11 Ocak 2005
<B>İSTANBUL </B>Büyükşehir Belediye Başkanı <B>Kadir Topbaş</B>’ın Sivriada’da dev bir semazen dikme projesi hafta sonunda gazetelerdeydi. Semazen projesi haklı olarak şaşkınlık uyandırdı.
Konya’nın sembolü olan ‘semazen’ neden İstanbul’a, Marmara’nın ortasındaki adaya taşınıyor? İstanbul’u simgeleyecek bir sürü şey varken neden Konya’nın elinden en değerli şeyi alınıyor?
‘Semazen’ tartışması tam da Konya Belediyesi’nin şehrin imajıyla ilgili yoğun çalışmalar yaptığı bir döneme rastlıyor.
Konya Belediyesi, yaklaşık 20 gün kadar önce İstanbul’da ‘Konya İmaj Araştırması’ toplantısı düzenlemiş ve ‘fikir jimnastiği’ için aralarında benim de bulunduğum bir grup gazeteci davet etmişti.
Konya’nın artıları eksileri masaya yatırılmış, imajı için neler yapılabileceği konuşulmuştu.
‘Mevláná’, ‘sema gösterileri’ elbette ki Konya’nın en büyük hazinesi.
Mevláná’nın dünya çapında bilinmesine karşın Konya’yı ziyaret eden yabancı turist sayısı ne yazık ki sadece 150 bin civarında.
Dün Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek’e, Topbaş’ın projesini sordum.
‘Siz Konya’nın imajı için uğraşırken en önemli sembolünüzü kaptırmak üzeresiniz’ dedim.
Topbaş’ın ‘semazen’ projesi meclis üyeleriyle tartışılıyormuş.
Akyürek, ‘Semazen Türk kültürüne malolmuş bir simge. Türkiye’nin tanıtımına katkısı olacaksa karşı çıkmayız’ diyor.
‘Mevláná’yı alma şansları yok nasılsa’ diye de ilave ediyor.
Akyürek açıkça söylemese de Sivriada Projesi gerçekleşirse Konya önemli bir sembolünden mahrum kalacak.
Peki ya İstanbul?
Güngör Uras, önceki günkü Milliyet Gazetesi’ndeki yazısında şu başlığı atmış:
‘İstanbul’un tek eksiği semazen anıtı.’
İstanbul’un onca sorunları varken gerçekten ‘semazen anıtı’ tuhaf bir kapris. Anıtın dikileceği Sivriada benim sabah yürüyüş yaptığım Kalamış-Caddebostan sahil şeridinin tam karşısında.
Tam 10 yıldan beri çamurdan kurtulamamış bir sahil.
Kadir Topbaş belediye başkanı olduğunda Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nun bu sorunla ilgileneceğini söylemişti.
Kaç ay oldu...
Değişen bir şey yok.
Hadi Topbaş’ın bu tuhaf kaprisi gerçekleşti diyelim...
‘Semazen Anıtı’ ile karşılaştırdığı diğer simge anıtlara bakın...
Paris’ın Eiffel’i, Rio’nun İsa Heykeli, New York’un Özgürlük Anıtı. Üçünü de gezdim... Oraları turist kaynıyor.
Etraflarındaki butikler, hatıra eşya satan dükkanlarla para kazandıran yerler bunlar.
Marmara Denizi’nin ortasındaki Sivriada’ya turistler nasıl gidecek?
Feribot seferleri koydunuz diyelim.
Marmara’nın lodosları yamandır, sisi de kimi zaman göz açtırmaz.
‘Semazen Anıtı’ Sivriada’da tek başına kalır, kimseler ziyaretine gidemez. Benden söylemesi.
Eczacıbaşı ile Koç matematiği sevdirecek
TÜRKİYE Eğitim Gönüllüleri Vakfı yani TEGV bir yılda öğrenci sayısını neredeyse ikiye katlamış.
2003 yılının son aylarında öğrenci sayısı 374 bin iken, şimde 600 bine ulaşmış.
Yani okul çıkışı TEGV’in eğitim parklarına gelip, bilgisayardan İngilizce’ye kadar çeşitli konularda ek dersler alan öğrencilerin sayısı 600 bin.
Dile kolay.
2002 yılı mart ayında İbrahim Betil, TEGV’in başkanlığından ayrıldığında 200 bin çocuğa ulaşılıyormuş.
TEGV’e bağış yapanların sayısı o günlerde 20 bin iken şimdi 200 bin.
Eğitimle ilgili bir çalışmanın katlanarak büyümesi ne sevindirici.
Geçen cuma günü TEGV’in Antalya’daki Suna-İnan Kıraç eğitim parkındayız.
TEGV Yönetim Kurulu başkanlığını Prof. Suha Sevük’e devretmiş olan Cengiz Solakoğlu, Suna Kıraç’ın Antalya’ya her geldiğinde mutlaka parkı ziyaret ettiğini anlatıyor.
TEGV’in 11 eğitim parkı arasında Antalya’dakinin yeri ayrı. Antalyalı çocuklar okul çıkışı buraya gelmekten, yeni şeyler öğrenmekten pek mutlu.
Bizim burasını ziyaret nedenimiz ise ‘Düşler Atölyesi’.
Ünlü ressam Devrim Erbil, eğitim parkının bir odasında, fırçasıyla çocuklara boyalar dünyasını anlatıyor.
‘Düşler Atölyesi’ de TEGV’in Nokia ile birlikte geliştirdiği başka bir proje.
Amacı, resme, heykele yani plastik sanatlara düşkün çocukların yeteneklerini ortaya çıkarmak.
2003 yılında Diyarbakır’daki ‘Düşler Atölyesi’ne gittiğimizde yanımızda ünlü ressam İsmail Acar ile heykeltıraş Mehmet Aksoy vardı.
Şimdi ise Devrim Erbil.
TEGV ve Nokia’nın, sanatsever çocuklara verdikleri en değerli armağanlar bu sanatçılarla geçirilen dakikalar.
TEGV’in eğitim bölümü yöneticisi Feza Sengel ile vakfın diğer projelerini de konuşuyoruz.
Önümüzdeki aylarda Türk öğrencilerin matematik ve fen açıklarını kapatmak üzere ‘Matematik, Fen ve Ben’ diye bir proje başlıyormuş.
Projenin sponsoru Eczacıbaşı. 38 ülke arasında yapılan Uluslararası Fen ve Matematik Araştırması’na göre, Türkiye matematikte 31, fen alanında ise 33. sırada.
Matematik ve fen Türk öğrencilerinin ‘öcüsü’ durumunda. Öyle anlaşılıyor ki, Eczacıbaşı ile Koç el ele verip çocuklarımıza fen ile matematiği sevdirmeye karar vermiş.
Bahar hálá isyancı
ONAT Kutlar öleli 10 yıl olmuş.
The Marmara’daki bombalı saldırının kurbanlarından olan Onat Kutlar’ı anmak için bu gece, saat 20.00 ’den itibaren, Yeni Melek Gösteri Merkezi’nde ‘Bahar hálá isyancı’ adıyla özel bir gece düzenlenmiş.
Filiz Kutlar, Genco Erkal, Zülfü Livaneli, Deniz Türkali, Cüneyt Türel, Zeynep Tanbay geceyi renklendirecek isimlerden.
Yazının Devamını Oku 
9 Ocak 2005
<B>TSUNAMİ </B>faciasının binbir yüzü var.<br><br>Açlık ve hastalıkla boğuşan insanlar, yardımlar, vaatler. Cimri ülkeler, eli açık ülkeler.
Dramı yüreklerinde hissedenler, umarsamayanlar.
Yazılanlar çizilenler arasında iki kişinin yazdıkları özellikle dikkatimi çekti.
Fransız yazar ve düşünür Jacques Attali ile Amerikalı ekonomist Jeffrey Sachs.
‘Bir yaşlı insan öldüğünde bir kütüphane yok olur...
Bir çocuk öldüğünde hayata veda eden bir okurdur.
Her ikisi öldüğünde ise kaybolan uygarlıktır.’
Bu satırların sahibi Attali.
*
ATTALİ, felaketi yazarken, Güney Asya kıyılarında, Hindistan ve Endonezya adalarında yaşamakta olan, dünyanın en eski uygarlıklarına mensup insanlara değiniyor.
Andaman Adaları’nın yerlileri Negrotos’lar, Jarawa’lar, Nicobarais’ler, Shonpen’ler, Sumatra, Cava, Malezya, Sri Lanka’da yaşayan diğer yerliler...
Bazı adalar haritadan silinmiş.
Binlerce yıllık uygarlıkların tanıkları da onlarla birlikte Hint Okyanusu’nun derinliklerinde.
Lisanlarını, geleneklerini, sanatlarını aktaracak kimse kalmamış.
Attali, yardım kampanyaları başlatanlara uyarıda bulunuyor:
‘Uygarlıkların tümden kaybolmasına izin vermeyin... Ne kurtarabilirseniz kurtarın’
Bu kargaşada, ölmekte olan bir yaşlının ağzından kabilesiyle ilgili efsaneleri kim bir yerlere not edecek?
Kültür kırıntılarını kim muhafaza edecek?
Bir uyarısı daha var Attali’nin.
‘Amazon ormanlarında, Orta Asya’da, Afrika’da yaşayan kabilelerin farklı ‘tsunamiler’ karşısında kaybolmamaları için son dakikayı beklemeyin.’
Kim kulak verecek söylediklerine?
*
DİĞER bir yazar Prof. Jeffrey Sachs’ın dikkat çektiği nokta ise belki daha düşündürücü.
Vaktiyle Dünya Bankası, OECD gibi kurumlara danışmanlık yapmış olan Sachs, dünyanın en önemli ekonomistleri arasında.
İki yıldan beri Columbia Üniversitesi Yeryüzü Enstitüsü’nün direktörü ve Kofi Annan’ın ‘Milenyum Hedefleri’ programının danışmanı.
Sachs’ı Davos’ta dinleme fırsatını bulmuştum.
Zengin ülkeleri yoksullara yeterince yardım etmemekle suçluyordu.
Şimdi okuduğum yazısının başlığı şöyle:
‘Facianın kast sistemi.’
Faciaların hep yoksulları vurduğunu söylüyor.
Ölüm, hastalık zenginle yoksulu ayırt etmez diyebiliriz değil mi?
Oysa deprem, sel, kuraklık, salgınlar bal gibi ayırt ediyor.
*
GEÇTİĞİMİZ yıl Karayipler’i vuran fırtına Haiti’de 2 bin kişiyi götürmüş, ABD’nin güney sahillerinde ise sadece bir elin parmağı kadar kişinin canını almış.
AIDS salgınından en fazla çeken yoksul Afrika.
Zengin ülkeler facia kapıyı çaldığında kesenin ağzını açıyorlar.
2015 yılını kadar dünyadaki yoksulluğu yarı yarıya indirme vaatleri hep havada.
Öyle olduğu için faciaların boyutları büyüyor, yoksulluk katlanıyor.
Kısır bir döngü anlayacağınız.
Peki tsunami bir şeyleri değiştirecek mi?
Sanmıyorum.
Yazının Devamını Oku 
7 Ocak 2005
<B>UFUK Batum</B> CHP’nin <B>‘Bilim, Yönetim, Kültür Platformu’ </B>üyesi.<br><br>Esasında CHP’nin yenilikçi, proje üreten genç yüzü ama kendi gibilerinin parti içerisinde bir ağırlığı yok. Oysa Ufuk Batum örneğinden yola çıkarsak CHP’nin elinde değerlendirebileceği, kulak verebileceği gençler var.
Ne var ki kemikleşmiş yapısı buna elvermiyor.
Ufuk Batum, ‘Bilim, Yönetim, Kültür Platformu’nun üyesi demiştim.
İki yıl öncesine kadar bu platformun başında Kemal Derviş vardı. Artık yok.
Zaten platform da faal değil.
Olağanüstü kurultay öncesi gazeteye ziyaretime gelen Ufuk Batum, ‘Keşke kurultay liderlik yarışının yapılacağı arena yerine CHP’nin kendisine çeki düzen vereceği bir toplantı olsaydı’ diyor.
Peki öyle olsaydı CHP neleri gündeme getirmeliydi?
Batum hazırlıklı, notlarını almış.
Sayıyor.
Kadın Kolları Kurultayı daha sık toplanmalı, aynı şey Gençlik Kolları için de geçerli.
Hazineden alınan yardımın en az yüzde 40’i il, ilçe, belde örgütlerine aktarılmalı.
Partinin tüm gelir ve giderleri şeffaf yöntemlerle kamuoyuna açıklanmalı.
Mesela internet yoluyla.
Batum’un bu söylediklerinden CHP’nin şeffaf olmadığı ortada.
AKP bu konuda bir adım önde.
Gelir ve giderlerine internetten ulaşmak mümkün.
CHP, internetten gerektiği kadar yararlanmayı beceremiyor.
Batum da buna işaret ediyor:
‘Parti yönetimi bilgi teknolojileri kullanımında hemen harekete geçmeli. Halkla, partililerle daha hızlı iletişimi, bilgi akışını yaşama geçirmeli’...
Siz CHP’den internet kanalıyla bilgi alabiliyor musunuz?
Doğrusu ben almıyorum.
Batum’un dikkat çektiği başka bir husus ‘parti içi eğitim’.
Sıfırmış.
CHP’nin parti içi eğitim için oluşturduğu ‘İstanbul Yerel Yönetim Merkezi’ faal değilmiş.
CHP’nin bir sorunu da galiba başlattığı projeleri sonuçlandırmaması.
Batum, ‘Bilim, Yönetim, Kültür Platformu’ için bir Hindistan ve bir Çin raporu hazırlamış.
Çin ve Hindistan önümüzdeki yılların iki devi.
Tekstil ve daha birçok yönden Türkiye için her ikisi önemli.
CHP ne yapmış?
Raporları rafa kaldırmış.
Batum, Hindistan, Çin deneyimlerini ve CHP’ye bakışını geçtiğimiz aylarda piyasaya çıkan ‘Filler Tepişince’de ele almış.
CHP Olağanüstü Kurultayı’ndan önce kitabı okumanızı öneririm.
Ali Atıf Bir’e bir itirazım var
SEVGİLİ Ali Atıf Bir bu haftaki Tempo Dergisi’nde, Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği için ‘Markanız Kim’ kitapçığını kaleme alan Gaye Çevikel’i yazmış.
Çevikel’in marka konusunda kitap yazmak için yeterince donanımlı olmadığını iddia ediyor.
Özetle ‘Çevikel kim, marka gurusu olmak kim’ diyor.
Bir, TGSD’nin TÜSİAD’ı örnek alarak, bir konuda bir kitap hazırlatacaksa en iyi bilim adamına başvurması gerektiğini belirtiyor.
Ali Atıf Bir’in bu yazısına itirazım var.
Hem de birkaç nedenden ötürü.
Bir kere Gaye Çevikel, markası konusunda kendisini kanıtlamış bir isim.
Dünyanın önde gelen tasarımcısı Karim Rachid’in imzasını taşıyan markası Gaia&Gino bir ‘Türk markası’ olarak New York’ta MoMA’nın (Modern Sanat Müzesi) daimi koleksiyonunda sergileniyor.
2 yıllık bir aradan sonra geçenlerde yeniden kapılarını açan MoMA davetlilerine ne armağan etti dersiniz?
Türk markası ‘Gaia&Gino’ bardakları.
Aynı marka önemli tasarım yarışmalarından ‘Design Plus’ın 2005 ödülünü kazanmış.
Demek ki, Gaye Çevikel marka konusunda boş biri asla değil.
Ali Atıf Bir’e bir itirazım da şundan:
İlla uzmanların mı kitap yazmaları gerek?
Hayatın içinden kendi deneyimlerini yazanlar neden ciddiye alınmasınlar?
Örnekleri o kadar fazla ki?
Peynir ekmek gibi satan yemek kitaplarına bakın.
Yazarların çoğu aşçı ya da diyet uzmanı değil.
Sadece deneyimlerinden yola çıkarak iyi bildikleri bir şeyi yazıyorlar.
Kaldı ki, Gaye Çevikel’in amacı marka dersi vermek değil, TGSD üyelerinin kolaylıkla okuyacakları bir kitapçık.
Hem de bir kadın duyarlılığıyla, meseleye pratik açıdan yaklaşarak kaleme alınmış.
Bir şey daha.
‘Marka’nın önemini daha yeni yeni fark ediyoruz.
Ne kadar çok kitap olursa o kadar iyi.
Daha bugün elime geçen Güven Borça’nın ‘Bu Topraklardan Dünya Markası Çıkar mı?’ kitabı da olsun, Gaye Çevikel’in ‘Markanız Kim’ kitabı da.
Tsunami kurbanlarına kimler ne verdi?
DÜNYA Ekonomik Forumu bir e-posta göndermiş.
Tsunami kurbanlarına yardım eden şirketleri sayıyor.
DHL ve TNT yardımı parasız yerine ulaştıran iki şirket.
Fransız telekomünikasyon şirketi Alcatel SA 1 milyon dolar vermiş ve telefon hatlarının tamirini üstlenmiş.
Dow Chemical Co.’nun yardıma katkısı 5 milyon dolar.
Nestle SA, 12 bin kutu gıda yardımı yapmış.
İngiliz telekom şirketi Cable&Wireless PLC Maldiv Adaları’na 1 milyon dolar göndermiş. Ayrıca adaların telekomünikasyon ağlarını tamir edecekmiş.
Yardım edeceğini beyan eden şirketler arasında Wells Fargo, Slovakya petrol şirketi Slovnaft var.
Geçtiğimiz hafta, Pfizer, Coca-Cola, Microsoft, Citigroup, Exxon Mobil’in yardımları konuşuldu.
Doğrusu, listelerde birkaç Türk şirketini de görmek isterdim.
Yazının Devamını Oku 
4 Ocak 2005
<B>TSUNAMİ </B>kurbanlarına devletlerden ve kuruluşlardan yardım vaadi 2 milyar doları geçmiş. Önce 35 milyon dolar vereceğini ilan eden ABD Başkanı George Bush, ‘cimrilikle’ suçlanınca bu meblağı tam 10 katına çıkardı.
Şimdi ABD 350 milyon dolar verecek.
Japonya’nın katkısı 500 milyon dolar AB’nin açıkladığı rakam ise 240 milyon Euro.
Ancak bu nihai rakam değil.
Avrupalı liderler bunun artacağı umudunda.
Peki bizde durum ne?
Kimler ne yapıyor?
Yılbaşı gecesi, yeni yıla iki saat kala Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk arıyor.
Tsunami felaketi üzerine önce Kadıköy’de, üç noktadaki yılbaşı kutlamalarını iptal etmeyi düşündüklerini söylüyor.
‘İptal etmekten vazgeçip kutlamalar sırasında tsunami kurbanlarına yardım toplamaya karar verdik’ diyor.
Özgürlük Parkı, Suadiye Otoparkı ve Kadıköy İskele Meydanı’nda masalar kurulmuş.
Kutlamalara katılanlara, bağışların hangi bankaya yatırılacağına ilişkin bilgi notları dağıtılmış.
Bu işe Kadıköy Belediyesi öncülük etmiş.
Yılbaşı gecesi saat 12.00’de yapılması planlanan havai fişek gösterisini iptal etmiş.
Havai fişek gösterisini üstlenen sponsor şirketlerden bunun parasını yani 3 milyar lirayı ‘tsunami kurbanlarına’ havale etmelerini rica etmiş.
Kadıköy’den ‘tsunami kurbanlarına’ ilk bağış patlamayan havai fişeklerden gelmiş.
Yeni yıla havai fişeksiz giren Kadıköylülerin pişman olduklarını sanmıyorum.
Yılbaşı, bayram bir yana en olmadık zamanlarda gökyüzünü aydınlatan havai fişekleri çoğumuz için zaten ‘sokağa atılmış para’ değil mi?
Türkiye’nin havai fişekleri için yılda kaç para harcadığını tam olarak bilmek mümkün değil.
Arşiv taraması yaparken gözüme 1 trilyon lira gibi bir meblağ ilişti.
Düşünün, 2005 yılı içerisinde yapılacak havai fişek gösterilerinin sadece yarısı yardım için iptal olursa Güney Asya’da yaraların sarılmasına katkımız nasıl katlanabilir.
Kadıköy Belediyesi’niın başlattığı kampanya için açılan hesap numarası şöyle: Vakıflar Bankası Kadıköy Kuyubaşı Şubesi, 2056769.
15-20 gün sürmesi planlanan kampanyada toplanan paralar Kızılay’a verilecek.
Bu arada Fest Travel de bir kampanya başlatmış.
Garanti Bankası, Elmadağ Şubesi 6689259 numaralı hesapta, 14 Ocak gününe kadar toplanan paralar Unicef’e aktarılacakmış.
Duyurulur...
2005’te en çok Avrupa İklim Borsası konuşulacak
TSUNAMİ felaketi, nicedir kafaları kurcalayan soruyu, ‘dünya nereye gidiyor’ sorusunu akla getirdi.
Pasifik’teki nükleer denemelerin felaketi körüklemiş olabileceği iddialarının ortalıkta dolaştığını da unutmayın.
İnsanoğlunun çevreyi tahrip etmesi, doğanın dengesini bozması daha nelere mal olacak kimbilir?
Ancak şimdi vereceğim haberi çevre için umut verici bir gelişme olarak not edin.
2005 yılının ilk günlerinden itibaren Avrupa’daki 12 bin sanayi kuruluşu artık istedikleri gibi atmosfere karbondioksit bırakamayacaklar.
Avrupa Birliği’nin Kyoto İklim Protokolü’ne uygun hazırladığı yeni yönetmelik yürürlüğe giriyor.
Şubat ayında ise bir ‘Avrupa İklim Borsası’ devreye giriyor.
Peki bu nasıl bir borsa?
Hollandalı Peter Koster tarafından kurulmuş.
‘Avrupa İklim Borsası’nda sera etkisine yol açan gazlar ticareti yapılacak.
Karmaşık görünen konuyu şöyle açıyorum.
AB’nin yeni yönetmeliği, özellikle enerji, çelik, kağıt, çimento sanayilerine sınırlamalar getiriyor.
Dediğim gibi atmosferi kirleten gazlar sıkı kontrol altında. Kotalar söz konusu.
‘İklim Borsası’ ise gazlarla ilgili kota limitini doldurmayan şirketlerin, limiti aşan şirketlere haklarını satmalarına olanak sağlıyor.
Borsayı kuran Peter Koster’e göre, Avrupa bu sera gazı borsasıyla tüm dünyaya örnek olacakmış.
Ekonominin yalanları
JOHN Kenneth Galbraight neredeyse 100 yaşına merdiven dayamış ünlü Amerikalı ekonomist.
Piyasaya çıkan son kitabının adı ‘Ekonominin Yalanları’.
Galbraight, bu 100 sayfalık kitabında ekonominin bilinen tüm kavramlarını yerden yere vuruyor.
Meselá ‘piyasa ekonomisi’.
‘Kapitalizm’in çağrıştırdığı kötü şeyler nedeniyle ‘piyasa ekonomisi’nin kullanıldığını iddia ediyor Galbraight.
‘Piyasa ekonomisinin içi boştur, sahtedir. Sadece geçmişi korumak için uydurulmuştur’ diyor.
Yine ünlü ekonomiste göre, ABD’nin her şeyin rekabet ve piyasa ile halledilebileceği inancı da tamamıyla yanlış.
Bir de Amerikan Merkez Bankası’nın bir işe yaramadığını iddia ediyor.
Alan Greenspan’ın acaba Galbraight’a vereceği cevabı var mı?
Yazının Devamını Oku 
2 Ocak 2005
Kimilerinin ‘Amerika’nın en zeki kadını’ diye tanımladıkları Sontag bir sürü şeydi esasında. Yazar, felsefeci, eleştirmen, feminist, film ve tiyatro yönetmeni. İnsan hakları savunucusu ve savaş karşıtı... 1960’lı yıllarda Vietnam, 80’li yıllarda Bosna ve nihayet Irak Savaşı... Sontag’ın sesi hep gür çıktı.
GERİDE bıraktığımız 2004 yılı kimleri aldı götürdü?
Liste uzun.
Oğuz Aral, Antonio Gades, Françoise Sagan, Jacques Derrida, Arafat, Reagan, Ray Charles aklımda kalmış bazı isimler.
Yeni yıla birkaç gün kala ise bu kez Amerikalı yazar Susan Sontag’ın vedası.
Sontag, otuz yılda üç kez kanserle mücadele etmiş, üçüncüsünde yenilmişti.
İlk kez göğüs kanserine yakalandığında 43 yaşındaydı.
Kan kanseri ise 70 yaşlarında kapısını vurmuştu.
Geçen ilkbahar aylarında geçirdiği ilik nakli ameliyatından umutluydu.
‘Bu ameliyatlar yüzde 20 oranında başarılı. Yüzde 20’lere birilerinin dahil olması gerek değil mi ya?’
Ne ki, yaşama arzusuna yüzde 20’lik piyango vurmadı.
*
SUSAN Sontag ile ilk tanışmam Ben Vesaire kitabıyla oldu.
Kimilerinin ‘Amerika’nın en zeki kadını’ diye tanımladıkları Sontag bir sürü şeydi esasında.
Yazar, felsefeci, eleştirmen, feminist, film ve tiyatro yönetmeni.
İnsan hakları savunucusu ve savaş karşıtı.
1960’lı yıllarda Vietnam, 80’li yıllarda Bosna ve nihayet Irak Savaşı...
Sontag’ın sesi hep gür çıktı.
PEN (Yazarlar Derneği) Başkanı iken cezaevindeki yazarlar için kampanyalar başlatmıştı.
Ayetullah Humeyni, Şeytan Ayetleri’nin yazarı Salman Rüşdi için ölüm fetvası verdiğinde, edebiyat dünyasını hareketlendiren elebaşı Sontag olmuştu.
*
KİMSE, hiçbir şey gözünü korkutamazdı.
Bosna Savaşı sırasında uzun süre Saraybosna’da kalmıştı.
1993 yazında şehir kuşatma altında iken Beckett’in ‘Godot’u Beklerken’ oyununu sahneye koymuştu.
Savaş sırasında Bosna’ya giden nadir Amerikalı aydınlardan biriydi.
11 Eylül saldırısından hemen sonra New Yorker Dergisi’nde Bush yönetimini kıyasıya eleştirmek cesaretini göstermişti.
Amerikan halkının yönetim etrafında sıkıca kenetlendiği günlerdi.
Susan Sontag ‘anti-Amerikancı’ damgasını yemişti.
Ne gam...
*
SARTRE, ‘Aydın, düşünen ve düşündüğü şeyi her fırsatta söyleyen adamdır’ dememiş miydi?
Irak işgali...
Amerikalı askerlerin Ebu Garib Cezaevi’nde Iraklı askerlere işkence yaptıklarını gösteren fotoğraflar...
Susan Sontag’ın sivri kaleminden nasiplerini aldılar.
Yalnız kalemiyle değil konuşmalarında da Bush yönetimini sürekli eleştirdi.
Barış Ödülü’nü aldığı 2003 Frankfurt Kitap Fuarı’nda Bush için ‘Uygarlığın tek savunucusu olduğunu sanıyor. Tanrı yanında iken hiçbir şeyin kötü gitmeyeceğine inanıyor’ diyordu.
Yazık ki, Bush seçimleri kazandı ve koltuğunda kaldı.
Meydanı ona bırakan ve giden Susan Sontag oldu.
Yazının Devamını Oku 
31 Aralık 2004
<B>2004</B> yılının son yazısını dünyaya <B>‘altın’ </B>penceresinden bakan birine ayırmaya ne dersiniz? İmam Altınbaş, kuyumculuk sektörünün önde gelen isimlerinden Altınbaş Holding’in İcra Komitesi Başkanı.
Gaziantepli Altınbaş ailesinin kurduğu şirketin ikinci nesil patronlarından.
Onunla, önümüzdeki yıllarda Türk ekonomisinde ağırlığı giderek artacak olan kuyumculuk ve altın takı sektörünü konuşuyoruz.
Yılbaşı, hediye, takıyı çağrıştırdığı için ‘altın’ meselesi günün anlam ve önemine uygun.
Üstelik tam da bugünlerde, İngilizce yayınlanan Turkey Investor Dergisi son sayısında bir ‘altın’ dosyası hazırlamış.
Dosyada yer alan yazıların birinde, Dünya Altın Konseyi’nin Türkiye Başkanı Murat Akman, Türkiye’nin şimdiye kadar yaklaşık 300 milyon parça takı ihraç ettiğini söylüyor.
Yani şu anda dünyada 300 milyon kişinin üzerinde ‘Made in Turkey’ takı var.
İtalya’dan sonra altın takı ihracatında 2. sıradayız.
Yalnız İtalya ile Türkiye arasındaki uçurum hayli büyük.
İtalya 4.5 milyar dolarlık takı ihraç ederken, bizim ihracatımız 800 milyon dolar civarında.
Ancak İmam Altınbaş ‘Bayrağı İtalya’nın elinden alacağız’ diyor. Başbakan Erdoğan da, geçtiğimiz aylarda düzenlenen kuyumculuk fuarında hedefi ortaya koymuş:
‘Türkiye’nin hedefi 5 milyar dolarlık takı ihracatı olmalı.’
İmam Altınbaş, hedefe kilitlendiğimiz takdirde bunun beş yılda mümkün olabileceği görüşünde.
Zaten kendisi ve dolayısıyla Altınbaş Kuyumculuk hedefe kilitlenmiş vaziyette.
12 bin metrekareye Türkiye’nin en büyük altın fabrikasını kurmuş.
Marka ve tasarıma inanmış.
Cağaloğlu’ndaki binasında, Marka Yönetim Merkezi oluşturmuş.
Bugün, Altınbaş ürünleri, Türkiye’de ve dünyada ‘franchise’ sistemiyle 3 bin noktada satılıyor.
Avrupa’dan ABD’ye, Rusya’dan Kuzey Afrika’ya 35 ülkeye ihraç ediliyor.
HİNDİSTAN’DA ÜRETİM
Aynı zamanda, Altınbaş’ın bazı tasarımları İtalya, Güney Kore ve Hindistan’da üretiliyor.
Neden İtalya, neden Hindistan ve neden Güney Kore?
Hindistan tahmin edebileceğiniz gibi el işçiliğinin ucuz olması nedeniyle cazip.
İtalya ve Güney Kore ise teknolojik üstünlüğe sahip.
Bu arada İmam Altınbaş’ın bizzat kendisi İtalya’yı sıkı takibe almış.
Ünlü kuyumcu Bulgari nasıl bir dünya markası olmuş diye incelemiş.
‘Bulgari halka açık bir şirket. Cirosu 780 milyon dolar. Aksesuvar, parfüm de üretiyor. Cirosunun yüzde 41’i mücevherattan. Bunun da karşılığı 30 ton altın eder’ diyor.
30 ton altın Altınbaş’ın da yıllık üretimi.
Terazinin bir kefesinde dünya markası Bulgari, diğerinde Türk markası Altınbaş.
Ama İmam Altınbaş diyor ki: ‘İtalyanlar demir yorgunu. Biz bu sektörde daha genç ve dinamiğiz. Üstelik başka rakibimiz de yok. İtalyanları yendik mi dünya piyasası elimizde...’
2004 yılına böylesine umut dolu sözlerle veda etmek ne güzel.
2005’in ‘altın yılı’ olması dileğiyle mutlu yıllar.
2004’e Fazıl Say ile veda etmek
2005’e iki kala, Akbank Kültür Sanat Merkezi’nin Beyoğlu’ndaki binasında Fazıl Say’ı dinledik.
Beethoven, Mozart’ın yanı sıra kendi bestelerini de çalan Say her zamanki gibi formundaydı.
Akbank’taki Yılbaşı Özel Konseri’yle 2004’ü kapatan Say, 2005’e hızlı başlıyor.
Yurtdışına ilk turnesi 7 Ocak’ta.
Başlangıç noktası ise Kanarya Adaları.
Çin’e kotaların kalkmasının bir bedeli de işçi çocuklara
YARINDAN, yani 1 Ocak 2005’ten itibaren tekstil kotaları kalkıyor.
Avrupa basını buna ‘big bang’ diyor.
Nasıl demesin?
169 milyar dolarlık global tekstil piyasasıyla 226 milyar dolarlık hazır giyim piyasasında kurallar altüst oluyor.
Çin yıllardır bu anı bekliyor.
Ürettiği mallar Dünya Ticaret Örgütü’nün 148 üyesine doğru ‘akacak’.
OECD’nin önde gelen ekonomistlerinden Denis Audet’nin dediği gibi ‘kotaların kalkmasına karar verildiğinde kimse Çin’in böylesine hızlı kalkınacağını tahmin etmiyordu’.
Çin’le birlikte ‘korkutan’ bir başka ülke de Hindistan.
Hindistan 2010 yılına kadar ihracatını tam dört katına çıkarmayı hedeflemiş.
Tekstil şirketleri iki yılda fabrika ve makineye 700 milyon dolar yatırmış. ABD tekstilde güçlü olduğu bazı kalemleri elden bırakmama telaşında.
Avrupa ise tasarım ve lüks tüketim mallarına sığınmış.
OECD verilerine göre, gelişmiş ülkelerde tekstil sanayiide işlerini kaybedenlerin sayısı 4 milyon.
Böylesine kıyasıya bir mücadelede madalyonun bir de başka yüzü var.
İşçi çocuklar...
Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’te tekstil sektöründe çalışan çocuklar.
Rekabetin kızıştığı bir ortamda mutlaka onların sırtına daha fazla yük binecek, mutlaka küçücük bedenleri daha çok hırpalanacak.
Yıllar önce bir Hindistan gezisinde tanık olmuştum.
Yarı çıplak küçücük çocuklar, kimyasal boyaların olduğu büyük tanklara kumaşları batırıp çıkarıyordı.
Kotaların kalkmasının en büyük bedelini de onlar ödeyecek ne yazık ki...
Yazının Devamını Oku 
28 Aralık 2004
<B>BEYOĞLU </B>Belediye Başkanı <B>Ahmet Misbah Demircan</B> STK’larla birlikte çalışmaya oldukça gönüllü. Demircan, geçen hafta Beyoğlu’nda faaliyet gösteren yaklaşık 300 sivil toplum kuruluşunun temsilcisiyle buluşuyor.
Sonuna kadar izleyemediğim toplantıya Vitali Hakko’dan, Gülriz Sururi’ye kadar pek çok ünlü katılıyor.
Beyoğlu Belediye Başkanı’nın amacı STK temsilcilerini dinlemek, sorunlarına çözüm getirmek.
İlk müjdeyi veriyor.
STK’larla çalışmaların koordine edileceği bir merkezin oluşturulması.
Bunun için bir bina tahsis edilmiş.
Binada ayrıca bir AB birimi olacak.
Zira Beyoğlu Belediyesi, AB fonlarından yararlanmaya kararlı.
İlk aşamada 270 bin Euro’luk iki proje söz konusu.
Her ikisi de, Beyoğlu’nun en önemli sorunu olan sokak çocukları ve işsiz gençlerle ilgili.
Projenin biri Çağdaş Eğitim Vakfı ile ortaklaşa yürütülüyor.
Tarlabaşı’ndaki metruk binalar onarılacak ve 13 ile 20 yaşları arasındaki gençlere unutulmaya yüz tutan Türk el sanatları öğretilecek.
İkinci projenin ortağı ise Boğaziçi Üniversitesi.
Bu da işsiz gençlere yönelik.
Beyoğlu Belediyesi Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı ile de yine AB fonlarına yönelik üçüncü bir projenin çalışmalarını yapıyor.
Beyoğlu Belediye Başkanı Demircan’ın STK’larla özellikle AB fonları konusunda işbirliği yapma heyecanı çok güzel.
Ancak ben yeterince sevinemiyorum.
Nedenine gelince...
Bundan tam bir yıl önce yani 19 Aralık 2003’te bu köşede yazmış olduğum bir yazı var.
Başlığı şöyle: ‘Hacıhüsrevli Romanları AB sürecine dahil etmek’.
Kadir Topbaş tam bir yıl önce buluştuğumuzda, Hacıhüsrevli Romanları topluma entegre etmek için müthiş bir projeden söz etmişti.
AB fonlarının desteğiyle, Romanlar için bir konservatuvar, el becerilerini geliştirmek için atölyelerin kurulacağını söylemişti.
‘Romanları topluma kazandırmayı amaçlıyoruz’ demişti Topbaş.
AVRUPA KONSEYİ KARARI
Romanlar, Avrupa Birliği’nin öncelikli konuları arasında olduğundan proje oldukça ilginç gelmişti.
(Avrupa Konseyi’nin 1993 yılında almış olduğu tavsiye niteliğindeki kararında, Avrupa’nın kültürel çeşitliliğine katkıda bulunmuş olan Romanların yaşadıkları ülkelerde durumlarının düzeltilmesi gerektiği vurgulanıyor).
Peki Kadir Topbaş’ın bu projesi ne oldu?
Bir yıldır hiçbir ses yok bu konuda. Sordum.
Beyoğlu Belediyesi’nin bir girişimi yokmuş Hacıhüsrevli Romanlarla ilgili.
Diyeceğim şu, proje üretmek iyi de gerçekleştirmek önemli.
İstanbul hayaldi, şimdi Budapeşte’ye gidiyor
GEÇEN cuma günü TED İstanbul Koleji’ndeki töreni kaçırdım.
Gitseydim eğer, Van’ın Muradiye kazasından İstanbul’a gelen, TED İstanbul Koleji’nde okurken okulun resim yarışmasında birinci gelerek Budapeşte’ye davet edilen Canan Ceyhaner ile tanışmak isterdim.
Siirt’ten Esma’yı, Urfa’dan Huriye’yi, yine Siirt’ten Kader’i, Batman’dan Şükran ile Eylem’i, Van’dan Canan’ı ile Fatma’yı ve Bolu’dan İrem’i keman çalarken dinlemeyi isterdim.
Törene gidemedim ama Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in de katıldığı törende nasıl duygulu anlar yaşandığını gidenlerden duydum...
1.5 yıl önce çoğunluğu Türkiye’nin bir diğer ucundan gelen kız öğrenciler öylesine umut verici gelişmeler kaydetmiş ki, Eğitim Bakanı Çelik tümünü Ankara’ya davet etmekten alıkoyamamış kendisini.
Canan Ceyhaner şubat ayında Budapeşte’ye gidiyor.
TED İstanbul Koleji’nin Macaristan’daki kardeş okulu Nemetvölgyi Altalanus’un davetlisi.
İki yıl öncesine kadar İstanbul bile hayal iken Canan şimdi Avrupa yolcusu.
Avrupa Birliği’nin yeni üyesi Macaristan’da yeni deneyimlere yelken açacak.
Yukarıda saydığım diğer kız öğrenciler ise müzik dünyasına adım atmışlar.
Onların hayatlarını değiştiren, Turkcell’in Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’yle yürüttüğü ‘Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları’ projesi.
Proje kapsamında okuyan 5 bin kızın çoğu artık üniversiteli.
Bir de TED Koleji’nin burs verdiği bu 26 kız öğrenci var.
Öğrencileri bizzat TED’in öğretmenleri sınavla seçmişti.
İl il dolaşarak, 250 kız öğrenci arasından İstanbul’da okuyacak olanları belirlemişlerdi.
Yazının Devamını Oku 
26 Aralık 2004
Malbrunot, meslektaşı Chesnot ve Suriyeli şoförleri, dört ay boyunca, gözleri ve elleri bağlı bir sığınaktan diğerine sürüklenmişler. Kimi zaman arabaların bagajında yolculuk etmişler. Ama her şeye rağmen gazeteciliği elden bırakmamışlar. Başlarına dikilen silahlı adamlara en olmadık soruları sormuşlar. İslamcı teröristlerle rehineler arasındaki diyaloglar neredeyse traji-komik boyutlarda. Amerikan seçimleri bile var işin içinde...
FRANSA hafta başında büyük bir mutluluk yaşadı.
Irak’ta ağustos ayında kaçırılmış olan Christian Chesnot ile George Malbrunot’nun serbest bırakılmaları herkesi sevince boğdu.
Fransızlar, aylardır tartışmaktan bıkmadıkları Türkiye meselesini bir-iki gün için unutup, Chesnot ile Malbrunot’nun tutsaklık hikayelerine kaptırdılar kendilerini...
Dile kolay..
İki gazeteci tam 124 gün İslam Ordusu’nun elinde kalmıştı.
*
BURADA küçük bir hatırlatma.
Ortadoğu’da çalışan gazetecilerin bu kaçırılma çilesi hiç bitmez.
Gazeteciliğe başladığım 1980’li yıllarda, Lübnan iç savaşı sırasında kaçırılmış olan Associated Press muhabiri Terry Anderson’ın rehineliği tam yedi yıl sürmüştü.
İki Fransız rehineye dönersek, Irak’ta bu kadar kişi kaçırılıp, öldürülürken Chesnot ile Malbrunot’nun sağ salim ülkelerine dönmeleri gerçekten müthiş bir olay.
Fransız gizli servisinin, İslam Ordusu’yla rehineleri bırakması için nasıl bir pazarlık yaptığının ayrıntıları henüz basına sızmış değil.
Ama kaçırılanların neler yaşadıkları tefrika halinde Le Figaro Gazetesi’nde.
*
LE Figaro’nun muhabiri olan George Malbrunot, neredeyse 124 günü özetlemiş.
Malbrunot, meslektaşı Chesnot ve Suriyeli şoförleriyle birlikte dört ay boyunca, gözleri ve elleri bağlı bir sığınaktan diğerine sürüklenmişler.
Kimi zaman arabaların bagajında yolculuk etmişler.
Anlattıklarına bakılırsa, nereye giderse gitsin, hangi deliğe tıkılırsa tıkılsın Malbrunot gazeteciliği elden bırakmamış.
Başlarına dikilen silahlı adamlara en olmadık soruları sormuş.
İslamcı teröristlerle rehineler arasındaki diyaloglar neredeyse traji-komik boyutlarda.
Gazetecilerin ellerinden dizüstü bilgisayarlarını ve cep telefonlarını alan İslam Ordusu militanları daha sonra iki rehineye bunların parasını ödemeye kalkıyor.
‘Size bunların bedelini ödeyip sonra öldüreceğiz’...
*
MALBRUNOT bir gün hastalanıyor.
Doktor çağrılmasını istiyor.
Militanlardan biri ‘Ben doktorum’ diyor.
Gerçekten gerekli ilaçları bulup, rehineyi tedavi ediyor.
Fransız gazetecileri rehin alanların referansları Usame bin Ladin.
Malbrunot ‘Sanki Usame bin Ladin’in dünyasında yaşıyorduk. Etrafımızdakilerin çoğu Afganistan’daki kamplarda bulunmuştu’ diye anlatıyor.
Ne ki, karşısındakiler İslamcı da olsa Malbrunot iletişim kurmanın yollarını buluyor.
Kadın-kız meseleleri bile konuşuluyor.
Afganistan’da savaşmış olan bir militan, dört karısı olduğunu anlatıyor.
‘Hepsini mutlu ediyorum. Birine yüz dolar verdiğimde, diğerlerine de yüzer dolar veriyorum!’...
Malbrunot’ya göre, hepsinin cüzdanları dolar dolu.
*
AMERİKAN seçimlerinden önce Malbrunot, militanlardan birine soruyor:
‘Kimi destekliyorsun? Kerry’yi mi? Yoksa Bush mu?’
Aldığı cevap şöyle:
‘Biz Bush’u istiyoruz. Çünkü Bush kazandığı takdirde Amerikalı askerler Irak’ta kalır. Bu da örgütün gelişmesine, yayılmasına yarar. Zaten Bush’un Afganistan’a müdahalesi de işimize yaradı. Dünyanın dört bir yanına yayıldık. Şimdi altmış ülkede varlık gösteriyoruz. Hedef Endülüs’ten Çin sınırına kadar bir halifelik...’
Buyrun...
Bu sözler Bush ile İslamcı militanların birbirlerini nasıl beslediklerinin kanıtı değilse ne?
Yazının Devamını Oku 