21 Kasım 2004
Bir-iki yıl önce bir <B>Mapuche </B>ailesi, <B>Benetton</B> ailesine ait toprakların 300 hektarlık bir bölümünde çiftçilik yapmaya kalkışınca bütün dikkatler Patagonya’ya çevriliyor. Çiftçiler polis zoruyla Benetton’un topraklarından atılıyor. Taraflar mahkemelik oluyor. Bir yanda koskocaman bir şirket, diğer yanda hayatını çiftçilikle kazanan Mapuche yerlileri.
MOTOSİKLET Günlüğü’nde, Ernesto Guevara ile Alberto Granado’nun yolculuklarında rastladıkları yerli köylüleri hatırlayın.
Latin Amerika’nın yoksulluğu yüzlerindeydi.
Yıl 1952.
23 yaşındaki Che’nin devrimciliğinin tohumlarını atan o çaresiz gözler, yıpranmış ellerdi.
Guevara ile Granado’nun yolculuklarının üzerinden tam 52 yıl geçmiş.
Latin Amerika, devrimler, darbeler, diktatörlükler geçirmiş.
Ekonomik krizler de.
Yalnız bu geçen yıllar boyunca önemli bir değişiklik olmuş.
Che’nin köylüleri, yerlileri dünyaya seslerini duyurmayı öğrenmişler.
Geçen gün Fransız Le Monde Gazetesi’nin tam göbeğinde ‘Patagonyalı Mapuche yerlileri Benetton’a savaş açtı’ başlığını okuyunca bunu düşündüm.
Belki yine yoksullar, belki yine en fazla ezilen onlar ama hiç olmazsa Patagonya’da dahi olsalar seslerini duyabiliyoruz.
Gelelim Le Monde Gazetesi’ndeki hikayeye.
İNGİLİZLERDEN ALINAN TOPRAKLAR
Benetton ailesi, 1991 yılında, Arjantin’in en uç noktası Patagonya’da 80 milyon dolar verip 900 bin hektarlık bir alanı satın alıyor.
Amacı, dünyanın neresine giderseniz gidin satın alabileceğiniz o rengárenk Benetton yün kazakları için koyun yetiştirmek.
Patagonya’daki 280 bin Benetton koyununun bir yılda ürettiği yün miktarı 6 bin ton.
Peki Benetton bu toprakları kimden satın almış?
İngilizlerden.
Topraklar, İngilizlere 19. yüzyılda Arjantin devleti tarafından bahşedilmiş.
Tam 13 bin yıldan beri Patagonya topraklarında yaşayan Mapuche yerlilerine sormadan, danışmadan kimbilir ne karşılığında İngilizlere verilmiş.
Yani Benetton’un satın almış olduğu topraklar Arjantinlilerin gözünde zaten bir adaletsizliğin sembolü.
Her neyse hikaye daha bitmiyor.
Bir-iki yıl önce bir Mapuche ailesi, Benetton ailesine ait toprakların 300 hektarlık bir bölümünde çiftçilik yapmaya kalkışınca bütün dikkatler Patagonya’ya çevriliyor.
Çiftçiler polis zoruyla Benetton’un topraklarından atılıyor.
Taraflar mahkemelik oluyor.
NOBEL ÖDÜLLÜ ARABULUCU
Elbette, Arjantin halkı ve özellikle Patagonyalılar ‘yeni sömürgeci’ gözüyle baktıkları Benetton’a karşı.
Ne var ki mahkeme Benetton’a hak veriyor.
Bir yanda koskocaman bir şirket, diğer yanda hayatını çiftçilikle kazanan Mapuche yerlileri.
300 hektarlık bir toprak için Benetton’un imajı hayli sarsılıyor.
Ailenin beyni Luciano Benetton düşünüyor, taşınıyor ve yerlilere 2 bin 500 hektarlık arazi vermeyi öneriyor.
Öneriyi Mapuche yerlilerine götürmesi için Arjantinli Nobel Barış Ödülü sahibi Adolfo Perez Esquivel’i seçiyor.
Yerlilerle ‘barış’ çubuğunu tüttürmek için bulunan arabulucu, bir Nobel ‘Barış’ Ödülü sahibi.
Buluş gerçekten dahiyane...
Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymuyor.
Adolfo Perez Esquivel, ‘Tarih boyunca zaten Mapuche yerlilerine ait olmuş bu topraklar için arabulucu olamam’ diye öneriyi geri çeviriyor.
Benetton, 900 bin hektarlık arazisinden vermeye kıydığı 2 bin 500 hektarla öylece ortada kalıveriyor.
Hikayenin bundan sonrasını merak ediyorum...
Mapuche yerlilerinin Benetton’a direnmeleri nerelere varacak?
Yazının Devamını Oku 
19 Kasım 2004
<B>DÜNKÜ </B>Hürriyet’in ekonomi sayfasından bir haber başlığı: Türkiye yaşam kalitesi liginde 50. sırada. Birkaç sayfa sonra da neredeyse yarım sayfa bir ilan: Avrupa Kalite Büyük Ödülü Kocaeli Sanayi Odası’nın.
Halkı yaşam liginde 50. sırada olan bir ülkede kamu sektöründe bir kuruluş Avrupa’nın en iyisi seçiliyor.
Ne paradoksal bir durum değil mi?
Kocaeli Sanayi Odası’nın kazandığı ‘Avrupa Kalite Büyük Ödülü’ töreni için Berlin’deyiz.
Ödülü veren kurum, Avrupa’da rekabeti güçlendirmek ve kalite yönetimi anlayışını yaygınlaştırmak için 1988 yılında kurulmuş olan EFQM yani Avrupa Kalite Yönetimi Vakfı.
Bizde Kal-Der neyse, Avrupa’da da EFQM o.
EFQM, 1992 yılından beri çeşitli kategorilerde Avrupa kalite ödüllerini veriyor.
Ödüller hem özel sektöre, hem kamu kuruluşlarına gidiyor.
Türkiye ilk kez 1996 yılında Brisa ile büyük ödülü almış.
1996 yılından bu yana da Türk şirketleri ödül için kıyasıya bir yarışta.
Ancak kamu sektörünün de ödül için yarışması ayrıca çok önemli.
Kocaeli Sanayi Odası geliştirdiği özgün yönetim modeliyle 2003 yılında EFQM’in Başarı Ödülü’nü kazanmış.
Bu yıl da Büyük Ödülü almış. Gencecik, çalışkan insanlardan oluşan ekibiyle ödüle hazırlanan Kocaeli Sanayi Odası Genel Sekreteri Hamdi Doğan ilginç şeyler anlatıyor.
EFQM, ödül için başvuranları sıkı bir denetimden geçiriyormuş.
Gelen denetçiler 4 gün boyunca herşeyi sorguluyormuş.
Örneğin, geçen yıl büyük ödülü kaçırmalarının nedeni bir küllük ve bir kasa yüzünden.
Denetçiler, bilgiler içeren CD’lerin saklandığı kasayı ‘yangına dayanıklı’ olmadığı gerekçesiyle beğenmemişler.
Kasanın yanında bir küllük olması da puanı kıran başka bir neden.
Düşünün ki, denetçiler kasanın Gaziantep’teki imalatçasına kasanın yangına dayanıklı olup olmadığını sormuşlar.
Genel Sekreter Hamdi Doğan bu yılki denetimden önce kasayla ilgili ne yapmış dersiniz?
Bankadan bir kasa kiralayıp CD’leri oraya kilitlemiş.
Peki EFQM ödüllerini iki yıl üst üste kazanan Kocaeli Sanayi Odası başarılı yönetim modelini kimlerle paylaşıyor?
Hamdi Doğan’nın anlattığına göre, Kocaeli Defterdarlığı, Emniyet Müdürlüğü, Sağlık Müdürlüğü odanın verdiği eğitimden yararlanmış.
Müftüden bizzat talep gelince Kocaeli Sanayi Odası mütfülüğe de bu hizmeti sunmuş.
Kocaeli Müftülüğü’nün yönetim standartlarını iyileştirmek istemesi ne kadar güzelse, bu hizmeti bir kamu kuruluşundan almış olması o kadar güzel.
655 futbol sahası kadar atık değerlenmiş
HAMDİ Doğan ile sohbette Kocaeli Sanayi Odası’nın başlatmış olduğu ‘atık borsası’yla ilgili ilginç rakamlar ortaya çıkıyor.
Kocaeli Sanayi Odası Genel Sekreteri ‘atık borsası’ modelini ABD’de görüp uygulamaya karar vermiş.
Doğrusu, yeryüzünü en fazla kirleten ABD’nin atıkları değerlendirmede model olabileceği hiç aklıma gelmezdi ama bu ayrı konu.
Oda ‘atık borsasını’ 1998 yılında kurmuş.
Bu ne biçim bir borsa derseniz şöyle izah edebilirim.
Diyelim, Kocaeli sanayi bölgesinde yan yana iki fabrika var.
Birinin sanayi atığı demir klorür.
Nereye atacağını bilemiyor.
Tam yanındaki fabrikanın ise arıtma tesisinde demir klorüre ihtiyacı var.
İşte ‘atık borsası’ bu noktada devreye giriyor ve iki fabrikayı buluşturuyor.
Kocaeli Sanayi Odası’nın oluşturduğu ‘atık borsası’ 1998 yılından bu yana 11 milyon tonluk atığı değerlendirmiş.
Bunun cirosu 2.6 trilyon lira ediyor.
Bir nokta daha.
Bu atıklar borsada işlem görmeselerdi, bunları depolamak için 2.5 metre yüksekliğinde 655 futbol sahasına denk gelen bir alan gerekecekti.
Türkiye, Avrupa’nın kalite şampiyonu
SIEMENS’in kalite müdürlerinden Celal Seçkin ile Berlin’de karşılaştık.
Seçkin, Siemens kadrosundan, dört yıl boyunca Brüksel’de EFQM’de Kalite Ödülü yöneticisi olarak hizmet vermiş.
Berlin’deki ödül töreninden sonra yeniden İstanbul’a dönüyor.
Verdiği bilgiye göre, EFQM ödülü için finalistler, başarı ve büyük ödül toplandığında Türkiye birinci sırada geliyor.
İngiltere ise ikinci sırada. Türkiye bir anlamda Avrupa’nın kalite şampiyonu.
Celal Seçkin’e göre, önümüzdeki yıllarda Türkiye’den başvurular daha da çok artacak.
Türkiye’nin bu başarısını EFQM’in önde gelen yöneticilerinden de bizzat duyduk.
Peki bu başarının arkasında ne var?
Celal Seçkin, ‘Kal-Der’in bunda önemli bir payı var. 1992 yılından beri EFQM ile sıkı bir işbirliği içersinde’ diyor.
Bunun yanısıra Avrupa Birliği de inanılmaz bir motivasyon kazandırmış.
Dolayısıyla rekabet ve kendini kanıtlama isteği de artmış. Seçkin, Türkiye’nin kalitedeki başarıda AB’ye yeni üye ülkelerin çok önünde olduğu kanısında.
‘Hele, Türkiye’yi Romanya ve Bulgaristan ile asla karşılaştırmam’ diyor.
Her şey güzel de bir de yaşam katilesini arttırmayı becerebilsek.
Dünyanın yüzde 63’ü liderlere güvenmiyor
DÜNYA Ekonomik Forumu, Gallup ile birlikte siyasi liderlere güveni ölçen yeni bir araştırma yaptırmış.
1.2 milyar insanı temsilen, 60 ülkede 50 bin kişiyle konuşulmuş.
Sonuç çarpıcı.
Dünya halklarının yüzde 63’ü liderleri ‘dürüst değil’ diye tanımlamış.
Bu oran kıtalara göre de farklılıklar gösteriyor.
Batı Avrupa’da yüzde 46 iken, Latin Amerika’da yüzde 87’ye fırlıyor.
Araştırma, işadamlarına güvenin daha fazla olduğunu ortaya koyuyor.
İş dünyası liderlerine güvenmeyen, onları dürüst olmamakla suçlayan ülkeler arasında Almanya birinci sırada.
Yazının Devamını Oku 
19 Kasım 2004
DÜNKÜ Hürriyet’in ekonomi sayfasından bir haber başlığı: Türkiye yaşam kalitesi liginde 50. sırada.Birkaç sayfa sonra da neredeyse yarım sayfa bir ilan: Avrupa Kalite Büyük Ödülü Kocaeli Sanayi Odası’nın.Halkı yaşam liginde 50. sırada olan bir ülkede kamu sektöründe bir kuruluş Avrupa’nın en iyisi seçiliyor.Ne paradoksal bir durum değil mi?Kocaeli Sanayi Odası’nın kazandığı ‘Avrupa Kalite Büyük Ödülü’ töreni için Berlin’deyiz.Ödülü veren kurum, Avrupa’da rekabeti güçlendirmek ve kalite yönetimi anlayışını yaygınlaştırmak için 1988 yılında kurulmuş olan EFQM yani Avrupa Kalite Yönetimi Vakfı.Bizde Kal-Der neyse, Avrupa’da da EFQM o.EFQM, 1992 yılından beri çeşitli kategorilerde Avrupa kalite ödüllerini veriyor.Ödüller hem özel sektöre, hem kamu kuruluşlarına gidiyor.Türkiye ilk kez 1996 yılında Brisa ile büyük ödülü almış.1996 yılından bu yana da Türk şirketleri ödül için kıyasıya bir yarışta.Ancak kamu sektörünün de ödül için yarışması ayrıca çok önemli.Kocaeli Sanayi Odası geliştirdiği özgün yönetim modeliyle 2003 yılında EFQM’in Başarı Ödülü’nü kazanmış.Bu yıl da Büyük Ödülü almış. Gencecik, çalışkan insanlardan oluşan ekibiyle ödüle hazırlanan Kocaeli Sanayi Odası Genel Sekreteri Hamdi Doğan ilginç şeyler anlatıyor.EFQM, ödül için başvuranları sıkı bir denetimden geçiriyormuş.Gelen denetçiler 4 gün boyunca herşeyi sorguluyormuş.Örneğin, geçen yıl büyük ödülü kaçırmalarının nedeni bir küllük ve bir kasa yüzünden.Denetçiler, bilgiler içeren CD’lerin saklandığı kasayı ‘yangına dayanıklı’ olmadığı gerekçesiyle beğenmemişler.Kasanın yanında bir küllük olması da puanı kıran başka bir neden.Düşünün ki, denetçiler kasanın Gaziantep’teki imalatçasına kasanın yangına dayanıklı olup olmadığını sormuşlar.Genel Sekreter Hamdi Doğan bu yılki denetimden önce kasayla ilgili ne yapmış dersiniz?Bankadan bir kasa kiralayıp CD’leri oraya kilitlemiş.Peki EFQM ödüllerini iki yıl üst üste kazanan Kocaeli Sanayi Odası başarılı yönetim modelini kimlerle paylaşıyor?Hamdi Doğan’nın anlattığına göre, Kocaeli Defterdarlığı, Emniyet Müdürlüğü, Sağlık Müdürlüğü odanın verdiği eğitimden yararlanmış.Müftüden bizzat talep gelince Kocaeli Sanayi Odası mütfülüğe de bu hizmeti sunmuş. Kocaeli Müftülüğü’nün yönetim standartlarını iyileştirmek istemesi ne kadar güzelse, bu hizmeti bir kamu kuruluşundan almış olması o kadar güzel.655 futbol sahası kadar atık değerlenmişHAMDİ Doğan ile sohbette Kocaeli Sanayi Odası’nın başlatmış olduğu ‘atık borsası’yla ilgili ilginç rakamlar ortaya çıkıyor.Kocaeli Sanayi Odası Genel Sekreteri ‘atık borsası’ modelini ABD’de görüp uygulamaya karar vermiş.Doğrusu, yeryüzünü en fazla kirleten ABD’nin atıkları değerlendirmede model olabileceği hiç aklıma gelmezdi ama bu ayrı konu.Oda ‘atık borsasını’ 1998 yılında kurmuş.Bu ne biçim bir borsa derseniz şöyle izah edebilirim.Diyelim, Kocaeli sanayi bölgesinde yan yana iki fabrika var.Birinin sanayi atığı demir klorür.Nereye atacağını bilemiyor.Tam yanındaki fabrikanın ise arıtma tesisinde demir klorüre ihtiyacı var.İşte ‘atık borsası’ bu noktada devreye giriyor ve iki fabrikayı buluşturuyor.Kocaeli Sanayi Odası’nın oluşturduğu ‘atık borsası’ 1998 yılından bu yana 11 milyon tonluk atığı değerlendirmiş.Bunun cirosu 2.6 trilyon lira ediyor.Bir nokta daha.Bu atıklar borsada işlem görmeselerdi, bunları depolamak için 2.5 metre yüksekliğinde 655 futbol sahasına denk gelen bir alan gerekecekti.Türkiye, Avrupa’nın kalite şampiyonuSIEMENS’in kalite müdürlerinden Celal Seçkin ile Berlin’de karşılaştık.Seçkin, Siemens kadrosundan, dört yıl boyunca Brüksel’de EFQM’de Kalite Ödülü yöneticisi olarak hizmet vermiş.Berlin’deki ödül töreninden sonra yeniden İstanbul’a dönüyor.Verdiği bilgiye göre, EFQM ödülü için finalistler, başarı ve büyük ödül toplandığında Türkiye birinci sırada geliyor.İngiltere ise ikinci sırada. Türkiye bir anlamda Avrupa’nın kalite şampiyonu.Celal Seçkin’e göre, önümüzdeki yıllarda Türkiye’den başvurular daha da çok artacak.Türkiye’nin bu başarısını EFQM’in önde gelen yöneticilerinden de bizzat duyduk.Peki bu başarının arkasında ne var?Celal Seçkin, ‘Kal-Der’in bunda önemli bir payı var. 1992 yılından beri EFQM ile sıkı bir işbirliği içersinde’ diyor.Bunun yanısıra Avrupa Birliği de inanılmaz bir motivasyon kazandırmış.Dolayısıyla rekabet ve kendini kanıtlama isteği de artmış. Seçkin, Türkiye’nin kalitedeki başarıda AB’ye yeni üye ülkelerin çok önünde olduğu kanısında.‘Hele, Türkiye’yi Romanya ve Bulgaristan ile asla karşılaştırmam’ diyor.Her şey güzel de bir de yaşam katilesini arttırmayı becerebilsek.Dünyanın yüzde 63’ü liderlere güvenmiyorDÜNYA Ekonomik Forumu, Gallup ile birlikte siyasi liderlere güveni ölçen yeni bir araştırma yaptırmış.1.2 milyar insanı temsilen, 60 ülkede 50 bin kişiyle konuşulmuş.Sonuç çarpıcı.Dünya halklarının yüzde 63’ü liderleri ‘dürüst değil’ diye tanımlamış.Bu oran kıtalara göre de farklılıklar gösteriyor.Batı Avrupa’da yüzde 46 iken, Latin Amerika’da yüzde 87’ye fırlıyor.Araştırma, işadamlarına güvenin daha fazla olduğunu ortaya koyuyor.İş dünyası liderlerine güvenmeyen, onları dürüst olmamakla suçlayan ülkeler arasında Almanya birinci sırada.
button
Yazının Devamını Oku 
16 Kasım 2004
<B>TAM </B>bayram öncesi postadan çıkan <B>Sevim Gökyıldız</B>’ın mektubunu bayramın son günü sizlerle paylaşmak istedim. Daha önce bu köşede yer vermiştim. Sevim Gökyıldız tek başına, ‘Gastronominin kábesi’ Fransa’da Türk Mutfağı’nı tanıtma peşinde.
Tek başına diyorum zira Mutfak Dostları Derneği’nin Başkan Yardımcısı olan Sevim Gökyıldız, herhangi bir kurum ya da kuruluşun sponsorluğu, desteği olmadan bu işi yapıyor.
İki yıldan beri Fransa’da, Annecy’deki Imperial Palace Oteli’nde iki haftalık ‘Türk Gastronomi ve Kültür Festivali’ düzenliyor.
Bu yıl mart ayında aynı festivali yeniden düzenleyecek.
Sevim Gökyıldız gönderdiği mektupta ‘Güçlü ve iyi niyetli sponsor bulursam bu festivali Fransa’nın diğer şehirlerinde düzenleyebilirim’ diyor.
Gökyıldız’ın bu çağrısına başta Kültür ve Turizm Bakanlığı olmak üzere hepimiz kulak vermeliyiz, çünkü Türk Mutfağı Avrupa’da, Amerika’da hiçbir yerde tanınmıyor.
Oysa Türkiye’yi yurtdışında tanıtmak için elimizdeki kozlardan en değerlisi belki de Türk Mutfağı.
Yurtdışında Türk Mutfağı denince akla hemen kebap, döner vesaire geliyor.
Geçenlerde İspanya’nın Valencia şehrini turlarken gözüme ‘Kilim’ diye bir lokanta ilişti.
Tabelaya ayrıca ‘Türk Mutfağı’ ilave edilmişti ve içerde satılan Almanya’dan getirtilmiş olan fabrika üretimi dönerdi.
İspanyollar yedikleri dönerden pek mutlu olsalar da ben mutlu olmadım.
Çünkü tabeladaki ‘Türk Mutfağı’ sözleri beyinlerine kazınmış olacak.
Kanımca, döner ve kebap satılan lokantalara ‘Türk Mutfağı’ tabelasının asılması kesinlikle yasaklanmalı.
Tanıtım açısından zararı faydasından fazla.
Dönerin ve kebabın tek başlarına Türk Mutfağı’nı temsil etmelerine artık son vermeliyiz.
Bu arada, Sevim Gökyıldız’ın festivali düzenlediği otelde İspanya’dan gelen zeytinyağı kullanılıyormuş.
Meselá Tariş sponsorlardan biri olursa Türk zeytinyağını da tanıtmış oluruz.
Fena mı olur?
Bir taşla iki kuş.
İskandinav ülkelerinin laiklik kadın ve sendika merakı
17 Aralık tarihi yaklaştıkça bizde heyecan, Avrupa’da da Türkiye ilgisi artıyor.
Geçenlerde İsveç’in başkenti Stockholm’de yapılan ‘Türkiye Semineri’ işte böyle bir ilginin ifadesi.
‘Türkiye Semineri’ İsveç’in ılımlı sağ partisi Moderate yani Ilımlı Parti’nin vakfı Jarl Hjalmarson tarafından düzenleniyor.
Çoğunlukla İskandinav ülkelerinden siyasilerin, akademisyenlerin ve işadamlarının katıldığı iki günlük seminere Türkiye’den Devlet Bakanı Mehmet Aydın, TBMM AB Uyum Komisyonu Başkanı Yaşar Yakış, yine komisyondan CHP milletvekilleri Algan Hacaloğlu ve Gaye Erbatur davetli.
İsveç’in Ankara Büyükelçisi Anne Dismorr, Arı Grubu’ndan Özgül Erdemli, Rana Birden Güneş ve Nigar Göksel de seminerin katılımcıları arasında.
Peki bu iki günlük seminerde neler konuşuluyor?
Bir kere İskandinav ülkelerinden Türkiye’nin üyeliğine olumlu mesajlar geliyor.
Ancak müzakerelerin zor ve uzun bir zaman dilimine yayılacağı işareti de veriliyor.
Seminerde ele alınan konulardan biri de Türkiye’de laiklik.
Devlet Bakanı Mehmet Aydın, Türkiye’de dine bağlılığın siyasi olmadığını, kültürel gelenekten kaynaklandığını vurguluyor.
Laiklikle birlikte merak edilen iki konu daha var: Kadın hakları ve sendikalaşmanın hangi boyutlarda olduğu.
Avrupa Birliği’nin kadın ve kadın haklarına gösterdiği hassasiyeti biliyorduk.
Nitekim seminere katılan Ilımlı Parti milletvekili Charlotte Cederschiöld, Türkiye’de kız çocukları arasında okuma yazma oranlarının ne zaman yüzde yüze ulaşacağını özellikle soruyor.
Kadın haklarınına ilaveten Stockholm’deki seminerden Avrupa’nın önümüzdeki günlerde sendikalaşma meselesini de gündeme getireceği anlaşılıyor.
Hazırlıklı olalım.
Troya Vakfı kuruldu darısı diğer antik şehirlere
TROYA kazılarının başkanı Profesör Manfred Osman Korfmann nihayet muradına erdi.
Troya Vakfı kuruldu.
Geçen akşam Alman Konsolosluğu’ndaki imza töreninden sonra gazetecilerin sorularını yanıtlayan Profesör Korfmann baktım kendisine ‘Osman Bey’ diye hitap edilmesinden pek mutluydu.
Biliyorsunuz 1988 yılından beri Troya kazılarını sürdüren Profesör Korfmann yaklaşık bir yıl önce Türk vatandaşlığına geçmişti.
Troya kazılarına beş yıl süresince sponsorluk yapacak olan Siemens’ın desteğiyle kurulan Troya Vakfı ne yapacak?
Vakfın üç amacı olacak.
Troya kazılarının korunması.
Bilimsel çalışmaların düzenli olarak sürmesi.
Ve tabii en önemlisi bir Troya Müzesi kurulması.
Troya buluntuları 50 müzeye dağılmış.
Troya’yı ilk ortaya çıkartan Heinrich Schliemann’ın kaçırdığı şu ünlü Troya Hazinesi ise 9 müzede.
Hepsinin bir Troya Müzesi’nde biraraya gelmesi rüya gibi bir şey.
Bu rüyanın ilk adımı atıldı.
Yazının Devamını Oku 
14 Kasım 2004
Raymonda Tavil’in Nablus’taki İsrail işgaline karşı direnişi 1969’da başlamıştı. 1978’de ‘Ülkem, Mahpushanem’ adlı kitabı yazdı. Ömrü boyunca mücadele etti. Kızı Süha ise annesinin tırnağı kadar olamadı. ARAFAT, karısı Süha Tavil ile Paris’in en lüks otellerinden Crillon’da tanışmış.
1989 yılının mayıs ayı.
O dönemde Süha Tavil, Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde öğrenim görüyor.
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) yönetimi ise Arafat’ın bir nevi halkla ilişkilerini yürütecek, Fransızca bilen birinin arayışında.
Süha bu iş için biçilmiş kaftan.
Zaten ailesi de Arafat’a oldukça yakın.
Gazeteci-yazar annesi Raymonda Hava-Tavil, 1970’li yıllarda Filistin direnişinin önemli bir ismi, ablasının kocası İbrahim Suss ise FKÖ’nün Paris temsilcisi.
Süha Tavil, Ramallah’taki çocukluğunu, gençliğini Arafat mitiyle geçirmiş.
Dolayısıyla kendisine yapılan öneriye gözü kapalı ‘evet’ deyip, FKÖ lideriyle birlikte o yıllarda sürgünde yaşadığı Tunus’un yolunu tutuyor.
Tunus’ta Arafat ile Süha arasındaki ilişki aşka dönüşüyor.
O zamana dek ‘Tek eşim var, o da Filistin’ diyen adam yelkenleri suya indiriyor ve 1990 yılında genç kadınla evleniyor.
Arafat 60 yaşlarında, Süha ise yirmilerinde.
Arafat, Oslo Barış Anlaşması’ndan sonra 1994 yılında Filistin’e döndüğünde Süha yanında.
Kızları Zehva da bir yıl sonra doğuyor.
4 YIL FİLİSTİN’E UĞRAMIYOR
Süha Arafat, 2000 yılına kadar Gazze’de kalıyor sonra günün birinde kızıyla sık sık yolculuk yaptığı Paris’e temelli yerleşiyor.
Dört yıl boyunca Filistin’e hiç uğramıyor...
Ta ki 28 Ekim günü Ramallah’ta ağır hasta kocasının yanına çağrılıncaya kadar.
Arafat, Paris’te hastaneye kaldırıldıktan sonra Süha Arafat’ın sesi nihayet duyuluyor: ‘Kocamı diri diri gömmek istiyorlar.’
Belli ki, Arafat’ın yakın çevresiyle Süha Arafat arasında bir çekişme var.
İddialara göre, zaten bu yakın çevre de Filistinli liderin evliliğine başından beri karşı.
Hatta, Oslo Anlaşması mimarlarından Mahmud Abbas’ın Washington’daki imza törenine Süha Arafat’ın gelmesine ‘ya ben, ya o’ diye karşı çıktığı rivayeti var.
Genç kadın başından beri bir direnişle karşılaşmış.
Peki ya kendisi Filistinli liderin Gazze’deki yaşamına adapte olmuş mu? Halkla kaynaşmış mı?
Hafızamı şöyle bir yokluyorum.
Süha Arafat’ın ‘first lady’ olarak Gazze’de geçirdiği altı yıl boyunca onun Filistin davasıyla ilgili bir çalışmasını, bir konuşmasını hiç hatırlamıyorum.
Tek hatırladığım, bir Noel gecesi Beytüllahim’deki bir kilisede kocasıyla yanyana oturduğu kare.
Bir de arada sırada Paris-Match gibi dergilerde kızıyla çıkan fotoğrafları.
TIRNAĞI KADAR OLAMADI
Süha Arafat’ı annesi Raymonda Hava-Tavil ile karşılaştırdığınızda aradaki fark çarpıcı.
Anne Tavil’in 1978 yılında yazmış olduğu ‘Ülkem, Mahpushanem’ kitabı Filistinli bir kadın direnişçinin yaşamından kesitler.
Gazeteci Raymonda Tavil’in, Nablus’taki İsrail işgaline direnişi 1969 yılında başlamış.
Filistinli kadınları örgütlemiş, oturma eylemi, yürüyüşler gibi protesto gösterileri düzenlemiş.
Birkaç kez tutuklanmış, evinde göz hapsi cezası almış.
Yazık ki, Süha Arafat annesinin tırnağı kadar olamadı.
Arafat’ın Filistin’e dönmesinden sonra güçlü, uzlaştırıcı bir politik sima olarak sahnedeki yerini alabilseydi belki bazı şeyleri değiştirebilirdi.
Oysa o Paris’te Arafat’ın gönderdiği çuval dolusu paralarla gösterişli bir yaşamı tercih etti.
Yazının Devamını Oku 
12 Kasım 2004
<B>KÜÇÜKÇEKMECE </B>Gölü’nden havalanmaya kalkışan karabatakları gördünüz mü?<br><br>Katran gibi yoğun yeşil bir tabaka halinde gölü kaplayan yosunlar yüzünden kanatları yapış yapış olmuş kuşlar büyük bir çevre felaketinin kurbanı... Yalnız onlar mı?
Gölün kıyısına vurmuş ölü balıklar da öyle.
Felaket yıllardır geliyorum demiş kimse ciddiye almamış.
Oysa çevredeki evlerin ve sanayi tesislerinin atıklarını boşalttıkları Küçükçekmece Gölü’nü temizlemek için ilk adım tam 16 yıl önce atılmış.
Yani 1988 yılında.
İSKİ, çevre kirliliğinin bu boyutlarda olmadığı o dönemde gölün temizlenmesi gerektiği kararını almış ve kolektörlerin devreye girmesi için ihale açmış.
İhaleyi kimin kazandığını, ne olduğunu sormak gereksiz.
İşte sonuç ortada.
Bu bilgiyi başka bir konuyla ilgili aradığım İSKİ eski genel müdürlerinden Atom Damalı veriyor.
Damalı bugün bir danışmanlık şirketinin başında.
Geçen şubat ayında İzmit’teki Yuvacık Barajı’ndan Mısır’da faaliyet gösteren bir Fransız şirketine su satmayı başarmış.
Çok yazıldı, çizildi...
İzmit Belediyesi hayli pahalıya mal ettiği Yuvacık Barajı’nın suyunu satmakta zorlanıyor.
Bu yüzden Damalı, Mısır’da bir petro-kimya tesisi yapmakta olan Fransız şirketini bulunca her türlü kolaylığı gösterip suyun yükleneceği limana boru hattı döşüyor.
Mısır’a üç kez Yuvacık Barajı’ndan su sevkiyatı yapılmış.
Ama binbir zorlukla.
Zira İstanbul Liman Müdürlüğü, suyu ‘tehlikeli sıvı’ maddeler kategorisine sokarak tankerin limana yanaşmasına izin vermemiş bir süre.
Devreye Deniz Müsteşarlığı’nın girmesiyle sevkiyat yapılmış.
Düşünün...
İzmit ve İstanbul civarında müşteri bulunamayan pahalı suya Mısır’dan müşteri bulunuyor ama bürokrasi hemen engelleyecek bir şey buluyor.
Damalı’nın verdiği başka bir örnek Manavgat Suyu.
Manavgat’ta yıllar önce 135 milyon dolarlık bir tesis kuruluyor.
Arıtması, yükleme platformu, her şeyiyle dört dörtlük bir tesis.
Özal’ın hayali buradan Akdeniz ülkelerine, Libya, İsrail, Kıbrıs’a su satmak.
Ne ki özelleştirme filan derken şimdi günde yarım milyon metreküp su sokağa atılıyor.
Kısaca, önümüzdeki yıllarda Ortadoğu’da daha da stratejik hale gelecek su gibi bir ürünü ne kullanmayı, ne de değerlendirmeyi biliyoruz.
Göllerimizin değerini de bilmediğimiz gibi.
Yaşam Kalitesi İçin Stratejik Düşünmek
ELİMİN altındaki kitabın adı ‘Geleceği Şekillendirmek-Yaşam Kalitesi İçin Stratejik Düşünmek’.
Bu esasında Küçükçekmece Gölü’nün kirlenmesine, Manavgat suyunun satılamamasına yol açan zihniyetin günün birinde değişmesini sağlayacak bir kitap. Uzun soluklu stratejik planlama yapmayan, ‘günü kurtarmaya’ yönelik zihniyetin bizlere nelere mal olduğunu görüyoruz hep birlikte.
ARGE Danışmanlık Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Yılmaz Argüden, kaleme aldığı kitapta geleceği şekillendirmenin kültürümüze uzak bir kavram olduğu tespitinde bulunmuş.
Peki Türkiye geleceğini nasıl şekillendirecek?
Argüden, kitabın ‘Türkiye Vizyonu Oluşturmak’ bölümünde bazı ipuçları veriyor.
İki önemli nokta: Rekabet gücümüzü artırmak ve zihinlerde yer etmek.
İnsanların Türkiye adını duyunca zihinlerine olumlu şeylerin gelmesini sağlamanın yolları ne?
Argüden bunlara da ışık tutuyor.
Rota Yayınları’ndan çıkan kitabı, artık bir şeylerin değişmesi gerektiğine inanan herkes okumalı.
Dünyanın en önemli sorunu yoksulluk ve açlık
DÜNYA Ekonomik Forumu, kamuoyu araştırma kuruluşu Gallup International’a dünya çapında bir araştırma yaptırmış.
Soru: ‘Dünyanın önümüzdeki yıllar mücadele edeceği en önemli sorun nedir?’
60 ülkede, 50 bin kişiyi kapsayan araştırmanın sonucuna göre, dünyanın yüzde 44’ü yoksulluk ve açlığı birinci sıraya koymuş.
Yüzde 44 bir ortalama.
Kıtalara göre bu oran değişiyor.
Afrika’da yüzde 49, Latin Amerika’da yüzde 50.
Kuzey Amerika’da ise sadece yüzde 29.
Yani oralarda açlık ve yoksulluğun ne gibi boyutlara ulaştığını bilen, farkedenlerin oranı daha düşük.
Bizim için ilginç bir nokta.
Sadece Türkiye, İsrail ve Mısır’ın dahil edildiği Ortadoğu’da oran yüzde 62’ye fırlamış.
Yoksulluk ve açlık konusunda en bilinçli ülkelerden biriyiz anlayacağınız.
Dünyanın diğer sorunlarına gelince...
Gallup bunları şöyle sıralamış: Global işbirliğinin geliştirilmesi, çevre, hastalıklarla mücadele ve ilköğrenim.
Yazının Devamını Oku 
9 Kasım 2004
<B>‘GÖZLERİNİZİ İspanya’ya çevirin. Türk olsaydım eğer İspanyolların ne yaptıklarını iyice izler, düştükleri hatalara düşmemeye dikkat ederdim’.</b> Kültür Girişimi’nin dün İstanbul’da düzenlediği ‘Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’ Sempozyumu konuşmacılarından Norman Stone’ın önerisi bu.
İngiliz Başbakanı’nın eski politik danışmanlarından Norman Stone iki ülke arasındaki benzerlikleri sıralıyor.
İmparatorluk geçmişi, azınlıklar, 17. yüzyıldan sonra çaptan düşme, ordunun güçlenmesi vesaire.
İspanya 1980’li yıllarda modernleşme sürecini başlatmış.
Bugün Avrupa’nın en güçlü ekonomileri arasında.
Kişi başı gayri safi milli hasılası 18 bin Euro civarında.
Doğrudan yabancı yatırım yaklaşık 17 milyon Euro.
Ama Stone’ın dediği gibi hatalar da yapmış.
Meselá güney sahillerini ‘kitle turizmine’ kurban etmiş.
Norman Stone ‘İspanya’nın turizmdeki hatalarına yakından baksaydınız güney sahilleriniz böylesine tahrip edilmezdi’ diyor.
Salondaki dinleyicilerden biri de Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu.
Bundan sonra turizmde atılacak adımlar için Stone’ın dediği gibi bakışını, turizmden yılda 37 milyon Euro kazanan İspanya’ya çevirecek mi?
Kimbilir?
İspanya’ya özellikle değiniyorum zira tesadüfen, önceki gün Barcelona dönüşü aynı uçakta sohbet ettiğim Nuh Çimento Yönetim Kurulu Başkanı Atalay Şahinoğlu ile aynı şeyi gündeme getirmişiz.
Şahinoğlu ‘İspanya’yı kıskanmamak elde değil’ diyor.
Haklı.
Bu kadar benzerlikler olduğu halde İspanya ile aramızda dağlar kadar fark var.
En önemli farkı Atalay Şahinoğlu hemen ortaya koyuyor:
Yabancı yatırımcıya kolaylık.
2005 yılından itibaren çimento kapasitesini 5 milyon tona çıkartacak olan Nuh Çimento dolayısıyla ihracat kapasitesini de artıracak.
Şahinoğlu’nun deyişiyle çimento sektörü ‘taştan döviz üreten bir sektör’.
Yani ihracatı oldukça kárlı.
Çimentoyu dünya pazarına daha kolay satmak için Nuh Çimento İspanya’nın Tarragona şehrindeki bir fabrikaya ortak olmuş. Nuh Çimento önümüzdeki günlerde hem İspanya’daki ortaklığını büyütmeye, hem İtalya’da çimento depolama ve pazarlama için başka bir ortaklığa hazırlanıyor.
İspanya’nın yabancı yatırımcıya ne gibi kolaylıklar gösterdiğine dönersek Atalay Şahinoğlu’nun söylediği şu:
‘Bürokrasi sıfır. Şimdiye kadar ne bir engelle karşılaştık, ne de 5 kuruş rüşvet verdik. Ucuz kredi neredeyse ayağınıza geliyor. Yerel yönetimler yatırımcıya her türlü kolaylığı gösteriyor’.
Neticede, Nuh Çimento örneğinden anlaşılabileceği gibi, özel sektör gözlerini model olarak gördüğü İspanya’ya çevirmiş.
Siyasiler, bürokrasi de çevirirse belki uçurum daha kolay kapanabilir.
ABD’nin GOP’una karşı Avrupa’nın AKP’si
PEŞİNEN belirteyim ki, Avrupa’nın AKP’si iktidardaki partimiz değil.
Açılımı ‘Avrupa Komşuluk Politikası’ olarak çevirebileceğim ‘European Neighbourhood Policy’ (ENP)
Dün sabahki ‘Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’ yani GOP Sempozyumu’na dönersek konuşmacılardan biri Karen Fogg’dan önce Ankara’da AB temsilciliği yapmış olan Michael Lake.
Lake tahmin edebileceğiniz gibi Türkiye’yi gerçekten yakından tanıyan, bilen biri.
Türkiye’nin AB üyeliğini başından beri savunmuş.
‘Üyeliği Türkiye’nin güzel gözleri için değil Türkiye’nin güvenilir, stratejik bir partner olduğuna inandığım için savunuyorum’ diyor.
Michael Lake, konuşmasının başında yukarıda sözünü ettiğim ‘Avrupa Komşuluk Politikası’na değiniyor.
Dediğine göre, tartışmalı Avrupa Anayasası’nın tüm dikkatleri üzerine çekmesi nedeniyle gözlerden kaçan AKP, Avrupa Konseyi tarafından geçtiğimiz haziran ayında Dublin’de onaylanmış.
Nedir bu AKP?
Avrupa Birliği üyelerinin evrensel değerler gözüyle baktığı Avrupa Birliği değerlerini tüm komşularına yaymak, dolayısıyla Avrupa’nın ilişkide bulunduğu tüm bölgeye istikrar, güvenlik ve refah getirmek.
Hangi komşular?
Lake bunları şöyle sıralıyor: Beyaz Rusya, Ukrayna, Güney Kafkasya, Doğu Akdeniz ve Fas’a kadar Kuzey Afrika.
‘Avrupa Komşuluk Politikası’ böylesine geniş bir alandaki ülkelerle diyaloğa girerek reformları desteklemeyi, ticari ilişkileri geliştirmeyi ve hatta Avrupa Birliği programlarını açmayı hedefliyor.
2007 yılında ise AKP için milyarlarca Euro’luk bir bütçe devreye girecek.
Lake, Avrupa Birliği, kendi değerlerini empoze etmek yerine barışcıl bir yoldan bunları benimsetebileceğini gösterecek.
ABD’nin GOP’una karşılık Avrupa Birliği’nin AKP’si.
Bakalım hangisi daha gerçekçi.
GOP rüya mı kábus mu?
KÜLTÜR Girişimi’ni kutlamak gerek.
Dün sabahki, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi Sempozyumu’nda pek de bilmediğimiz konuya ışık tutabilecek hayli önemli isimler vardı. Bunlardan bir tanesi de Türk kamuoyunun artık yakından tanıdığı, Princeton Üniversitesi’nden Amerikalı Profesör Richard Falk idi.
Falk ‘GOP gerçekten nedir? Rüyalar ve kábuslar’ başlığını taşıyan konuşmasında gerçekten önemli noktalara değindi.
Bir kere Bush’un dünyanın bu taraflarına demokrasi ve refah getirme girişimi Amerikan Yönetimi’nin bu türdeki ilk projesi değil. Bir yüzyıl önce Woodrow Wilson’ın başkanlığında demokrasiyi yayma girişimi var.
Falk’ın özellikle dikkat çektiği şey, şimdiki Amerikan liderliğinin GOP konusunda ne kadar ciddi olduğu?
Bush Yönetimi gerçekten sosyal ve ekonomik gelişmeyi, insan haklarını, demokrasiyi mi istiyor yoksa daha büyük ekonomik çıkar ve stratejik güç peşinde mi?
Önümüzdeki günlerde daha çok konuşulacak olan GOP ile ilgilenenlerin sempozyumda konuşulanları izlemelerini öneririm.
Yazının Devamını Oku 
5 Kasım 2004
<B>ARAYA </B>Amerikan seçimleri de girince geçenlerde Van’a yaptığım geziyle ilgili yazmak istediğim bir şey bugüne kaldı. Biliyorsunuz Van’ın en ünlü yerlerinden biri göldeki adaların birinde bulunan Ahtamar Kilisesi.
915 ile 921 yılları arasında Kral Gagik tarafından inşa edilmiş olan bu Ermeni kilisesini görmeden Van’dan dönmek olmazdı.
Uçak saatine birkaç saat kala bir tekneye binip ulaştığımız Ahtamar Kilisesi’ni hüzünlü bir yalnızlığın ortasında bulduk.
Gölün ve gökyüzünün mavisi nedeniyle daha da belirginleşmiş olan benzersiz kabartma motifleri gerçi çok büyük tahribata uğramamış ama kilisenin kendisi ayakta zor duruyor.
Çan Kulesi yıkıldı, yıkılacak...
Binanın kemerleri de eksilen taşlar nedeniyle tehlikede.
En fazla rehberimizin söyledikleri üzüyor bizi: ‘Buraya her gelişimde kiliseyi daha kötü durumda buluyorum...’
Bu tarihi yapıya en çok zararı veren de define arayanlarmış.
Hemen belli oluyor.
Zira kiliseye girdiğinizde tabanı köstebek yuvası gibi.
Peki Ahtamar Kilisesi’nin restorasyonu hiç gündeme gelmemiş mi?
İstanbul’a döndüğümde İstanbul Ticaret Odası’nın bir dönem Ahtamar Kilisesi’yle ilgilendiğini öğreniyorum.
İstanbul Ticaret Odası Başkanı Mehmet Yıldırım’ı arayınca anlatıyor.
Yıldırım, 1996 yılında, Vanlı olan dönemin Sanayi Bakanı Yalım Erez ile birlikte bu şehri ziyaret ettiğinde gördüğü kiliseden çok etkilenmiş.
TOBB ile birlikte kiliseyi restore etmeyi önermiş.
‘Van’ı 1980’li yıllarda 180 bin turist ziyaret etmiş. 1995 yılında ise bu sayı 10 bine düşmüş. Ahtamar’ı restore ederek hem turistleri yeniden buraya çekmeyi, hem de dünyaya Türkiye’nin Ermeni meselesine bakışı değişiyor mesajını vermek istedik’ diyor Yıldırım.
İstanbul Üniversitesi’nden Profesör Veli Sevin, Profesör Ara Altun gibi isimlere restorasyon projesi yaptırılmış.
Türk-Ermeni İş Konseyi’nin devreye girmesiyle Ermenistan ile projeyle ilgili diyalog yolları aranmış.
Ancak Kültür Bakanlığı projeyi benimsediği halde bazı engeller aşılamamış ve neticede proje hayata geçirilememiş.
İTO Başkanı Mehmet Yıldırım, 1 milyon dolar kaynak ayırdığı projeyle beş yıl yani 2000 yılına kadar uğraştığını söylüyor.
İşler yürümeyince de proje rafa kaldırılmış. Yıldırım şimdi diyor ki: ‘Bugün bize Ahtamar Kilisesi’ni restore edin deseler hemen yaparız. 1 milyon dolarlık kaynağı gerekirse arttırabiliriz...’
Ahtamar’ı gördükten sonra İTO Başkanı’yla bu konuda görüşmem iyi oldu. Böylesine değerli bir kilisenin göz göre göre yıkılması gerçekten yazık...
Eğer İTO ‘Bu işi yaparım’ diyorsa, kaynak ayırabiliyorsa Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bir kez daha bu öneriyi ciddiye alması gerek.
Kültür Girişimi’nin GOP Sempozyumu
İTO’nun Ahtamar projesinden de gayet açık anlaşılıyor ki günümüzde ekonomi, politika kültür hepsi artık iç içe.
Bir ticaret odasının bir kültür projesiyle hem ekonomiye katkıda bulunmak, hem de siyasi içerikli bir mesaj vermek istemesi ne kadar doğalsa, bir kültür oluşumunun da yüzyılın belki de en önemli siyasi projesiyle ilgili bir konferans düzenlemesi o kadar doğal.
Sözünü ettiğim, Kültür Girişimi’nin pazartesi gününden itibaren düzenleyeceği GOP (Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi) Sempozyumu.
Hatırlarsınız...
Kültür Girişimi, Şakir Eczacıbaşı’nın öncülüğünde, Doğan Hızlan, İsmail Cem, Talat Halman, İslam Konferansı Örgütü’nün Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nun da aralarında bulunduğu bazı isimlerle 1997 yılında kurulmuştu.
Kültür Girişimi şimdiye kadar kültür bağlamında küreselleşme, AB’ye yakınlaşma temalı sempozyumlar düzenlemiş.
Neden GOP sorusuna Şakir Eczacıbaşı’nın verdiği cevap şöyle:
‘Önümüzdeki yılların en büyük olayı GOP. Bunun ne olduğunu Türk halkının iyi anlaması gerek. Kaldı ki, GOP kültürel çatışmalarla da ilgili.. Yani işin kültürel boyutu da var.’
8 Kasım ile 10 Kasım tarihleri arasında The Marmara’da yapılacak sempozyuma yurtdışından da önemli isimler davet edilmiş.
Yazar Andrew Mango, en son ‘Dünya Düzeninin Çöküşü’ kitabı Türkçe’ye çevrilmiş olan Richard Falk, AB’nin eski Türkiye elçisi Michael Lake bunlardan bazıları...
Yeşiller AKP’yi merak ediyor
AVRUPALI Yeşiller’in İstanbul’da düzenledikleri toplantıdan yaklaşık iki hafta sonra Alman Yeşiller yeniden buradaydı.
Önce Ankara’da temaslarda bulunan Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Claudia Roth ve altı Yeşil milletvekiliyle önceki gün Alman Başkonsolosluğu’ndaki öğle yemeğinde biraraya geldik.
Claudia Roth, gazetecilere ‘Reformların nasıl hayata geçtiğini görmeye geldik’ demiş.
Reformları izledikleri doğru ama işin başka bir boyutu var: AKP’yi daha yakından tanımak.
Başkonsolosluktaki yemekte sohbet ettiğim Alman milletvekilleri ve danışmanlarının çoğu AKP’nin AB yolunda ne kadar samimi olduğunu sordular.
En fazla merak ettikleri de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kızlarını ABD’de okutmasının kişisel bir mesele mi, yoksa siyasi bir mesaj mı olduğu.
Ben de, günümüzün evrensel değerlerine sahip çıkan Yeşiller’in neden daha güçlü bir partiye dönüşemediklerini merak ediyorum.
Cevap basit: ‘Çünkü parti popülizm yapmıyor, halkın seviyesine inemiyor...’
Yazının Devamını Oku 