Türkiye’ye de karşı değilim ama mesele Türkiye’nin üyeliğinden sonra Avrupa’nın ne olacağı’ diyor.

Avrupa için ikinci düşünce akımından söz ediyor,

Birincisi, Avrupa’yı çeşitli etnik grupların, dinlerin, politikaların, kültürlerin buluşma noktası olarak görmek isterken, ikinci akım bir politika birliğinden, homojenlikten yana.

Tahmin edebileceğiniz gibi Bayrou ikinci gruba dahil.

‘Fransa’nın Kuzey Afrika ülkeleriyle de tarihi bağları var oysa Avrupa’nın bu ülkeleri de kapsayabileceğini düşünemiyoruz bile’ diyor.

Neticede, Türkiye için önerdiği ‘özel statü’den de farklı ‘imtiyazlı statü’?

Sadece ve sadece Türkiye’ye mahsus bir statü? Ne demekse?
Yazının Devamını Oku