Gila Benmayor

Hamsiseverlere AB’den kötü haber

24 Aralık 2004
<B>TARİH </B>aldığımız Avrupa Birliği (AB) zirvesinin üzerinden bir hafta geçti ama bakıyorum tartışmalar devam ediyor. Brüksel’de zafer mi kazandık?

Yoksa bir yenilgi mi söz konusu?

Şimdi bunları bir yana bırakalım dilerseniz ve ilerde günlük hayatımızı etkileyebilecek pratik bazı şeylerden söz edelim.

Pek farkında değiliz ama iki günden beri Brüksel’de kıyamet kopuyor.

Hem de bizi yakından ilgilendiren bir konu üzerinde:

Balıkçılık.

Önümüzdeki yıl avlanma kotalarının yüzde 20 aşağıya çekilmesi önerisi gazetelerden okuduğum kadarıyla Fransız, İspanyol ve Portekizli balıkçıları ayağa kaldırmış.

Peki kotaları aşağıya çekme işi nereden çıktı?

Merkezi Kopenhag’da olan Uluslararası Denizi Keşfetme Konseyi (CIEM) var.

Bu konsey aşağıda adlarını sayacağım üç tür balığın nesillerinin tükenmeye yüz tuttuğuna karar vermiş.

Morina, dilbalığı ve maalesef bizim hamsi.

Brüksel, konseyin yaptığı açıklamalar konusunda hassas.

Nesilleri tükenmekte olan balıkları korumanın tek çaresi avlanmaya kısıtlama getirmek.

Ancak bu iş öyle kolay olmuyor.

Brüksel’de aynen bizim zirve pazarlığımız gibi kapalı kapılar ardında müthiş pazarlıklar dönüyor.

Özellikle de hamsi üzerinde.

Fransız ve İspanyol balıkçılarının hamsi avladıkları Gaskonya Körfezi’nde bu yıl ağlara takılan hamsinin miktarı 33 bin ton.

Avrupa Birliği’nin balıkçılıktan sorumlu yeni komiseri Joe Borg bu miktarın 5 bin tona indirilmesini istemiş.

Yani hamside yüzde 85’lik bir düşüş.

İspanyol Tarım Bakanı Elena Espinosa böyle bir sınırlamaya müthiş öfkelenmiş ve direnmeye kararlı olduğunu açıklamış.

Fransız Bakan ise arayanların telefonlarına çıkmıyormuş.

Ne diyeceğini bilemiyor her halde.

Hamsi balığı neredeyse bizim milli balığımız.

DSİ’nin 2000 yılı verilerine göre, yılda ortalama 300 bin ton hamsi balığı avlanıyor.

Günün birinde Avrupa Birliği bu miktarda yüzde 85’lik bir düşüş kararı alırsa ne olacağını hiç kestiremiyorum...

Şam’la ‘nereden nereyenin’ arkasında kimlerin payı var

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan
’ın Suriye ziyaretinde hem siyasi, hem ticari ilişkiler açıdan önemli adımlar atıldı.

Dün çıkan haberlere göre, Suriye ekonomik partnerimiz olma yolunda.

Bugünlere elbet kolay gelinmedi.

Özellikle Gaziantep, Mersin, Adana gibi şehirlerin ticaret ve sanayi odalarının büyük payı var.

Suriye ile iş ilişkilerinin kurulması biraz da bu odaların gayretiyle oldu.

İki hafta önce, Mersin’de davetli olduğum halde gidemediğim, Akdeniz İhracatçı Birlikleri, DEİK, Mersin Ticaret ve Sanayi Odası ve Türk Arap İşadamları Derneği’nin işbirliğiyle bir Suriye konferansı düzenlendi.

Öğrendiğime göre, konferansa Suriye tarafından büyük katılım olmuş.

Suriye’de yatırım olanaklarını araştıran firmalar ilgi göstermiş.

Bundan önce yine Mersin’de iki ülke arasında turizmin ele alındığı bir toplantı yapılmıştı.

O toplantıda, Mersin ile Lazkiye arasında feribot hattı kurulması kararı alınmıştı.

İşte bu küçük küçük adımlarla ticari ilişkilerde bugüne gelindi.

İstanbul Modern’den sonra Ross Lovegrove

ECZACIBAŞI
Grubu bundan böyle dünyanın en ünlü beş tasarımcısı arasında sayılan İngiliz Ross Lovegrove ile çalışacak.

Lovegrove, Eczacıbaşı Grubu’nun sanat ve yaratıcılıktan nasıl beslendiğinin son kanıtı.

Daha iki hafta önce İstanbul’un ilk modern sanat müzesinin kapılarını açarak büyük bir eksiği kapatan Ezcacıbaşı Grubu önceki gün bir öğle yemeğinde bizleri esasında Galli olan tasarımcı Ross Lovegrove ile tanıştırdı.

Ross Lovegrove’ın İngiltere’den geliyor olması önemli.

Çünkü İngiltere tasarımın bir numaralı adresi. İngiltere yıllar önce rotasını imalattan tasarıma doğru çevirince bir anlamda tasarımın Mekkesi olmuş.

Günümüzde aynı fiyata satılan ve aynı işlevi gören ürünleri farklı kılan tek şey ‘tasarım’.

Bu gerçeği kavrayan İngiliz iş dünyası geçen yıl tasarıma 26.7 milyar paund yatırmış.

Özetle ‘tasarım’ altın çağını yaşıyor.

Ross Lovegrove
’a göre, tasarım dünya ekonomisine katkıda beşinci sırada geliyor.

Sanırım kendisinin de bunda payı var zira Avrupa’dan Japonya’ya ve ABD’ye uzanan geniş bir müşteri yelpazesine sahip.

Amerikalılar için yaptığı bir su şişesi gösterdi.

Bu bildiğimiz pet şişelerden hayli farklı.

Şişenin yüzeyi dalgalı ve hemen akla suyu getiriyor. Alman Havayolları Lufthansa ve Japon Havayolları için çizdiği koltuklar ise uçak yolculuğunda devrim niteliğinde.

Ross Lovegrove, Eczacıbaşı için banyo tasarlayacak.

Kendisi de söyledi: ‘Zengin hamam kültürünüzden esinlenmek hayli heyecan verici’.

Lovegrove’un Eczacıbaşı için tasarladığı banyoları dünya pazarlarında görmek bana kalırsa daha da heyecan verici olacak.
Yazının Devamını Oku

Müzakerelerin 10 yıldan kısa sürmesi sizin elinizde

21 Aralık 2004
<B>17 ARALIK </B>geldi, geçti.<br><br>İstanbul’da geçtiğimiz cuma akşamı, AB’den tarih alışımızın kutlandığı sadece bir tek yer vardı sanırım. İşadamı Şerif Kaynar’ın Park Orman’da düzenlediği parti.

40 yıl sürmüş bir rüyanın bir tarihle somutlaştığı gün İstanbul’un başka yerlerinde de kutlamalar beklemiyor değildim doğrusu.

Ne ki, kafalar ve duygular karışık.

17 Aralık zirvesinin sonucunu beğensek de, beğenmesek de Avrupa Parlamentosu Başkanı Josep Borrell’in dünkü Fransız Liberation Gazetesi’nde yazdığı gibi, AB’nin Türkiye ile müzakereleri başlatma kararı ‘tarihi bir dönemeç’.

Şimdi önümüzde uzun ve zahmetli bir yol var.

Peki bu yolda yani müzakere sürecinde bizi neler bekliyor?

10 gün sonra yani 1 Ocak 2005 tarihinden itibaren, AB Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn’in ekibinde danışman olarak çalışmaya başlayacak olan Heather Grabbe’ın yazdığı rapor elimin altında.

Raporun adı ‘AB-Türkiye İlişkilerinde Bir Sonraki Aşama Yani Müzakere Süreci’.

Merkezi Londra’da, Avrupa Reform Merkezi’nde AB uzmanı olarak görevi yapan Heather Grabbe, hem uyarılarda, hem tavsiyelerde bulunmuş.

Uyarıların en önemlisi şu bence:

‘AB tarafında görüşmelerin 15-20 yıl kadar süreceği beklentisi hakim. Şimdi görevde olan politikacıların çoğu Türkiye gibi dikenli bir konuyu kendisinden sonra gelecek olana devretmeye bakıyor.’

Yani müzakereye oturduğumuzda karşımızdakilerin işi savsaklamak isteyeceğini bilmekte yarar var.

Ancak Heather Grabbe diyor ki:

‘Üyelik müzakerelerinin 10 yıldan fazla sürmesi düşük bir olasılık. Eğer bir ülke gerçekten kararlı ise süreci AB’nin umduğundan hızlı tamamlar.’

Müzakerelerin uzunluğu, kısalığı bizim elimizde kısacası.

Letonya, Litvanya ve Slovakya örneğin beklenenden, kısa bir sürede tamamlamışlar müzakereleri.

Grabbe’e göre, çok daha büyük ülke olmasına rağmen Türkiye politikacısıyla, medyasıyla, bürokratıyla kenetlendiği takdirde 8 ila 10 yılda bu işi tamamlayabilir.

Hemen işe girişsek ne iyi olur.

Yeni 10 aday ülkeden çıkartılacak dersler

ANKARA
’da AB işiyle uğraşanlar Mayıs 2004’te AB’ye katılan ülkelerin deneyimlerini incelemiş mi?

Bu soru benim hep aklımda ama cevabını bilmiyorum.

Heather Grabbe, Türkiye’nin yeni üye ülkelerden dersler çıkartabileceğini söylüyor.

Bakın ana hatlarıyla neler tavsiye ediyor.

Sadece AB kurumlarını değil halkları ikna edin. Türk hükümeti artık vaktinin çoğunu 25 Avrupa başkentinde kendisi anlatmak zorunda.

Yani lobicilik, lobicilik ve yine lobicilik.

AB sürecini kendi halkınıza da anlatın. Zira Çek Cumhuriyeti’nin baş müzakerecisi Pavel Telicka’nın dediği gibi ‘Müzakerelerin yüzde 80’i kendi ülkenizde, yüzde 15’i AB ülkelerinde, yüzde 5’i ise Brüksel’de gerçekleşir’.

Medyayı mutlaka yanınıza alın. AB üyeliği için medyanın desteği olmazsa olmaz koşul.

Dış politikanıza müdahaleye hazırlıklı olun

Son iki yıla kadar gerçek müzakereler umut etmeyin.

Müzakerelerin anahtar sözcüğü ‘esneklik’.

Bürokrasiyi hazırlayın. Müzakerelerin bir tek yerden koordine edilmesi vakit kazandırır.

Müzakerelerin finansmanı en başından planlanmalı.

Komisyondaki müzakerecilere müttefikiniz gözüyle bakarsanız işleriniz kolaylaşır.

Çocuk işçilere dikkat

GRABBE
şunu hatırlatıyor: ‘Kamu sektörüne iş düştüğü kadar özel sektöre de iş düşüyor.’

Özel sektörün de ödeyeceği bir bedel var.

En başta, sanayide teknolojinin modernleşmesi.

Çünkü Avrupa’nın katı güvenlik ve sağlık yasaları bunu gerektiriyor.

İngiliz uzmanın dikkat çektiği bir konu çocuk işçiler.

Biliyorsunuz, çocuk işçi karnemiz zayıf.

DİE verilerine göre, 12-17 yaş grubunda çalışan çocukların sayısı bir milyonun üzerinde.

Tarımda, konfeksiyonda ve başka sektörlerde çocuk işçi çalıştırılıyor.

AB yasalarına göre, çocuk işçi çalıştırmak insan haklarına aykırı.

Heather Grabbe’ın özel sektörle ilgili not düştüğü diğer bir husus, bazı sektörlerin AB yasalarına direnmeleri.

Buna örnek olarak ilaç sektörünü gösteriyor.

Bizi istemeyen Fransızlara karşı Levent Yılmaz

UMARIM
yazar ve kitap editörü Levent Yılmaz’ı tanıyorsunuz.

Bu haftaki Le Point Dergisi kapağında ‘Türkiye Savaşı’ başlığını atmış ama içerde ‘Aydın bir Türk’ diye Levent Yılmaz’a üç sayfa ayırmış.

İyi ki, Avrupa’nın bizi enine, boyuna tartıştığı günlerde Levent Yılmaz gibi isimler var.

Yılmaz’ın son kitabı ‘Modern Zaman’ Fransa’da Gallimard’dan çıkmış.

Le Point’daki söyleşisinde ‘Bahse girerim ki, demokratik uyanışımız öylesine güçlü ki Avrupa bize kapısını kapatsa dahi devam edecek’ diyor...

Avrupa’ya bundan daha direkt bir mesaj olabilir mi?
Yazının Devamını Oku

Müzakerelerin 10 yıldan kısa sürmesi sizin elinizde

21 Aralık 2004
17 ARALIK geldi, geçti.İstanbul’da geçtiğimiz cuma akşamı, AB’den tarih alışımızın kutlandığı sadece bir tek yer vardı sanırım.İşadamı Şerif Kaynar’ın Park Orman’da düzenlediği parti.40 yıl sürmüş bir rüyanın bir tarihle somutlaştığı gün İstanbul’un başka yerlerinde de kutlamalar beklemiyor değildim doğrusu.Ne ki, kafalar ve duygular karışık.17 Aralık zirvesinin sonucunu beğensek de, beğenmesek de Avrupa Parlamentosu Başkanı Josep Borrell’in dünkü Fransız Liberation Gazetesi’nde yazdığı gibi, AB’nin Türkiye ile müzakereleri başlatma kararı ‘tarihi bir dönemeç’.Şimdi önümüzde uzun ve zahmetli bir yol var.Peki bu yolda yani müzakere sürecinde bizi neler bekliyor?10 gün sonra yani 1 Ocak 2005 tarihinden itibaren, AB Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn’in ekibinde danışman olarak çalışmaya başlayacak olan Heather Grabbe’ın yazdığı rapor elimin altında.Raporun adı ‘AB-Türkiye İlişkilerinde Bir Sonraki Aşama Yani Müzakere Süreci’.Merkezi Londra’da, Avrupa Reform Merkezi’nde AB uzmanı olarak görevi yapan Heather Grabbe, hem uyarılarda, hem tavsiyelerde bulunmuş.Uyarıların en önemlisi şu bence: ‘AB tarafında görüşmelerin 15-20 yıl kadar süreceği beklentisi hakim. Şimdi görevde olan politikacıların çoğu Türkiye gibi dikenli bir konuyu kendisinden sonra gelecek olana devretmeye bakıyor.’Yani müzakereye oturduğumuzda karşımızdakilerin işi savsaklamak isteyeceğini bilmekte yarar var.Ancak Heather Grabbe diyor ki:‘Üyelik müzakerelerinin 10 yıldan fazla sürmesi düşük bir olasılık. Eğer bir ülke gerçekten kararlı ise süreci AB’nin umduğundan hızlı tamamlar.’Müzakerelerin uzunluğu, kısalığı bizim elimizde kısacası.Letonya, Litvanya ve Slovakya örneğin beklenenden, kısa bir sürede tamamlamışlar müzakereleri.Grabbe’e göre, çok daha büyük ülke olmasına rağmen Türkiye politikacısıyla, medyasıyla, bürokratıyla kenetlendiği takdirde 8 ila 10 yılda bu işi tamamlayabilir.Hemen işe girişsek ne iyi olur.Yeni 10 aday ülkeden çıkartılacak derslerANKARA’da AB işiyle uğraşanlar Mayıs 2004’te AB’ye katılan ülkelerin deneyimlerini incelemiş mi?Bu soru benim hep aklımda ama cevabını bilmiyorum.Heather Grabbe, Türkiye’nin yeni üye ülkelerden dersler çıkartabileceğini söylüyor.Bakın ana hatlarıyla neler tavsiye ediyor.Sadece AB kurumlarını değil halkları ikna edin. Türk hükümeti artık vaktinin çoğunu 25 Avrupa başkentinde kendisi anlatmak zorunda.Yani lobicilik, lobicilik ve yine lobicilik.AB sürecini kendi halkınıza da anlatın. Zira Çek Cumhuriyeti’nin baş müzakerecisi Pavel Telicka’nın dediği gibi ‘Müzakerelerin yüzde 80’i kendi ülkenizde, yüzde 15’i AB ülkelerinde, yüzde 5’i ise Brüksel’de gerçekleşir’.Medyayı mutlaka yanınıza alın. AB üyeliği için medyanın desteği olmazsa olmaz koşul.Dış politikanıza müdahaleye hazırlıklı olunSon iki yıla kadar gerçek müzakereler umut etmeyin. Müzakerelerin anahtar sözcüğü ‘esneklik’.Bürokrasiyi hazırlayın. Müzakerelerin bir tek yerden koordine edilmesi vakit kazandırır.Müzakerelerin finansmanı en başından planlanmalı.Komisyondaki müzakerecilere müttefikiniz gözüyle bakarsanız işleriniz kolaylaşır.Çocuk işçilere dikkatGRABBE şunu hatırlatıyor: ‘Kamu sektörüne iş düştüğü kadar özel sektöre de iş düşüyor.’Özel sektörün de ödeyeceği bir bedel var.En başta, sanayide teknolojinin modernleşmesi.Çünkü Avrupa’nın katı güvenlik ve sağlık yasaları bunu gerektiriyor.İngiliz uzmanın dikkat çektiği bir konu çocuk işçiler.Biliyorsunuz, çocuk işçi karnemiz zayıf.DİE verilerine göre, 12-17 yaş grubunda çalışan çocukların sayısı bir milyonun üzerinde. Tarımda, konfeksiyonda ve başka sektörlerde çocuk işçi çalıştırılıyor.AB yasalarına göre, çocuk işçi çalıştırmak insan haklarına aykırı.Heather Grabbe’ın özel sektörle ilgili not düştüğü diğer bir husus, bazı sektörlerin AB yasalarına direnmeleri.Buna örnek olarak ilaç sektörünü gösteriyor.Bizi istemeyen Fransızlara karşı Levent YılmazUMARIM yazar ve kitap editörü Levent Yılmaz’ı tanıyorsunuz.Bu haftaki Le Point Dergisi kapağında ‘Türkiye Savaşı’ başlığını atmış ama içerde ‘Aydın bir Türk’ diye Levent Yılmaz’a üç sayfa ayırmış.İyi ki, Avrupa’nın bizi enine, boyuna tartıştığı günlerde Levent Yılmaz gibi isimler var.Yılmaz’ın son kitabı ‘Modern Zaman’ Fransa’da Gallimard’dan çıkmış.Le Point’daki söyleşisinde ‘Bahse girerim ki, demokratik uyanışımız öylesine güçlü ki Avrupa bize kapısını kapatsa dahi devam edecek’ diyor...Avrupa’ya bundan daha direkt bir mesaj olabilir mi?
Yazının Devamını Oku

Onlara düşleyemedikleri bir dünyanın kapısını açıyorum

19 Aralık 2004
Kaş’ta bir otelle anlaşıp, engellileri denizin derinliklerine sürüklüyor. Birkaç yıl sonra, bir engelli grubuyla, Kızıldeniz’e, Şarm el Şeyh’e gidip ‘Dalmak Özgürlüktür’ diye bir belgeseli gerçekleştiriyor. 2001 yılında ise ‘alternatif kamp’ projesini geliştiriyor. Kamp, Bodrum’da 6 ay süresince engellilere hizmet veriyor. Bu projesiyle Bulgaristan’daki Dünya Genç Girişimci Yarışması’ndan da birincilik ödülü alıyor.

ÇOCUKLUĞUMDAN bir sahne. Anneannemin Taksim’de, Lamartin Caddesi’ndeki apartmanında salon penceresinden karşıdaki eve bakıyorum.

O evde merakımı uyandıran bir şey var.

Pencerenin önünde genç bir adam bir sandalyenin üzerinden dışarısını izliyor.

Arada bir başı yok oluyor.

Ayak parmaklarımın ucuna basarak pencere hizasında yok olan başını görmeye çalışıyorum.

Nafile...

Ancak birkaç dakika sonra genç adamın başı yerine geliyor.

Anneannem, onun omuriliğindeki arıza nedeniyle uzun süre başını dik tutamadığını anlatıyor.

Hayatı boyunca tekerlekli sandalyeye mahkûm olduğunu söylüyor.

O genç adamı yıllar boyunca aklımdan çıkartamadım...

Tekerlekli sandalyede, dört duvar arasına sıkışmış hayatına katlanacak gücü nereden buluyordu?

Ercan Tutal ile konuşurken, Taksim’deki özürlü genç adam yine aklıma geldi.

Bugün onun izine rastlamış olsaydım, anında Tutal ile tanıştırır, hapsolduğu o karanlık odasından ve tesellisiz hayatından çıkıp denizaltına inmesini ya da gökyüzünde uçmasını, sınırsız özgürlüğü tatmasını sağlardım.

Merak ediyorsanız, Ercan Tutal sihirbaz değil.

Sadece engellilere düşleyemeyecekleri bir dünyanın kapılarını açan biri.

Almanya’da üniversite eğitimi sırasında engellilerin hayatın tüm alanlarına nasıl entegre olduklarını görmüş, Türkiye’deki engellilerin durumuyla karşılaştırınca aradaki uçurumu görüp isyan etmiş.

Türkiye’ye dönünce engellilerle çalışmaya karar veriyor.

İşin en aşırı tarafı bir engellinin gücünün sınırlarını zorlaması değil mi?

Ercan Tutal işe oradan başlıyor.

Kaş’ta bir otelle anlaşıp, engellileri denizin derinliklerine sürüklüyor.

Birkaç yıl sonra, bir engelli grubuyla, Kızıldeniz’e, Şarm el Şeyh’e gidip ‘Dalmak Özgürlüktür’ diye bir belgeseli gerçekleştiriyor.

2001 yılında ise ‘alternatif kamp’ projesini geliştiriyor.

Kamp, Bodrum’da 6 ay süresince engellilere hizmet veriyor.

Türkiye’nin her yanından gelen engellilerin yanı sıra, Avrupa’dan, İsrail’den gelenler de kampa katılıyor.

Engelliler her türlü sporun yanı sıra, dalma, yüzme hatta yamaç paraşütü yapma fırsatını buluyorlar kampta.

3 yılda, bin 500 engelli, sadece dünyanın dört bir yanından gelen gönüllülerin hizmet verdiği kampta hayatı başka bir boyutta yakalamak fırsatını elde ediyorlar.

GENÇ GİRİŞİMCİ ÖDÜLÜ

Ercan Tutal, sevgili arkadaşım Yasemin Tutal Güzelkan’ın kardeşi.

KAGİDER Başkan Yardımcısı olan Yasemin’in el attığı her işin nasıl altından kalktığını bildiğimden Ercan Tutal’ın hikayesi de doğrusu şaşırtmıyor beni.

Çünkü hedeflediği sadece engellileri denizin altıyla tanıştırmak ya da gökyüzünde uçurmak değil.

Amacı, yüzlerce engelli derneğini harekete geçirmek.

Yerel yönetimleri ve STK’ları (Sivil Toplum Kuruluşu) da işin içine çekerek Türkiye’de yüzde 12 dolaylarında oldukları söylenen engellileri aynen Avrupa’da olduğu gibi hayata entegre etmek.

İlk aşamada Bodrum’daki alternatif kampın benzerleri, Samsun, Gaziantep, Van Gölü ve Kıbrıs’ta açılacak.

Başbakanlık Özürlüler Dairesi’yle anlaşma imzalanmış.

Beşiktaş Belediyesi’yle ortak bir proje gündemde.

Bu arada Ercan Tutal’ın ‘alternatif kamp’ projesi, Bulgaristan’daki Dünya Genç Girişimci Yarışması’ndan da birincilik ödülü almış.

Konuyla ilgili daha fazla bilgi almak ya da ‘Acaba ben işin neresinden tutabilirim’ diye düşünüyorsanız www.alternativecamp.org sitesine bakın derim.
Yazının Devamını Oku

Fransa, İngiltere’ye hidrojen bombasının sırları karşılığında evet demişti

17 Aralık 2004
<B>AVRUPALI </B>liderlerin Türkiye için alacakları kararı bugün öğrenmiş olacağız.<br><br>Bu satırların yazıldığı dakikalarda müthiş iyimser bir hava var. Hele Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ı, Fransızların ünlü anchorman’i Patrick Poivre d’Arvor karşısında dinledikten sonra müzakereler için ‘yeşil ışık’ tamam gibi.

Doğrusu, Chirac’ın konuşması hepimizi pek mutlu etti.

Peki ya Fransızları?

Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan Fransızların yüzde 67’sini ikna etmeyi başardı mı?

Ya Fransız politikacıların tepkisi.

Geçenlerde iktidardaki UMP partisinin başına geçen Nicolas Sarkozy, Chirac’ın konuşmasından sonra ‘Galiba parti içinde işleri yatıştırmak bana düşüyor’ demiş...

Avrupa Birliği ile müzakereler başladığı takdirde Türkiye’nin üyeliğine pek sıcak bakmayan Sarkozy’yi yumuşatmanın yolunu bulmalı galiba.

Zira, Sarkozy’nin gözü Chirac’ın koltuğunda.

Müzakereler en az 10 yıl süreceğine göre günün birinde er ya da geç karşımızda onu bulacağız.

HEM VETO, HEM REFERANDUM

Chirac
’ın konuşmasına dikkat ettiyseniz, müzakerelerin sonunda Fransızlara Türkiye’yle ilgili bir referandum sözü veriyor.

2014 ya 2015 yılında iktidarda olmayacağına göre sözü biraz havada kalıyor.

Belli ki Chirac hem Türkiye’yi küstürmemek, hem Fransız halkına ‘merak etmeyin son söz sizde’ mesajı vermek istiyor.

Sanmayın ki, Fransızlar sadece Türkiye için bu kadar kıyameti koparıyor.

Fransa 1961 ve 1967 yıllarında İngiltere’nin üyeliğini veto etmiş.

Tam iki kez.

Üyelik müzakereleri 1969 yılında başlamış.

Fransa ancak 1973 yılında referandum yaparak ‘evet’ demiş.

Fransızların İngiltere’ye ‘evet’ demesinin ilginç bir hikayesi var.

Yıllar önce Nouvel Observateur Dergisi’nde okumuş, hatta yazmıştım.

De Gaulle dönemindeki vetonun nedeni, Fransa’nın İngiltere’ye Avrupa’daki ‘Truva Atı’ gözüyle bakması.

İngiltere üye olursa ABD’nin çıkarlarına hizmet edecek gözüyle bakıyor.

Yıllarca direniyor.

Fransa’yı dize getirmeyi başaran, İngiltere’nin atom çalışmalarını yürüten bir İngiliz bilim adamı.

Adı bugün dahi açıklanmıyor.

İngiltere’nin Aldermaston’daki atom merkezinde çalışan bilimadamı, hidrojen bombasının peşinde olan Fransa’ya sırları vermiş.

De Gaulle’ün iktidardan ayrılmasından birkaç ay sonra Fransa hidrojen bombasını başarıyla denemiş ve ancak bundan sonra müzakerelere yeşil ışık yakmış.

İngiltere’nin AB üyeliğinin arkasındaki gerçek bu.

Nouvel Observateur’e göre sır tam 30 yıl sonra açıklanmış.

Bu hikayeyi neden anlattım?

Müzakereler süresince karşımıza kim bilir neler çıkacak, kim bilir nelerle karşılacağız?

Her türlü şeye hazır olalım.

Onların çocukları bizim çocuklarımız

CHİRAC
’ın konuşmasından sonra Fransız televizyonunda şöyle bir yorum vardı:

‘Belki 10 yıl sonra şimdi Türkiye’ye hayır diyenlerin çocukları evet diyecek, evet diyenlerin çocukları ise hayır diyecek.’

Fransa’da yıllar sonra referandum yapılırsa eğer hava bugünkünün tam aksi olabilir.

Aslında bu yorum bizim için de geçerli.

Türkiye’de bir AB yanlısı ile birAB karşıtının çocuklarının yıllar sonra ne düşüneceğini nasıl bilebiliriz?

Bugün Avrupa üyeliğinin Türkiye ve gelecek nesiller için çok daha iyi olacağına inanıyoruz.

Çünkü önümüzde Avrupa ülkelerinin üyelikten sonra nasıl bir refah düzeyine eriştiklerinin örneği var.

Yanılacağımızı sanmıyorum.

Bebekler için 1 trilyon lira

DÜN
postadan çıkan Türkiye Bankalar Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Ersin Özince imzalı mektup aslında günün anlam ve önemine uygun.

Türkiye Bankalar Birliği, ‘Çocuklara Sağlıklı Gelecek’ diye 2003 yılında başlattığı kampanyayı yeni bir programla sürdürme kararı almış.

Türkiye’de her yıl dünyaya gelen 1 milyon 400 bebek arasında ölüm vakaları yaygın.

Bin bebekten 28’i daha ilk aylarda yaşamını yitiriyor.

Türkiye Bankalar Birliği 1 trilyon lira ayırdığı kampanyası sayesinde 2003 yılında bin 700 bebeği yaşama kavuşturmuş.

Yeni program çerçevesinde ise genç anneler bilinçlendirilecek.
Yazının Devamını Oku

Chirac’a kendim soruyorum

14 Aralık 2004
<B>BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan</B>, cumartesi günü Modern İstanbul Müzesi’nin açılışından sonra soluğu The Marmara Oteli’nde alıyor. Türk-Fransız Ticaret Derneği’nin, yeni Fransa elçisi Paul Poudade’ın desteğiyle düzenlediği akşam yemeğinde konuşuyor.

Özellikle, dikkat ediyorum, Başbakan Erdoğan, konuşmasında Fransız politikacılarının üyelik aleyhindeki tutumlarına, Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın inişli, çıkışlı açıklamalarına hiç değinmiyor.

‘Basında çıkanlara rağbet etmiyorum. Chirac ile bizzat telefonda konuşuyorum, soruyorum. Kendi ağzından çıkmayanlara inanmıyorum’ diyor.

Peki 17 Aralık?

‘Hep birlikte bekliyoruz. Devlet adamlığında duygusallığa yer yok. Kopenhag kriterlerini yerine getirdik. Başka eksiğimiz var mı diye sorduk. Onları da hallettik. Masanın üzerinde bir şey kalmadı. Koşulsuz tam üyelik hedefimiz’ diye konuşuyor.

Başbakan Erdoğan, konuşmasında salondan iki kez iyi alkış alıyor.

Birincisi, AB’nin yeni koşullarını ima ederken ‘maçın ortasında koşullar değişmez’ dediğinde.

İkincisi ‘bürokratik oligarşiyi yıkamadım’ sözleriyle.

Türk bürokrasisini gündeme getirme nedeni yabancı yatırım elbet.

Başbakan konuyla ilgili ‘Türkiye’de yabancı yatırımcıyı çekmek için 19 bürokratik işlemi üçe indirdik. Ama işler hızlandı mı? Hayır... Zira bürokratik olagarşiyi yıkamadık’ diyor.

Sırf bu yüzden başkanlık sistemini getirmek istediğini de sözlerine ekliyor.

Erdoğan Fransız yatırımcıya hitap etse de satır aralarındaki mesajları Türk halkına.

Bu arada söz Fransız-Türk ilişkilerinden açılmışken, frankofon Türk aydınlarının Fransız kamuoyu için kaleme aldıkları, Le Monde’da yayınlanacak bir mektup varmış.

Varmış diyorum zira benim bu mektuptan haberim olmadı.

Kimse, bunu imzalamak isteyip istemediğimi de sormadı.

Hürriyet’in tek unutulan ‘frankofonu’ ben miyim diye merak ettim.

Genel Yayın Yönetmenimiz Ertuğrul Özkök’ün de mektuptan haberi yokmuş.

Serdar Devrim’in de.

‘Frankofon’ Türk aydınları Hürriyet’in frankofonlarına karşı diyeceğim ama neyse ki Özdemir İnce’nin imzası var.

Türk tekstilcilere bir öneri: Pierre Cardin’i satın alın

PIERRE CARDIN, Fransa’nın ve dünyanın önde gelen modacısı.

Markasını daha çok hazır giyimden tanısak da, Çin’e kadar uzanan modacı aynı zamanda Paris’in ünlü lokantası Maxim’s’in sahibi.

Fuar ve gösteri organizatörlüğünden, gıda sektörüne kadar uzanan, 500 milyon Euro’luk bir imparatorluğun tepesinde.

Dünyada yüzlerce lisans hakkı dağıtıyor.

82 yaşındaki Pierre Cardin şimdi yorulmuş. L’Express Dergisi’ne verdiği demeçte, imparatorluğunun büyük bir kısmını satışa çıkardığını söylüyor.

Pierre Cardin, son zamanlarda yeni evliliklerle el değiştiren modaevleri arasında bugüne kadar bağımsızlığını koruyabilmiş tek modacı.

Markasının yüzde yüz sahibi.

Üstelik markası dünyanın belki de en fazla bilinen markalardan bir tanesi.

L’Express’e demecinde diyor ki: ‘Alıcılar var ancak grubumun finansçıların eline düşmesini istemiyorum. Cardin’i tekstilin profesyonel ellerine teslim etmek istiyorum...’

Tam bu noktada, kendilerini çoktan ispat etmiş Türk tekstilcilerine önerim var.

Neden Pierre Cardin gibi bir markanın alıcıları arasında olmasınlar?

Sanırım Türk tekstil sektörünün elinde, böyle bir markanın hiç olmazsa bir bölümünü satın alacak bir sermaye birikimi vardır.

Görüşüne başvurduğum Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı Umut Oran’a göre, bunu gerçekleştirmek pekálá mümkün.

Türk tekstilciler haydi Pierre Cardin’ın bir bölümünü Türkiye’ye getirin...

Kadıköylüleri isyan ettiren marina projesi

GEÇENLERDE
Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk aradı.

Çiftehavuzlardaki Büyük Kulüp yöneticileri bir yerden kredi bulmuşlar kulübün tam önünde marina yapmak istiyorlarmış.

Bayındırlık Bakanlığı’ndan gerekli izin alınmış. Büyük Kulüp’ün marina yapmak istediği sahil şeridi yani Dalyan-Caddebostan arası, ölçümlere göre deniz suyunun en temiz olduğu bölge.

Nitekim yaz aylarında, Marmara Denizi’nden asla vazgeçmeyen ‘eski toprak’ Kadıköylüleri bu sahilde görmek mümkün.

Kulübun marina sevdası nereden çıktı?

Çünkü birkaç kilometre ötede Fenerbahçe ve Kalamış marinaları var.

Yat kapasiteleri binin üzerinde olan her iki marina yüzde 50 kapasiteyle çalışıyor.

Yani insanların denize girdiği o daracık sahil şeridinde üçüncü bir marinaya gerek yok.

Ancak Büyük Kulüp yöneticileri, kendi üyelerinin yararlanacağı gerekçesiyle 300 yatlık bir marina için dediğim gibi Bayındırlık Bakanlığı’ndan ve Çevre Bakanlığı’ndan gerekli izinleri almışlar, projelerini onaylatmışlar.

Öztürk, birkaç kez görüştüğü Büyük Kulüp yöneticilerini ikna edemeyince, projenin iptali için İstanbul İdare Mahkemesi’ne başvurmuş.

Başvurusunu ekim ayının 23’ünde yapmış.

Şimdi vurguladığı önemli bir nokta var.

60 gün içerisinde yani bu ayın 23’üne kadar herhangi bir vatandaşın da projeye itiraz etme yani dava açma hakkı mevcut.

Kadıköy Belediyesi’nin elindeki kozlardan biri yargı yolu, diğeri ruhsat vermeme.

Öztürk iki kozunu da kullanmaya hazır.

Bu arada marinaya karşı çıkanlar da seslerini duyurmaya hazırlanıyor.

Sivil toplum kuruluşları, önümüzdeki pazar günü yani 19 Aralık günü saat 10.00’da sahilde marinayı protestoya hazırlanıyormuş.
Yazının Devamını Oku

Ezoterizmin büyük dönüşü mü?

12 Aralık 2004
<B>BİR </B>önceki hayatında Rus Çarı olduğunu iddia eden <B>Özer Çiller, </B>baktım bugünlerde bir gazetede <B>‘ezoterizm’ </B>ile ilgili bir dizi yapıyormuş.<br><br><B>‘Ezoterizm’ </B>ne? Doğrusunu isterseniz hayli karışık bir kavram.

Astroloji, masonluk, sayı bilimi, simya, sufilik, Yahudi mistisizminin kitabı Kabala’yı ve daha bir sürü şeyi kapsıyor.

Gizemli şeyleri, sembolleri, kainattaki enerjiyi, mistisizmi çağrıştırıyor.

Dinler ortaya çıkmadan önce insanlığın yaşadığı bir ‘altın döneme’ atıfta bulunuyor.

Dünyada satış rekorları kıran ‘Da Vinci Şifresi’, ‘Harry Potter’, Yüzüklerin Efendisi’ de ezoterizmle bağlantılı kitaplar.

*

BENİM ezoterizme ilgim yok açıkçası.

Ancak geçenlerde, yurtdışına birlikte bir yolculuk yaptığımız bir işkadının boynunda Kabala’dan alınmış İbranice sözcüklerin yazıldığı bir kolyeyi görünce merakım uyandı.

Ardından Özer Çiller’in dizi ilanı.

Fransız Le Nouvel Observateur de bu hafta kapak konusunu ‘Ezoterizmin Büyük Dönüşü’ne ayırınca meseleye el atmak için yeterli işaretin olduğuna karar verdim.

‘Ezoterizm’ sözcüğü 19. yüzyılda ortaya atılmış ve kullanılmaya başlanmış.

Ama ‘ezoterizmin’ babası Sisamlı felsefeci ve matematikçi Pitagor ya da Pitagoras. (M.Ö. 500-570)

*

GEOMETRİDE Pitagor teoreminden tanıdığımız bu şahıs, kainattaki evrensel uyumda matematiksel bir boyut olduğunu iddia eder.

‘Ezoterik’ düşüncenin tohumlarını atana işte o Pitagor.

Bu düşüncenin gerçekten yeşermesi ise milattan sonra 2. ve 3. yüzyıllarda.

Antik çağlardan sonra, Haçlılar döneminde, Rönesans’ta ‘ezoterizm’ yine gözde.

Aydınlanma Çağı’nda ise pabucu dama atılıyor.

Zira akıl ve bilim her şeyin üzerinde.

İnsanın doğanın tek hakimi olduğu inancı yaygın.

*

EZOTERİZMİN ikinci büyük dalgası 19. yüzyılda.

Üstelik bu kez hem bilimi ve dini barıştırabileceği hem de ruhlarla ilişki kurulabileceği iddiasında.

19. yüzyılın ikinci yarısında ruh çağırma seanslarının müdavimleri arasında Victor Hugo, Oscar Wilde gibi yazarlar, şair Verlaine, müzisyen Claude Debussy gibi dönemin önde gelen sanatçıları var.

Günümüze gelirsek, ezoterik yönden ünlüleri en fazla cezbeden Kabala.

Gerçi, sufizme de gönül verenler var ancak sembol ve kodlarla kainatın gizli yönünü araştıran Kabala, Madonna’nın başlattığı modayla arayı açmış durumda.

*

BRITNEY Spears, Naomi Campbell, modacı Donna Karan, futbolcu Beckham ve karısı, Mick Jagger Kabalacı imiş.

Nouvel Observateur, Fransız felsefeci ve din sosyoloğu Frederic Lenoir’a modern toplumlarla ‘ezoterizm’in nasıl bağdaşabildiğini sormuş.

O da ünlü sosyolog Edgar Morin’in şu sözleriyle cevap vermiş:

‘İnsanoğlu hem bilge hem tuhaf. İnsanca yaşamak için mantığı kadar duygulara ve heyecana, bilim kadar mitlere de ihtiyacı var.’
Yazının Devamını Oku

AB’nin Türkiye’ye artık ‘hayır’ deme cesareti yok

10 Aralık 2004
<B>BİR </B>hafta içerisinde ikinci kez Brüksel, ikinci kez Avrupa Parlamentosu.<br><br>Bu kez buraya geliş nedeni, İtalyan parlamenterler <B>Emma Bonino </B>ve <B>Marco Panella</B>’nın girişimiyle düzenlenen <B>‘Türkiye ve AB: Tarihsel Seçimin Nedenleri’ </B>konferansı. İki günlük konferansta hem Türkiye’den, hem Avrupa’dan siyasileri, akademisyenleri, gazetecileri ve yazarları dinliyoruz. Son gün konuşanlar arasında, artık hepimizin yakından tanıdığı Yeşiller Partisi Başkanı Daniel Cohn-Benditt, Türkiye’den yeni dönmüş olan Avrupa Parlamentosu Başkanı Josep Borrell Fontelles, Sosyalist Grup Başkanı Johannes Swoboda ve Devlet Bakanı Mehmet Aydın var.

Tüm konuşmaların ayrıntılarına girmeden Cohn-Benditt ile Borrell’in söylediklerinden çıkan sonuç şu:

Eğer müzakereler başlarsa her iki taraf için çok sancılı olacak.

Cohn-Benditt her zamanki gibi ateşli.

Konferansın yapıldığı Anna Lindt salonunda en fazla onun sesi gür çıkıyor.

‘Türkiye istisnai bir ülke, istisnai bir muamele ile karşı karşıya...’

İstisnai muamele dediği herhalde koşullar.

‘Üyelik ancak Diyarbakır’ın İstanbul koşullarına ulaşmasıyla gerçekleşebilir.’

Cohn-Benditt
Ermeni soykırım meselesi için de Almanya benzetmesi yapıyor.

‘Tabuları yıkmak gerek. Alman toplumu Nazizm gerçeğiyle yüzleşmesiydi bugünkü Avrupa Birliği kurulamazdı...’

Peki Türkiye hükümranlığını Avrupa Birliği ile paylaşacak mı?

‘Avrupa Birliği bunun paylaşılması anlamına gelir...’

Diğer dikenli konulara ise Borrell el atıyor.

Türkiye izlenimlerini de katarak.

‘Diyarbakır’a ilk kez bir Avrupa Birliği başkanının gitmesi Türk toplumunda heyecan yarattı. Hoşa gitmeyen şeyler söyledim’ diyor.

Kürdistan gafının tepkilerini ima ediyor.

İspanya’dan, Bask ayrılıkçı hareketini örnek vererek ‘Birisi kalkıp ben senin parçan olmak istemiyorum derse barışcı ve demokratik olması koşuluyla görüşlerini dile getirebilmeli’ diye konuşuyor.

‘Derin Türkiye sosyo-kültürel açıdan Avrupalı değil bunu görelim’ diye de ekliyor.

Peki 17 Aralık’ta ne olacak?

‘Türkiye bir evet bekliyor... Avrupa Türkiye’nin üyelik için nasıl bir iradeye sahip olduğunun farkında değil... Türkiye’ye hayır deme cesareti yok...’

Borrell
’in özetle dedikleri bunlar.

Avrupa’nın ‘hayır’ diyecek cesareti olmadığı için de son dakikaya kadar bezdirmeye çalışıyor.

Bulgar ve Rumen mafyası AB’yi çökertecek

ANEKDOTU
önceki akşam Fransız Sarayı’nda, yeni elçi Paul Poudade’ın onuruna verilen davette Marmara Vakfı Başkanı Akkan Suver anlattı.

Suver, hafta başında AGİK toplantısı nedeniyle Sofya’daymış.

Bulgaristan eski cumhurbaşkanı Jelev ve Romanya eski cumhurbaşkanı Emil Constantinescu ile aynı masaya düşmüş.

Romanya ve Bulgaristan bizden önce AB üyesi olacak iki ülke.

Doğal olarak Akkan Suver her ikisine Avrupa Birliği’ni sormuş.

Romanya eski cumhurbaşkanı Constantinescu’nun söyledikleri inanılmaz.

Akkan Suver de pek şaşırmış zaten.

Şöyle demiş eski Romanya Cumhurbaşkanı: ‘Her devletin bir mafyası vardır. Bu bir yere kadar doğal. Ancak mafyanın devlet gibi olduğu iki istisna var dünyada. Biri Romanya, diğeri Bulgaristan. Bu iki ülke Avrupa Birliği’ne üye olduktan sonra yolsuzluk öylesine yayılacak ki AB bunu kaldıramayacak...’

Peki Jelev’ın buna itirazı olmuş mu?

‘Hayır’ diyor Akkan Suver ‘Sesini çıkartmadan dinledi.’

Constantinecu
iki ülkenin Avrupa’da nasıl lobilicik yaptığını pek güzel özetlemiş.

‘Yurtdışından gelen yardımların üzerine gerekirse para ilave ederek bunları lobilicik için kullanıyoruz.Bulgaristan ve Romanya için yazılan pozitif şeyler böyle bir lobiciliğin sonucu. Avrupa Parlamentosu’nda teke tek ilişkiler sürdürüyoruz.’

Romanya ve Bulgaristan bizim yapamadığımızı yapıyor.

Türk kökenli parlamenter kadın raporunu hazırlıyor

BRÜKSEL
’de bu kez Hollanda’dan Avrupa Parlamentosu’na seçilen Emine Bozkurt ile tanıştık.

Parlamento, Emine Bozkurt’a Türkiye’de kadının durumuyla ilgili bir rapor hazırlaması görevini vermiş.

‘Türkiye’de insan hakları yıllardan beri ele alınıyor. Şimdi Türk kadınının durumunu inceleyeceğiz’ diyor Bozkurt. Bunun için Türkiye’de birçok kadın kuruluşuyla temas kurmuş, önümüzdeki günlerde buralara gelip onlarla birlikte çalışmalar yapacak.

Kadın meselesine büyük öncelik veren Avrupa Birliği bu konuda ne kadar çalışırsa çalışsın Avrupalı kadın hem işte, hem evde hálá eziliyor.

Bunun örneğini de bizzat Borrell veriyor. İspanya ile Türkiye’yi karşılaştırırken, İspanya’da her gün bir kadının aile içi şiddete kurban gittiğini söylüyor.

Ancak Emma Bonino’nun müdahalesiyle bu sayının doğru olmadığı anlaşılıyor.

İspanya’da her gün değil haftada bir kadın aile içi şiddete kurban gidiyormuş.

Brüksel’de The Marmara şeflerine alkış

İKİ
günlük konferans sırasında mini etkinlikler de yapıldı Avrupa Parlamentosu salonlarında.

Bunlardan bir tanesi Turkcell’in sponsorluğunu yaptığı Ufuk ve Bahar Dördüncü’nün piyano konseriyle Manuel Çıtak’ın fotoğraf sergisiydi. Diğeri ise Avrupalı parlamenterlere verilen akşam yemeği. Özellikle belirtmek istiyorum.

NATO’nun İstanbul’daki zirvesinde Topkapı’daki daveti üstlenen The Marmara İstanbul’un şefleri Brüksel’deki akşam yemeğinde de çok başarılıydı.

Emma Bonino’nun daveti üzerine yanına yardımcılarını alarak Avrupalı parlamenterleri selamlayan şef Sedat Özkan bence Türk mutfağını sade ama rafine mönüsüyle en iyi şekilde tanıttı.
Yazının Devamını Oku