Gila Benmayor

Bu yaz denizi kirletenlerin ensesindeyiz

2 Mayıs 2006
NİHAYET olumlu bir çevre haberi.<br><br>Haber "Deniztemiz", diğer adıyla "TURMEPA"dan. TURMEPA Yönetim Kurulu Başkanı Eşref Cerrahoğlu kesin konuşuyor: "Bu yaz oteller, yatlar ve denizi kirleten tüm tesisleri sıkı takibe alıyoruz. Şimdiden ikaz ediyoruz, önlemlerini alsınlar. Turizm mevsimi de olsa denizi kirletenlere ceza yağacak."

Aldo Kaslowski
, Asaf Güneri, Vera Bulgurlu gibi TURMEPA yönetim kurulu üyeleriyle dün öğle yemeğindeyiz.

Bir önceki buluşma aralık ayında Koç Holding’in Nakkaştepe’deki merkezinde olmuştu.

TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun da katıldığı o toplantıda TURMEPA önümüzdeki yaz aylarında faal olacağının ilk işaretlerini vermişti.

Dünkü öğle yemeğinde nelerin somutlaştığını duyduk.

Bir kere, TURMEPA iç bünyesinde değişiklik yapmış. Profesyonel bir yapıya kavuşmuş. Dolayısıyla bundan böyle projelerini daha kolay hayata geçirecek.

İlk adımını temmuz ayında Göcek’te atıyor. Halen yapımı Tuzla’da devam eden bir sıvı atık arıtma gemisi Göcek’te devreye giriyor.

Çevredeki yatların, gezi teknelerinin atıklarını hallediyor. Tanesi 160 bin Euro’ya mal olacak aynı geminin bir ikincisi ise İzmir’de olacak.

Yine temmuz ayında biri Fethiye’de, diğeri Antalya’da deniz kirliliğini ölçen iki istasyon açılıyor.

Eşref Cerrahoğlu diyor ki "Yerel yönetim, üniversite ve TURMEPA işbirliğiyle ilk kez deniz kirliliğini kontrol altına almaya çalışacağız"...

Bu sözünü ettiğim istasyonlarda Muğla ve Akdeniz üniversiteleri sürekli ölçümler yapacak.

İstasyonların diğer bir işlevi de eğitim vermek. Denizi kirleten otel, lokanta sahiplerinden, kaptanlara kadar herkes burada eğitimden geçecek.

TURMEPA ekipleri 1 Haziran’dan itibaren belediyelerle sahilleri tarayacak. Arıtma için önlem almayan tesisler gerektiğinde mühürlenecek.

İstatistikler ortada. Turistik tesislerin yüzde 80’inde arıtma yok.

TURMEPA yetkililerinin verdiği bilgiye göre ise arıtması olanların çoğu da masraflı diye sistemi devreye sokmuyor.

Eşref Cerrahoğlu, "Odalarını ucuza kiralayan otel sahipleri harcamadan çekiniyor. Ama deniz kirlendiği takdirde üç yıl sonra ucuza sattığı odayı hiç satamayacak" diyor haklı olarak.

"Şimdiden ikaz ediyorum. Ne olursa olsun önlemlerini alsınlar" diye ilave ediyor.

TURMEPA’nın mücadelesi sadece denizi kirleten tesislere, yatlara değil.

Asaf Güneri hatırlatıyor. Balık çiftliklerinin 1 yıl sonra kapatılmasıyla ilgili kararda TURMEPA’nın mücadelesi etkili olmuş.

Derneğin, koyların imara açılmasına da itirazı var.

Eşref Cerrahoğlu’nun hesabı ortada: "Türkiye’nin bir koyunda 1 ay kalan 45 metrelik 3 teknenin Türkiye’ye katma değeri 1 milyon dolar."

Ancak Cerrahoğlu’nun dikkat çektiği nokta şu: "Biz turistik tesisler de, marinalar da, balık çiftlikleri de olsun diyoruz. Ama doğal dengeyi koruyacak şekilde. Çevreye zarar vermeden."

Avrupa’nın yediği levreğin yüzde 70’i Türkiye’den gittiğine göre elbet balık çiftlikleri olacak. Ama koylarda değil, açık denizlerde.

Göcek’te bu yaz bir arıtma tesisinin açılması, yatlara demirlemek yerine şamandıraya bağlanma zorunluğunun getirilmesi TURMEPA’nın öncülüğünde atılan adımlar.

Özetle TURMEPA denizlerin bekçisi.

Cerrahoğlu, "Sponsor aramaktan bıktık. Şirketlerin bize üye olmalarını istiyoruz. Üyelik yılda sadece bin YTL" diye çağrıda bulunuyor.

TURMEPA’ya üye şirketlerin sayısı 280 kadar. Toplam üyesi ise 35 bin.

Dört tarafı denizlerle çevrili bir ülkede bu sayının, özellikle şirket sayısının kat kat fazla olması gerekmez miydi?

Kapadokya modern tasarımla buluştu

HAFTA sonunda Kapadokya’nın eşsiz ilçelerinden birinde Mustafapaşa ya da antik ismiyle Sinasos’tayız.

Sinasos’ta yine eşsiz bir mekan: Konstantinos Eleni Kilisesi.

Pek nadiren kapılarını konserlere açmış olan bu 18. yüzyıl kilisesinde bu kez bir sunum var.

Kalebodur’un "Kapadokya" Koleksiyonu’nun sunumu.

İki yıllık bir çalışma sonucu ortaya çıkan koleksiyonun dört kategorideki ürünlerine Kapadokya’daki şehirlerin antik isimleri verilmiş: Seandos, Argeus, Assiena ve Sinasos.

Zeynep Bodur,
en son Kapadokya koleksiyonuyla meyvesini veren tasarım serüvenlerini anlatıyor:

"Uzun yıllar tasarımlar müşterilerden gelirdi. 1980’li yıllarda tasarım dünyasıyla tanıştık. İtalyanlara yaptırıyorduk tasarımlarımızı. 1990 yılında ilk tasarım birimimizi oluşturduk. Bugün tasarım, inovasyon ve AR-GE’de 80 kişi çalışıyor. Ciromuzun yüzde 2’si Ar-Ge’ye gidiyor."

Türkiye’nin zenginliklerinden, kültürel mirasından modern tasarımla yararlanmak.

Kalebodur daha önce Selçuklu, Osmanlı koleksiyonlarında yapmış bunu.

Şimdi de bu deneyimine Kapadokya’yı katmış. Şirketin dört kişilik tasarım ekibi haftalarca Kapadokya’da dolaşmış.

Binlerce kare fotoğraf çekilmiş. Neticede buram buram Kapadokya kokan bir koleksiyon ortaya çıkmış.

Öyle ki, sunumdan bir gün sonra yöreyi gezdiğimizde evlerde, kiliselerde koleksiyonda gördüğümüz bir detay, bir motif hep karşımıza çıkıyor.

Ne mutlu Kapadokyalılara...

Dünyanın dört bir yanına ihraç edilen ürünlerle "Kapadokya" adı kimbilir kaç kişinin evinde anılacak.

Çinliler bizim borsaya rağbet eder mi

TÜSİAD önümüzdeki hafta Çin yolcusu olmaya hazırlanıyor.

Aylardan beri bu geziye hazırlanan TÜSİAD International Yönetim Kurulu Başkanı Aldo Kaslowski’ye geziyi sorduk. Bir haftalık geziye 50’den fazla şirket katılacakmış.

Çin ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi 7.8 milyar dolar. Bunun 7.2 milyar dolarını Çin gerçekleştiriyor. Geriye kalanını Türkiye. Yani Türkiye aleyhine açık inanılmaz büyük.

Aldo Kaslowski’nin ilgisini şöyle bir şey çekmiş:

Türk inşaat sektörü Çin gezisine rağbet göstermemiş.

Oysa hesaplara göre, Çin’in önümümüzdeki 15 yılda alt yapıya 220 milyar dolar harcaması gerekiyor. Yani, Türk müteahhitlere de bir şeyler düşebilir.

Kaslowski
, teker teker Alarko, Tepe gibi büyük firmaları aramış, geziye neden katılmadıklarını sormuş.

Aldığı cevap şöyle: "İhalelerde rekabet etmek mümkün değil. Çin firmaları çok düşük fiyatlarla ihaleleri kapatıyor."

Çin gezisinde, inşaat sektörü yok ama borsa var.

İMKB Başkanı Osman Birsen’in geziye katılma nedeni Kaslowski’ye göre, Çinli yatırımcıları bizim borsaya çekmek.
Yazının Devamını Oku

Karadeniz’in bütün hamsileri birleşin

30 Nisan 2006
ÇERNOBİL kazasının 20. yıldönümünde Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesi’ndeyim.<br><br>Nükleer karşıtı "insan zinciri"ni meraktan. Biraz da destek kaygısından.

Saat 19.30’da Galatasaray Lisesi’nin önünde toplanan nükleer karşıtları el ele Tünel’e doğru yürümeye başlamadan önce polisleri görüyoruz.

Daha sonra cılız bir "insan zinciri" çıkıyor ortaya.

Cılız diyorum çünkü Çernobil, İngiltere ya da Almanya’nın burnunun dibinde olsaydı binlerce kişi dökülürdü sokaklara.

Beyoğlu Belediyesi’nin tam da ortalığa saçılmış çöpleri toplama saatine denk gelen gösteride pankartlar açılıyor.

Aralarında en hoşuma gideni şu:

"Karadeniz’in bütün hamsileri birleşin!"

Yazının hemen altında da "Ferman onlarınsa, Sinop bizim" diye yazıyor.

"Sinopbizim", Sinop’a yapılması planan nükleer santrala karşı çıkan internet grubu.

Onlar karşı çıkıyor ama Sinop Dernekleri Federasyonu "Nükleer santral Sinopluların yararına" diye bir açıklama yapmış.

Nasıl bir yarar sağlayacaksa...

Nükleer santrala sahip şehirlere turistik geziler yapılmadığı kesin.

Gösteride sloganlar birbirini izliyor.

"Kazım’ın katili nükleer lobi", "Radyasyon öldürür" gibi...

Kız göstericilerden bazıları Karadeniz’in yerel kıyafetlerini giymiş.

Bellerinde bordo beyaz çizgili peştemallar filan.

Maksat dikkati çekmek.

KİMSE UMURSAMIYOR

Etrafıma bakıyorum.

İstiklal Caddesi’nden geçenler nükleer karşıtı gösteriyi pek umursamıyor gibi.

Oysa Türkiye tarihi kararı vermiş.

Nükleer santrallar yapılacak.

Çernobil’in 20. yıldönümünde facianın da tartışıldığı pek söylenemez.

Yabancı gazeteler, dergiler muhabirlerini ta Çernobil’e göndermiş.

Sayfa sayfa makaleler, fotoğraflar.

Derginin hangisinde hatırlamıyorum Çernobil yakınlarında bir köyde çiftçilik yapan bir adamın elinde kocaman bir lahana.

Toprak hálá radyasyonlu ama çaresiz ekiyor adam lahanasını.

Dünya Sağlık Örgütü Çernobil’in Avrupa’da 40 bin kanser vakasına yol açabileceğini açıklamış.

Ve kaderin garip cilvesi, felaketin 20. yıldönümünde nükleer santrallara doğru bir yöneliş var.

Gelişmiş ülkeler, nükleer atıklara hálá kesin çözüm bulmamışken nükleere "dönüş" çanları çalıyor.

Nedeni 2030 yılından sonra, dünyanın ikiye katlanacağı söylenen elektrik gereksinimi.

ABD, Rusya, Japonya "dönüş" sinyalleri vermiş.

UCUZLUK MASALI

Geçenlerde İstanbul’da ilginç bir toplantıya katıldım.

Alman Yeşiller’e bağlı Heinrich Böll Derneği’nin düzenlediği "Nükleer Enerji Masalı".

Konuşmacılar, nükleer enerjinin daha ucuz olduğu, iklimi koruduğu gibi tezleri çürüttüler.

Bir kere nükleerin güvenli olmadığını biliyoruz.

Hem Çernobil felaketinden hem 1979 yılında ABD’de Three Mile Island reaktöründe meydana gelen kazadan.

Gazetelerde fazla büyütülmeden geçiştirilen diğer nükleer kazalardan da.

Yani kaza hep ihtimal dahilinde.

Almanlar hesaplamış.

Frankfurt yakınlarındaki bir nükleer santralda kaza olduğu takdirde bu Alman Hükümeti’ne 3 trilyon Euro’ya mal olacakmış.

Daha ucuz elektrik elde edildiği iddiası da şöyle çürütülüyor:

"Fransa, elektriğinin yüzde 80’ini, Almanya ise yüzde 30’unu nükleerden sağlıyor. Fransa ile Almanya’da elektrik fiyatları aynı."

Dünyadaki nükleer tartışmaları daha yakından izlesek "nükleer karşıtı" gösterilere ilgi belki daha fazla olacak.
Yazının Devamını Oku

AB için çevre sorunu nüfus sorununun da önünde

28 Nisan 2006
ÇEVRE Yasası 10 yıl sonra nihayet kabul edildi.<br><br>Ama iş bitmedi. Çevre meselesinin daha yıllarca başımızı ağrıtacağının işareti İsveç’in Ankara Büyükelçisi Christer Asp’ten geliyor.

Dün sabah Alarko Holding’in Ortaköy’deki merkezindeyiz.

DEİK Türk-İsveç İş Konseyi’nin Başkanı İshak Alaton’un ev sahipliğinde Ankara’ya altı ay önce atanmış olan Asp, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyeliğine ilişkin görüşlerini aktarıyor.

Christer Asp, uzun yıllar hem Brüksel’de, hem 10 yıl önce AB’ye üye olan İsveç’in "AB Uyum Dairesi"nde görev yapmış.

İsveç ile Türkiye arasında, üyelik açısından bazı benzerliklere dikkat çekiyor.

Meğer Avrupa uzun süre "kuzeydeki, tuhaf Protestan ülke" gözüyle baktığı İsveç’in üyeliğine yıllarca sıcak bakmamış.

Avrupalı ülkeler arasında İsveç için "özel statü" önerenler çıkmış.

Aynen bize yapıldığı gibi.

İsveç halkı da üyelik hakkında olumlu düşüncelere sahip değilmiş.

Christer Asp, 10 yıl önce İsveç halkına AB üyeliğiyle ilgili bazı şeylerin etraflıca izah edilemediğini ve bu yüzden hálá sorunların yaşandığını söylüyor.

Düşünün üyelik üzerinden 10 yıl geçmiş ve İsveç toplumunda AB ile ilgili sıkıntı yaratan şeyler hálá mevcut.

İsveç’in AB ile uyum sağlamakta zorlandığı konulardan biri ’çevre’ olmuş.

Şöyle ki:

İsveç çevre yasalarıyla ilgili Avrupa Birliği’nin çok önünde yol almış.

Asp, "AB’nin çevre yasalarına uymak için geri adım atmak zorunda kaldık. AB’nin bize yetişmesini bekledik" deyince şaşırmadım değil.

İsveç Büyükelçisi, Avrupa Birliği gözünden Türkiye’nin üyeliğinin sorunlarını sayarken de ’çevre’yi birinci sıraya koyuyor.

Nüfus, tarım, reformlar, Müslüman aidiyet sonra geliyor elçinin sıralamasında.

Christer Asp, "Kanımca çevreyle ilgili görüşmeler dört, beş yıllık bir zaman alacak" diyor.

Onun için "Çevre Yasası" çıktı ama daha yolun çok başındayız diyorum.

İstanbul Modern, dünyanın en iyi seyahat dergisinde

OYA Ezcacıbaşı küçük bir notla birlikte dünyanın en iyi seyahat dergilerinden Conde Nast Traveller’ı göndermiş.

Derginin mayıs sayısı yaklaşık 10 sayfasını İstanbul’a ayırmış.

"Pek revaçta olan yeni yüzüyle tarihi şehre yolculuk" diye şehri anlatan dergiye göre, İstanbul Modern yeni bir "haletiruhiye" içerisinde olan İstanbul’un ’fetiş’ yerlerinden biri.

Hatta, Guggenheim Müzesi’nin Bilbao’nun imajına yaptığı katkıyı pekálá İstanbul’a yapabilir.

HILLSIDE YÖNETİM KİTABINDA

İstanbul Modern
gibi bir başka başarı hikayesi olan Hillside da İngiltere’de yeni yayınlanan bir kitapta yer almış. Yönetim danışmanı Shaun Smith’in yeni piyasaya çıkan "Gör, hisset, düşün, yap" başlıklı kitabında başarılı şirketleri anlatılmış.

Virgin, Sony, Harley-Davidson, Apple, Land Rover’ın yanısıra Hillside’a altı sayfa ayırmış.

Türkiye için sevindirici haberler bunlar.

İstanbul’un atıklarını kontrol  altına alıyoruz

GEÇENLERDE İSTAÇ (İstanbul Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma ve Atık Maddeleri Değerlendirme Sanayi ve Ticaret A.Ş) Genel Müdürü Osman Akgül aradı.

İstanbul’un atıklarıyla ilgili bazı rakamlar verdi.

Tıbbi atıkları İSTAÇ topluyormuş.

Şehriminizin tıbbi atıkları günde 27 ton imiş.

Genel Müdür, İstanbul genelinde 20 yatak üstü hastanelerin atıklarını topladıklarını ve hastanelerden yatak başı ücret aldıklarını söyledi.

"Hastanelerin atıklarını vermeme gibi bir şey söz konusu olamaz. Çünkü biz zaten yatak başı onlardan ücret alıyoruz" dedi.

Yani hastane atık vermezse de, ücretini ödüyormuş.

Akgül bu arada bir sanayi envanteri müjdesi de verdi.

Bir Alman şirketiyle ortak yapılan çalışmada 22 sanayi dalı tespit edilmiş. Ayrıca İstanbul’daki sanayi tesisleri de gezilmiş.

Neticede ortaya 200 sayfalık bir sanayi hammadde envanteri çıkmış.

Dolayısıyla tesislere giren ham maddeleri ve atıkları izlemek, kontrol altına almak bundan sonra kolaylaşacakmış.

Dileriz öyle olur, İstanbul zehirli atıklarından kurtulur.
Yazının Devamını Oku

Kızlarımız tamam, erkek öğrenciler açıkta kalmasın

25 Nisan 2006
GEÇEN cuma günü Gümüşhane’nin Kürtün İlçesi’nde bir bayram havası var.<br><br>Nedeni, Aydın Doğan Vakfı’nın bu ilçede temelini atacağı kız yurdu. Aynı gün içerisinde Kelkit ve Köse’de de kız yurtlarının temel atma töreni de var.

Vakfın bu bölgede yapacağı toplam 5 yurt, 700 kız öğrenciyi barındıracak. Trabzon DHA büro şefi Turgay Mürtezaoğlu ile sabahın erken saatlerinde Kürtün’deyiz.

600-700 metre yükseklikteki ilçeye girerken, tepelere mevzilenmiş ilkokul öğrencileri bayraklarıyla karşılıyor arabaları.

Esas merakla bekledikleri Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener.

Bakanı beklerken tören alanına toplanmış öğrencilerle, öğretmenleriyle konuşuyorum.

4 bin nüfuslu Kürtün’ün geçim kaynağı, fındık, hayvancılık, el sanatları ve "gurbetçilik".

Evlerin yüzde 90’ı sıvasız. Kürtün Cumhuriyet İlköğretim Okulu öğretmenleri öğrencilerin okumayı sevdiğini anlatıyor.

Kitap kampanyaları tutmuş. Okula en son 2 bin 500 kitap bağışlanmış.

"Kütüphanedeki kitap sayısı 7 bini buldu. Okuma giderek yaygınlaşıyor. Burada dershane yok ama öğretmenler gönüllü hafta sonları kurs veriyor" diyen öğretmenlerle sohbet koyulaşıyor.

Amaç çocukları fen liseleri, öğretmen liseleri için yetiştirmek.

Büyük şehirlere burslu giden öğrenciler de oluyormuş.

Tören başladığında Abdüllatif Şener’in tam karşısındaki iki pankart dikkat çekici.

Birinde "Kızlarımız tamam. Erkek öğrenciler açıkta kalmasın" yazıyor.

Diğerinde ise "Sayın Bakanım... Spor salonumuzu arz ederiz..."

Pankartların ikisi de anlamlı.

Erkek öğrenciler aynen kızlar gibi başlarını sokacak bir yer istiyorlar.

Kürtün’deki iki lisenin öğrencileri civardaki 28 köyden geliyor.

Spor salonu talebi de önemli.

4 bin nüfuslu ilçede ne büyüklerin, ne küçüklerin sosyal yaşamlarına yönelik mekanlar var. Düğün salonu bile yok.

ÖĞRENCİLER FRIEDMAN’I ANLADI MI

İlköğretim okulunun bir odası düğün salonuna dönüştürülüyormuş.

Törende konuşan Abdüllatif Şener, 9. Kalkınma Planı’nda eğitimde devrim niteliğinde değişiklik olacağını söylüyor.

Thomas Friedman’ın "Dünya Düzdür" kitabına atıfta bulunarak "Dünya düzleşmiştir. Eğitim geçit vermeyen bu dağları düzleştirir. Önemli olan alacağınız eğitimle, hayallerinizle bu dağları aşmaktır" diyor. Küreselleşmeden, malların dolaşımından söz ediyor.

Kürtün’deki bir markette dünyanın öbür ucunda üretilmiş malların bulunabileceğini söylüyor.

Teknolojiyle, bilimle dünyanın nasıl fethedileceğini anlatıyor.

Şener’in entelektüel içeriği yoğun konuşmasından sonra tören alanındaki öğrencilere sordum:

"Bakanın konuşmasını anladınız mı?"

Bir, iki tanesi, o da öğretmenlerinin araya girmesiyle konuşmadan neler çıkarttıklarını söyleyebildiler.

Büyük bir çoğunluğu anlamamıştı.

Bakan Şener’in konuşması, bırakın sinema salonu, spor salonu bile olmayan ilçenin çocuklarının hayal sınırlarını fazlasıyla zorlamıştı.

Kelkit başarılı olursa Türkiye’ye model olur

GÜMÜŞHANE’ye 2003 sonbaharından beri ilk gidişim.

O dönemde Kelkit’teki Aydın Doğan Meslek Yüksekokulu’nun açılışı nedeniyle yaptığım ziyaret sırasında bir türlü yapılamayan Sadak Barajı gündemdeydi.

Açılışa gelen Başbakan Tayyip Erdoğan, Sadak Barajı’nın 2004 yılında programa alınacağını söylemişti.

O gün bugündür barajdan haber yok.

Ama bölgeye geldiğinizde hep karşınıza çıkıyor.

Yöre halkı "Godot"u bekler gibi Sadak Barajı’nı bekliyor.

Nitekim Kelkit’teki kız öğrenci yurdu açma töreni sırasında Bakan Şener’in karşısındaki pankartta "İş, aş demek Sadak Barajı demek" diye bir pankart var.

Ama Abdüllatif Şener, beraberindeki AKP milletvekillerinin değinmesine rağmen baraja değinmiyor.

Aynı gün, Doğan Organik Ürünler’in Kelkit’teki "Organik Süt Tesisleri"ne ziyarette barajın bölge için nasıl yaşamsal olduğu konuşuluyor.

Doğan Organik Ürünler Genel Müdürü İlhan Başaran Gümüşhane’deki tarım alanlarının büyük bölümünün sulanamadığını anlatıyor.

Başaran, "Sadak Barajı Kelkit’in kurtuluşu olur" diyor.

Bölgeye ilk gelişimden bu yana Türkiye’nin tek organik işletmesi olan çiftlikte ve çevrede büyük değişiklikler olmuş.

Başaran anlatıyor:

"Yöredeki çiftçileri hayvancılığa yönelik yem bitkisini yetiştirmeye teşvik ettik. Bir sonraki aşamada organik süt için büyükbaş hayvan yetiştirmelerine teşvik edeceğiz."

YEM BİTKİSİ GEÇİM KAPISI

2003
yılında yem bitkisi 156 hektarlık alana dikilirken, 2005 yılında bu 1237 hektara çıkıyor.

Çiftçinin 2003 yılında yem bitkisi için aldığı destek 36 bin 171 YTL. 2005’te aldığı destek ise 616 bin 746 YTL.

Yani yem bitkisi bir geçim kapısı olmuş.

Organik süt elde etmek için hayvanların özel yemle beslenmesi gerek.

Ayrıca hayvanlara hormon yasak.

Genetiği değiştirilmiş yemle beslenmesi yasak. Antibiyotik ise yılda bir ya da iki kez verilebiliyor.

2006 yılı için 2 bin 500 ton organik süt planlanıyor.

2007’de 5 bin 200, 2008’de 6 bin ton süt elde edilecek.

Organik sütün tamamını Pınar süt alıyormuş.

İlhan Başaran 70 köyde yem bitkisinin ekilmesi, sağlıklı hayvanın yetiştirilmesi için eğitim verdiklerini anlatıyor:

"1500 metre yükseklikte organik tarım yapıyoruz. Verimli oluyoruz. Ama bu işletmenin esas amacı yöredeki çiftçileri organik süte yöneltmek. Hayvancılık yapan ailelerin 20 ila 25 büyükbaş hayvana sahip olmasını sağlamak. Kelkit başarılı olursa Türkiye’ye model olur."
Yazının Devamını Oku

Yerel mimarlar en iyisini yapacak diye bir şey yok

23 Nisan 2006
ZAHA Hadid "mimarinin divası" olarak anılıyormuş. Geçen temmuz ayında İstanbul’daki Mimarlık Kongresi’nde yaptığı konferansa 6 bin kişi katılmış.

Anadolu’nun çeşitli üniversitelerinden gelen mimarlık bölümü öğrencileri onu görmek için neredeyse birbirlerini ezmiş.

Konferansı izleyen bir arkadaşım "Madonna konseri gibiydi. Resmen sahneye saldırdılar. Zaha Hadid neye uğradığını şaşırdı" diyor.

Hatta kargaşada bir ara çantasını kaybetmiş.
/images/100/0x0/55eb604ef018fbb8f8bd1bd2
Zaha Hadid’e "star" muamelesi yapıldığına bizzat tanık oldum.

Topbaş’ın, "Küçükçekmece" ve "Kartal-Pendik" kentsel dönüşüm proje yarışmasına katılan altı ünlü mimar onuruna verdiği davette erkek meslekdaşlarının ona "starımız" diye hitap ettiklerini duydum.

Belki dertleri, "mimari, bir tür erkekler kulübü" diyen Zaha Hadid’in gönlünü hoş tutmaktı.

Bilmiyorum.

Neticede Zaha Hadid, "erkekler kulübünü" mat etti ve "Kartal-Pendik" projesini kazandı.

Projeyi kazandıktan sonra yeniden İstanbul’a gelen Zaha Hadid ile şehre her gelişinde kaldığı Çırağan Oteli’nde buluştuk.

"Kartal-Pendik" projesini onun ağzından duymak, biraz da İstanbul hakkında neler düşündüğünü öğrenmek istediğimi söyledim.

Dikkatinizi çekerim.

Hadid ile sohbet, tam da Türk mimarların "kentsel dönüşüm proje" yarışmasına davet edilmedikleri için haklı tepkilerini dile getirdikleri günlere rastlıyor.

"Mimarinin divası"na, önce yarışmayı kazandığı "Kartal-Pendik" projesinde ne yapmak istediğini soruyorum.

"Anafikir, Kartal-Pendik arasında sürekliliği sağlamaktı. Proje, büyük oranda terk edilmiş bir sanayi alanına yönelikti. Bu alanı tasarlarken, kaygan, esnek geçişler tasarladık. Var olan dokuya iyi uyum sağlamasını istedik" diyor.

Zaha Hadid’in projeyi birlikte tasarladığı üç mimar arasında Saffet Bekiroğlu adında genç bir Türk mimar var.

Ayrıca aynı proje için çalışan ekibinde üç Türk mimarın daha adına rastlıyorum.

Demek ki, yerel duyarlılıkları dikkate almaya özen gösteriyor.

"Kartal-Pendik" projesi; marinalar, kültür merkezleri, ofisler, yerleşim alanlarıyla kapsamlı bir master plan.

"Peki projeyi kazandığınıza göre İstanbul Büyükşehir Belediyesi’yle bunu uygulamak için anlaştınız mı" diye soruyorum.

Kadir Topbaş ve diğer belediye yetkilileriyle görüşmeleri devam ediyormuş.

"Projenin tamamının bizim tarafımızdan gerçekleştirilmesi söz konusu değil" diyor.

Zaten projenin tam uygulanması yıllar alabilirmiş.

20-25 yıl filan.

Hadid’e göre, projenin Adalar’ın karşısında olması da ilginç.

Çünkü "ada yaşamına" yeni bir boyut katabilecek.

İnsanlar vapurla kültür, alışveriş merkezlerine rahatlıkla ulaşabilecek.

GUGGENHEIM HER ŞEYİ DEĞİŞTİRDİ

Peki acaba "yabancı mimarlar" İstanbul’a yeni bir şeyler katabilir mi?

Türk mimarların tepkisini ima ettiğimi hesaplayan Hadid’in cevabı şöyle:

"Avrupa’da belki 10 yılı aşkın süredir yabancı mimarlara kapılarını açma trendi var. Yani artık Fransa’da sadece Fransız mimar çalışacak diye bir şey yok. Almanya, İspanya, İtalya, İsviçre hatta ABD bile böyle bir trende uyuyor. Yerel bilgiye, duyarlılığa inanıyorum ama dışardan bir bakış değişik olabilir. Kimi zaman da bu değişik bakış iyi bir bakış olabilir."

Şunu da ekliyor:

"Yerel mimarlar en iyisini yapacaklar diye bir garanti yok..."

Söylediğine göre, "yabancı mimarlara" kapı açma trendi Bilbao’daki ünlü Guggenheim Müzesiyle başlamış.

"Böyle bir proje insanların mimarlık sanatına değişik bir gözle, belki daha vizyoner bir gözle bakmalarını sağladı" diyor.

Bu arada bir bilgi.

Bağdat doğumlu olup, ofisi Londra’da olan Zaha Hadid, "yabancı bir mimar" olarak halen İspanya’nın çeşitli şehirlerinde, İtalya’da, Fransa’da, Singapur’da, Çin’de çeşitli projeler gerçekleştiriyor.

Peki İstanbul gelecekte nasıl olabilir?

"İstanbul, Venedik gibi olmamalı asla. Sular nedeniyle büyüyemiyor. İstanbul gücü olan önemli şehirler gibi sürekli büyüyen, kendini keşfeden bir şehir. Heyecan verici bir şehir."

Hepimizin bildiği bir gerçek.
Yazının Devamını Oku

4 milyon Euro’ya atık yakan tesis kurabiliyoruz, sesimizi duyuramadık

21 Nisan 2006
ŞU zehirli variller meselesi dipsiz bir kuyu gibi.<br><br>Bir yanda her gün yeni variller ortaya çıkıyor. Diğer yanda beyanatlarda, rakamlarda inanılmaz çelişkiler var. Mesela, Türkiye’de yıllık tehlikeli atık miktarı ne kadar?

Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe 750 bin ton olduğunu iddia ediyor.

İZAYDAŞ’a bakarsanız yılda 1 milyon ton tehlikeli atık üretiliyor.

İSO Çevre İhtisas Kurulu "Türkiye’de yılda 2 milyon atık çıkıyor" diyor.

Hangisi doğru?

Kimilerinden de "5 milyon tehlikeli atık" sözünü duyduk.

Greenpeace’e göre, rakamların çelişkili olması, sanayide hammadde girdilerinin sağlıklı bir envanteri olmamasından.

Sanayi tesislerinin çoğunun ruhsatsız olması sağlıklı envanteri engelleyen bir faktör.

Aynı şekilde İZAYDAŞ’ın da yılda kaç ton tehlikeli atık yaktığını anlamak mümkün değil.

İZAYDAŞ’ın kendisi yılda "100 bin ton" imha ettiğini, İSO ise kurumun kapasitesinin 40-50 bin ton olduğunu iddia ediyor.

Zehirli atıklar konusunda kargaşa devam ederken, Bursalı bir okuyucudan şöyle bir e-posta geldi geçen gün:

"Günde 27 ton atık yakan bir tesisi, anahtar teslim 4 milyon Euro’ya kurabiliyoruz. 10 tesis kursak Türkiye’nin sorunu belli bir oranda çözülür ama sesimizi duyuramadık..."

E-posta, Doğa Tıbbı ve Sanayi Atık Şti. diye bir şirketten gelmiş. Şirket ortaklarından Dr. Mehmet Akif Göksu’ya ulaştım.

5-6 yıldan beri tehlikeli atıkların bertaraf edilmesiyle ilgili çalışmalar yapan Dr. Göksu, bu konuda uzmanlaşmış biri Amerikalı, diğeri İngiliz iki şirketin temsilciklerini aldıklarını söylüyor.

Bunlar, merkezi İngiltere’de Leeds’de olan Facultatif Technologies ile ABD’nin Pennsylvania eyaletinden Pennram Şirketi.

GÜNDE 35 TON TIBBİ ATIK

ABD ve İngiltere sanayi ve tıbbi atıklarının yüzde 80’ini yakarak imha ediyormuş.

Geriye kalan yüzde 20’si ise kontrollü bir şekilde toprağa gömülüyor.

Dr. Göksu haklı olarak "tıbbi atıklar" üzerinde de duruyor.

Tuzla’ya atılanlar "sanayi atıkları" olduğu için medya özellikle bu tip atıklar üzerinde yoğunlaşmış.

İyi de ya İstanbul’daki sayısız hastahanenin atıkları?

Onlar acaba ne oluyor?

Kemerburgaz’da kurulmuş olan tıbbi atık imha tesisi var ama yetersiz.

Dr. Göksu bu konuda karamsar.

"Belediye yetkilileriyle konuştuğumda ne kadar tıbbi atık topladıklarını soruyorum. Verdikleri rakam gülünç. Hastahaneler belediyeye para ödemek istemiyorlar. "Atığımız yok" diyorlar. Sanırım tıbbi atıkların yüzde 80’i evsel atıklara karışıyor" diye konuşuyor.

Dediğine göre, Leeds’te günde 35 ton tıbbi atık yakılıyormuş.

Nüfusu 15 milyona yaklaşan İstanbul’un bu sorununu nasıl çözdüğünü kim merak ediyor?

MALİYETİ DÜŞÜK

Dr. Göksu’nun ortağı olduğu şirket İZAYDAŞ’ın tesisine göre maliyeti çok düşük olan bir sistemi devreye sokabiliyorlar.

Maliyetin daha düşük olmasının nedeni şu:

Tesisini 90’lı yıllarda 100 milyon Euro’ya kurduğu söylenen İZAYDAŞ imha ettiği atıklardan enerji üretme sistemine sahip.

Oysa Bursalı şirketin 4 milyon euroya mal ettiği tesis atıkları sadece yakıyor.

Şirketin Çevre ve Orman Bakanlığına, belediyelere "atık yakma tesisi" için başvuruları neticesiz kalmış.

"Çevreyi kirletmenin cezası gülünç olunca atık sorunu kimsenin umurunda değil açıkçası" diyor Dr. Göksu.

Belediyelerin AB’nin çevre fonlarından yararlanmaları, dolayısıyla maliyetleri daha aşağıya çekebilmeleri de söz konusu. Ancak bunun için bakanlığın belediyelere yol göstermesi gerek.

Neticede iş geliyor yine bakanlığa dayanıyor.

Kuralları koyacak, denetleyecek, özel sektörü imha tesislerini kurmaya teşvik edecek, çevre fonları için yol gösterecek olan Çevre ve Orman Bakanlığı.

Türk şirketleri AB’de nasıl etkili olabilir

DANIEL Gueguen Avrupa’nın en tanınmış lobicilerinden.

1975 yılından beri Brüksel’in yollarını aşındıran Daniel Gueguen, AB konusunda eğitim veren, lobicilik yapan, çokuluslu şirketlere, KOBİ’lere danışmanlık hizmeti veren Clan şirketinin sahibi.

Geçtiğimiz aralık ayında bir eğitim programı için İstanbul’a geldiğinde uzun sohbet imkanı bulduğum Daniel Gueguen aynı zamanda 12 kitabın yazarı.

Bunlardan bir tanesi de "Euro"nun geleceğiyle ilgili.

Fransız Gueguen, "Euro"nun geleceğine kuşkuyla bakanlardan.

İşte bu meşhur Daniel Gueguen, önümüzdeki haziran ayında Türk şirketlerine, AB kurumlarının nasıl işlediğini, müzakere sürecinde bunlar nezdinde nasıl etkili olunacağını anlatacak.

Bu konuda daha fazla bilgi www.mkistanbul.com sitesinde.
Yazının Devamını Oku

Sarıgül ayda 30 bin dolar kira getirecek yeri bilimin hizmetine verdi

18 Nisan 2006
DÜN sabah Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül ile Bilim Merkezi’nde buluştuk.

Sarıgül, güne saat 06.00’da başlamış. Maslak’taki bir taksi durağını açmış, ardından Ayazağa’da bakkalarla toplantı yapmış, bir cam fabrikasında işçileri ziyaret etmiş.

Bilim Merkezi’nde 09.30’daki buluşmamız, erken başlayan günün dördüncü randevusuydu Sarıgül için.

Bilim Merkezi, 1 Eylül 2004 tarihinden beri Fulya’daki bin metrekarelik yerinde.

Daha önceleri İstanbul Teknik Üniversitesi’nin bünyesindeki bir binadaydı. Ancak İTÜ ile anlaşmazlık olunca merkez kendisine yeni bir yer aramak zorunda kalıyor.

Yazının Devamını Oku

Yerin 630 metre altında elmas avında

16 Nisan 2006
Johannesburg’dan havalanan 15 kişilik küçük uçağımız yaklaşık bir buçuk saat sonra Finsch elmas madeninin olduğu Güney Afrika’nın Northern Cape eyaletinde. İşsizliğin ve yoksulluğun yüksek olduğu bir eyalet bu.

1961 yılından beri faaliyette olan Finsch madeni, Güney Afrika kökenli De Beers’in bu ülkedeki yedi elmas madeninden biri.

Güney Afrika’yı ziyaret nedeni esasında bu madeni görmek. Elmas efsanesine yakından tanıklık etmek. Yüzyıllar boyunca insanların hayalini süsleyen, güçle özdeşleşmiş elmas.

Küçük gazeteci grubundakilerin çoğu elmas madeninde çıplak gözle bu kıymetli taşın görüneceği inancında. Beklentiler boşuna çıkıyor.

Dilerseniz hikayenin en başına dönelim.

Küçük uçağımız Finsch madenine ait havaalanına konar konmaz yollara düşüyoruz.

Önce Northern Cape eyaletinin yoksul köylerine gidilecek.

De Beers Grubu’nun köylerdeki sosyal projeleri incelenecek.

Dediğim gibi bölgede fakirlik diz boyu. Güney Afrika’daki ırkçı rejim, büyük olasılıkla zengin madenlere sahip olduğu için bölgedeki bazı köylerden insanları sürmüş. Irkçı rejim devrilince "toprak reformu"ndan yararlanan köylüler evlerine barklarına dönmüşler. Ama kupkuru bir toprak parçası elde ettikleri. Su yok, elektrik yok.

İşte bu toprak parçaları üzerine inşa edilmiş "teneke köyleri" ziyaret ediyoruz. Evler resmen tenekeden.

Yoksulluk denizinde hoş bir sürpriz karşılıyor bizi. O "teneke evler"de minik çocukların gittiği kreşler var. Öğretmenleri de "teneke köylerin" gönüllü genç kızları. Şarkılarla, danslarla karşılıyorlar bizi.

25 YILDIR ELMAS GÖRMEYEN ADAM

Ziyaretin ikinci günü elmas madenine inilecek. İnmeden önce elmasın nereden, nasıl çıkartıldığına ilişkin uzun bir bilgilendirme toplantısı var.

Elmas "kimberlit" denen volkanik kaya kalıntılarında bulunuyor ancak. Magnezyum, demir, mika gibi başka madenleri de bulunduran "kimberlit" yer kabuğunda kanallar şeklinde görülüyor. Anlayacağınız ona ulaşmak son derece zahmetli bir iş. Dolayısıyla elmas madeni bloklara ayrılıyor, her blokta yıllarca çalışılıyor.

Bilgilendirme toplantısından sonra özel kıyafetlerimizi giyiyoruz. Işıklı kask, lastik çizmeler, 7-8 kilo ağırlığında oksijen kutusu filan. Adım atmak zorlaşıyor.

Bu halde bizi yerin 630 metre altına indirecek asansöre biniyoruz. 1 ya da 2 dakika gibi bir sürede elmas madeninin yüreğindeyiz.

Aşağısı bir şehir gibi. Cipler, kamyonlar dolaşıyor. Tüneller elektrikli kablolarla donatılmış. Zira her şey uzaktan kumandalı. Madenin beyni yukarıda, bilgisayarlarla dolu bir oda.

Bizi ciple tünellerde dolaştıran Chubby Harrison, tam 25 yıldır Finsch madeninde.

Bugüne kadar kayaların üzerinde hiç "elmas" görmediğini söyleyince hayallerimiz yıkılıyor.

KEÇİBOYNUZU TOHUMU VE KARAT HESABI

Öyle avuç dolusu değilse bile hepimizin hayalinde ham bir elmas görmek var.

Harrison anlatıyor: "Her 100 ton kayadan elde edilen elmas miktarı 40 karat".

"Karat"
biliyorsunuz elmasın ağırlığını sınıflandırmak için kullanılan bir sözcük. Meğer, eskiden değerli taşları tartmak için standart olarak kullanılan "keçiboynuzu tohumları"ndan gelen bir sözcükmüş.

İşin içine "karat" girince 100 tondan kaç elmas elde edildiği karmaşıklaşıyor haliyle. 1 "karatlık" elmas da var 3 "karatlık" da.

Benim aklımı kurcalayan başka bir soru var.

Yeryüzünün kabuğunu kazdıkça kazdıkça günün birinde bu elmas madenleri tükenecek elbet.

Chubby Harrison şimdi bulunduğumuz 4. numaralı blokta kazıların 2013 yılına kadar devam edeceğini söylüyor. Sonra?

Sonra 880 metre derinliğe 5. bloka inilecek. Oradaki kazı da 2027 yılına kadar devam edecek. Daha sonra belki daha da alta inilecek.

"Pırlanta sonsuza kadar" sloganını biliyorsunuz. Elmas madeni öyle değil. Bir sonu var. Ama insanoğlu çaresini bulmuş.

Hep yeni maden arayışında. Karada ve denizde. Zavallı yeryüzü...

PIRLANTA İŞİNE HİNTLİLER HAKİM

Madende, üzerinde ham elmasın olduğu kayalar, oldukça uzun ve zahmetli bir işlemden geçiyor. Yerin altında öğütülüyor, suya bırakılıyor... Sonra yerin üstünde başka işlemlerden geçiyor. Ta pırlanta kesme ve yontma atölyelerine kadar.

Johannesburg’da ziyaret ettiğimiz "Rosyblue" böyle bir atölye. Günde yaklaşık 150 taşın kesilip, parlatıldığı bir yer.

"Rosyblue"nun sahiplerinden Hint kökenli Vishal Mehta, Hindistan’dan Tayland’a, Ermenistan’dan Belçika’ya 13 değişik ülkede atölyeleri olduğunu anlatıyor. Belli ki, Hintliler pırlanta işine büyük ölçüde hakim. Bizim Johannesburg’da gezdiğimiz atölyenin çalışanlarının yüzde 85’i kadındı.

Atölyeyi gezerken AIDS ile ilgili afişler gözümüze çarpıyor. "Rosyblue"da, işçileri AIDS’e karşı eğitmek için kurslar yapılıyormuş. Esasında De Beers dahil Güney Afrika’daki her şirketin böyle programları var. Zira AIDS, tüm Afrika’yı etkilediği gibi, şu anda Güney Afrika nüfusunun da yüzde 40’ını etkilemiş durumda. Nelson Mandela’nın oğullarından biri bile bu hastalıktan ölmüş.
Yazının Devamını Oku