26 Eylül 2004
4 ülke devlet liderinin desteklediği bu ‘dünya vergisi’ işi de ne diye soracak olursanız, tüm dünya genelindeki çokuluslu şirketlerden, silah satıcılarından, hava ulaşımından, borsa işlemlerinden ve yakıttan vergi alınması diye özetleyebilirim. BREZİLYA Devlet Başkanı Luiz Inacio Lula da Silva, 2003 yılında Davos’a şöyle bir öneriyle gelmişti: ‘Üçüncü Dünya ülkeleri için bir anti-açlık fonu kuralım.’
Ne mutlu Lula’ya.
‘Açlığa savaş açalım’ önerisi havada kalmadı.
Tatil dönüşü birikmiş gazeteleri gözden geçirirken açlık meselesinin geçen hafta New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ele alındığını okudum.
Lula’ya en büyük destek Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’tan gelmiş.
Daha sonra aralarına iki isim daha katılmış: İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero ile Şili Devlet Başkanı Ricardo Lagos.
DÜNYADA 840 MİLYON İNSAN AÇLIK ÇEKİYOR
BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın da desteğiyle bu sözünü ettiğim dörtlü açlıkla mücadele için bir ‘dünya vergisi’ alınmasına karar vermişler.
İşi zenginlerden yoksullara kaynak aktarma olarak da özetleyebiliriz.
Bunun nasıl olacağına geçmeden önce dilerseniz bir iki hatırlatma.
Dünyada açlık çekenlerin sayısı 840 milyon.
2.8 milyar kadın ve erkek günde 2 dolardan az bir parayla geçiniyor.
Birleşmiş Milletler’in 2015 yılına kadar bu sayıyı yarı yarıya indirmek gibi bir hedefi var.
Ancak bugüne kadar fazla bir yol katedilmemiş.
Zengin ülkeler para vermemek için binbir dereden su getirmekte pek usta.
Ya kendi bütçelerinin açık vereceği ya da yapacakları yardımın yolsuzluklarla havalanacağı gerekçelerine sığınıyorlar çoğunlukla.
Oysa BM’nin 2015 hedefine ulaşmak için gerekli para yılda 50 milyar dolar.
Brezilya Başkanı Lula’nın da dediği gibi ‘50 milyar dolar hem çok fazla, hem değil’.
Global ticaret hacminin her yıl 8 trilyon dolar, global gelirin ise 40 trilyon dolar olduğunu düşünürsek Lula haklı.
GLOBAL TİCARETİN YANINDA SUDA BİR DAMLA
50 milyar dolar suda bir damla gibi.
Ama gelin görün ki, bu sudaki damla bir türlü yoksullara ulaşmıyor.
Onun için Afrika hep aç, Üçüncü Dünya ülkeleri hep yoksul.
‘Zamanımızın en büyük skandallarınden biri imkanımız olduğu halde insanların acısını dindirmemek’ diyen Chirac, Lula, Zapatero ve Lagos’un ortaya attıkları ‘dünya vergisi’ nedir?
Çokuluslu şirketlerden,
Silah satıcılarından,
Hava ulaşımından,
Borsa işlemlerinden,
ve yakıttan vergi alınması diye özetleyebilirim.
Dünyanın önde gelen bin kadar çokuluslu şirketin yılda 900 milyar dolar kár ettiğini düşünün...
Yüzde biri, ikisi vergi olsa kimbilir kaç milyon aç karnını doyururdu.
Elbet ‘dünya vergisi’ işinin hemen tutacağına inanmak büyük bir iyimserlik.
Gelişmiş ülkelerde, vergilerin indirilmesini isteyenlerin sokaklara döküldükleri, başta Fransa, zengin ülkelerin kapılarını yoksulların tarım ürünlerine kapattıkları bir dönemde ‘dünya vergisi’ hayli ütopik.
Ne var ki, açlığı ve yoksulluğu azaltmanın da başka yolu yok gibi.
Yazının Devamını Oku 
24 Eylül 2004
<B>MERSİN </B>Ticaret ve Sanayi Odası boş durmuyor.<br><br>Mersin Kalkınma Ajansı, Mersin Müzik Festivali derken şimdi turizm projeleri peşinde. Geçenlerde odanın Başkan Yardımcısı Serdal Kuyucuoğlu ile konuşuyorduk.
Mersinliler turizm açısından dertli.
"Antalya'dan farkımız yok... Göz alabildiğine uçsuz bucaksız plajlar, tarihi yerler, her şeyimiz var. Ama gel gör ki yabancı turist pek az uğruyor."
Mersin ve çevresinin şimdiye kadar doğru dürüst tanıtımı yapılmamış.
En önemlisi yatak kapasitesi sadece 6 bin. (Antalya'da 260 bin dolayında.)
Diyelim turisti çektiniz, yatıracağınız yatak yok.
Bu yüzden Mersin Ticaret ve Sanayi Odası düşünmüş, taşınmış şu formülü geliştirmiş: Mersin'deki ikinci konutlar turizme açılacak.
İkinci konut yani yazlık konutların sayısı tam 80 bin.
Turizm Bakanlığı'nın 1989 yılında yaptırdığı envanterde bu sayı 12 bin imiş.
Özal döneminde imar izniyle 2. konut sayısında büyük bir patlama yaşanmış.
Ne ki, bugünkü değeri 4 ila 5 milyar doları bulan 80 bin konutun yaz aylarında dahi doluluk oranı yüzde 30'u geçmiyor.
O da sadece 1.5-2 ay.
80 bin konuttan sadece yüzde 10 turizme kazandırılırsa, hesaplara göre bu hiç yatırım yapmadan 32 bin yatak anlamına geliyor.
Şimdi Mersin Ticaret ve Sanayi Odası'nın bünyesinde bir "2. konut ofisi" açılmış, mimarlar, turizmciler harıl harıl çalışıyor.
Serdal Kuyucuoğlu "Bizim ofis bu işi gönüllü yapıyor. Amaç hem bu boş konutları ekonomiye kazandırmak, hem turist çekmek" diyor.
İlk aşamada standartlar belirlenmiş ve çeşitli sitelerde 250 dairelik bir portföy oluşturulmuş.
Hangi turistlerin otel yerine konuta sıcak baktıkları tespit edilmiş.
İskandinavyalılar, Hollandalar ve Almanlar ilk üç sırada.
Projeye Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan da destek gelmiş ve Mersin'in 2. konutları için önümüzdeki kasım ayında Londra Turizm Fuarında stand açılmasına yeşil ışık yakılmış.
Pilot uygulamaya 2005 yılının haziran ayında başlanması tasarlanıyor.
Her şey tamam ancak 1992 yılından beri ikinci konut meselesine eğilen bakanlık bu iş için gerekli yönetmeliği 12 yılda çıkartamamış.
Yönetmelik haziran ayına kadar çıkarsa ne álá...
Yoksa bu kadar çaba çöpe gider.
Nobel Barış ödüllü Jody Williams niye geliyor
FRANSIZ yazar/düşünür Jacques Attali, 11 Eylül tarihli Le Monde Gazetesi'ndeki yazısında sivil toplum kuruluşlarının dünyayı "kıyamet"ten kurtaracağını söylüyor.
Onun hayali, dünyadaki tüm STK'ların biraraya gelip Birleşmiş Milletler gibi bir çatı altında bir araya gelmeleri.
"Düşünün" diyor "tüm sınırları aşmış, çeşitli milletlerden, ırklardan, nesillerden STK'lar bir araya gelmiş ve insanlığın iyiliği için güçlerini birleştirmiş"...
Şöyle devam ediyor: "Neden olmasın.. Zaten bugün bile birçok STK insanlık adına, BM koltuklarında yer kaplayan birçok ülkeden daha fazla çalışıyor."
Attali ne kadar haklı...
Etrafınıza bir bakın, demokrasi, sağlık, eğitim, kadın, çocuk, insan hakları, çevre, kültürel miras ve daha nice alanda STK'lar hükümetlerin önüne fersah fersah geçmiş mi, geçmemiş mi?
Bu konuya değinmemin nedeni beş gün sonra üç STK'nın Ankara'da düzenleyecekleri iki günlük uluslararası sempozyum.
Sempozyumun konusu "İnsan Haklarında Yeni Taktikler".
Esasında "İnsan Haklarında Yeni Taktikler" beş yıllık bir proje.
İnsan hakları ihlallerine karşı uygulanan taktiklerin paylaşılmasına yönelik.
Ankara sempozyumunun organizatörleri, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İşkence Mağdurları Derneği ile Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü.
85 ülkeden 400 katılımcıyla sempozyum, insan hakları camiasının genişletilmesi için iyi bir fırsat.
Tam da Avrupa Birliği'nin bizi mercek altına aldığı günlerde.
Sempozyuma gelecek isimler arasında Uluslararası Af Örgütü'nun ilk kadın, Asyalı ve Müslüman Başkanı Irene Khan ve kara mayınlarının yasaklanması için sürdürdüğü mücadele nedeniyle 1997 Nobel Barış Ödülü alan Jody Williams var.
Gözler Suriyeli turistte
ŞEHİRLERİMİZİN her şeyi Ankara'dan beklemeyip, kendi geleceklerine yön vermeye çalışmaları doğrusu pek hoşuma gidiyor.
Dediğim gibi Mersin, çabasını turist çekmeye yoğunlaştırmış.
Hatta Mersin Ticaret ve Sanayi Odası bunun için şehrin haritasını ve Mersin Turist Rehberi bastırmış.
Bu çabalara ilaveten bugün ve yarın Mersin'de bir "Türkiye-Suriye Turizm Zirvesi" yapılıyor.
Halep Başkonsolosluğumuzun ve Mersin Ticaret ve Sanayi Odası'nın girişimiyle Suriye'nin Halep, Derzor, Hama, Homs, Haseke, İdlip, Lazkiye, Rakka ve Tartus illerinin valileri, belediye başkanları, oda başkanları ve turizmcileri Mersin'e davet edilmiş.
Gaziantep, Adana, Hatay, Şanlıurfa ve Osmaniye'den aynı düzeydeki katılımla iki komşu ülke arasında turizmi geliştirmenin yolları aranacak.
Yazının Devamını Oku 
21 Eylül 2004
<B>GENERAL Electric </B>piyasa değeri açısından dünyanın en büyük şirketi. <br><br>Dow Jones endeksinin kurulmasından bu yana burada kalmayı başarmış tek şirket. Uçak motorlarından, medyaya, beyaz eşyadan finansal hizmetlere faaliyet gösterdiği 11 alanda yılda 135 milyar dolarlık satış gerçekleştiriyor.
Dünyanın çeşitli ülkelerinde 260 bin kişi çalıştırıyor.
Bunlardan yaklaşık 2 bini üst düzey konumda.
Geçenlerde İstanbul’da, General Electric’te böyle bir konuma gelmeyi başarmış bir Türk’e rastladım:
GE Sağlık Hizmetleri’nin Global Finans Programları Direktörü Derya Biren.
Biren Boğaziçi Üniversitesi’nden kimya mühendisliğinden mezun... ABD’de pazarlama üzerine yüksek lisans yaparken GE tarafından keşfedilmiş.
ABD’de bu iş böyle...
Büyük şirketler beyin avcılığına resmen üniversite kampusunda başlıyorlar.
Neticede Derya Biren 12 yıldan beri General Electric’te çalışıyor.
Dünyanın çeşitli kentlerinde, şirketin çeşitli bölümlerinde görev yaptıktan sonra ‘GE Tıbbi Sistem’de finansla ilgilenmeye başlıyor.
Bu arada bir parantez.
General Electric’te bir bölümden diğerine nasıl geçildiğini merak ediyorum.
Şirketin insan kaynakları bölümü, her yıl çalışanlarla teke tek görüşmeler yaparak performansını ölçüyormuş.
CEO’lar dahi ‘Bu yıl şirkete katkıların nedir’, ‘Başarını nasıl değerlendiriyorsun’ gibi sorulara muhatap oluyormuş.
Şirket için terfi de performansa göre.
Derya Biren ‘GE Tıbbi Sistem’e geçer geçmez bölümü tek bir finans sistemi altında birleştirmek için bir proje başlatmış.
Proje o kadar başarılı olmuş ki, bu ona 2003 yılı temmuz ayında ‘GE Başkanlık Ödülü’nü kazandırmış.
Ayrıca kalite artırma programı ‘Six Sigma’yı başarılı bir şekilde uyguladığı için ‘siyah kuşak’ sahibi.
‘GE Tıbbi Sistem’ geçen yıldan itibaren bilişim ve bio-teknoloji alanında faaliyet gösteren iki şirketi 21 milyar dolara satın alarak verdiği sağlık hizmetini genişletiyor.
‘GE Sağlık Hizmetleri’ adını alıyor.
Derya Biren, şirketin genel merkezini İngiltere’ye taşıması üzerine ailesiyle birlikte Milwaukee’den Londra’ya geçiyor.
Global Finans Programları Direktörlüğü’nü yaptığı şirketin yıllık satışı 15 milyar dolar.
Yani General Electric’in yıllık satışının yüzde 10’dan fazlasını gerçekleştiriyor.
Peki GE’nin başarısının sırrı nerede?
Cevap şöyle: ‘Geleceğe yönelik yatırım’, ‘kalite arayışı’ ve ‘şeffaflık’.
Bir tanıtım fırsatı daha kaçıyor
WASHINGTON Post Gazetesi, Washington’da 2 ve 3 Ekim tarihlerinde yapılacak IMF ve Dünya Bankası toplantıları için bir Türkiye eki yayınlamaya karar vermiş.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da bir makalesinin yayınlanacağı 1 Ekim’de yayınlanması planlanan eki en az 2 milyon Amerikalı okuyacak. Ancak yeterli ilan toplanamadığı için ekin 1.5 sayfada kalma tehlikesi mevcut.
19 Mayıs tarihinde bir Türkiye eki çıkartan New York Times da yine ilan gelmediği için 1 sayfa yayınlanmıştı.
Perge’de sütun Bursa’da tabela
ANTİK Perge’nin kazıları 1985 yılından beri sürüyor.
Kazı Başkanı Prof. Haluk Abbasoğlu, maddi koşullar nedeniyle kazıları sürdürmekte zorlanıyor.
Bu yüzden eylül başında ‘Perge’de Sen de Bir Sütun Dik’ kampanyası başlıyor.
Toplanan paralarla Roma döneminden 40 sütun yerine dikiliyor.
Kampanyanın arkasında Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı var.
Zaten Perge kazı başkanı Prof. Abbasoğlu da vakfın üyeleri arasında.
Vakfın ne yaptığına gelince...
Ona geçmeden önce küçük bir anekdot.
Geçenlerde yakın bir dostumun tanıdığı aradı. Şişli’de oturduğu evin bahçesinden tarihi bir duvar görülüyormuş. Ancak duvar şu anda başlatılan inşaat nedeniyle yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya. Endülüs tarzı pencerelerinden, vitrayından bunun eski bir duvar olduğunu anlamış, Anıtlar Kurulu dahil bir sürü yere başvurmuş duvarı belki kurtarabilirim diye. Tahmin edebileceğiniz gibi uyarılara pek de kulak asan olmamış. Kadıncağız hálá duvarı kurtarma peşinde...
Eski bir belediye başkanının Tarlabaşı’nda tarihi evleri yıkıp ‘zaten bunlardan bizde çok var’ dediği bir ülkede bir duvarı kurtarmaya çalışan kültür ve tarih severlerin sayısı kabul edin ki pek az.
Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı’nın amacı işte bu sayıyı artırmak. Yani tarihi ve kültürel mirası tanıtmak, sevdirmek, sahip çıkmayı öğretmek. Geçen yıl okul çocukları arasında bu bilinci yerleştirmek için ‘Kültür Karıncaları’ projesini başlatmış olan vakıf bu yıl da başka bir projeye Bursa’da start vermiş.
Tarihi yerleri tanıtmak için tabela yerleştirme projesi bu.
Düşünün yolda giderken İstanbul’da günde kimbilir kaç kez bir tarihi eserle karşılaşıyoruz.
Gözlerimiz belki aşina ama gördüğümüzün tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz.
Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı, tarihi yerleri tanıtma ve bilgilendirme işine Bursa’dan başlamayı seçmiş.
Osman Gazi Türbesi, I. Bayezid Türbesi, Bursa Muradiye Külliyesi, II. Murad Türbesi ve diğer yerlere dikilen tabelalarda eserin ne zaman, kimin tarafından yapıldığı gibi bilgiler bulmak mümkün.
Ne gördüğünü bilmek, tanımak ve sevmek. Kültür bilinci ancak böyle yerleşebilir.
Yazının Devamını Oku 
19 Eylül 2004
Resim, kansere yakalanmasından sonra onu hayata bağlayan tek şey olmuştu neredeyse. Beğenilmek ve takdir edilmek istiyordu. Ancak Türkiye’de bir türlü ilgi görmedi. Avrupa Kültür Forumu Başkanlığı ise, şu sıralar Gaziantepli ressam Hatice Kayalı Yılankıran’ın Köln’de sergilenen 41 tablosunun tanıtımını yapmakla meşgul.
GAZİANTEPLİ ressam Hatice Kayalı Yılankıran ile 2003 yılının aralık ayında tanıştım.Gazetenin Gaziantep temsilcisi olduğumu öğrendiğinde, bana e-posta göndermiş ‘Gaziantep’e gelirseniz mutlaka uğrayın’ diye not düşmüştü.
Hem mesajının sıcaklığı hem resim tutkum kapısını çalmama yol açmıştı.
Hatice Kayalı Yılankıran’ın öyküsünü o günlerde yazmıştım hatırlarsanız.
Kocası ve iki çocuğuyla yaşadığı Gaziantep’te boş vakitlerinde boyalarla uğraşırken kanser teşhisiyle nasıl gerçek bir ressama dönüştüğünü anlatmıştım.
Tedaviler, hastanelerde geçirilen uzun saatler, ameliyatlar, palet ve fırçasını eline aldığında siliniyordu hafızasından.
Hatice Kayalı Yılankıran’ı resimdi hayata bağlayan.
Biraz da beğenilme, takdir edilme arzusu.
Bu yüzden, resimlerini göstermek istediği ünlü bir ressam ile ünlü bir resim uzmanı kendisini tersleyince üzülmüştü.
MİLLİ REASÜRANS KATALOG BASTIRDI
Ancak İstanbul’da açtığı sergilerden birinde Avrupa Kültür Forumu Başkanı Dieter Topp resimlerini beğenince önünde bambaşka ufuklar açıldı.
Topp, Gaziantepli ressama Almanya’da bir sergi vaadinde bulunmuştu.
O günlerde Hatice Kayalı Yılankıran bana şöyle diyordu: ‘Galiba burada ünlü olamayacağım ama Avrupa’da olacağım.’
Dieter Topp’tan sonra, Milli Reasürans Sanat Galerisi’nin yöneticisi, küratör Amelie Edgü de, Gaziantepli ressama umut veren ikinci kişi oldu.
Bizzat Gaziantep’e giden Amelie Edgü, hem koleksiyonuna resim almış hem de bir katalog bastırmıştı.
Dieter Topp sözünü tuttu.
Yılankıran’ın 41 resmi, 28 Ağustos-11 Eylül tarihlerinde Köln’de S. Augustinus Hastanesi’nde sergilendi.
Ağır bir kemoterapi tedavisinden kalkan ressam, kızkardeşi, kızı ve Amelie Edgü ile serginin açılışına katıldı.
Gaziantepli ressamın Almanya dönüşü gönderdiği e-postaya göre, serginin açılış resepsiyonuna Berlin Kültür Ataşesi Claus Peter Koscielny ile Köln Başkonsolosu Sertaç Sönmezay da katılmış.
Resepsiyonda devlet opera sanatçısı Gülderen Erdoğmuş baladlar söylemiş, Cem Tuncer gitar çalmış.
HAYATTA KALMANIN RESİMLERİ
‘Herkes resimlerimi çok beğendi. 8 resim sattım’ diyor Hatice Kayalı Yılankıran e-postasında.
Almanya’da o kadar mutlu olmuş ki, yazdığı satırlara, kullandığı o müthiş renklerin coşkusunu katmış.
Şimdi İngiltere’de kanserli kadın ressamların katıldığı uluslararası bir yarışmaya hazırlanıyormuş.
Tema ‘Kanserin Serüveni’.
Yarışmayı kazandığı takdirde, 2 bin 600 Euroluk ödül, tedavisinin sürdüğü Gaziantep Üniversite Hastanesi’ne gidecek.
Daha sonra sırada İstanbul’da her yıl yapılan ‘Art İstanbul’ var.
7-12 Aralık tarihlerindeki sergiye 15 resmini göndermeyi planlıyor.
Dieter Topp, Edgü’nün bastırmış olduğu kataloğu tanıtma yazısında sözlerini şöyle bitiriyor: ‘Hatice Kayalı Yılankıran’ın resimleri, hayatta kalmanın resimleridir.’
Aralıkta İstanbul’da, Gaziantepli ressamın sergisinde buluşmak dileğiyle...
Yazının Devamını Oku 
17 Eylül 2004
<B>TEMMUZ</B> ayının ilk günleri Boğaz’da bir tekne gezisinde biraraya geldiğimiz Bağımsız Türkiye Komisyonu üyeleri o günlerde Türkiye raporunu hazırlamakla meşguldüler. Raporu yazdılar ve 5 Eylül’de yayınladılar.
Şimdi harıl harıl Avrupa’nın belli başlı başkentlerinde raporu anlatıyorlar.
Gezilere kimi zaman komisyonun yedi üyesi tam kadro, kimi zaman dört, beş kişi katılıyor.
Bağımsız Türkiye Komisyonu’nun kurulmasına ön ayak olan Açık Toplum Enstitüsü’nün İstanbul direktörü Hakan Altınay’a göre rapora ilgi hayli fazla.
Brüksel, Berlin, Londra, Lahey ve Viyana ziyaret edilmiş.
Sırada Paris, Roma var.
Komisyonun üyelerinden, eski İspanya Dışişleri Bakanı Marcelino Orejo Aguirre’in Katalan damarı basmış. Bu nedenle İspanya gezisi Madrid yerine Barcelona’ya.
Başkentlerde başbakanlar, önde gelen politikacılar, düşünce kuruluşlarıyla, STK’larla görüşülüyor.
Tabii en fazla merak edilen şey şu: Eski Finlandiya Başkanı Marti Ahtisaari, eski Fransa Başbakanı Michel Rocard, eski Polonya Dışişleri Bakanı Bronislaw Geremek, Hans van den Broek gibi isimler neden Türkiye’nin üyeliğini savunuyor?
Komisyon üyelerinin önüne durup durup aynı soru geliyormuş: ‘Neden Türkiye’nin avukatlığını yapıyorsunuz?’
Zaman zaman komisyon üyeleriyle birlikte gezilere katılan Hakan Altınay aktardı.
Marti Ahtisaari, Almanya’da Hıristiyan Demokrat bir politikacının bu yöndeki sorusu üzerine ‘Sizin gibiler için üstleniyoruz bu görevi’ cevabını vermiş ve şöyle devam etmiş: ‘Somut bilgiler, analizler ışığında değil de, anlamsız korkuların güdüsüyle konuşanların hayatlarını zorlaştırmak için buradayız’.
Michel Rocard’ın cevabı ise şöyle:
‘Türkiye Avrupa’nın hayat sigortasıdır. Bu sigortayı satın almak zorundayız. Sigortanın primi ise tartışılmaz.’
Galiba işin özeti bu.
Viyana-New York-Kars üçgeninde Türkiye-Ermenistan yakınlaşması
2001 yılında Türkiye’den bir grup kadın 8 Mart Kadınlar Günü için Erivan’a gitmiştik.
O ziyaretten sonra temaslar devam etti, Ermeni Türk Kadınları İletişim Grubu (ETKİ) kuruldu.
Zaman zaman Türk ve Ermeni kadınları biraraya gelmeye devam ediyor.
ETKİ’nin üyesi olan Marmara Vakfı AB ve İnsan Hakları Platformu Başkanı Müjgan Suver geçenlerde Ermenistan’dan bazı üyelerle biraraya gelmiş.
Tarafların biraraya gelmeleri için sponsor gerek.
Bu seferki buluşmaya ise Uluslararası Diyalog için Bruno Kreisky Forumu sponsorluk yapmış.
Yani buluşma Viyana’da gerçekleşmiş.
Bruno Kreisky Avusturya’nın eski başbakanlarından.
Vaktiyle Ortadoğu sorununun çözümü için epey uğraşmıştı.
Ölümünden sonra 1991 yılında oluşturulan bu forum insan hakları, siyasi krizler, Avrupa entegrasyonu alanlarında faaliyet gösteriyor.
Demek ki, Türkiye-Ermenistan yakınlaşması da ilgi alanının içersinde.
Söz, bu yakınlaşmadan açılmışken, bir iki bilgi notu daha.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan’ın bu ayın sonlarına doğru New York’ta biraraya gelmeleri gündemde.
Dışişleri Bakanlığı buluşma üzerinde çalışıyormuş.
Yakınlaşmayla ilgili diğer önemli bir gelişme ise Kars’tan.
24-26 Eylül’de II. Kars Kent Kurultayı toplanıyor.
Kars Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu tarafından konuşmacı olarak davet edilen Türk-Ermeni İş Geliştirme Konseyi Başkanı Kaan Soyak, toplantıya hem Türkiye’den hem Azerbaycan ve Ermenistan’dan önemli isimlerin katılacağını söylüyor.
Taslak programda gözüme ilişen isimler arasında, TİM Başkanı Oğuz Satıcı, Çekül Başkanı Metin Sözen, İTO Başkanı Mehmet Yıldırım, tarihçi Prof.Mete Tunçay, İstanbul’daki NATO toplantısında konuşma fırsatı bulduğum Ermeni asıllı Amerikalı tarihçi Girayr Libaridian gibi isimler var.
Pera Palas’ta bir Fransız bakan
GEÇEN pazar akşamı, Ankara’daki görev süresini tamamlayan Ekonomi Müsteşarı Pierre Mourlevat’nın veda yemeğindeydik.
Pera Palas’ın loş yemek salonunda bir erkekle başbaşa yemek yiyen hoş bir sarışın kadın gözüme çarpıyor.
Onu bir yerden tanıyorum gibi.
Elbette...
Karşımdaki Fransa’nın önemli politikacılarından, Sosyalistlerin iktidarı sırasında hem Adalet, hem Çalışma Bakanlığı yapmış olan Elizabeth Guigou. Meğer hafta sonunu İstanbul’da kocasıyla birlikte geçiren Elizabeth Guigou, Türkiye’ye Fransız Meclisinin AB işlerinden sorumlu komisyon üyeleriyle birlikte Türkiye’ye gelmiş.
Bugün Türkiye’deki temaslarını tamamlayan Fransız heyet, biri Guigou olmak üzere iki Sosyalist, iktidardaki UMP ve Türkiye’nin üyeliğine kesinlikle karşı çıkan Bayrou’nun UDF partisinden ikişer milletvekiliyle toplam altı kişi.
Ankara’da Başbakan Abdullah Gül, Şükrü Elekdağ gibi bazı parlamenterlerle görüşen heyet ikiye ayrılıp Kars ve Elazığ’ı da ziyaret etmiş.
Heyet Paris’e döndüğünde raporunu hazırlayıp Meclis’e sunacak. Anlayacağınız, İlerleme Raporu’na kadar Avrupa’dan Türkiye’ye teftişlere devam.
Yazının Devamını Oku 
14 Eylül 2004
<B>ZİNA </B>meselesi günlerden beri hem bizim, hem yabancı basının gündeminde.<br><br>Zinaya ceza getirmeyi öngören Türk Ceza Kanunu (TCK) görüşmeleri ise bugün başlıyor. Müthiş bir zamanlamayla, Meclis’teki kritik görüşmelerden tam bir gün önce İstanbul’da ‘Türkiye ve AB’de Kadınlar’ sempozyumu yapılıyor.
Eczacıbaşı’nın desteklediği sempozyuma Türkiye’de kadın hakları için mücadele etmiş önemli isimler katılıyor.
Görebildiklerimin arasında, siyaset bilimci Şirin Tekeli, BM Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi Komitesi Başkanı Profesör Feride Acar, BM İnsan Hakları Komisyonu, Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörü Profesör Yakın Ertürk, KA-DER Dış İlişkiler Sorumlusu Dr. Selma Acuner var.
Açılış konuşmasını yapan KA-DER Genel Başkanı işi özetliyor: ‘TCK’dan kadın düşmanı maddelerin kaldırılmasını istiyoruz...’
Bekaret testleri, namus cinayetleri ve nihayet zinanın suç sayılması.
Kadın-erkek eşitliğine gölge düşüren her şey.
Sempozyumun açılış konuşmalarından biri de Kadından Sorumlu Devlet Bakanı Güldal Akşit’ten. TCK’daki yeniliklerin yeterince tartışılmadığı ve projektörlerin zina meselesine çevrildiği görüşünde.
Akşit de, AKP’nin arkasına sığındığı ‘toplumdan gelen talep’ gerekçesinden söz ediyor. Cumartesi günü, AKP’nin ‘Finişe Beş Kala’ toplantısında aynı masayı paylaştığım AKP’li iki milletvekiline göre de, toplumdan gelen talep ‘aile birliğini korumak’ için zinanın suç kapsamına alınması. Hatta milletvekillerinden biri İngiltere örneğini veriyor.
1980’li yıllarda İngiltere’de bebeklerin yüzde 30’u gayri resmi ilişkiden doğarken, bu rakam şimdi yüzde 50’lilere varmış.
Milletvekili ‘bu çocukların durumunu düşünün’ diyor.
‘Peki, bir resmi eşli, iki kumalı evde yaşayan çocuklar daha mı sağlıklı yetişecek’ soruma ise direkt bir cevap yok.
Bu arada, Verheugen’in zinayla ilgili sözleri de AKP camiasında pek hoş karşılanmamış.
İstanbul’daki Türkiye ve AB’de Kadınlar Sempozyumuna dönersek, Ayşe Bilge Dicleli’den, başta KA-DER çeşitli kadın kuruluşlarının bugün TCK görüşmeleri sırasında Meclis’e yürüyeceklerini öğreniyoruz.
İşin güzel yanı, KAGİDER’in geçtiğimiz aylarda oluşturduğu ‘Kadın Fonu’nun ilk maddi desteğini bu yürüyüşe katılacak kadınlara ayırmış olması.
AB sürecine kişisel katkınız ne olabilir?
YUKARIDAKİ soru AKP’nin cumartesi günü düzenlediği ‘Finişe Beş Kala’ davetinde masalara bırakılmış bilgi formlarından.
AKP İstanbul İl Başkanlığı tarafından dağıtılan soru formlarında, AB’ye giriş sürecinde kişisel ve kurumsal anlamda katkınız ne olabilir sorusunun yanısıra öneriler de soruluyor.
Yemek sonrası masalardan toplanan bilgi formlarının AKP tarafından ne kadar dikkate alınacağını bilemem ama Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan önceki konuşmayı yapan AB Dönem Başkanı Hollanda Büyükelçisi Sjoerd İzaak Hendric Gosses tam da bu konuya parmak basıyor.
‘Türkiye’nin imajı için herkes çalışmalı’ diyor özetle.
Gosses’ın kaygısı Avrupa kamuoyunun Türkiye’yi iyi tanımadığı yolunda ve ikna edilmesi için iyi bir tanıtım kampanyası yapılması gerektiği yolunda.
‘Tanınmaz, bilinmezseniz sevilmezsiniz’.
Erkut Yücaoğlu başkanlığındaki Türkiye Tanıtım Konseyi’nin faaliyetlerine pek sıcak bakmayan Kültür ve Turizm Bakan Erkan Mumcu da o gece oradaydı.
AB Dönem Başkanı Hollanda Büyükelçisi’nin ‘kendinizi mutlaka tanıtın’ demesine ne diyor merak ediyorum.
‘Finişe Beş Kala’ gecesiyle ilgili birkaç not.
Lütfi Kırdar Salonu’ndaki masa düzeni hayli ilginçti.
Yabancı diplomatlar, türbanlı kadınlar, yabancı ve yerli işadamları, bakanlar, milletvekilleri birbirleriyle kaynaşacak şekilde masalara serpiştirilmişti.
Meselá Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın yanında Avea ve Pirelli Yönetim Kurulu Üyesi Guiseppe Farina düşmüştü.
Gecenin en güzel haberini ise YASED Başkanı Şaban Erdikler verdi.
Yılın ilk altı ayında 1.6 milyar dolar olan yabancı yatırımın yıl sonuna kadar 2.5 milyar doları bulması bekleniyor.
Hatırlatırım... Geçen yıl bu rakam 450 milyon dolar dolayındaydı.
DÜZELTME: Cuma günkü yazımda adı geçen Beyrut Büyükelçimizin adı Cemalettin Kart değil Celalettin Kart olacaktır.
Yazının Devamını Oku 
12 Eylül 2004
Hıristiyanların, Müslümanların, Dürzilerin birbirleriyle çatıştıkları 15 yıllık savaşın bilançosu 150 bin ölü. Savaştan 14 yıl sonra Lübnan geçmişe sünger çekmiş, eski parlak günlerine doğru ufuk açmış gibi görünüyor. Acaba gerçekten öyle mi? NİHAYET Beyrut’tayım.
Gazetecilik yıllarımın önemli bir bölümünü Lübnan’daki iç savaş haberleriyle geçirmiş biri olarak bu şehri nicedir görmek istiyordum.
Şehrin mahallelerinden geçerken, birkaç yıl önce bir Beyoğlu sinemasında gördüğüm Ziad Doueri’nin ‘Batı Beyrut’ filminden kareler gözümün önünde.
Batı’daki Müslüman kesiminde yaşayan yeni yetme Tarık, Ömer ve Hıristiyan güzel komşu kızı May’in, şiddete teslim olmuş şehirde bisikletle turladıkları yerler buraları mı?
HIRİSTİYANLAR DOĞUDA MÜSLÜMANLAR BATIDA
Kulağım rehberimiz Rita Bourgy’nin anlattıklarında:
‘İşte burası en kanlı çatışmaların olduğu Kantari Sokağı. Şu benzin istasyonunun olduğu noktada Batı’dan Doğu’ya geçiyoruz. Yolun solunda gördüğünüz binalar yeni çünkü her şey yıkılmıştı.’
Doğu Beyrut’ta Hıristiyanlar, Batı’da Müslümanlar.
O dönemlerde şehri ortasından ikiye bölen dini kimliklerdi.
Rehberimiz savaşın ilk patlak verdiği dönemlerde Batı kesimde yani Müslüman kesimde oturuyormuş.
Günün birinde Müslüman komşuları uyarmış.
‘Gidin buralardan... Silahlı Müslüman milisler gelirse sizi koruyamayız.’
Bourgy ailesi evini satıp Hıristiyan Doğu kesime geçmiş.
BEYRUT’TA ARTIK HAT YOK AMA...
Şimdi Beyrut’u ikiye bölen bir hat filan yok ama söylenenlere bakılırsa insanlar yine de kendi ‘gibilerin’ çoğunlukta olduğu mahallelerde oturmayı tercih ediyormuş.
Lübnan’da Hıristiyan Maruniler, Katolikler, Ortodokslar, Protestanlar, Sünniler, Şiiler, Dürziler başta olmak üzere tam 17 tane mezhep var.
Farklı dini ve etnik kimlikler üzerine kurulmuş olağanüstü bir mozaik.
Bir o kadar da kırılgan.
Hıristiyanların, Müslümanların, Dürzilerin birbirleriyle çatıştıkları 15 yıllık savaşın bilançosu 150 bin ölü.
Savaştan 14 yıl sonra Lübnan geçmişe sünger çekmiş, eski parlak günlerine doğru ufuk açmış gibi görünüyor.
Acaba gerçekten öyle mi?
Farklı kimlikler, yazar Amin Maalouf’un dediği gibi ‘birlikte yaşamaya’ ikna olmuş mu?
KİMLİK VE YAMALI BOHÇA
Lübnanlı olmasından ötürü olsa gerek kimlik meselesi üzerine en fazla kafa patlatmış yazarlardan biri Amin Maalouf.
Maalouf, yüzyıllardan beri Lübnan dağlarında yaşamakta olan Hıristiyan bir aileden.
Kendisini Arap olarak görüyor çünkü ana dili Arapça.
Yirmili yaşlarından beri Fransa’da yaşadığından kendisini Fransız olarak da tanımlayabiliyor.
Tam Lübnan öncesi alıp, okuduğum ‘Ölümcül Kimlikler’ kitabında kimliklerin değişik aidiyetlerden oluştuğunu ve kendi aidiyetlerinin kendisini bir sürü insanla yakınlaştırdığını söylüyor.
1998 yılında kaleme aldığı kitapta kimlikle ilgili şöyle güzel bir cümlesi var: ‘Bir insanın kimliği birbirinden bağımsız aidiyetlerin yan yana gelmesiyle oluşmuş bir yamalı bohça değil, gerilmiş deri üzerine çizilmiş bir desendir. Bir aidiyete dokunduğunuzda tüm beden titrer.’
Yazının Devamını Oku 
10 Eylül 2004
<B>BEYRUT </B>küllerinden yeniden doğuyor.<br><br>Lübnan 1975-1990 yılları arasında tam 15 yıl iç savaşla boğuşmuş bir ülke. Bugün nasıl Irak ile ilgili haberlere her gün gazetelerde rastlıyorsak, gazeteciliğe başladığım 1980’li yıllarda da Lübnan hep manşetlerdeydi.
100 bin ila 140 bin kişinin ölümüne yol açan iç savaş bittiğinde, güzelliği ve yaşam tarzıyla dillere destan Beyrut tam bir harabeye dönmüştü.
Şimdi yeni yapılan yolları, lüks evleri, kafeleri, otelleriyle eski günlere dönme çabasında.
Beyrut’un yeniden yapılandırılması projesinin başındaki adam Başbakan Refik Hariri.
Arap ülkelerinden, 1943’e kadar bu toprakları yöneten Fransa’dan ve özel bankalardan gelen para yardımlarıyla Beyrut’u eski günlerine kavuşturma görevinin büyük bir kısmı da Solidere adındaki inşaat şirketine verilmiş.
Solidere, esasında Hariri’nin.
Future adında bir özel televizyonu, gazetesi olan Hariri, 1992’de çıkardığı özel bir yasayla Beyrut’un yeniden inşasının Solidere’ye verilmesini sağlamış.
Şu anda kafeleriyle, lokantalarıyla Beyrut’un en cıvıl cıvıl yeri olan Etoile Meydanı eskiden iş merkeziymiş.
Hariri’nin şirketi Solidere, savaşta harabeye dönen buradaki tüm binaların sahiplerine hisse dağıtıp binaları almış ve inşaata başlamış.
Etoile Meydanı’nındaki şık ofislerin kiraları şimdi inanılmaz pahalı.
Ama esas sahiplerin cebine bir şey girmiyor.
Solidere’nin gazabına uğrayanlardan biri de Beyrut’un en köklü ailelerinden olan Khoury Ailesi.
Ailenin elindeki Saint-George Oteli’ni almak için her yolu deneyen Solidere, otelin plajını marinaya çevirmiş.
Peki Lübnanlılar’ın ‘bizim Berlusconi’ dedikleri Başbakan Refik Hariri için her şey güllük gülistanlık mı?
Hayır değil.
Bir kere Lübnan tam da bugünlerde politik bir kaosun içerisinde.
Bizim ziyaretimizden birkaç gün önce Suriye’nin baskısıyla anayasa değiştirilmiş ve görev süresi 6 yıl ile sınırlanmış olan Emile Lahud üç yıllığına yeniden seçilmiş.
Beyrut sokaklarında Lahud ile Suriye lideri Başer Esad’ın portreleri aynı dev afişte.
Hatta Hafız Esad’ın portrelerini görmek bile mümkün.
1976’da ABD’nin talebiyle Lübnan’a giren Suriye’nin varlığı her yerde.
Suriye’nin desteğiyle seçilmiş olan Hariri bugün Lahud’a karşı.
Kabinesinden dört bakan da Lahud’u protesto için istifa etmiş.
Politika gibi ülkenin ekonomisi de kaynama noktasında.
Lübnan’ın iç ve dış borcu 40 milyar dolar.
Bankalar borcun çevrilmesi için devlete sıfır faizle 6 milyar dolar kredi açmış.
Hesaplara göre, her Lübnanlı’nın payına düşen 12 bin dolar.
Doğrusu bu hesaplamanın nasıl yapıldığını bilmiyorum zira Beyrut Elçimiz Cemalettin Kart 1932’den beri sayım yapılmadığını söylüyor.
Lübnan’ın da, Beyrut’un da tam nüfusu bilinmiyor.
Beyrut için 1 milyon diyenler de var, 3 milyon da.
Nüfus sayımının yapılmamasının en büyük nedeni ise şu anda iktidarı paylaşan Hıristiyan, Sünni Müslümanlar ve Şii Müslümanlar arasındaki dengeyi bozma kaygısı.
Bozulduğu takdirde elveda istikrar.
Hayrünisa Gül’ün ayakkabıcısı ve Prens Tallal’ın oteli
İÇ savaşın yaralarını sarma çabasındaki Lübnan’a 11 Eylül’ün şöyle bir katkısı olmuş.
Ülkeye zaten gelmekte olan Suudi sermayesinin akışı hızlanmış, Avrupa yerine Lübnan’ı tercih eden Arap turistlerin sayısında patlama olmuş.
Lübnan bu yıl 1.3 milyon turist bekliyor.
Ağustos ayında Beyrut’a gelen Suudi Kralı Fahd’dan önce 200 Mercedes arabasının geldiği anlatılıyor. Başkente tepeden bakan Şuf Dağları’ndaki lüks villarının pek çoğu da zaten bu ülkeye tatile gelen Arap zenginlerinin.
Bu arada küçük bir parantez.
Kaldığımız Mövenpick Oteli’nin de sahibi, Batı’daki yatırımlarıyla tanınan Kral Fahd’ın yeğenlerinden Prens Velid bin Tallal.
Prens Bin Tallal Beyrut’ta Four Seasons Oteli’nin de inşaatına başlamış.
Beyrut’un hızla eskisi gibi eğlence merkezi olmaya başlaması Arap turistleri
cezbederken, bunda göz alıcı butiklerin de katkısını saymak gerek.
Yukarıda değindiğim Etoile Meydanı’nda ve çevresindeki butikler Avrupa standartlarında.
Ayakkabı satan Rock Shoes’un Adana kökenli Ermeni sahibiyle konuşurken, 2-4 Temmuz tarihleri arasında Lübnan’a resmi bir ziyaret yapan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrünisa Gül’ün bu butiğe uğradığı ve beş, altı çift ayakkabı satın aldığı ortaya çıkıyor.
Türk-Lübnan ticaretinde Gazianteplilerin rolü
BEYRUT elçimiz Cemalettin Kart’tan geçtiğimiz mayıs ayında Beyrut’ta bir Türk Haftası yapıldığını öğreniyoruz.
Çeşitli Türk ürünlerinin sergilendiği Türk Haftası’nın gerçekleşmesi için Gaziantepliler oldukça destek olmuş.
Komşularla ticareti önemseyen Gaziantep, önümüzdeki günlerde Ticaret Odası Başkanı, Vali Lütfullah Bilgin ve 57 işadamıyla Beyrut’a bir çıkarmaya hazırlanıyor.
Lübnan ile ticari ilişkilerini geliştirmeye çalışan sadece Gaziantep desek haksızlık olur.
Yılda 16 fuar düzenleyen Türkel Fuarcılık bugünlerde bu ülkede üçüncü fuarını düzenlemiş durumda.
Beyrut 2004 Moda Fuarı’na 34 firma ve tanınmış mankenlerimizi getiren Türkel Fuarcılık gezdiğimiz fuara Türkiye damgasını atmayı başarmış. Zira önceki gün Beyrut’tan dönerken uçakta gözattığım Fransızca ‘L’Orient, Le Jour’ da aynen bu başlığı atmıştı: ‘Fuarda Türkiye damgası.’
Yine elçimiz Cemalettin Kart’tan aldığımız bilgilere göre, Lübnanlıların aşina oldukları Türk markaları arasında Vestel, Damat Tween, Zeki Triko, Escort bilgisayar, Mavi Jeans, Sarar, Beko’yu saymak mümkün.
İskenderun karidesi nasıl kurtulacak?
BEYRUT deniz kıyısında ama balığı kıt.
Dinamitlemeden ötürü balık azaldığı için deniz ürünlerinin çoğu Dubai’den ve İskenderun’dan geliyor. Na yazık ki, ta Lübnan’a mal gönderen İskenderunlu balıkçılar şimdi MV Ulla gemisinin yol açtığı çevre felaketiyle karşı karşıya. İnsanlar nasıl denize girecek? Balıklar ve özellikle artık marka haline gelmiş ‘İskenderun karidesleri’ ne olacak?
Dün sabah Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri ortak sekreteri ve İskenderun Çevre Koruma Derneği Genel Sekreteri Oktay Demirkan ile konuşuyorum. Çevre Koruma Derneği, 13 Ağustos’ta bir bildiriyle tehlikeye dikkat çekmiş.
Demirkan ‘Tam 24 gün sonra gemi battı’ diyor. Dernek, batan geminin ne durumda olduğunu belirlemek için dün bir tespit davası açmış. ‘Sabotaj varsa bunu ortaya çıkartabiliriz. Şu anda ne olduğu belli değil’ diyor Demirkan.
Verdiği bilgiye göre, gemideki krom maddesi suyla temasta çimento gibi oluyormuş. Yapılması gereken, hızla batığın çıkartılması ve su ile balık analizlerinin yapılması.
‘Halk panik içerisinde. Balıkçılar mal satamamış. Kromun suya karışıp karışmadığını anlamak için yapılacak tek şey analiz’ diyen Demirken gönüllü bilimsel araştırma kuruluşlarına çağrıda bulunuyor. Umarım çağrısına hemen kulak verecek birileri çıkar.
Yazının Devamını Oku 