Gila Benmayor

Fransızlar Duralex’i Türk şirkete nasıl kaptırdılar

8 Kasım 2005
DURALEX Fransa’nın en ünlü markalarından.<br><br>‘Kırılmaz cam eşya’ denince tüm dünyada ilk akla gelen marka. Geçtiğimiz haziran ayından beri Fransa’nın bu milli markası Türk Solmaz Ailesi’ne ait.

Milli markası diyorum zira Duralex neredeyse ‘sofraların Eyfel Kulesi’ gibi bir şey.

Bayram öncesi okurum Salih Ecer, Fransız Liberation Gazetesi’nden Duralex’in el değiştirmesini anlatan bir yazıyı ‘ilginç’ diye fakslayınca konudan haberdar oldum.

Bayramda da, Sinan Solmaz ile buluşarak Fransızların Duralex’i nasıl kaptırdıklarının hikayesini öğrendim.

Önce Solmaz Ailesi’yle ilgili bilgili.

Galssco ve Overseas adındaki iki firmanın sahibi olan Solmaz Ailesi İstanbul’da, Fatih’te yaklaşık 40 yıldan beri zücaciye işinde.

Hem ithalatını, hem ihracatını yapıyor.

Gazetelerin, okurlarına yemek takımları dağıttıkları günlerde ürün temin ettikleri adres Glassco.

Sinan Solmaz iddialı.

‘Cam sofra eşyası işini Türkiye’de en iyi biz biliriz’ diyor.

Türkiyedeki tüketici kadar komşu ülkedeki tüketicileri de tanıdıklarını iddia ediyor.

Örnek mi?

‘Bulgarlar füme renkli, İranlılar pembe, Avrupalılar ise beyaz camı severler’ diyor.

BİN LADİN’İN BARDAĞI

Duralex
ile 10 yıldan beri çalışıyorlarmış.

‘Afrika’dan ABD’ye Ortadoğu’ya kadar herkes Duralex markasını bilir. Bizim köylerdeki yaşlı insanlar bile biliyor...’

Duralex
markasını bilerek ya bilmeyerek kullanan ünlü birinin de adını veriyor.

Usame bin Ladin.

Sinan Solmaz’a bakarsanız, Afganistan’da saklandığı sanılan Usame bin Ladin, son kez televizyonda göründüğünde elindeki bardak Duralex imiş.

Solmaz’ın anlattığına göre, Duralex ‘kırılmaz cam’ teknolojisini dünya çapında en iyi kullanan firma.

‘Bu konuda ciddi bir know-how’ları var. Zaten Duralex fabrikasında çalışanların çoğu 25-30 yıllık’ diyor.

Peki, Solmaz Ailesi Duralex’in müşterisi iken nasıl patronu olmuş?

Bunun için biraz geriye gidip Duralex’in hikayesini anlatmak gerek.

Duralex, 1946 Saint-Gobain tarafından Orleans yakınlarında kurulmuş.

Louvre Sarayının bahçesindeki ünlü piramitin camlarını üreten Saint-Gobain dünyanın önde gelen cam üreticileri arasında.

1950’li yılların sonları, 1960, 1970’li yıllar Duralex markasının zirvede olduğu yıllar.

1970’li yıllarda 120 ülkede satılıyor.

O yıllarda zengin bir Amerikalının Duralex bardağını som altından yaptırttığı anlatılıyor.

1980’li yılların başında Duralex zirvede zorlanıyor.

Saint-Gobain, 1997 yılında Orleans ve Lyon yakınlarındaki iki Duralex fabrikasını İtalyan Bormioli Rocco şirketine satıyor.

Ancak İtalyan şirketi düşüşte olan Duralex’in zararını kapatamayınca tam bir yıl önce elinden çıkartıyor.

Duralex’i biri Fransız, diğeri Yunanlı ve üçüncü Türk Solmaz Ailesi olmak üzere, yüzde 33’lük payla 3 ortak alıyor.

Fransız ve Yunanlı ortaklar markanın canlanması için gerekli yatırımı yapamayınca hisselerini Sinan Solmaz alıyor.

Duralex’in Türk firmasına geçmesinin hikayesi böyle.

Duralex fabrikalarının değeri 80 milyon Euro

PEKİ Duralex kaç paraya satın alındı?

Sinan Solmaz, Orleans ve Lyon’daki iki fabrika için ne kadar ödendiğini söylemek istemiyor.

Ancak Orleans’ta 170 bin metrekarelik fabrika bugün yeniden kurulduğu takdirde 50 milyon Euro’nun üzerinde olacağını söylüyor.

Daha küçük olan Lyon’daki fabrika için ‘Bugün yapmaya kalksanız 30 milyon Euro civarındadır’ diyor.

Yani nereden bakarsanız bakın, Solmaz Ailesi bugün yaklaşık değeri 80 milyon Euro olan iki fabrikanın sahibi.

Bir de en önemlisi, dünya çapında yüzde 83 oranında tanınan bir markanın sahibi.

Duralex için projeler neler?

İlk aşamada 4 milyon Euro’luk bir yatırım yapılmış.

Duralex’ın yeniden yapılandırılması çalışmaları sürüyor.

Tasarım ve kalıp birimi Türkiye’ye taşınacak.

Lyon’daki fabrikadan 136 işçi çıkarılmış, Orleans’a 42 işçi alınacak.

Sinan Solmaz haftanın üç dört günü Orleans’ta.

Sendikalarla, yerel yöneticilerle görüşmeleri sürüyor.

Hedefi üretimde verimliliği artırmak, maliyeti düşürmek ve dağıtımı baştan örgütlemek.

‘Orleans’ta taksi şoförleri bile Duralex’in bir Türk şirketi tarafından alındığını biliyor’ diyor.

Peki Fransızlar milli markalarının bir Türk şirketi tarafından alınmasını nasıl karşılamış?

Solmaz, ‘Sermaye milliyetçiliği yok. Büyüme projelerimizi anlatınca herkesten destek gördük’ diyor.

Aile içi şiddete son kampanyası bir yılda uzun yol almış

HÜRRİYET’in ‘Aile İçi Şiddete Son’ kampanyası bir yılını doldurmuş.

Bir yılda ne kadar yol alınmış.

Çağdaş Eğitim Vakfı’nın işbirliğiyle sürdürülen eğitim programında 5 bin kişiye ulaşılmış.

Yüzlerce ‘gönüllü’ kampanya için biraraya gelmiş.

Hem eğitim veren, hem kampanyanın broşürlerini dağıtan ‘gönüllüler’ önemli zira kampanyanın halka halka yayılmasını sağlıyorlar.

Bu arada kampanyanın bir kolu Almanya’ya uzanmış.

Frankfurt, Hamburg, Münih ve Köln’de, Türk STK’ların, aileden sorumlu eyalet bakanlarının katıldığı toplantılar yapılmış.

Hatta şimdi Almanya’da imamların ve öğretmenlerin de bir eğitimden geçirilmesine yönelik çalışmalar sürüyor.

‘Aile İçi Şiddete Son Kampanyası’ Hollanda’nın dikkatini çekmiş.

Benzer toplantıların yapılması talebi gelmiş bu ülkeden.

Kampanyanın birinci yıldönümünde ise Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun desteğiyle İstanbul’da bu cuma ve cumartesi günü uluslararası bir konferans var.

‘Aile İçi Şiddete Son’ kampanyasının bu kadar kısa sürede bu kadar çok ses getirmesinde payı olan herkese teşekkürler.
Yazının Devamını Oku

Şu çılgın Dubaililer

6 Kasım 2005
Bize ‘yaşamı ve alışverişi öğretecek’ Dubailileri tanımaya çalışıyorum. Elime onlarla ilgili ne geçse okuyorum. Okuduklarıma inanamıyorum. Dubai, 2025 yılına kadar 100 milyon turist çekmek için 50 milyar dolarlık yatırım tasarlıyor. Kafasında ‘fantastik bir proje’ olan herkese kapısı açık. Denizin altında 500 milyon dolara ‘Hydropolis Oteli’ni inşa etmeye hazırlanan Alman mimara da, satranç tahtasını andıran bir ‘Satranç Şehri’ kurma planları yapan Rus milyarder Kirsan İlluminov’a da.

Çok sayıda kişi bu Şeker Bayramı’nı geçirmek için Dubai’ye gitmiş. Gidenlerin çoğu da şu ünlü Burj El Arap Oteli’nde kalacakmış.

Levent’te yapılması planlanan burgu ‘Dubai Towers’lar nedeniyle artık ne zaman bir Dubai lafı geçse dikkat kesiliyorum./images/100/0x0/55eb4db9f018fbb8f8b89394

Bize ‘yaşamı ve alışverişi öğretecek’ Dubailileri tanımaya çalışıyorum.

Elime onlarla ilgili ne geçse okuyorum.

Okuduklarıma inanamıyorum.

Dubai, 2025 yılına kadar 100 milyon turist çekmek için 50 milyar dolarlık yatırım tasarlıyor.

Kafasında ‘fantastik bir proje’ olan herkese kapısı açık.

Denizin altında 500 milyon dolara ‘Hydropolis Oteli’ni inşa etmeye hazırlanan Alman mimara da, satranç tahtasını andıran bir ‘Satranç Şehri’ kurma planları yapan Rus milyarder Kirsan İlluminov’a da.

‘Satranç Şehri’nin 2.6 milyar dolara malolacağı hesaplanıyor.

Birkaç yıl önce 1.5 milyar dolara başlatılan ‘Palmiye Adaları’ projesi o kadar tutmuş ki, adaların üzerindeki villalar 1.3 milyon dolara ‘peynir-ekmek’ gibi satılmış.

Şimdi iki yeni ‘Palmiye Ada’ geliyormuş Dubai’ye.

Bunlardan birinin üzerine de 650 milyon dolara Atlantis Oteli inşa edilecekmiş.

Öyle bir otel ki, şanslı müşterileri yunuslarla birlikte yüzecek, denizaltında antik şehirlerin kalıntıları arasında dolaşabilecek ya da define avcılığına çıkabilecek.

Antik şehirler elbet yapay.

Artık Kekova’daki ‘batık şehir’in mi kopyası olur yoksa başka bir antik şehrin mi orasını bilemem.

DENİZ DİBİNDEKİ KÜLÇE ALTINLAR

Define meselesi de şöyleymiş:

Atlantis Oteli’nin müşterileri için yapay mercan adacıkları olan denizin dibine külçe altınlar bırakılacakmış.

Sırf müşterilerin mutluluğu için katlanılan bunca zahmete bakar mısınız?

Müşterilerine, çöreğin içerisinde altın para bulan bir çocuğun mutluluğunu vermek isteyen başka otel sahipleri var mı acaba yeryüzünde?

Bu arada külçe altınları bulacak olanların, bunları sonra otel resepsiyonuna teslim edip etmeyecekleri bilgisine doğrusu rastlamadım.

Her neyse, Dubaililerin ‘ada’ merakının sınırı yok gibi.

The World’ yani ‘Dünya’ adaları da başka bir proje.

Bunların sayısı 300’e yakın olacak, yüzölçümleri ise 10-40 kilometre arasında.

Fiyatları 7.5-36 milyon dolar arasında değişecek.

Şarkıcı Rod Stewart’ın İngiltere’ye benzeyen bir adayı 32 milyon dolara kapattığı verilen bilgiler arasında.

Madonna, Elton John, David Beckham da ‘Dubai’de illa bir adam olsun’ diyen ünlüler arasındaymış.

Laf aramızda galiba bu ünlüler de ne istediklerini bilmiyorlar.

Daha dün Fas’ın gizemli şehri Marakeş’te ‘kazba’ları kapışanlar şimdi ‘yapay ada’ sevdasında.

‘Deniz istemiyorum’ diyenler için Dubai’de kayak merkezi de eylül ayında hizmete giriyor.

Hem de beş yıldızlı oteli ve İsviçre tipi minik dağ evleriyle.

5 milyar dolara mal olacak ‘Dubailand’ ise temalı 45 parkı barındıracakmış.

Penguenleriyle, dev cam bir fanusun altında tropikal ormanlarıyla bu parkların sadece bir günde 200 bin ziyaretçi çekmesi planlanıyor.

Bu arada Levent’teki burgu ‘Dubai Towers’ın 300 metre olmasına itiraz edenlerin dikkatine sunulur.

Dubaililer, dünyanın en uzun kulesini meğer kendilerine saklıyorlarmış.

Rivayete göre, yakın bir gelecekte dikilmesi planlanan ‘Burj Dubai’nin yüksekliği 800 metre olacakmış.

Şimdi doğru söyleyin, yukarıda okuduklarınıza bakarsanız şu Dubaililer çılgın ve eğlenceli değil mi?

Neden bize yatırıma gelmeleri bazılarını kızdırıyor anlamıyorum?

Marmara Denizi’nin ortasına şöyle birkaç yapay adacık şerpiştiriverseler, Yedi tepeli İstanbul’un bir tepesine bir kayak merkezi kondursalar ya da ziyaretçi kıtlığı çeken Arkeoloji Müzesi’ni ışıl ışıl bir alışveriş merkezine dönüştürseler kötü mü olur Allah aşkına?
Yazının Devamını Oku

AB’nin ‘komşuluk politikası’na bir katkı da İstanbul’dan

4 Kasım 2005
AVRUPA Birliği’nin yaklaşık iki yıl önce ortaya attığı ‘Avrupa Komşuluk Politikası’ diye bir kavramı var. Nedir bu kavram?

Avrupa’nın, bu aşamada AB’ye üye olmayacak çevresindeki ülkelerle ekonomik, siyası, kültürel alanlarda iyi ilişkiler sürdürmesiyle ilgili.

Bu ay sonunda Barcelona’da 10. yıldönümü kutlanacak olan ‘Barcelona Süreci’ Avrupa ile Akdeniz çanağındaki ülkelerin ‘iyi komşuluk’ ilişkilerine yönelikti.

‘Avrupa Komşuluk Politikası’ ise Akdeniz ülkelerine Rusya, Ukrayna, Ermenistan, Gürcistan gibi ülkeleri de katıyor.

Buna, ABD’nin ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ ya da daha yeni adıyla ‘Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’ne karşı Avrupa’nın geliştirdiği alternatif proje gözüyle de bakılabilir.

İkisinin ilginç ortak noktası şu:

Her ikisinin de başında bir kadın var.

‘Büyük Ortadoğu’ Elizabeth Chenney’e emanet, ‘Avrupa Komşuluk Politikası’ ise Benita Ferrero-Waldner’e.

Geçen hafta Londra’daki bir toplantıda ‘Avrupa Komşuluk Politikası’nı anlatan Benita Ferrero-Waldner’in şu sözleri dikkat çekici: ‘Komşularımıza yardım etmek kendimize yardım etmektir.’

Özetle, Avrupa’nın çevresindeki ülkelerin durumu iyi olacak ki, Avrupa’da iyi olsun.

Sınırlarının yanı başında siyasi ve ekonomik istikrarsızlık öyle ya da böyle onu da etkileyeceği için önlem almak zorunda.

‘Avrupa Komşuluk Politikası’nın ne olduğunu kısaca anlattıktan sonra gelelim Türkiye ile ilgisine.

Hollanda Ekonomi Bakanlığı, bu politika çerçevesinde beş ülkeyi kapsayan bir çalışma başlatmış.

Fas, Cezayir, Mısır, Ukrayna ve Rusya ile Avrupa arasındaki ekonomik ilişkilerinin nasıl sağlam temellere oturabileceğine ilişkin bir çalışma.

Nasıl bir ekonomik model izlenirse başarılı olunabilir?

İşte bu çalışmanın yapılması için de bir ihale açmış Hollanda Ekonomi Bakanlığı.

İhaleyi bir Türk danışmanlık firmasıyla bir Polonya firması kazanmış.

Türk firması, ortakları arasında Sinan Ülgen, Can Buharalı’nın da olduğu ‘İstanbul Ekonomi’.

‘İstanbul Ekonomi’
Polonyalı ortağıyla hazırladığı raporun ilk taslağını kasım ayında Hollanda Ekonomi Bakanlığı’na sunuyor.

Rapor ocak ayında tamamlanıyor.

Düşünün ki, ilk kez bir Türk firması, Avrupa’nın geleceği yönelik politikalarında etkin bir rol oynama fırsatını eline geçirmiş oluyor.

Topbaş-Öztürk çekişmesi Çiçekçi Zeynep’i nasıl etkiledi

KADIKÖY yakasında çiçek satanlar bol.

Bağdat Caddesi’ni ve ara sokakları hem çiçekleriyle hem güler yüzleriyle renklendiren Romanlar hayatımızın bir parçası.

Bizim sokağın köşesini mesken tutan Zeynep ile arada sırada laflaşırız.

Geçenlerde baktım Zeynep üzgün.

Çiçeklerini tam iki kez ‘kaptırmış’.

Nasıl oldu diye sordum.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait bir araç ‘Burada çiçek satmak yasak’ diye tüm malına el koymuş.

Zeynep ‘Ama biz Kadıköy Belediyesi’ne vergi veriyoruz’ diyecek olmuş.

Vergi makbuzu cebinde.

Büyükşehir Belediyesi’nden gelenler ‘Kadıköy Belediyesi de kim oluyormuş’ diye diklenmişler.

Söylediklerine kulak vermemişler.

Aynı şekilde ikinci kez de çiçekler gitmiş öyle ki genç kadının zararı 1,5 milyar lira.

İkinci kez aynı şey başına gelince Zeynep biraz araştırmış.

Ana caddenin Büyükşehir Belediyesi’nin, sokağın ise Kadıköy Belediyesi’nin yetki alanında olduğunu öğrenmiş.

Yani köşedeki çiçeklerini caddeye doğru değil, bizim sokağa doğru dizseydi sorun olmayacaktı.

Kimse çiçeklerini alamayacaktı.

‘Göztepe Parkı’na Cami’ tartışmalarından sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kadıköy’deki yetki alanlarında ‘gövde gösterisi’nde anlaşılan.

Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk’ün çalışmalarına izin verdiği çiçekçilerin hayatlarını karartmakla kimin eline ne geçecek?

Zeynep’in ağlamaklı bir sesle dediği gibi: ‘Romanları herkes küçümsüyor. Çiçekçilik yapmamıza izin vermiyorlarsa başka bir iş versinler.’

Selami Öztürk
ile çekişmesini çiçekçi Zeynep’e kadar yansıtan Kadir Topbaş’a iki şey hatırlatmak istiyorum:

-Belediye seçimlerinden önce Romanları topluma entegre etme projelerinden söz ediyordunuz. O projelere ne oldu?

- Avrupa Birliği üyelik sürecinde Türkiye’nin Romanlarla ilgili politikasının sorgulanacağını biliyor musunuz?
Yazının Devamını Oku

Bayramda emniyet kemerine dikkat

1 Kasım 2005
RAMAZAN Bayramı trafiğinde son 15 yılda 2 bin 110 kişi ölmüş.<BR><BR>Bayram tatili için herkesin yollara döküldüğü bu günlerde yaz aylarında başlayan bir kampanyayı hatırlatmak istedim. Kampanya ‘emniyet kemeri’ne dikkat çekiyor.

Özellikle de ‘otobüslerde emniyet kemeri’ takılması gerektiğine işaret ediyor.

‘Emniyet kemeri bir hayat standardıdır’ kampanyasını başlatanlar TemSA, Hürriyet Oto Yaşam ve Petrol Ofisi.

Şimdi diyeceksiniz ki, ‘sanki otomobilde herkes emniyet kemerini takıyor da sıra otobüslere geldi’...

Otomobillerde ‘emniyet kemeri’ alışkanlığının henüz yerleşmediği doğru.

Ancak yollarda durum şöyle:

Türkiye’de her 1000 kişiden 70’i araba sahibi.

Geriye kalan 930 kişi yolculuklarını toplu taşıma araçlarıyla yapıyor.

Türkiye’de yüzde 95 oranında karayolu kullanıldığı gözönüne alındığında bu 930 kişiden çoğunun otobüse bindiği ortaya çıkıyor.

Yani otomobilde olduğu kadar otobüste de emniyet kemeri kullanmak çok önemli.

Bizde tüm yük karayollarında.

Demiryolu kullananların oranı yüzde 3.2 (memlekette demiryolu olmadığı için elbet).

Havayolu yüzde 1.7 oranında, dört tarafımızın denizle çevrili olmasını rağmen denizyolu ise sadece yüzde 0.1 oranında kullanılıyor.

Küçük bir karşılaştırma yapmak gerekirse ABD’de karayollarında seyahat edenlerin yüzde 27.2 oranında olduğunu hatırlatmakta yarar var.

Amerikalıların büyük çoğunluğu yani yüzde 38.3’ü demiryolu kullanıyor.

TEK TRAFİK KÜRSÜSÜ

Bu rakamlar, Gazi Üniversitesi Rektör Yardımcısı Profesör Süleyman Pampal’ın çalışmasından.

Profesör Pampal, Türkiye’deki tek ‘trafik kürsüsü’nün başkanı.

Gazi Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü Trafik Planlaması ve Uygulaması Anabilim Dalı Başkanı.

Trafik, Türkiye’de bir saatte bir kişinin ölümüne yolaçan, yılda 10 ila 15 milyar dolarlık maddi kayba neden olan büyük bir sorun.

Böylesine büyük sorunla ilgilenen tek bir üniversitenin olması yazık.

Neyse bu ayrı bir mesele.

Profesör Süleyman Pampal’ın rakamlarına dönersek, Türkiye’de emniyet kemeri kullanma oranı yüzde 21.

Avustralya’da mesela yüzde 91.

Emniyet kemeri kullanılırsa ölüm riski yüzde 50 azalıyor.

Peki tüm otobüslerde ‘emniyet kemeri’ var mı?

TemSA’nın 2003 yılından itibaren imal ettiği tüm otobüslerde varmış.

Yani bilinçli bir otobüs yolcusunun pekálá ‘emniyet kemeri’ olan bir otobüse binmesi mümkün.

‘Emniyet kemeri bir hayat standardıdır’ kampanyası hem şoförleri, hem yolcuları bilinçlendirmeyi amaçlıyor.

Bugünlerde, Esenler Otogarı’na yolunuz düşerse, kampanya için çalışan genç gönüllü üniversiteli öğrencileri görebilirsiniz.

Amaç yıl sonuna kadar 200 bin kişiye ulaşmak.

Özgür internet manifestosu

BİRKAÇ günden beri e-posta kutum Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ı protesto eden e-postalarla dolup taşıyor.

Mesele yeni ADSL tarifesi.

Bir yılı aşkın süredir ADSL kullanıcısı olduğum için her bir e-postaları dikkatlice okudum.

Herkes tepkili ve öfkeli.

Öfkenin nedeni, ADSL’yi hızlandırma vaadiyle fiyatların yüzde yüz arttırılmış olması.

E-postalardan bir tanesi ‘Özgür İnternet Manifestosu’ adını taşıyor.

Manifestonun amacı ‘bilgi toplumu’ trenini kaçırmak olan halkımızı internetin ‘kötü gidişatı’ hakkında bilgilendirmek.

Manifestonun, Türk Telekom’un internet politikasının ‘yavaş’ ve ‘kotalı’ ilkesine dayandığı tespitine katılıyorum.

Dediğim gibi bir yıldan beri ADSL kullanıyorum neden bu kadar ‘yavaş’ olduğunu çözebilmiş değilim.

Bu ‘yavaş’lığına karşın fiyatı gerçekten yüzde yüz artacak ise ADSL’den hemen bugün vazgeçiyorum.
Yazının Devamını Oku

En büyük muammaHangi kaftan, hangi padişahın

30 Ekim 2005
‘Stil ve Statü’ Sergisi’nin iki küratörü var. Biri Profesör Atasoy, diğeri Smithsonian’ın İslam Sanatı küratörü Dr. Massumeh Farhad. Biz Atasoy’un peşine takılıyoruz.

Ve ‘kaftanlar’ dünyasına yolculuk başlıyor.

HAFTA ortasında bir gece, Washington’daki ünlü Smithsonian müze kompleksindeki Arthur Sackler Galerisi’ndeki davetteyiz.

Çevremiz, lale, karanfil motifli, sırma işli ‘kaftanlar’ giyinmiş bir sürü kadınla dolu.

Genç, yaşlı herkes ‘kaftanlı’.

Aile sandığından çıkmış olduğu besbelli ‘kaftanı’ sırtına geçirmiş olanlar bile var.

Galerinin bir köşesinde modacı Atıl Kutoğlu, ‘kaftanlı’ mankenleriyle.

Bazıları oldukça modern çizgilere sahip ama sonuçta ‘kaftan’.

Washington’ın bir ‘kaftan’ çılgınlığına tutulmasının nedeni o gece açılışı yapılan ‘Stil ve Statü: Osmanlı Türkiyesi’nden İmparatorluk Giysileri’ Sergisi.

Ankara’daki eski elçiler, İstanbul’daki eski konsoloslar dahil pek çok tanıdık simanın olduğu yemekten sonra sıra sergiyi gezmeye geliyor.

Sergiyi gezdirecek kişi Osmanlı sanatı uzmanı Profesör Nurhan Atasoy.

‘Stil ve Statü’
Sergisi’nin iki küratörü var.

Biri Profesör Atasoy, diğeri Smithsonian’ın İslam Sanatı küratörü Dr. Massumeh Farhad.

Biz Atasoy’un peşine takılıyoruz.

Ve ‘kaftanlar’ dünyasına yolculuk başlıyor.

‘Seráser’, ‘kemha’, ‘çintamani’ ‘canfes’ gibi gizemli sözcüklerin havada uçuştuğu bir yolculuk bu...

Şükür ki, Nurhan Atasoy her şeyi en ince detayına kadar açıklamakta pek usta.

‘Seráser’ altın ve gümüş iplikli dokuma anlamında.

Bir diğer adı da ‘altınım-gümüşüm’...

EKONOMİYİ SARSACAK DİYE YASAK GELİYOR

16. ve 17. yüzyıllarda Bursa’da ve İstanbul’da ‘seráser’ dokuyan çok sayıda atölye var.

Bunların öncelikleri sarayın ihtiyacını karşılamak.

Sonra halkın.

Yabancı elçilere, diplomatlara ‘seráser’ kaftanlar da hediye ediliyor.

Profesör Atasoy, zaman zaman ‘seráser’in yasaklandığını anlatıyor.

Altın ve gümüş iplikler çok pahalı olduğu ve çok kullanıldığı için ‘seráser’ tüketiminin ekonomiyi darboğaza sokma ihtimali korkutuyor sadrazamları.

Yasaklıyorlar.

‘Kemha’ bir nevi brokar.

‘Çintamani’ ise kimi zaman bulut, kimi zaman kaplan çizgisi olarak algılanan ve hareketli bir çizgi ve üç yuvarlaktan oluşan bir motif.

Bulut ve üç yuvarlağın sonsuz varyasyonları karşımızda.

Yuvarlaklar kimi zaman hilale dönüşüyor.

Bazı ‘kaftanların’ kolları inanılmaz uzun, şalvarlar inanılmaz büyük...

Her şeye bir açıklama getiriyor Nurhan Atasoy.

Boyutların böylesine büyük olmasının amacı ‘görkemli’ etkisi yaratmak.

O anlattıkça her giysinin törenlere göre ayrı bir anlamı olduğu, bunları dokuyan ustaların, diken terzilerin her şeyi en ince ayrıntısına kadar hesapladıkları çıkıyor ortaya.

Osmanlı imparatorluk giysilerinin her biri bir sanat eseri.

ÇİNTAMANİ DÜŞMANI KORKUTMAK İÇİN

Sembollerle, mesajlarla yüklü...

‘Çintamani’ kudretin sembolü örneğin.

‘Çintamani kaftan’
savaş meydanında düşmanı etkilemek için birebir.

Kırmızı ipek astarlı siyah bir kaftan ise sahibi Kanuni Sultan Süleyman’ın hüznünü temsil ediyor Atasoy’a göre...

‘Ressam Nigari, Kanuni Sultan Süleymanı siyah kaftanla resmetmiş. Öldürtmek zorunda kaldığı oğullarının yası nedeniyle bu kaftan varmış üzerinde’...

‘Kaftanların’ yanı sıra uzun, fitilli ‘kemha’ kavuklar.

Fitillerin sayısı kavuk sahibinin hangi tarikata mensup olduğunu gösteriyor.

‘Padişahlar arasında tarikatlara mensup olanlar da vardı’ diye anlatıyor Atasoy.

70’e yakın parçanın yer aldığı sergide bir tek, bordo, beyaz çizgili kadife pabuç. Diğer teki kaybolmuş. Topkapı Sarayı’ndaki diğer ayakkabıların tümü deri.

‘Stil ve Statü’ Sergisi’nde dikkatimizi bir şey çekiyor.

Hangi kaftanın, hangi padişaha ait olduğu çoğu açıklamada yok.

Ancak birkaç tanesi belli.

Kanuni Sultan Süleyman’ın siyah ‘kaftan’ı gibi.

Nedenini soruyoruz.

Nurhan Atasoy uzunca anlatıyor.

Padişahlar öldükten sonra giysileri özenle bohçalanırmış.

Bohça; böceğe, ışığa, rutubete ve toza karşı en iyi çareymiş o zamanlar.

Giysilerin hangi padişaha ait olduğu bir kağıda yazılıp bohçaların üzerilerine iliştirilirmiş.

Ne ki, günün birinde Topkapı Sarayı Müzesi’nin müdürlerinden biri bohçaların tümünü açtırmış.

İşte o günden sonra bohçalarla kağıtlar birbirine karışmış.

Hangi kağıdın hangi bohçaya ait olduğunu bilen yok.

Dolayısıyla hangi kaftanın, hangi padişaha ait olduğunu da...
Yazının Devamını Oku

Washington, Osmanlı kaftanlarını konuşuyor

28 Ekim 2005
GEÇEN ocak ayında ‘Türkler’ sergisi için Londra’daydık, bu ay ‘Osmanlı İmparatorluk Giysileri’ için Washington’da. Bir yıl içerisinde yurtdışında iki önemli sergi.

‘Osmanlı Kaftanlar- Stil ve Statü’ adını taşıyan sergi, geçtiğimiz günlerde Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Washington’da ünlü Smithsonian arasında imzalanmış olan anlaşma çerçevesindeki ilk faaliyet.

Hatırlatmakta yarar var.

Bünyesinde çok sayıda müze ve galeri barındıran Smithsonian kuruluşu ile bakanlık arasında sergi alışverişi için 10 yıllık anlaşma imzalanmıştı.

Sergilerin ana sponsorluğunu da Koç Holding üslenmişti.

Önceki gece, Arthur Sackler Galerisi’ndeki ‘Stil ve Statü’ Sergisi’nin açılış konuşmasını Koç Holding Başkanı Mustafa Koç yapıyor.

Holdingin kültür alanındaki faaliyetlerini yurtdışına taşımanın mutluluğunu yaşadığını söylüyor.

Serginin küratörü Osmanlı sanatı uzmanı, sanat tarihçisi Profesör Nurhan Atasoy.

Yaklaşık 10 yıldan beri bu projeyi geliştiren Atasoy sergi için 70’e yakın kaftan, şapka ve tekstil ürününü bir araya getirmiş.

Topkapı Sarayı ve Konya’daki Mevlana Müzesi’nin yanı sıra Saint Petersburg’daki Hermitage Müzesi’nden de parçalar getirtmeyi başarmış.

Sergideki çoğu ipek kaftanlar Osmanlı padişahlarının haşmetini gözler önüne seriyor ancak önemli bir mesaj da veriyor.

Türklerin tekstil konusundaki deneyimlerini, becerilerini.

Nitekim serginin diğer sponsorları arasında İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçıları Birlikleri (İTKİB) de var.

Türkiye’nin tekstilin yanı sıra moda dünyasında da artık önemli bir yere geldiğine tanık oluyoruz Arthur Sackler Galerisi’nde.

Ünlü modacılar Atıl Kutoğlu, Hüseyin Çağlayan, Yıldırım Mayruk ve Gönül Paksoy’a birer teşekkür plaketi veriliyor.

Geçenlerde New York moda haftasında adından söz ettirmeyi başaran Atıl Kutoğlu, Osmanlı kaftanlarının modern versiyonlarını giymiş olan mankenleriyle gecenin yıldızlarından.

Kutoğlu, 29 Ekim-22 Ocak tarihleri arasındaki ‘Stil ve Statü’ Sergisi için tişört gibi hediyelik eşya üreteceğini söylüyor.

Peki serginin açılışında kimler vardı?

Mustafa Koç ve Caroline Koç’un İstanbul’dan gelen misafirlerinin dışında ABD’nin eski Ankara elçisi Marc Grossman, ABD’nin eski İstanbul Başkonsolosu David Arnett, Ahmet Ertegün, Fahir Atakoğlu, Kraliçe Nur gözümüze ilişenlerden.

Tussaud Müzesi’ndeki Atatürk heykeli değişiyor

WASHINGTON gezisinde ilginç bir şey öğrendik.

Londra’daki ünlü Tussaud Müzesi’ndeki Atatürk heykeli yakın zamanda değişiyor.

Müzeyi gezenler bilir.

Atatürk heykeli müzenin en başarısız çalışmaları arasında.

Yanından geçtiğinizde fark etmeyeceğiniz kadar başarısız.

Koç ailesi yaklaşık bir yıldan beri Tussaud Müzesi’yle Atatürk heykelini değiştirmek için görüşüyormuş.

Nihayet müze yetkililerini ikna etmeyi başarmış.

Ailenin katkılarıyla yapılan yeni Atatürk heykeli önümüzdeki günlerde yerine konacakmış.

Hazreti Musa’nın asası Topkapı Sarayı’ndaymış

SERGİ nedeniyle Washington’a gelmiş olan Kültür ve Turizm Müsteşarı Profesör Mustafa İsen ile konuşuyoruz.

İsen, Londra’daki ‘Türkler’ Sergisi’nden pek memnun.

‘İnanıyorum ki sergiyi gezenler arasında yüzde 98’inin Türkiye’ye karşı bakış açısı değişmiştir’ diyor.

Yurtdışında peşpeşe yapılan sergileri soruyorum.

Mustafa İsen, Türkiye’yi tanıtacak bu tür sergilerin devamının geleceğini söylüyor.

Bir kere Smithsonian ile imzalanmış 10 yıllık anlaşma var.

‘Sadece Topkapı Sarayı öylesine zengin ki? Kaftanlar sergisi gibi temalı yüze yakın sergi yapılabilir’ diyor.

‘Biliyor musunuz ki Hazreti Musa’nın asası da Topkapı Sarayı’nda. Bizanslardan bize geçmiş. Ben bile bunu müsteşar olduktan sonra öğrendim’ diye ilave ediyor.

En değerli Çin porselen ve seramik koleksiyonlarının Çin’de değil bizde olduğunu söylüyor.

Ama yazık ki, Topkapı Sarayı’nı içindeki nadide parçalarla tanıtmayı beceremiyoruz.

Mustafa İsen bundan sonra bazı şeylerin değişeceğine inanıyor.

Müzecilikte yeni bir anlayışa dikkat çekiyor.

1970’li yıllarda ‘sahip olanı koruma’ gibi bir görüş hakim iken, 2000’lerde UNESCO başka bir anlayış geliştirmiş:

‘Koruma ve tanıma’?

Yani korumaya insan boyutu katılmış.

‘Anlaşıldı ki, insan olmayan yerde tahribat çok daha büyük oluyor’ diyor İsen.

Yani sergiler olacak, tarihi eserler korundukları yerlerden çıkarılacak ki daha çok kıymet kazansınlar.

Müze işletmeciliği de başlı başına bir alan.

Dünyadaki belli başlı müzeler hediyelik eşya mağazalarından önemli bir gelir sağlarken bizde bu yeni yeni gündeme geliyor.

‘Topkapı Sarayı’ndaki ürünlerin replikaları yapılsa kapışılır’ diyen Mustafa İsen, bazı müzelerin işletmeciliği için bir İspanyol firmasıyla görüşmeler yapıldığını belirtiyor.

Topkapı Sarayı’nın yanı sıra, Anadolu’daki 19 müzenin de işletmeciliğinin özelleştirilmesi gündemde.
Yazının Devamını Oku

ABD’nin imajı hükümetten fazla işadamlarının derdi

25 Ekim 2005
RİVAYET o ki 11 Eylül’den hemen sonra ABD Başkanı George Bush yakın çevresine şöyle yakınmış:<br><br>‘Dünyada durumumuz gayet iyiydi.. Ne oldu da artık sevilmiyoruz?’ Yanlış bir tespit.

Zira, dünyanın önde gelen reklam ajansı DDB’nın Başkanı Keith Reinhard’a göre ABD’nin dünyada ‘sevilmemesi’, dolayısıyla imaj sorunu yaklaşık 20 yıldan beri varolan bir sorun.

Irak Savaşıyla giderek ciddi boyutlara varan bir sorun.

En fazla da Amerikan iş dünyasını etkileyen bir sorun.

Keith Reinhard iki yıl önce, iş dünyasının desteğiyle ‘Diplomatik Eylem için İş Dünyası’ diye bir hareket başlatmış.

Medina-Turgul DDB reklam ajansının 10. kuruluş yıldönümü nedeniyle İstanbul’a gelen Reinhard, ABD’nın ‘imaj sorunuyla’ ilgili ilginç şeyler söylüyor.

ABD karşıtlığının dış politikası kadar Amerikalının kişiliğiyle de alákası var.

23 ülkede yaptıkları kamuoyu araştırmasında aşağıdaki gerçekleri ortaya çıkmış.

‘İnsanlar, Amerikalılara bencil, cahil, küstah, tüketim meraklısı gözüyle bakıyorlar’...

ABD, beş, on yıl önce insanların hayalini süsleyen ülkeydi.

‘ABD’de parlak bir gelecek’ düşü vardı.

Şimdi öyle değil...

ABD’nın yerini Avustralya, Kanada, İngiltere, Almanya almış.

ABD’ye ‘gelecek düşüyle’ bakanlar sadece Hintliler.

İNGİLİZLER AMERİKAN MARKASI ALMIYOR

İngiliz entelektüeller arasında bile ‘Amerikan markası almam’ diyenlerin oranı yüzde 37.

Bu negatif imaj nedeniyle elbet en büyük darbeyi yiyen sektörlerden biri turizm sektörü.

Birkaç yıl öncesine oranla ABD dünyadaki 1 numaralı destinasyon.

Bugün 6. sırada.

Vize zorlukları en fazla eğitim sektörünü vurmuş.

Reinhard’ın dediğine göre, vize sorunları nedeniyle ABD’nin Kanada ya da İngiltere gibi ülkelere kaptırdığı öğrenciler nedeniyle üniversitelerin kaybı milyarlarca dolar.

Yıllarca ABD’nın en yakın müttefiği olan Almanya’da bile Avrupalı markaların Amerikan markalarının önüne geçmiş.

‘İmaj sorunumuz alarm verecek boyutta’ diyor Reinhard.

Peki Amerikalılar bunun farkında mı?

Pek çoğu değil.

Hele küçük Amerikan şehirlerinde.

Oralarda oturanların ‘ABD’nin imajı’ gibi bir sorunlara yok.

KONGRE AYRI TELDEN ÇALIYOR

Keith Reinhard
’ın anlattıklarından çıkartığıma göre Washington da pek farklı değil.

Reinhard, 2004 yılının ağustos ayında Amerikan Kongresi’nde ‘Diplomatik Eylem için İş Dünyası’ hareketinin başkanı olarak bir sunum yapmış.

‘ABD markasının’ yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini anlatmış.

Nasıl stratejiler izleneceği konusunda bilgi vermiş.

‘Peki kongredekiler size kulak verdiler mi?’ diye sordum.

Reinhard, kendi sunumundan önce, kongrede ‘Ortadoğu ülkelerine Amerikan değerlerini nasıl öğretebiliriz’ meselesini tartıştıklarını söyledi.

Yani kongredekilerin ‘ayrı telden çaldıklarını’ ima etti.

Söylediklerine kulak veren senatörlerin sayısı bir elin parmakları kadar değil.

Keith Reinhard’ın işi zor.

Bush Yönetimine önce ABD’nin bir imaj sorunu olduğunu anlatacak.

Kabul ettirecek.

Ardından sokaktaki, okuldaki Amerikalıyı eğitecek.

‘Bu süreç yirmi yıldan fazla alır’ diyor.

İyi ki arkasında özel sektör var.

Düşünün ki, McDonald ile Coca Cola’nın dünyada ‘dost kazanmak’ için harcadıkları para Amerikan Hükümeti’nin harcadığı paradan kat kat fazla.

Reinhard’ın kongreye yaptığı sunuma göre, her iki marka ‘imaj’ için toplam 2.4 milyar dolar harcamış.
Yazının Devamını Oku

Hepimiz Akdenizliyiz

23 Ekim 2005
NOTRE Dame de la Garde Bazilikası, Marsilya’nın en tepesinde. Fransa Kralı I. François’nın 1524 yılında yaptırdığı kalenin üzerinde 1853’te yapılmış. Hem şehri kucaklıyor, hem Akdeniz’in mavisini.

Karşısında da, yine I. François’nın yaptırdığı, Monte Kristo Kontu’nun efsaneleştirdiği İf Şatosu.

İf Şatosu, Akdeniz
’in sisleri içersinde bir görünüyor, bir kayboluyor...

Bir hayalet gibi.

Marsilya’nın tepeleri ne kadar romantikse, limanı inadına o kadar gürültücü.

Renkleriyle, kokusuyla, daracık sokaklarıyla Marsilya tipik bir Akdeniz şehri.

Barcelona kadar olmasa da Akdeniz’in geleceğinde iddialı bir şehir.

Bu yüzden olsa gerek, ‘Euro-Med Medya Semineri’ ni ağırlıyor.

Akdeniz’in iki yakasındaki ve en köşesindeki gazetecileri bir araya getiren seminerin katılımcıları arasındayım.

Türkiye’den üç kişiyiz.

Cumhuriyet Gazetesi’nden Zeynep Oral, Milliyet Gazetesi’nden Dış Haberler Müdürü Kadri Gürsel ve ben.

İki gün süren seminerde konu elbet ki Akdeniz halkları.

Daha doğrusu, İspanya’nın öncülüğünde 10 yıl önce başlatılan Barselona Süreci’nin nasıl canlandırılabileceği meselesi.

Romalıların ‘Mare Nostrum’ adını verdikleri Akdeniz’in kuzey kıyıları zengin.

KUZEY VE GÜNEY FARKI

Güney kıyıları yoksul.

Kuzeyde nüfus giderek yaşlanıyor.

Güneyde nüfus giderek artıyor.

Öylesine artıyor ki, 30 yaşının altında olanlar üçte iki oranında.

Kuzeydekilerin demokratik kurumları yerli yerinde.

Hemen hemen hepsi Avrupa Birliği üyesi.

Karşı yakadakilerde durum farklı.

Çoğunlukla kuzeydekilerin sömürgeleri olmuşlar.

Demokrasi, kadın hakları, basın özgürlüğü varla yok arası.

Reformlar kaplumbağa ağırlığında.

Güneyde yoksulluktan, baskıdan kaçanlar soluğu kuzeyde alıyorlar.

Alıyorlar almasına ama kimsenin onları ‘aman şimdiye kadar nerelerdeydiniz’ diye kollarını açarak karşılayacak hali yok.

Braudel’ın ‘Akdeniz, İnsanlar ve Miras’ kitabında dediği gibi, üç bin ya da dört bin yıl boyunca Akdeniz’in tarihini ve bütünlüğünü oluşturan şey ‘göçlerdi’...

Bugün ise tam aksine ‘göçler’ bir tehdit.

Kuzeydekiler için bir tehlike.

Hesaplara göre, bugün Avrupa’daki göçmenlerin sayısı 56 milyon.

Bunların yüzde 10’u da kaçak.

Bu arada yanlış anlaşılmasın, 56 milyonun hepsi elbet Akdeniz’in yoksul yakasından değil...

BARSELONA SÜRECİ FİYASKO

Her neyse ‘Barcelona Süreci’ne dönersek, 10 yıl önce start alan sürecin ana fikri, Akdeniz’in iki yakasındaki işbirliğinin, yoksul güneye demokrasi, istikrar ve ekonomik büyüme getirmesi.

Dolayısıyla göçün önlenmesi.

Peki 1995’te başlatılan süreç başarılı olmuş mu?

Kesinlikle hayır...

Araya 2. intifada, 11 Eylül, Irak Savaşı ve başka tatsız olayların girmesiyle büyük oranda sekteye uğramış.

Hatta komaya girmiş.

Marsilya’da bir anlamda günah çıkartılıyor.

Sürecin neden başarısız olduğu sorgulanıyor.

Güneydekiler diyor ki: ‘Biz yardım istemiyoruz. İşbirliği istiyoruz.’

Kuzeydekiler diyor ki: ‘İşbirliğine hazırız. Yeter ki somut taleplerle gelin.’

Sürecin canlandırılması için bir başka toplantı da önümüzdeki kasım ayında Barcelona’da.

Oraya devlet başkanlarının katılmaları da bekleniyor.

Bakalım bundan sonra şu meşhur ‘Barcelona Süreci’ canlanacak mı?

Canlanmasa da kendi bilir.

Zira Marsilya dönüşü elime aldığım Figaro Gazetesi’nde okuduğuma göre, milyonlarca yıl sonra zaten Afrika Avrupa’ya öyle bir yanaşacak ki, Akdeniz bir göle dönüşecek.

Halklar da ‘metozori’ birbirleriyle kucaklaşacak.
Yazının Devamını Oku