30 Mayıs 2004
Michael Gelb, best-seller olmuş kitabında, Leonardo gibi düşünmek için neler yapılması gerektiğini 7 ilke olarak sıralamış. Kitabın yayınlanmasının üzerinden altı yıl geçtikten sonra İstanbul’da konferansta bunları tekrarlıyor. Amerikalı Michael Gelb ‘Leonardo da Vinci gibi düşünmek’ kitabını 1998 yılında yazmış.
Kitap o yıllarda ABD’de best-seller olmuş.
18 dile çevrilmiş, dünyada 300 bin satmış.
Geçenlerde İstanbul’da ‘Başarının Yol Haritası’ konferansının programında Gelb’in adını görünce hiç üşenmeden Lütfi Kırdar’ın yolunu tuttum.
Birkaç dakika gecikmişim, içeri girdiğimde sahnedeki Gelb, salondaki işadamlarına ve işkadınlarına Leonorda da Vinci’nin bir mektubundan söz ediyordu.
İş başvurusu mektubu!
1482 yılında Floransa’dan başka şehirlere doğru yelken açmak isteyen Leonardo da Vinci’nin Milano’da Lodovico Dükü’ne hizmetlerini sunduğu doğru.
Gelb’e göre, Leonardo da Vinci düke yazdığı mektubunda sanattan, mimariye yeteneklerini yazmış, icatlarını anlatmış.
‘Ama’ diyor Gelb, ‘Leonardo da Vinci sanattaki, mimarideki becerilerinden ötürü değil kişiliğiyle Lodovico Dükü’nü büyülediği için işe alınmış.’
Milano’ya iş görüşmesine gittiğinde Leonardo kendi icadı olan bir çalgıyla düke şarkılar söylemiş.
DEHANIN ANAHTARI
Peki Leonardo’nun dehasının anahtarı nerede?
Gelb bestseller olmuş kitabında, Leonardo gibi düşünmek için neler yapılması gerektiğini 7 ilke olarak sıralamış.
Kitabın yayınlanmasının üzerinden altı yıl geçtikten sonra İstanbul’da konferansta bunları tekrarlıyor.
‘Leonardo’nun ilkelerine’ döneceğim ancak önce Leonardo da Vinci sayesinde ünlenmiş görünen Michael Gelb ile bir iki bilgi.
Kendisinin anlattığına bakılırsa, insanın başarıya ulaşması için yönünü bir ‘star’ın yönüne çevirmek şart.
‘Benim starım Leonardo oldu’ diyor.
Starının Leonardo olduğuna karar verdikten sonra ne yapmış Michael Gelb?
İtalya’yı önce sanatçının doğduğu Anchiano kasabasını ziyaret etmiş ardından Floransa, Milano’ya gitmiş, günler boyunca resimlerini, kara kalem çalışmalarını incelemiş.
Leonardo’ya aylarca, yıllarca konsantre olduktan sonra kitap ortaya çıkmış.
Şimdi yeniden Lütfi Kırdar’a dönelim.
Sahnede Michael Gelb.
HEP BERABER İTALYANCA
Leonardo gibi düşünmenin ilk ilkesini ya da adımını açıklıyor:
‘Merak’
Sözcüğü İtalyanca olarak söylüyor:
‘Curiosita’
Açıklamasına geçmeden önce salondakilere bu sözcüğü tekrarlattırıyor.
Herkes bir ağızdan İtalyanca bağırıyor: ‘Curiosita’
Yaşamı, çevresini her şeyi sorgulamak.
Diğer adımlar ve birlikte İtalyanca yüksek sesle tekrarlamalar peş peşe geliyor.
Dimonstrazione, yani hata yapmaktan korkmamak ve ders çıkarmak.
Senzazione, ya da beş duyunun önemi.
Sfumato, belirsizlikten, paradokstan kaçmamak.
Arte/scienza, bilimle sanat arasında dengeyi sağlamak
Corporalita, bedenle kafa arasındaki uyum.
Connessione, her şeyin birbiriyle bağlantılı olması.
Gelb, ‘Leonardo ilkeleri’nin salonda yarattığı etkiden pek memnun eline üç tenis topu alarak bunları havaya atmaya başlıyor.
Doğrusunu isterseniz bundan sonra ipin ucunu kaçırmışım, havaya fırlatılan tenis toplarının Leonardo da Vinci ile ilgisini çıkartamadım.
Ancak Gelb, bu işi gayet maharetli bir şekilde yapıyordu.
Salondaki işadamlarının ve işkadınlarının bundan sonraki yaşamlarında Leonardo’nun etkisini hissedip hissetmeyeceklerini kestiremiyorum.
Ya Leonardo da Vinci?
Gökyüzünden bir yerlerden, yüzünde o meşhur Mona Lisa gülümsemesiyle Lütfi Kırdar’da olup bitenleri izleseydi ne düşünürdü?
Kara kalem çalışmaları, resimleri, freskleri, Galata Köprüsü dahil sayısız buluşlarının arkasında yatan benzersiz dehasının bir hap gibi, para ve başarı peşinde olanlara sunulmasına sevinebilir miydi?
Hiç sanmıyorum.
Yazının Devamını Oku 
28 Mayıs 2004
<B>İNGİLTERE</B> Kraliçesi II. Elizabeth’in ikinci oğlu Prens <B>Andrew</B>, kızıl saçlı <B>Sarah Ferguson </B>ile evlendikten sonra York Dükü oldu. Sarah Ferguson’dan 1996’da ayrılan Prens Andrew 2001’den beri İngiltere’nin Uluslararası Ticaret ve Yatırım Özel Sorumlusu.
Geçenlerde Türkiye’yi ziyaret etmiş olan Belçika Prensi Philippe gibi ülkesinin uluslararası ticari meseleleriyle ilgili.
İngiliz Kraliyet Ailesi’nin bu ferdinin daha çok Sarah Ferguson ile fırtınalı ilişkisi aklımda kalmış.
Oysa DEİK’in onuruna verdiği öğle yemeğinde bambaşka bir kişilikle karşımıza çıktı.
İngiltere Başbakanı Tony Blair’in ziyaretinden tam 10 gün sonra Türkiye’ye gelen Prens Andrew yabancı yatırım konusuna değindi.
‘İngiliz işadamlarını Türkiye’ye gelmesini teşvik edeceğiz’ dedi.
Yabancı yatırım herkesin ağzında ama kendisi ortada yok.
Pazar günü Lipton fabrikasının açılışında dinlediğimiz Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in verdiği rakam ürkütücü:
Bir yılda Türkiye’nin çektiği net yabancı yatırım 18 milyon dolar.
DEİK yemeğinde oturduğum masada da ‘yabancı yatırım’ meselesi konuşuluyordu.
Masa komşum Türkiye İngiliz Ticaret Odası Başkanı Duncan Blake’e göre, Çin’in en ücra köşesindeki bir eyalet bu yıl 9 milyar dolar çekmiş.
AKP Hükümeti’nin bürokratik engelleri azaltma vaadi şimdilik boş çıktı gibi görünüyor.
Türk-İngiliz İş Konseyi Başkanı, eski THY Genel Müdürü Tezcan Yaramancı’nın bürokratik engellerle ilgili ilginç bir görüşü var.
‘Bürokratlardan ziyade siyasilerin mevzuatı bilmeleri, incelemeleri ve basitleştirmeleri gerekiyor. Turgut Özal’ın yaptığı gibi’ diyor.
Yaramancı’ya göre bizim hem Osmanlı İmparatorluğu’ndan, hem de Tanzimat döneminden Fransa’dan aldığımız bir bürokrasi geleneği var. Karmaşık mı karmaşık, ağır mı ağır.
Fransız ekolünü izleyen Türkiye’de mevzuat, bürokratın ne yapabileceğini yazarmış, Anglo Sakson geleneğinde ise yapamayacağı şeyler.
Her neyse, Prens Andrew’a dönersek, York Dükü Ankara’daki temaslarında buradaki bazı İngiliz şirketlerinin sıkıntılarını da dile getirmiş.
Thames Water, geçen yıl Kipa’yı satın alan Tesco, International Power, Balfour Beatty gibi şirketlerin.
Tesco’nun sıkıntısı çıkarılması planlanan market yasası.
International Power’nın Ege Enerji’yle birlikte bazı termik santralların işletmesinde bir takım pürüzler varmış.
Prens Andrew bunları dile getirmiş.
Türkiye’yi ziyaret ettiğinde Aria’yı çözen İtalya Başbakanı Berlusconi gibi Prens de iş takipçiliği yapmış anlayacağınız.
Gazianteplilerin Pirus Zaferi
NİCEDİR Zeugma’yla ilgili yazmıyordum.
Son gelişmeler üzerine ‘Zeugma’da durum nedir’ diye merak eden okurlarımı bilgilendirmek istedim.
Gaziantep 1. Asliye Hukuk Mahkemesi geçen pazartesi günü Zeugma mozaiklerinin İstanbul’da sergilenmesine karşı çıkan Zeugma Platformu’nu haksız buldu.
Haziran sonundaki NATO toplantısına yetiştirilmek istenen serginin yolu açıldı.
Ancak bu sefer de, Turizm ve Kültür Bakanı Erkan Mumcu kopan bunca gürültüden sonra mozaiklerin İstanbul’a getirilmeyeceğini açıkladı.
Neticede, Zeugma mozaikleri İstanbul’a gelmiyor.
NATO toplantısı nedeniyle büyük bir tanıtım fırsatı kaçtı.
Hem Gaziantep’in, hem Zeugma’nın tanıtımı.
Zeugma Platformu sevinsin...
Kazandığı zafer bir ‘Pirus Zaferi’dir.
Küçük bir açıklama: İllirya Kralı Pyrrhos, uzun bir savaştan sonra Romalıları dize getirdiğinde kendi ordusundan ancak birkaç kişi sağ kalmıştı.
Tüm tarafların yenik çıktığı savaşa ‘Pirus Zaferi’ denir.
Neden Gazianteplilerin ‘Pirus Zaferi’? Zeugma mozaikleri İstanbul’a gelmediği gibi, 2000 yılından beri kazıları destekleyen ve maddi yardımda bulunan David Packard’ın başkanı olduğu Packard Humanities İnstitute de artık bu işlere zor bulaşır.
Ne yazık ki, Zeugma, Packard gibi bir destekçisini kaybetti. Antik kenti ilk etapta kurtarmak için 5 milyon dolar veren Packard, bir yıl sonra yani 2001’de Zeugma’ya 10 yıllık bir süre içinde 100 milyon dolar ayırmayı vaat etmişti. (Hürriyet, 23.06.2001)
Bu parayla antik kentin geri kalan bölümü kazılacak, bir araştırma merkeziyle bir müze kurulacaktı.
Packard ile dönemin Kültür Bakanlığı yetkilileri arasında nedense bir türlü bir protokol imzalanamadı.
100 milyon dolarlık fırsat kaçtı.
Packard’dan uzun süre ses çıkmadı. Bu yılın başlarında Amerikalı işadamından bir işaret geldi. Profesör Nurhan Atasoy aracılığıyla önce Gaziantep sonra da İstanbul’da bir Zeugma Sergisi düzenlemek istiyordu.
Sonra olanları herkes biliyor zaten. Gaziantep Life Dergisi’ne bir yazı yazan Zeugma Platformu’ndan Sıtkı Severoğlu’nun dile getirdiklerini keşke ilgilenenler okuyabilse..
Bir ‘Kurtuluş Savaşı’ndan söz ediyor, Gazianteplilerin tek başlarına Zeugma’yı dünyaya tanıtacağını söylüyor.
Keşke doğru olsa...
Turizm ve Kültür Bakanlığı’nın kaynakları ortada.
Antik kentte kazıların henüz üçte biri yapılmış.
Araziler kamulaştırılacak, para gerek. Gaziantep Müzesi’nin hali ortada. Mozaiklerin ve diğer eserlerin çoğu depoda.
Ve en önemlisi Türkiye’de Zeugma gibi ilgi bekleyen binlerce yer var. Arnavutluk’ta, İtalya’da, Yemen’de ve daha bir sürü yerde arkeolojik kazıların sponsorluğunu yapan, Zeugma için 100 milyon dolar harcamayı göze almış birini kaçırıyorsunuz.
Bu bir ‘Pirus Zaferi’ değilse ne?
Yazının Devamını Oku 
28 Mayıs 2004
İNGİLTERE Kraliçesi II. Elizabeth’in ikinci oğlu Prens Andrew, kızıl saçlı Sarah Ferguson ile evlendikten sonra York Dükü oldu.Sarah Ferguson’dan 1996’da ayrılan Prens Andrew 2001’den beri İngiltere’nin Uluslararası Ticaret ve Yatırım Özel Sorumlusu.Geçenlerde Türkiye’yi ziyaret etmiş olan Belçika Prensi Philippe gibi ülkesinin uluslararası ticari meseleleriyle ilgili.İngiliz Kraliyet Ailesi’nin bu ferdinin daha çok Sarah Ferguson ile fırtınalı ilişkisi aklımda kalmış.Oysa DEİK’in onuruna verdiği öğle yemeğinde bambaşka bir kişilikle karşımıza çıktı.İngiltere Başbakanı Tony Blair’in ziyaretinden tam 10 gün sonra Türkiye’ye gelen Prens Andrew yabancı yatırım konusuna değindi.‘İngiliz işadamlarını Türkiye’ye gelmesini teşvik edeceğiz’ dedi.Yabancı yatırım herkesin ağzında ama kendisi ortada yok.Pazar günü Lipton fabrikasının açılışında dinlediğimiz Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in verdiği rakam ürkütücü:Bir yılda Türkiye’nin çektiği net yabancı yatırım 18 milyon dolar.DEİK yemeğinde oturduğum masada da ‘yabancı yatırım’ meselesi konuşuluyordu.Masa komşum Türkiye İngiliz Ticaret Odası Başkanı Duncan Blake’e göre, Çin’in en ücra köşesindeki bir eyalet bu yıl 9 milyar dolar çekmiş.AKP Hükümeti’nin bürokratik engelleri azaltma vaadi şimdilik boş çıktı gibi görünüyor.Türk-İngiliz İş Konseyi Başkanı, eski THY Genel Müdürü Tezcan Yaramancı’nın bürokratik engellerle ilgili ilginç bir görüşü var.‘Bürokratlardan ziyade siyasilerin mevzuatı bilmeleri, incelemeleri ve basitleştirmeleri gerekiyor. Turgut Özal’ın yaptığı gibi’ diyor.Yaramancı’ya göre bizim hem Osmanlı İmparatorluğu’ndan, hem de Tanzimat döneminden Fransa’dan aldığımız bir bürokrasi geleneği var. Karmaşık mı karmaşık, ağır mı ağır.Fransız ekolünü izleyen Türkiye’de mevzuat, bürokratın ne yapabileceğini yazarmış, Anglo Sakson geleneğinde ise yapamayacağı şeyler.Her neyse, Prens Andrew’a dönersek, York Dükü Ankara’daki temaslarında buradaki bazı İngiliz şirketlerinin sıkıntılarını da dile getirmiş.Thames Water, geçen yıl Kipa’yı satın alan Tesco, International Power, Balfour Beatty gibi şirketlerin.Tesco’nun sıkıntısı çıkarılması planlanan market yasası.International Power’nın Ege Enerji’yle birlikte bazı termik santralların işletmesinde bir takım pürüzler varmış.Prens Andrew bunları dile getirmiş.Türkiye’yi ziyaret ettiğinde Aria’yı çözen İtalya Başbakanı Berlusconi gibi Prens de iş takipçiliği yapmış anlayacağınız.Gazianteplilerin Pirus Zaferi NİCEDİR Zeugma’yla ilgili yazmıyordum.Son gelişmeler üzerine ‘Zeugma’da durum nedir’ diye merak eden okurlarımı bilgilendirmek istedim. Gaziantep 1. Asliye Hukuk Mahkemesi geçen pazartesi günü Zeugma mozaiklerinin İstanbul’da sergilenmesine karşı çıkan Zeugma Platformu’nu haksız buldu.Haziran sonundaki NATO toplantısına yetiştirilmek istenen serginin yolu açıldı.Ancak bu sefer de, Turizm ve Kültür Bakanı Erkan Mumcu kopan bunca gürültüden sonra mozaiklerin İstanbul’a getirilmeyeceğini açıkladı.Neticede, Zeugma mozaikleri İstanbul’a gelmiyor.NATO toplantısı nedeniyle büyük bir tanıtım fırsatı kaçtı.Hem Gaziantep’in, hem Zeugma’nın tanıtımı.Zeugma Platformu sevinsin... Kazandığı zafer bir ‘Pirus Zaferi’dir.Küçük bir açıklama: İllirya Kralı Pyrrhos, uzun bir savaştan sonra Romalıları dize getirdiğinde kendi ordusundan ancak birkaç kişi sağ kalmıştı.Tüm tarafların yenik çıktığı savaşa ‘Pirus Zaferi’ denir.Neden Gazianteplilerin ‘Pirus Zaferi’? Zeugma mozaikleri İstanbul’a gelmediği gibi, 2000 yılından beri kazıları destekleyen ve maddi yardımda bulunan David Packard’ın başkanı olduğu Packard Humanities İnstitute de artık bu işlere zor bulaşır.Ne yazık ki, Zeugma, Packard gibi bir destekçisini kaybetti. Antik kenti ilk etapta kurtarmak için 5 milyon dolar veren Packard, bir yıl sonra yani 2001’de Zeugma’ya 10 yıllık bir süre içinde 100 milyon dolar ayırmayı vaat etmişti. (Hürriyet, 23.06.2001)Bu parayla antik kentin geri kalan bölümü kazılacak, bir araştırma merkeziyle bir müze kurulacaktı.Packard ile dönemin Kültür Bakanlığı yetkilileri arasında nedense bir türlü bir protokol imzalanamadı.100 milyon dolarlık fırsat kaçtı.Packard’dan uzun süre ses çıkmadı. Bu yılın başlarında Amerikalı işadamından bir işaret geldi. Profesör Nurhan Atasoy aracılığıyla önce Gaziantep sonra da İstanbul’da bir Zeugma Sergisi düzenlemek istiyordu.Sonra olanları herkes biliyor zaten. Gaziantep Life Dergisi’ne bir yazı yazan Zeugma Platformu’ndan Sıtkı Severoğlu’nun dile getirdiklerini keşke ilgilenenler okuyabilse..Bir ‘Kurtuluş Savaşı’ndan söz ediyor, Gazianteplilerin tek başlarına Zeugma’yı dünyaya tanıtacağını söylüyor.Keşke doğru olsa...Turizm ve Kültür Bakanlığı’nın kaynakları ortada.Antik kentte kazıların henüz üçte biri yapılmış. Araziler kamulaştırılacak, para gerek. Gaziantep Müzesi’nin hali ortada. Mozaiklerin ve diğer eserlerin çoğu depoda.Ve en önemlisi Türkiye’de Zeugma gibi ilgi bekleyen binlerce yer var. Arnavutluk’ta, İtalya’da, Yemen’de ve daha bir sürü yerde arkeolojik kazıların sponsorluğunu yapan, Zeugma için 100 milyon dolar harcamayı göze almış birini kaçırıyorsunuz.Bu bir ‘Pirus Zaferi’ değilse ne?
button
Yazının Devamını Oku 
25 Mayıs 2004
<B>KİŞİ</B> başına 2.3 kilo ile dünyada çay tüketiminde üçüncü sıradayız. Üretimde Hindistan, Sri Lanka, Kenya ve Çin’in ardından beşinciyiz.
Yılda 160 bin ton çay üretiyoruz.
İnce belli bardağı, kırmızı çizgili beyaz porselen tabağıyla çay Türkiye’nin sembollerinden biri, günlük yaşamımızın, kültürümüzün ayrılmaz bir parçası, fındık ile birlikte Karadenizlilerin önemli geçim kaynağı...
Ancak çaya gereken önemi veriyor muyuz?
Karadeniz çayı neden, ‘siyah çayların şampanyası’ diye bilinen Hindistan’ın Darjeeling çayı gibi bir dünya markası olmasın?
Unilever’in Lipton Fındıklı çay fabrikasının açılışı nedeniyle yaptığım iki günlük Karadeniz gezisinde aklıma en fazla takılan sorular bunlar.
Dünya markası olmak için kalite şart. Ne var ki, Karadeniz çayı bir Hint ya da Kenya çayı kadar kaliteli değil. Kaliteyi tutturmak için en önemlisi şu iki buçuk yaprak meselesi.
Yani çay iki buçuk yaprak kesilecek. Bizde dört, beş yaprak kesilebiliyor.
Hatta çayı hızlı kesmek için makasla torbayı birleştirip çok özel bir alet icat etmişiz.
Şimdi Kenyalıların ilgilendikleri bu makas/torba aktarılanlara bakılırsa Karadenizlilerin ‘sabırsız’ olmalarının da bir kanıtıymış.
İki buçuk yaprak ölçüsünden şaşmamak için elle koparmak gerek.
Çaylarımızın daha genç ve daha safkan olması da gerekirmiş kaliteyi tutturmak için.
Özetle, Rize’de Unilever Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı İzzet Karaca’dan, Yönetim Kurulu üyesi ve Gıda Kategorisi Direktörü Hakan Behlil’den ve diğer Lipton yetkililerinden duyduklarıma göre çıkan sonuç şu:
Türkiye’de çay üretimi bir dönüm noktasında.
Ya kalite iyileşecek ve dünya pazarlarında rekabet edecek duruma gelecek ya çay sektörünün sancıları devam edecek.
Türkiye üretiminin yüzde 60’ını karşılayan Çaykur, özel sektör ve üreticiler kalitenin iyileşmesi için hemfikir.
Lipton markasıyla dünyada siyah çay ticaretinin dörtte birini gerçekleştiren Unilever Türkiye’deki kaliteyi iyileştirmek için elindeki teknolojik imkanları seferber etmeye hazır.
‘Lipton Doğu Karadeniz’ çayı diye geçtiğimiz haftalarda bir markayı da piyasaya sürmüş.
Bu markayla Türk çayının dünyaya açılması hayal değil.
Derviş: Altı ay AB için çok önemli
CHP milletvekili, TBMM Avrupa Komisyonu üyesi Kemal Derviş dün sabah Kadın Girişimciler Derneği’nin konuğuydu.
Derviş ‘Kimlik, Türkiye ve Avrupa’ üzerinde konuştu.
Geçtiğimiz haftalarda Fransa’da temaslarda bulunmuş olan Derviş, Paris sokaklarında gördüğü ‘Türkiye’ye hayır’ afişlerinden hayli etkilenmiş.
‘Geleceği geçmişte arayanlar, 15. yüzyıldan beri Hıristiyanız ve öyle kalacağız diyen aşırı muhafazakarlar Türkiye’ye karşı’ diyor.
Avrupa’nın esasında Türkiye’yi de alarak geleceğini şekillendireceğini söyleyen Derviş’in tespitine göre, Türkiye’yi kadın hakları, insan hakları gibi konularda eleştirse de en büyük destekçisi Yeşiller Partisi.
Derviş konuşmasında Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer ile ilgili bir anekdot da aktarıyor.
Fischer’in ‘egemenliği paylaşmaya hazır mısınız’ sorusu üzerine
Derviş ‘Esas siz geleceğinizi Müslüman ve büyük bir ülkeyle paylaşmaya hazır mısınız’ diye soruyor.
Cevap: ‘Ben hazırım ama çoğunluk değil’...
İşte tam da bu yüzden önümüzdeki altı ay Kemal Derviş’in de dediği gibi ‘karşı olanları kazanmak’ için çok önemli.
Turizmi ve kiviyi unutmayalım
İSTANBUL-Trabzon uçak yolculuğunun sürprizi bir grup Slovenyalı turist.
1 Mayıs’ta Avrupa Birliği’nin yeni üyesi olan Slovenya ne çabuk refaha kavuşmuş?
Karadeniz’e ikinci kez gelen tur rehberinden öğrendiğime göre, grup Trabzon, Rize’den sonra Artvin, Kars ve Van’a geçecekmiş.
Merak ediyorum Türkiye’den kaç kişi Slovenya’yı ziyaret ediyor?
Dönüş uçağında ise Japonlar çoğunlukta.
Hostes japonca da anons yapıyor.
Karadeniz giderek daha fazla turistlerin ilgisini çekiyor.
Belli ki, önümüzdeki yıllarda Karadenizlilerin turizm geliri artacak. Bu perspektif Trabzon Rize yolunda gördüğümüz çirkin yapılaşmanın önünü kesmek için keşke yeterli olsa. Fazla geç kalınmadan keşke yıkılmaya yüz tutmuş o güzelim eski binalara sahip çıkan olsa.
Bir gelir potansiyeli olarak turizme bir de kiviyi eklemek istiyorum.
Çay alım evlerinin olduğu çoğu köylerde çayın yanına kivi ekilmiş.
Yeni Zelanda’nın dünyaya tanıttığı kivi Karadeniz’de yetişmek için pek uygun bir iklim bulmuş, üstelik çay ile iyi geçiniyormuş.
Yeniden çaya dönersek ilave etmek istediğim bir iki şey var.
Çaydan geçinenler ancak dört, beş ay çalışabiliyor.
Çünkü çay yılda üç kez toplanıyor ve bu onbeş ila yirmi gün devam ediyor. Yani çay yeterli bir geçim kaynağı değil.
İzzet Karaca, kabaca bir hesaba göre beş kişilik bir ailenin çaydan yılda 5 milyar kazandığını söylüyor.
Gördüğüm kadarıyla çay toplayanların çoğu kadın ve günlük kazançları 30 milyon.
Verimliliğin ve kalitenin yükseltilmesi çay üreticilerine de olumlu yansıyacak kuşkusuz.
Yazının Devamını Oku 
23 Mayıs 2004
Michael Moore, iki saatlik Fahrenheit 9/11 filminde, George W. Bush’un iktidara geldiği Kasım 2000’den bu yana yaşananları anlatıyor. Hedefi, kasımdaki başkanlık seçimlerinden önce filmini Amerikalılara seyrettirmek. Amerikalı yönetmen Michael Moore’u elbet tanıyorsunuz.
‘Benim Cici Silahım’ filmiyle ve geçen yıl Oscar töreni sırasında Bush yönetimine saldırmasıyla az söz ettirmedi kendisinden.
Şimdi de Cannes Film Festivali’nin en konuşulan ismi olmayı başarmış durumda.
Son dönemlerde çeşitli nedenlerden ötürü Amerikalılardan pek hazzetmeyen Fransızlar da Michael Moore’a kucak açmak için fırsatı kaçırmamışlar.
Yönetmenin Cannes’da yarışan son filmi Fahrenheit 9/11 Fransız gazetelerinin baş köşelerinde.
Ortak bir Bush aleyhtarlığı Moore ile Fransızları sıkı sıkıya kenetlemiş.
Moore, iki saat süren Fahrenheit 9/11 filminin sadece üçte birini çekmiş. Gerisini, Bush’un iktidara geldiği Kasım 2000’den 2004 yılına kadar televizyonlarda gösterilen karelerden toparlamış.
Bir nevi belgesel yani.
Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 romanından esinlenmiş olan Michael Moore’un amacı totalitarizme doğru kaymakta olan bir topluma ayna tutmak.
FOX’TAKİ KAYINBİRADER
Film 7 Kasım 2000 gecesi, başkanlık yarışının demokrat adayı Al Gore’un oyuncu Ben Affleck ve şarkıcı Stevie Wonder ile zaferini kutlarken başlıyor. Florida’dan gelen demokrat oyları zaferi perçinlemek üzere. Derken Fox televizyonu, Florida’da Cumhuriyetçi oyların daha fazla olduğunu duyuruyor.
Yönetmen Michael Moore araya giriyor: ‘Fox televizyonunda istihbarat bölümünün başındaki adamın George Bush’un kayınbiraderi olduğunu biliyor musunuz?’
Moore’un filmde açıkladığı ilginç ilişkiler sadece bunlar değil.
Bush klanının ve Teksaslı petrol sanayicilerinin aralarında Bin Ladin Ailesi’nin de olduğu zengin Suudilerle ilişkilerini de ortalığa saçıyor.
Bir yanda araştırmacı gazetecilik de yapıyor anlayacağınız.
11 Eylül günü.
İkiz Kulelere saldırının gerçekleştirildiği sırada Başkan Bush, Florida’da bir ilkokulda okuma dersinde. Yardımcısı içeriye girip kulağına bir şeyler fısıldadığında, kucağında ‘Sevgili Keçim’ diye bir çocuk kitabı var.
‘ABD’ye saldırdılar’ sözlerinden sonra Başkan kucağında kitapla beş dakika öylesine boş gözlerle kalakalıyor.
Moore yine devreye giriyor ve başkanın içsel monoloğunu dinliyorsunuz.
Filmin son karelerinde ise Moore, Kongre’nin önünde kongre üyelerini ‘Siz çocuğunuzu Irak’a gönderir miydiniz’ diye sıkıştırıyor.
SEÇİMLER ÖNCESİ GÖSTERİLMELİ
Fahrenheit 9/11 dediğim gibi Cannes’ın en fazla konuşulan filmlerinden biri olmuş.
Bush yönetimine bayrak açmasının yanı sıra filmi konuşturan bir şey daha var: Filmin yapımcı şirketi Miramax’ın ana şirketi Disney, Fahrenheit 9/11’in ABD’de dağıtımına karşı.
Disney’in CEO’su Michael Eisner, şirketin büyük yatırımlarının olduğu Florida’da vali Jeb Bush’u (Bush’un kardeşi) kızdırmaktan korkmuş.
‘Filmin dağıtımı kasım ayından sonra yapılsın’ talebinde bulunmuş.
Oysa Moore’un amacı, filmin kasım seçimlerinden önce gösterilmesi.
‘Amerikalılar kendilerine yalan söylenmesini hiç sevmezler. Filmimi görünce şoke olacaklar, gerçeği görecekler’ iddiasında.
Moore, dağıtım için pürüzler giderilmediği takdirde, gerekirse ülkesini baştan başa dolaşacak, halka açık parklarda Fahrenheit 9/11’i gösterecek.
Yapar mı yapar...
Bush’u Beyaz Saray’dan kovan adam olmayı kafasına koymuş bir kere.
Yazının Devamını Oku 
21 Mayıs 2004
<B>TÜRKİYE</B>-AB Ortaklık Konseyi’nin yapıldığı Brüksel’den dönen Dışişleri Bakanı <B>Abdullah Gül ‘Müzakereler başlayacak’ </B>diye kesin konuşmuş. Fazla erken bir iyimserlik mi?
Avrupa Parlamentosu’nun 13 Haziran seçimleri öncesi Almanya’da Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) Genel Başkanı Angela Merkel bildiğini okuyor.
‘AB doldu, Türkiye giremez’ diyen Merkel gençler tarafından yuhalanmış ama unutmamak gerekir ki onun gibi düşünenlerin sayısı da az değil.
Fransa’da çatlak seslerden geri adım yok.
Eski başbakanlardan Alain Juppe’nin başını çektiği o çatlak sesler ne demişti?
‘Türkiye Kopenhag kriterlerini yerine getirse de üye olamaz’...
Chirac derseniz yerel seçimlerde sosyalistlerin zaferi nedeniyle iyice yıpranmış, Türkiye’nin üyeliğini savunacak hali kalmamış.
Chirac’ın yerine geçeceği söylenen Fransa’nın yeni güçlü adamı Maliye Bakanı Nicholas Sarkozy Türkiye’ye soğuk.
Nasıl olmasın, en yakın dostu Ermeni tasarısı için bastıran Sanayi Bakanı Patrick Deveciyan.
AB için lobicilik faaliyetlerinde tüm bu dengeleri hesaba katarak hareket etmek gerek.
Öte yandan, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Hıristiyan Demokratlar’ın oy oranı da bizi yakından ilgilendiriyor.
Avrupa Komisyonu Başkanı en fazla oyu alacak partiden seçilecek.
Prodi’nin yerine kim gelecek?
Eylül sonu, ekim başında yayınlanacak İlerleme Raporu nasıl çıkacak?
Brüksel’deki bazı çevreler bu raporun ‘gri’ renkte çıkabileceği görüşünde.
Aynı çevrelere göre Hırvatistan’a ‘yeşil ışık’ yakmış olan siyasi irade Türkiye konusunda tam anlamıyla oluşmamış.
Bu durumda Dışişleri Bakanı Gül fazla erken bir iyimserliğe kapılmamış mı?
New York Times ile kaçan fırsat
TROYA filmi nedeniyle yazılıp çizilenlerden Amerikalıların Troya’nın Türkiye’de olduğunu dahi bilmediklerini öğrendik.
Belirli çevreler hariç çoğunlukla Amerikalılar bırakın Troya’yı Türkiye hakkında da fazla fikir sahibi değiller.
Yıllar önce New York’ta, Türkiye’yi ülkesinin bir eyaleti ya da şehri sanan birine dahi rastlamıştım.
Oysa bizde en ücra bir köyde dahi ABD hakkında bir şeyler söyleyecek biri mutlaka çıkar.
Hele Irak operasyonundan sonra...
Her neyse, ABD’nin en saygın gazetesi New York Times dört yıl aradan sonra ilk kez ‘Türk Günü’ nedeniyle özel bir ek yayınlamaya karar veriyor.
New York Times Türkiye temsilcisi Tarkans Yavuz, aylar öncesinden ek için sponsor aramaya başlıyor.
Yirminin üzerinde holding, banka ve STK temsilcisine mektuplar gönderiliyor.
Ancak Yapı Kredi ve Garanti Bankası dışında kimseden bir ses seda çıkmadığı için Türkiye özel eki sadece bir sayfa çıkıyor...
Ekte Türkiye hakkında temel bilgiler, bir harita ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD-Türkiye ilişkileriyle ilgili geniş bir mesajı yer alıyor.
Tek sayfalık Türkiye özel eki, New York Times’ın ulusal baskılarında yer aldığı için 50 eyalette seçkin bir okuyucu kitlesine ulaşmış durumda..
Ne yazık ki, Amerikalılara sesimizi duyurma fırsatını kaçırmış bulunuyoruz.
Türk yazarların kitaplarını dünyaya tanıtma kampanyası
DÜNYADA esmekte olan Troya fırtınasından yararlanmak isteyen Turizm ve Kültür Bakanlığı bir Troya operasyonu başlatmış.
Turizm ve Kültür Müsteşarı Prof. Mustafa İsen dün, ABD’de filmin reklamlarında Troya kalıntılarıyla ilgili bilgi verildiğini söylüyor. Masrafı, Troya filmi için 175 milyon dolar ila 250 milyon dolar arası harcadığı söylenen Warner Bros üstlenmiş.
ABD’de film izleyicileri arasında bir bilgi yarışması da düzenlenmiş. Kalıntıların yerini doğru bilene ödül: Türkiye seyahati.
ABD’den yeni dönen Mustafa İsen başka bir kampanyadan söz ediyor.
‘1940’lı yıllarda Batı dillerinde yazılmış olan klasik eserler Türkçe’ye kazandırıldı. Şimdi biz bunu tersine çeviriyoruz. Türk yazarların eserlerini İngilizce’ye çevireceğiz. Türkçe’nin birikimini dünyaya taşıyacağız’ diyor.
İsen’in verdiği bilgiye göre, bakanlık dünyanın önde gelen yayınevlerine yazarlarımızla ilgili dosyalar gönderecek.
Yayınevleri yazarlarla doğrudan temasa geçecek. Meselá Siracuse Üniversitesi Yayınevi, Sait Faik’ın eserlerinin çevrilmesi için bakanlık ile temas kurmuş.
Bakanlık yılda 20 ila 25 kitabı İngilizce’ye çevirmeyi tasarlıyormuş.
Mustafa İsen’in verdiği bu haber benim son günlerde aldığım en iyi haber.
İki yıl önce Washington’da Barnes and Noble Kitabevi’nde Orhan Pamuk’un ‘Benim Adım Kırmızı’nın İngilizce’sini görünce neler hissettiğim geldi de aklıma...
Hem yazarlarımızın dünyaya açılması, hem Türkiye’nin tanıtımı için son derece yararlı bir adım.
KA-DER 10. maddenin vetosunu istiyor
Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği KA-DER dün Cumhurbaşkanı’nı kadın ve erkek arasında ‘fiili eşitliği’ kapsamayan 10. maddeyi veto etmeye çağırdı.
KA-DER iki yıl boyunca çeşitli ülkelerde örnekleri inceleyerek, hukukçulara ve 50’ye yakın kadın derneğine başvurarak 10. maddeye bir öneri getirmiş. Bunun dikkate alınmasını talep ediyor.
Anlayacağınız ‘pozitif ayrımcılıkta’ top şimdi Cumhurbaşkanı Sezer’de.
Yazının Devamını Oku 
18 Mayıs 2004
<B>BİLİYOR MUSUNUZ </B>ki, salatanızdaki domatesi, zeytinyağlısını sevdiğiniz fasulyeyi, kızartmasına bayıldığınız patatesi büyük bir çoğunlukla tarladaki kadınlar yetiştiriyor. Tarlada ‘kadının el emeği’nin ne kadar önemli olduğu rakamlarıyla ortada.
Tarım Bakanlığı’nın verilerine göre, bugün Türkiye’de 28 milyon çiftçi var.
Bunun 18 milyonu yani yüzde 65’i kadın.
Gelişmiş ülkelerde tarım iş gücünün yüzde 40’ı, gelişmekte olan ülkelerde ise yüzde 80’i kadın.
Geçen cuma günü Dünya Çiftçiler Günü’ydü.
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bu vesileyle ilk kez ‘kadın çiftçiler’ arasında bir bilgi yarışması düzenlemiş.
‘Kadın çiftçileri’ merak edip, yakından tanımak isteyince soluğu Ankara’da, yarışmanın yapıldığı salonda aldım.
81 ilde yapılan elemelerden sonra Ankara’ya gelmeye hak kazanmış 14 kadın sahnede.
Kırıkkale, Gaziantep, Kars, Trabzon, Bilecik, Aksaray ve Denizli’den gelenler ikişer kişi yarışıyor.
30 sorunun ilk 10 sorusu hayli kolay.
10. sorudan sonra güçleşiyor.
Neticede Denizli 280 puan alarak birinci oluyor.
Birincilik ödülü 25 altın olunca yarışma çekişmeli geçiyor.
Emine Erdoğan ile birkaç bakan eşinin de izlediği yarışmaya katılan ‘kadın çiftçiler’ tek kelimeyle müthiş.
‘Pancar tarlasından çıkıp Ankara’ya yarışmaya geldim’ diyor Denizlili yanık tenli yarışmacı.
Pantolonunun üzerine giydiği sade gömleğiyle son derece modern, alımlı.
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın davetlisi olarak yarışmayı izlemeye gelen yanımdaki ‘kadın çiftçi’ Necibe Torun İzmir’in Kiraz İlçesi Yağlar Köyü’nden. Bakanlığın ‘kırsal alanda sosyal destek’ adında kredi dağıtımıyla ilgili projesini radyodan duymuş.
‘Daha önce bakandan kredi alan köyün erkekleri yüzde 100 faiz nedeniyle güçlük çekmişlerdi. Bu yüzden bu sefer krediye sıcak bakmadılar. Köyün kadınları örgütlendik, kooperatif kurup krediden yararlandık’ diye anlatıyor.
Yağcılar Köyü’nde, 100 kadının kurduğu kooperatifin, yöneticileri de, denetçileri de kadın.
Necibe Torun da kooperatif başkanı.
Bakanlık kasım ayında kurulan kooperatife 200 büyükbaş hayvan, kişi başına 2,5 milyar ve işletme parası olarak 50 milyar veriyor.
Kooperatif üyelerinden her biri borçlandığı 8 milyarı sıfır faizle 5 yıl içerisinde ödeyecek.
GENLERİYLE OYNANMIŞ TOHUMLAR
‘Ayağımıza çizmelerimizi giyiyoruz dalıyoruz ahıra, yakında süt ihalelerine gireceğiz’ diye konuşan Necibe Torun ilerde yoğurt, peynir de yapacaklarını anlatıyor.
Hayvanların yemini de kendileri yetiştiriyormuş.
Mısır tohumlarını alıp ekiyorlarmış.
Peki mısır yetiştiren Necibe Torun geçen hafta Türkiye’nin gündemine oturan ‘genleriyle oynanmış tohumlardan’ (GMO) haberdar mı?
‘Hayır duymadım... Ne yazık ki tohum yetiştiremediğimizden yabancı tohumlar kullanıyoruz.’
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bünyesinde ‘Kırsal Kalkınmada Kadın Dairesi’ diye bir birim oluşturmuş.
Bakan Sami Güçlü konuşmasında, dairenin tarladaki kadının verimliliğini artırmak, üretici özelliklerini ön plana çıkartmak için kurulduğunu söylüyor.
Üyesi olduğu AKP hükümeti kadını siyasette güçlendirmek için gerekli adımları atmadı...
Türkiye’de ancak ‘binde 25’i’ ücret karşılığı çalışan tarladaki kadının güçlenip güçlenmeyeceğini hep birlikte göreceğiz.
İstanbul turizminin sahibi Kadir Topbaş
İSTANBUL Büyükşehir Belediyesi’nin bünyesinde, eski başkan Ali Müfit Gürtuna’nın döneminde başlatılan ‘Kentim İstanbul’ diye bir proje var.
Hatırlarsınız geçen yıl bir ara İstanbul sokaklarında ünlü kişilerin posterleri asılmıştı ‘Ben İstanbulluyum’ diye...
İşte o kampanyanın arkasında da bu proje vardı.
Her neyse yeni başkan Kadir Topbaş’ın da devam ettirdiği ‘Kentim İstanbul’ geçenlerde benim de katıldığım ‘İstanbul’un Turizm Potansiyeli’ başlığı altında bir toplantı düzenledi.
Toplantının moderatörü gazeteci/yazar ve iletişim profesörü Haluk Şahin.
İstanbul 2010 yılı için önüne 10 milyon turist hedefi koymuş.
Bu hedefe ulaşabilecek mi?
İstanbul’a halen 3 milyon turist geliyor.
Paris’i ziyaret edenlerin sayısı ise 25 milyonu Fransızlar, yani yerli turistler olmak üzere 45 milyon.
İstanbul doğal güzelliği, tarihi, kültürüyle abartısız dünyanın bir numaralı çekim merkezi olabilir.
Yeter ki akıllı bir turizm politikası, bir tanıtım politikası izlensin.
İstanbul turizmini kurtarmaya çalışırken bir kez daha ortaya çıkıyor ki, bu şehrin turizmi sahipsiz.
Oysa Büyükşehir Belediye Başkanı’nın sahiplenmesiyle işler değişebilir.
Örnek yine Fransa’dan.
Geçen haftaki L’Express Dergisi ülkenin turistik şehirlerini seçmiş.
Deneyimli bir politikacı olan Pierre Mauroy belediye başkanı olduğu Lille şehrinin resmen kaderini değiştirmiş.
Kadir Topbaş İstanbul için gerçekten bir şeyler yapmak istiyorsa vakit kaybetmeden turizmden başlamalı.
Yazının Devamını Oku 
16 Mayıs 2004
Kocası Raciv Gandi, 1991 yılında Tamil ayrılıkçıları tarafından öldürüldüğünde, Gandi sülalesiyle özdeşleşmiş Kongre Partisi Sonia’ya partinin başına geçmesi için çok baskı yapmıştı. Ama o zaman kabul etmemişti. 1998’de işin başına geçti. Şimdi Hindistan’daki yoksulların desteği ile kazandığı seçimin ardından Başbakan olmaya hazırlanıyor.
SARİ, Hintli kadınların geleneksel giysisi.
Genellikle iki parçadan oluşuyor.
Üst kısmı yuvarlak açık yakalı, kısa kollu bedene iyice yapışan kısa bir bluz. Giysinin altı ise uzun bir kumaş parçasıyla özel bir şekilde sarılan etekten oluşuyor.
Eteğin bir ucunu bir omuza şal gibi atmak mümkün.
Sarilerin renkleri öylesine canlı, öylesine baştan çıkartıcı ki, insanın içinden üzerindeki sıkıcı giysileri atıp bunları giymek geliyor.
36 yıl önce, Gandi’lerin gelini olarak bu ülkeye yerleşen İtalyan Sonia Maino/Gandi de sarilerin büyüsüne kapılmış ve bu giysiyi üzerinden bir daha çıkartmamış.
Akdeniz’in en cafcaflı halkı İtalyanlarla, Hintliler arasında renkler konusunda doğal bir ittifak var bence.
İNDİRA GANDİ’Yİ ÖRNEK ALIYOR
Sonia Gandi’yi 2000 yılında dönemin başbakanı Ecevit ile yaptığımız Hindistan gezisi sırasında gördüm.
Muhalefet lideri olarak, kaldığımız otele Ecevit’i ziyarete gelmişti.
Üzerinde yanlış hatırlamıyorsam kenarları sırma işlemeli, zümrüt rengi bir sari vardı. Gözünde de güneş gözlükleri.
İndira Gandi’nin oğlu Raciv Gandi’yle evlenerek 21 yaşında Hindistan’a yerleşmiş olan Sonia Gandi’nin batı tarzı giysilerle çekilmiş bir fotoğrafını şimdiye kadar görmedim.
Kuzey İtalya’da, Torino yakınlarındaki Orbassano kasabasında, muhafazakar Katolik bir aileye mensup Sonia Gandi, kaderin garip cilvesine bakın ki Hindistan’ın başbakanı olmaya hazırlanıyor.
Kocası Raciv Gandi, 1991 yılında Tamil ayrılıkçıları tarafından öldürüldüğünde, Gandi sülalesiyle neredeyse özdeşleşmiş olan Kongre Partisi, Sonia’ya partinin başına geçmesi için çok baskı yapıyor.
Genç kadın henüz hazır değil.
İtalyan olmasını politik yaşamı için büyük bir handikap olarak görüyor o günlerde.
Kongre Partisi’nin kan kaybetmesi ve siyasi sahneden kaybolmaya yüz tutması üzerine, 1998 yılında parti başkanı olmayı kabul ediyor.
Modeli, kocasının annesi İndira Gandi.
İndira’nın halka sesleniş tarzını, rahatlığını ve hatta iddiaya göre yürüyüş tarzını benimsiyor.
Seçim kampanyasını yoksul kırsal kesimlerde yoğunlaştırıyor.
Parlamentoya seçilmeyi başaran oğlu Rahul ile kızı Priyanka en büyük destekçileri.
Başbakan Vajpayee’nin milliyetçi Hindi Bharatiya Janata Partisi’nin (BJP) kendi seçim kampanyasında onu ‘yabancı’ diye karalaması şükür işe yaramıyor.
Kırsal kesimlerde yoksullar kendilerine yakın buldukları, ‘insani ekonomik reformlar’ vaat eden, İtalyan aksanlı Sonia’yı zafere taşıyor.
DÜNYANIN EN BÜYÜK DEMOKRASİSİ
Sonia, 1984 yılında İndira Gandi’nin suikasta kurban gitmesinden sonra kocası Raciv’in politikaya atılmasına şiddetle karşı çıkmıştı.
Ama dedim ya, kaderin cilvesi bu...
Şimdi kendisi Hindistan’ın bir numaralı politik figürü.
Sonia’nın kazandığı zafer İtalya’da duyulunca, İtalyan Dışişleri Bakanı Yardımcısı Margherita Boniver, ‘Nihayet bir İtalyan kadını başbakan olacak’ diye şakalaşmış.
Kendi kasabasındakiler ise ‘Kültürü bu kadar değişik olan bir ülkede bir İtalyan’ın başbakan olması müthiş bir şey’ diye heyecanlanmışlar.
Sonia Gandi’nin zaferinin birden fazla mesajı var kanımca.
Bir kere Hindistan’ın gerçekten dünyanın en büyük demokrasisi olduğunu gördük.
Sağduyulu halkın, milliyetçilere, yabancı düşmanlarına bir tokat indirebileceğini de gördük.
Kazanan her zaman bağnazlık olmuyor.
Ayrıca, ‘Türkiye bizden değil’ diye kıvırtmaya hazır Avrupa Birliği’nin de sarili İtalyan’dan alacağı dersler var.
Yazının Devamını Oku 