Gila Benmayor

Yaşamın onda sekizi bende

27 Mart 2006
Masamın üzerinde iki kitap var.İkisi de söyleşi.Biri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Profesör Türkan Saylan ile Zehra İpşiroğlu’nun yapmış olduğu söyleşi "Yapıcılığın Gücü". Diğeri usta gazeteci Nilgün Uysal’ın İlber Ortaylı ile yaptığı nehir söyleşinin kitabı "Zaman Kaybolmaz".

"Yapıcılığın Gücü"nde benim nicedir kafamda evirip çevirdiğim bazı soruların cevapları var.

"Bir insan, bir yaşama nasıl bu kadar şey sığdırabilir?", "Eğitim, sağlık, çocuk, kadın hakları ve daha nice konuda nasıl peşinden kitleleri böyle sürüklemeyi başarabilir?", "Kimsenin gitmediği en ücra yerlere nasıl ulaşabilir?", "Gittiği yerlerde nasıl bu kadar umut saçabilir?" gibi sorulara ve diğerlerine cevap arayan sadece ben değilim.
/images/100/0x0/55eb2e45f018fbb8f8b09265
Geçenlerde iş çıkışı Turkcell Kurumsal İletişim Direktörü Zuhal Şeker ile konuşuyorduk.

Şeker, Turkcell’in Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile birlikte gerçekleştirdiği "Kardelenler" projesi nedeniyle Profesör Saylan’ı yakından tanıyor.

Aynı sorular onun da kafasını da kurcalıyormuş nicedir.

Üstelik ikimiz de Türkan Saylan’ın yıllardan beri kanserle boğuştuğunu biliyoruz.

Meme kanserinden sonra akciğer kanserine yakalanan, hayatının belirli dönemlerinde geçirdiği kemoterapi tedavisi nedeniyle arada bir saçlarını kaybeden bir insan, nasıl bu kadar ışık saçmaya devam edebilir?

KENDİSİNE DIŞARDANBAKABİLİYOR

Aynı soruyu, Zehra İpşiroğlu kitabında sormuş Profesör Saylan’a.

Cevap şöyle:

"Tüm yaşam sürecimizi on parmak olarak görelim. Şimdilik hastalık için ayırdığım süre (tetkik, tedavi, biten sağlık karnemi alma, yatakta biraz fazla kalma, ilaç yutma gibi) ikisini kapsıyor. Yaşamın onda sekizi bende. Bakalım bu oran ne şekilde değişecek ve hastalık ilerledikçe beni ne oranda esir alacak? Nerelerde engelleyecek? Hálá koruduğum direncimi, neşemi, olumluluğumu, coşkumu bozacak mı?"

Saylan, kendisine dışardan bakıyor, kendisiyle ilgili gözlem yapıyor.

Bir bilim kadını mantığıyla ve soğukkanlılığıyla.

Amacı yaşadığı deneyimi başkalarına aktarmak.

Kitaptan anlıyoruz ki, Türkan Saylan’ın hayatının odağında "nasıl işe yarayabilirim" duygusu var.

İnsanlara bir şeyler vermek, değişmez gibi duran şeylere el atmak, çözüm yolları aramak.

Cüzam hastalığıyla mücadele etmek için ihtisasını zührevi hastalıklarda yapması böyle bir duygunun sonucu.

Türkan Saylan bugün 71 yaşında.

Ama kendisi kitapta itiraf ettiği gibi yaşıtlarıyla mutlu değil.

"Bana anlatacakları bir şey yok" diyor.

Gençlerle daha iyi diyalog kuruyor, tartışıyor.

Türkan Saylan ile birlikte, bir-iki yıl önce Van’a birlikte yolculuk yaptığımızda bizzat tanık olmuştum gençlerle, çocuklarla arasındaki sıcak diyaloğa.

Bunca işi başarmasını sağlayan da zaten bu diyalog değil mi?

Türkiye’de yapılacak o kadar çok şey var ki.

Türkan Saylan’ın yolundan gitmek isteyenlere hararetle tavsiye edeceğim bir kitap "Yapıcılığın Gücü".

AYNI ANDA TÜMZAMANLARDA

Diğer kitap "Zaman Kaybolmaz"a gelirsek, hemen belirtmem gerekir ki söyleşiyi yapan Nilgün Uysal’ın gazeteciliği söyleşide bir "farklılığı" ortaya koymuş.

Neredeyse 600 sayfalık kitap, soruların akıcılığı, İlber Ortaylı’nın "konuşkanlığı" sayesinde inanılmaz bir rahatlıkla okunuyor.

Nilgün Uysal’ın sözleriyle, "Ortaylı, mümkün olsa, aynı anda bütün zamanlarda birden yaşamak isterdi. Aynı anda birçok uzmanlık alanına birden derin ilgi duyduğu da muhakkak. Ve bu uğurda epeyce kendisini helak ettiği de."

İlber Ortaylı tarih okumuş ama aklı arkeolojide de kalmış, güzel sanatlarda da.

Ortaylı’nın çocukluğunu, öğrencilik yıllarını, tanıdığı insanları, gezilerini ve tüm bunları müthiş hafızasında biriktirdiği anekdotlarla süsleyerek anlattığı anıları "bütün zamanlara yolculuk" tadında.
Yazının Devamını Oku

Boyner’in fotoğrafları, Toplum Gönüllüleri’ne bir saatte 400 bin YTL kazandırdı

26 Mart 2006
ARALARINDA Mustafa Koç, Güler Sabancı, Ferit Şahenk’in de bulunduğu pek çok ünlü işadamını iki gece önce Maslak’ta "Refresh The Venue"de bir araya getiren neden, sıra dışı bir müzayede ve bir kutlama. İbrahim Betil’in TEGV’den ayrıldıktan sonra kurduğu ve Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın (TOG) üçüncü yıldönümü.

Türkiye’nin dört bir yanında üniversite gençlerini "gönüllü" olarak çeşitli sosyal projeler için seferber eden TOG, üç yılda bayağı bir yol almış.

En son "halk kütüphanelerini" yenilemek gibi uzun soluklu bir projeyi hayata geçirmiş.

Ancak proje demek, maddi kaynak demek./images/100/0x0/55eabbe7f018fbb8f8934788

Betil’in vakfın üçüncü yıldönümü için düzenlediği ve iş dünyasının ünlü isimlerini bir araya getirdiği yemekte toplanan yaklaşık 700 bin YTL, TOG Vakfı’nın önemli birçok projeye imza atmasını garantilemiş durumda.

Gecenin açılışı müzayedeyle yapılıyor.

Açık artırma ile satışa çıkarılanlar, Cem Boyner’in geçtiğimiz eylül ayında, Darphane-i Amire’deki "Yakındaki Uzak/Uzaktaki Yakın" sergisinden 19 adet fotoğrafı.

Stüdyoda çekilmiş nü’ler ve Afrika’nın çeşitli ülkelerinden sanatsal görüntüler.

Ellerindeki kataloglardan fotoğrafları seçen davetliler heyecanlı.

"Şiva" adındaki siyah beyaz fotoğraf müzayedenin ilk fotoğrafı.

8 bin 500 YTL’ye Mustafa Koç’a kalıyor.

Üçüncü fotoğraf 11 bin YTL’ye fırlarken, beşinci alıcı yine 11 bin YTL ödeyen Güler Sabancı.

Eylül ayındaki sergisi sırasında yaptığı bir söyleşide, "Fotoğraflarımı 350 ile 1400 YTL arasında satmak istiyorum. Yaptığım işin kıymetlenmesini istiyorum; ama aynı zamanda herkesin almasını" diyen Boyner’in fotoğrafları açık artırmanın sonuna doğru 20 bin, 30 bin, 40 bin YTL’ye satılıyor.

"Kur’an Hocası" en pahalıya, 45 bin YTL’ye satılan fotoğraf.

Açık artırmaya çıkarılan fotoğraflar arasında Cem Boyner’in Mali’de çektiği "Cami Önü" isimli çok özel bir eseri de var.

Neticede yaklaşık bir saat içersinde Cem Boyner’in fotoğraflarından elde edilen gelir 400 bin YTL civarında.

İbrahim Betil mutlu.

Sahnede, "Cem Boyner ile ilk kez 14 yıl önce Van’da böyle bir kalabalığın karşısındaydık" diyor Yeni Demokrasi Partisi’nin kurulduğu günleri ima ederek.

Açık artırmadan sonra sıra "Toplum Gönüllüleri Vakfı"nın 5 örnek projesi için bağış toplamaya geliyor.

İlk proje Doğubeyazıt’ta bir yaz okulu ve bunun için gerekli miktar 10 bin YTL.

Bu arada İbrahim Betil, İstanbul’a bu özel gece için gelmiş olan bazı "gönüllü" gençleri, davetlilere tanıtıyor.

"Gönüllüler" neler yaptıklarını, bilgisayarı bilmeyen çocuklara nasıl ulaştıklarını anlattıkça bağış için bayraklar birbiri ardına havalanıyor.

Doğubeyazıt’ta yaz okulunu tek başına bir bağışçı üstleniyor.

Daha sonra "Samsun Gençlik Hizmet", "Kadın Girişimciler", "Genç Girişimciler" ve "Sağlık Eğitim" projeleri için gerekli paralar toplanıyor.

TEGV’in başında olduğu sırada müthiş başarılı kampanyaları yönetmiş olan İbrahim Betil bir başarıya daha imza atıyor.

"Toplum Gönüllüleri Vakfı" için birkaç saat içerisinde yaklaşık 700 bin YTL topluyor.
Yazının Devamını Oku

Gayrimenkul getirisinde İstanbul birinci ama riskli

24 Mart 2006
KISA adı ULI olan, merkezi Washington’da "Urban Land Institute" (Şehir Arazisi Enstitüsü, PricewaterhouseCoopers ile şöyle ortak bir rapor hazırlamış: "Avrupa’daki gayrimenkul trendleri."

Dün İstanbul’da raporun sunumu vardı.

2006 yılında, gayrimenkulde Avrupa’nın gözde şehirlerinin hangileri olacağını öğrendik böylelikle.

Rapor, çeşitli araştırmalara dayanarak ve Avrupalı 100’den fazla sanayiciyle yüzyüze görüşmelerle ortaya çıkmış.

Avrupa’nın 27 şehrini ya da "gayrimenkul pazarı"nı temel alan raporun "yükselen yıldızları"nı hemen sayalım:

Madrid, Dublin ve Hamburg.

Yıldızları sönenler ise Brüksel, Viyana ve Milano.

Milano bir önceki raporda 2. sırada iken 18. sıraya düşmüş.

İlk beş sıradakiler şöyle:

Paris, Londra, Helsinki, Madrid ve Barselona.

Dikkatinizi çekerim İspanya gayrimenkul piyasasının gözdesi.

Peki İstanbul nerede?

İstanbul 19. sırada.

Geçtiğimiz yıl 13. sırada iken bu yıl 19. sıraya gerilemiş.

NEDEN İSTANBUL GERİLEDİ

Raporun sunumunu yapan ULI Avrupa-Kentsel Dönüşüm ve Sürdürebilirlik Merkezi Genel Müdürü Andrea Carpenter’a bu gerilemenin nedenini soruyorum.

"Diğer şehirler gayrimenkulde daha büyük atılımlar yaptıkları İstanbul’u geçtiler. Yoksa İstanbul’un performansında düşüş yok. İstikrarlı gidiyor" diyor.

Carpenter’ın sunumunda İstanbul’a ayırdığı bölümde net görülüyor.

İstanbul getiride birinci sırada ama risk söz konusu olunca 26. sırada.

27 şehir arasında en riskli olanı Moskova.

Yani, İstanbul’u daha cazip hale getirmek için bir kere riskleri azaltmak şart.

Carpenter’ın sunumundan önce kısa bir konuşma yapan Pricewaterhousecoopers’ın Kıdemli Ortağı Adnan Nas diyor ki "Gayrimenkul yatırımına gelen yabancı Boğaz’daki lokantaya, İstanbul’un dünyanın en güzel şehri olmasına bakmıyor. Yatırım kriterlerine bakıyor."

Bu arada Nas’ın dikkat çektiği bir şey var:

Gayrimenkul piyasaları Türkiye’de tam olarak anlaşılmıyor.

Konut yönüyle yani dar anlamda anlaşılıyor.

Oysa bu dünyada çok önemli kaynakların ve fonların yöneldiği bir alan.

Pek çok sektöre para kazandırıyor.

Ulaşım, turizm, inşaat gibi.

Bankacılığı da etkiliyor.

Nas, "İstanbul’un ve Türkiye’nin diğer şehirlerinin büyük potansiyeli var. Yapacağımız şey mutfağı yani yatırım ortamını düzeltmek ve tanıtmak" diyor.

Yani madalyonun öbür yüzünde tanıtım meselesi var.

Avrupa gayrimenkul piyasasında İstanbul ve Türkiye henüz yeterince tanınmıyor.

İşte bu noktada, Büyükşehir Belediyesi tarafından geçtiğimiz aylarda oluşturulan "Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi" bir girişimi aklıma geliyor.

Kısa adıyla İMP, Kartal ve Küçükçekmece için dünyaca ünlü altı mimara proje yaptırmış.

ÜNLÜ MİMARLAR DAHA CAZİP KILAR

Kartal
için üç, Küçükçekmece için üç mimar proje gerçekleştirmiş.

Kartal için çalışmış mimarlar arasında Bilbao’nun master planını, Tayvan’da Guggenheim Müzesi’ni yapmış olan Zaha Hadid var.

Yine Kartal için günümüzün en ünlü Japon mimarlarından Kisho Kurokawa da proje geliştirmiş.

Altı mimar önümüzdeki hafta projelerini sunacakmış.

Sonuçlar da 1 Nisan tarihinde kamuoyuna açıklanacakmış.

İstanbul’un dünya çapında ünlü mimarlara ihtiyacı var.

İnanıyorum ki, onların çalışmaları İstanbul’u daha cazip hale getirecek.

Meselá, ULI’nin listesinde beşinci sırada olan Barselona dünyanın en ünlü mimarlarına kapısını açmış olan bir şehir.

Frank Gehry, Norman Foster’ın işleri her an karşınızda.

İstanbul dünya şehri olacaksa ünlü mimarlamutlaka davet etmeli.

Topbaş’ın "İstanbul’un yedi tepesine, yedi tünel" projesinde "by-pass" ettiği İMP’nin ünlü mimarlarla çalışma girişimi umarım hayal kırıklığı olmaz.
Yazının Devamını Oku

Sadıkoğlu: Dubaililerin 28 milyon dolar borcu var

21 Mart 2006
GEÇEN cuma günü bu sütunlarda yer alan "Sadıkoğlu’nun yarım bıraktığı Şeyh Maktum’un yatı bitmiş" yazım üzerine dün Kahraman Sadıkoğlu aradı. "Dubai’de olanları bir de benden dinleyin" dedi.

Şeyh Maktum’un 160 metrelik yatını neden bitirmediğini şöyle anlattı:

"Şeyhin yatını inşa ettiğim dönemde Dubai’de bir IMF toplantısı yapılıyordu. Toplantı nedeniyle o günlerde Dubai’de bulunan Savarona’da bir davet verdik. Yatı gezdirirken, davetliler arasında olan bir şeyh, Atatürk’ün odasına girmek istemedi. Üstelik Atatürk’ün aleyhine konuştu. Dayanamadım. Şeyhi Savarona’dan kovmak zorunda kaldım."

Sadıkoğlu
’nun iddiasına göre, Savarona’dan kovulan şeyh, Şeyh Maktum’un yatıyla ilgilenen Sultan bin Süleym’in bir yakınıymış.

Ve bu olaydan sonra Sultan bin Süleym, Sadıkoğlu’nun parasını ödememeye başlamış.

Sadıkoğlu’nun da Şeyh Maktum ile temasa geçmesini engellemiş.

Kahraman Sadıkoğlu’nun altı ay parası verilmediği gibi, yatın yapımı başka birine devredilmiş.

"Dubaililerin size borcu ne kadar" diye soruyorum.

Sadıkoğlu "Yaklaşık 28 milyon dolar" diyor.

Tekne yapımı için ayda 2 milyon dolar, ayrıca yine yapımını üstlendiği Palmiye Adası’ndaki mendirek için 2,5 milyon dolar alıyormuş.

"Savarona’daki olaydan sonra hepsini kestiler" diyor.

Yine iddiasına göre, Dubai’daki bu olaylar yüzünden kendisine yakın olan Telekomünikasyon Bakanı El Tahir de istifa etmek zorunda kalmış.

Kahraman Sadıkoğlu, geçen cuma günü İTO’da bir toplantı yapan Dubai Jebel Ali Serbest Bölgesi CEO’su Selma Saif Bin Hareb ile bu borç konusunda konuşmak istemiş.

Ancak randevu alamamış.

Parasını almak için şimdi ümidi, birkaç ayını Londra’da geçiren Şeyh Maktum’a orada ulaşmak.

SAVARONA 3,5 AY DOLU

Zamanında Turgut Özal’ın devreye girmesiyle Atatürk’ün yatı Savarona’yı 49 yıllağına kiralayan Kahraman Sadıkoğlu’na yatın son durumu sordum.

Sadıkoğlu, yata 36 milyon dolar harcadığını söylüyor.

Mayıs ayından ağustos ayına kadar Güney Fransa’da zenginlere kiralanıyormuş.

Müşterileri arasında Suudi Arabisan Kraliyet ailesinin fertleri de var.

"3,5 ay dolu ama ondan sonra buraya gelip yatıyor" diyor Sadıkoğlu.

Şimd Atatürk’ün yatıyla ilgili başka bir sorun varmış.

Yatı bağlayacak bir rıhtım bulunamıyormuş.

Syriana ve Dubai’deki modern çağın köleleri

SYRİANA, George Clooney’ye CIA ajanı rolüyle Oscar ödülü getirmiş olan film.

ABD’nin Ortadoğu petrolü üzerine oyunlarını anlatıyor.

Müthiş gerçekçi bir film.

Neredeyse belgesel tadında.

Filmin geçtiği yerlerden biri de Körfez’de bir ülkenin petrol dolum tesisleri.

Tesislerde karın tokluğuna çalıştırılan işçilerin nasıl köktendincilerin ellerine düştüklerini, nasıl intihar bombacılarına dönüştüğünü izliyorsunuz.

Filmde işçilerin tıka basa bir otobüse bindirildikleri sahne aniden bana iki, üç gün önce Dubai’de gördüğüm bir sahneyi anımsattı.

Kaldığımız Hilton Jumeirah Oteli’nin yanıbaşında yapılan Jumeirah Beach gökdelenlerinde işçiler aynı şekilde taşınıyordu.

Çoğunlukla, Hintli, Pakistanlı işçiler sabahın erken saatlerinde inşaata bırakılıyor, akşam saatlerinde yeniden otobüslerle alınıyordu.

Sonradan öğrendim.

İşçilerin inşaat alanının dışında, Dubai’de gezinmeleri yasakmış.

Otobüslerle alınıp getirildikleri inşaat alanlarının dışında her yer onlara yasak.

Aynen Syriana filmindeki gibi topluca koğuşlarda barınıyorlar. İşverenin işine gelmedikleri zaman da sorgusuz sualsiz ülkelerine geri gönderiliyorlar.

Dubai’de konuştuğum birisi "Dubai’yi Dubai yapan modern çağın köleleri" dedi.

Gerçekten öyle.

Dubai’nin göz kamaştıran, ışıltılı fütüristik inşaatlarının gerisinde bu gerçek yatıyor:

Modern çağın köleleri.

Dubai’de İznik Vakfı’nın çinilerine büyük rağbet var

HÜRRİYET’in pazar günkü yani önceki günkü ekinde İznik Vakfı’nın yeniden hayata geçirdiği çinilerle ilgili nasıl başarılı çalışmalar yaptığını okudunuz.

Vakfın çinileri Calvin Klein’ın Kaliforniya’daki evinden Dubai’deki parklara, alışveriş merkezlerine kadar geniş bir yelpazeye hitap ediyor.

Seviliyor, kullanılıyor.

Dubai’ye kısacık ziyarette İznik Vakfı’nın buradaki projelerinin bazılarını görme fırsatım oldu.

Bir tanesi Dubai Emiri’nin Sarayına yakın Zabeel Parkı’nda.

Mimar ve minyatür sanatçısı Nusret Çolpan’ın çizgileriyle İznik çinilerine yansıyan panolarda İstanbul ile Dubai yan yana.

İstanbul Ayasofya’sıyla, Kız Kulesi’yle, camileriyle alabildiğine tarihi, Dubai ise yelken şeklindeki Burj el Arap Oteli ve diğer gökdelenleriyle alabildiğine modern.

Hoş bir tezat.

İznik Vakfı’nın diğer bir çalışması da Burjaman adındaki bir alışveriş merkezinin üst katında.

İngiliz bir mimarın yaptığı alışveriş merkezinin en can alıcı noktası kırmızı ve turkuaz İznik çinilerinin olduğu bölüm kuşkusuz.

Yine bir camide çalışmaları olan İznik Vakfı, Dubai’de kuracağı ofis aracılığıyla diğer Körfez ülkelerine de hizmet vermeyi tasarlıyor.
Yazının Devamını Oku

Türk hamamını dünyaya tanıtan ressam

19 Mart 2006
Ingres’in bizimle olan ilgisine gelince, resimlerinden anlıyoruz ki, o yıllarda esen "oryantalizm" rüzgarına fena kaptırmış kendisini. "Büyük Odalık" bir Batılı için Doğu’nun gizemli güzelliğini, zenginliğini, harem hayatının şehvetini yansıtan bir tablo. "Türk Hamamı" ise yaşlı ressamın son tablolarından biri. Hamamda kadın bedenlerinin birbirine karıştığı tablo, eleştirmenlere göre ideal güzelliği en iyi yansıtan sanat eserlerinden biri.

Yolunuz bugünlerde Paris’e düşerse, yollarda, metro istasyonlarında çarpıcı bir poster göreceksiniz.

Kadife yastıkların üzerine bir dirseğine dayanarak yan uzanmış çıplak bir kadın./images/100/0x0/55ea0cd1f018fbb8f8675af7

Tavuskuşu tüylerinden bir yelpaze, bilezikli elinden bacaklarına doğru sarkıyor.

Saçlarının ön kısmını açıkta bırakan broşlu, püsküllü, türbanvari bir şey takmış.

Yay gibi bedeninin üzerinde profili kusursuz.

Bakışları hülyalı.

Belli ki bu güzel modern zamanlara değil geçmiş zamanlara ait.

Poster, ünlü Fransız ressam Jean-Auguste Dominique Ingres’in 1814’te yapmış olduğu "Büyük Odalık" tablosu.

"Büyük Odalık" Paris’in her köşesinde...

Metroda bedava dağıtılan haftalık şehir dergisinde bile.

Sergiler öylesine bol ki, Paris’i ziyaret etmek için en güzel mevsim bu olsa gerek.

Orsay Müzesi’nde Fransız resminin iki devi Pissarro-Cezanne, Louvre’da Ingres, Arap Dünyası Enstitüsü’nde "Arap Bilimi’nin Altı Çağı" sergileri.

İki güne ancak ilk ikisini sığdırabildik.

Seine kıyılarındaki Arap Dünyası Enstitüsü’ndeki sergi, gazeteler tarafından "Avrupa ile İslam uçurumuna köprü" olarak tanımlanıyordu ama ne yazık ki görmeye vakit yoktu.

Louvre Müzesi’ndeki Ingres Sergisi’ne dönersek, 40 yıldan beri ilk kez ressamın 80’e yakın yağlı boya tablosuyla, 104 kara kalem çalışmasını bir araya getiriyor.

Döneminde "özgür", "tuhaf", "cesur" olarak tanımlanan Ingres’in portreleri ve çıplak kadınları çarpıcı.

ORYANTALİZM, O YILLARDA GÜÇLÜ

"Gözleri konuşturmalısınız" diyen ressam, 60 yıllık uzun kariyeri boyunca (87 yaşında ölmüş) dönemin ünlü isimlerinin tablolarını yapmış.

Napolyon Bonaparte’ın iki tablosu var sergide.

Biri henüz konsül iken, diğeri imparotorluk unvanını aldıktan sonra.

Birincisi tıfıl, henüz kendine tam güveni olmayan bir genç, diğeri ise dünyaları fethetmenin gururu yüzüne ve bedeninin neredeyse her uzvuna yapışmış biri.

Kariyerinin bir bölümünü İtalya’da geçiren Ingres, burada tanıştığı Listz, Paganini gibi ünlü müzisyenlerin de kara kalem portrelerini yapmış.

Ingres’in bizimle olan ilgisine gelince, resimlerinden anlıyoruz ki, o yıllarda esen "oryantalizm" rüzgarına fena kaptırmış kendisini.

"Büyük Odalık" bir Batılı için Doğu’nun gizemli güzelliğini, zenginliğini, harem hayatının şehvetini yansıtan bir tablo.

"Türk Hamamı" ise yaşlı ressamın son tablolarından biri.

Hamamda kadın bedenlerinin birbirine karıştığı tablo, eleştirmenlere göre ideal güzelliği en iyi yansıtan sanat eserlerinden biri.

"Türk Hamamı"nın ilginç bir de hikayesi var.

Tabloyu 1848 yılında sipariş eden kişi Prens Napolyon.

Ancak Ingres’in tablosu, prensin karısı Prenses Clothilde tarafından açık seçik bulunmuş.

Dolayısıyla "Türk Hamamı" Ingres’e geri yollanmış.

Tablonun parasını peşin almış olan Ingres, çifte gençlik yıllarında yapmış olduğu oto portresini göndermiş.

Kimbilir belki de utangaç Prenses Clothilde’den "Madem çıplak kadınları istemiyorsun karşına genç bir erkek tablosu as" diye intikam almak için.

PARİS’TE BİR OSMANLI PAŞASI

Tablo kendisine geri dönünce Ingres şeklini değiştirmiş ve dikdörtgen tabloyu yuvarlak bir şekle dönüştürmüş.

Daha da ilgi çekici hale gelen tablo, Paris’te yıllar sonra bir Osmanlı Paşası’nın dikkatini çekmiş.

Osmanlı Paşası kim derseniz?

Hani 10 yıl kadar önce Paris’te Orsay Müzesi’nde sergilendiğinde büyük gürültü kopartan "Dünyanın Kaynağı" ya da "Dünyanın Başladığı Yer" (L’Origine du Monde) tablosunu ressam Gustave Courbet’ye sipariş eden Osmanlı Büyükelçisi Halil Paşa.

Sereserpe yatmış bir kadının cinsel organını gösteren tablo günümüzde dahi Fransız resminin "en cüretkar" tablosu olarak gösterilir.

Esas adı Halil Şerif Paşa olan ve renkli yaşamı birçok kitaba konu olan Halil Paşa neticede zengin koleksiyonuna "Türk Hamamı"nı da dahil etmiş.

Sergiyi birlikte gezdiğim arkadaşım "Türk Hamamı"nın önünde durduğumuzda şu soruyu sormaktan kendini alamıyor:

"Ingres hamamı nasıl böylesine detaylarıyla tahayyül etmiş?"

Ressamla ilgili okuduklarım arasında Ingres’in İstanbul’a gelmiş olduğuna dair bir işaret yok.

Ancak Bonaparte’ın Mısır’ı fethetmesinden sonra büyülü Doğu ile ilgili hikayeler o kadar çok ki.

Sanırım Ingres’i bu konuda besleyenlerden biri de 18. yüzyılda iki yıl kaldığı İstanbul’da her yere girip çıkan ve anılarını kaleme alan Lady Montegu.

Louvre’daki sergide "Montegu Kardeşlerin" kara kalem portreleri vardı.

Büyük ihtimal Ingres’in yolu İtalya’da aileden biriyle kesişmişti.

Turizm mevsimi yaklaştıkça Türkiye tanıtımının bu yıl geçtiğimiz yıllara oranla "daha zayıf" olduğu iddiaları yaygın.

Ingres’in Louvre’daki sergisinin tanıtıma bir nebze katkısı olabileceğini düşünebileceğim şu "oryantalizm" meselesi olmasa.

Ama doğrusu abartılı bir Doğu havasındaki "Türk Hamamı"nda bir kadının ağzına lokumları tıkıştırdığını düşündükçe tanıtıma faydası mı olur, zararı mı karar veremedim.
Yazının Devamını Oku

Dubai’nin yapay adaları Türk deniz dolmuşuyla gezilecek

17 Mart 2006
DUBAİ’ye doğru yola çıkmadan önce Newsweek’in son sayısında okumuştum.<br><br>Artık pek yakından tanıdığımız Dubai Emiri Şeyh Muhammed bin Raşid el Maktum, 1985 yılında bineceği bir uçağın seferini iptal etmesi üzerine ortada kalmış. İşte o anda kendi havayolu şirketini kurma kararını vermiş.

Dubai turizmiyle ilgili İngiliz bir yöneticiyi yanına çağırmış ve "bu iş bize kaça mal olur" diye sormuş. 10 milyon dolar yanıtını alınca hemen işe girişilmesini istemiş.

Bugün Emirates yılda yüzde 20 büyüyen dünyanın ikinci en kárlı havayolları şirketi. Emirates’i kurduğu yıllarda bakan statüsünde olan Şeyh Muhammed bin Raşid el Maktum bugün iktidarda.

Bir uzay ve havacılık merkezi kurmaya hazırlandığı söylenen Dubai bundan sonra bizi daha da şaşırtacak kuşkunuz olmasın.

Dünyadaki en son teknolojiyi diğer ülkelerden daha hızlı bir şekilde satın alarak uygulayan Dubai geleceğe yönelik dev projeleri için teknoloji ve tasarımı bir Türk şirketine ait deniz araçlarını kullanmaya hazırlanıyor.

Dubai’ye geliş nedenimiz de zaten "Dubai Tekne Fuarı"nda sergilenen "Labranda" deniz taksileri, deniz ambulansı, deniz yangın söndürme ve kurtarma aracı gibi özel tasarımlar.

Adını Muğla yakınlarındaki antik bir yerleşim merkezinden alan "Labranda" şirketinin Yönetim Kurulu Başkanı Alphan Manas esasında tanıdığımız bir isim.

Teknoloji Holding’in eski ortağı. Teknoloji Holding’den ayrıldıktan sonra kendisine kalan 7 şirketi yeni kurduğu bir yatırım grubu çatısında birleştirdi.

Labranda bu şirketlerden biri.

Manas, yine kendi şirketi "TDesign"a tasarımını yaptırdığı deniz araçlarına ABD’de yeni satın aldığı "American Hydrojet Corporation" şirketinin "water-jet" teknolojisini uygulamış.

DUBAİ’YE KAPTIRDIĞIMIZ TÜRK

Dolayısıyla "Labranda" deniz araçları hem teknolojik üstünlüğü, hem modern bir tasarıma sahip araçlar. Peki bu deniz araçları Dubaililerin ilgisini nasıl çekmiş?

İşte hikayenin bu tarafı daha da ilginç.

Dubai Emiri Şeyh Muhammed bin Raşid el Maktum ve ailesi aynı zamanda Dubai’yi Dubai yapan şirketlerin sahipleri. Saymakla bitmez. Maktum ailesinin sahip olduğu şirketler arasında bir tanesinin adı geçtiğimiz günlerde gündemdeydi.

İngiliz Peninsular&Oriental kısaca P&O şirketini 6.9 milyar dolara aldıktan sonra otomatikman 6 Amerikan limanının da kontrolünü eline geçiren "Dubai Ports World". New York, Baltimore, Miami limanlarının da aralarında bulunduğu 6 limanının Dubai tarafından kontrol edilecek olması Amerikan Kongresi’ni ayağa kaldırmıştı. İş şimdilik donduruldu.

Her neyse Maktum ailesinin diğer şirketlerine dönersek bunlardan bir tanesi de "Palmiye Adaları" diye bilinen yapay adaların yapımını üstlenmiş olan Nakheel.

Nakheel’in denizdeki dev projelerine destek olsun diye bir de "Palm Marin" şirketi kurulmuş.

İşte bu şirketin CEO’su bir Türk: Kutsal Denizmen.

ABD’nin en ünlü üniversitelerinden MIT’den birincilikle mezun, Deniz Kuvvetleri’nden emekli, gemi inşaat mühendisi Kutsal Denizmen yaklaşık iki yıldan beri "Palm Marin"in CEO’su.

"Balık tutma dışında denizle ilgili her şeyi yapıyoruz" diyor.

Yat üretimi, ticari tekneler, yüzen evler gibi projeler sayıyor.

Kutsal Denizmen, televizyonda geçen mart ayında İstanbul’da lansmanı yapılan "Labranda" deniz taksilerini görüyor. Alphan Manas ile temasa geçerek "Labranda" deniz araçlarının Dubai’deki fuarda sergilenmesini sağlıyor.

İş burada bitmiyor.

DUBAİ’DE ÜRETİLECEK

Çünkü Dubai açıklarındaki 7-8 adet yapay ada tamamlandığında hesaplara göre 165 bin kişinin ulaşımının sağlanması gerekiyor.

"Labranda" deniz araçları bu iş için biçilmiş kaftan. Dolayısıyla "Palm Marin" ile "Labranda" arasında deniz araçlarının Dubai’de üretilmesiyle ilgili bir ön anlaşma imzalanıyor.

Bu arada "Palm Marin", "Labranda"ya tanesi 465 bin dolardan beş adet deniz kurtarma aracının siparişini veriyor.

Dubai’ye 2005 yılında 6 milyon turist gelmiş. Yanlış hatırlamıyorsam, 2025 yılında hedef 100 milyon turist ve bunun için yatırımlara ayrılan para 50 milyar dolar.

Yapay adalardan dünyanın sayılı zenginleri kapış kapış ev almaya başlamış. Yabancıların emlak almasını sağlayan yasanın da geçtiğimiz günlerde onaylanmasıyla Dubai’nin yapay adalarında ev alma trendi hızlanacak.

Kutsal Denizmen’in dediğine göre, ilk "Palm Jumeirah" adası 2006 yılı sonunda bitecek ve yerleşime açılacak. "Adalar arasında 600 deniz taksisi dolaştırmayı planlıyoruz ilk aşamada" diyor.

Gördüğüm kadarıyla "Labranda" deniz araçları için Dubai’de parlak bir gelecek var.

Hem Dubai’de, hem Birleşik Arap Emirlikleri’nin diğer ülkelerinde.

Sadıkoğlu’nun yarım bıraktığı Şeyh Maktum’un teknesi bitmiş

DUBAİ’deki tekne fuarında karşılaştığımız "Troy Marine"in sahibi Recep Aytaç dört yıldan beri burada. Kahraman Sadıkoğlu ile birlikte Şeyh Muhammed bin Rabid el Maktum’un 160 metrelik teknesini yapmak için gelmiş Dubai’ye.

Aynı zamanda, "Savarona" yatının restorasyonunu yapan İstanbul’daki Aytaç Denizcilik’in sahibi.

Recep Aytaç, Kahraman Sadıkoğlu’nun Şeyh ile arasının bozulup Dubai’den ayrılmasından sonra şeyhin teknesinin yapımına devam etmiş.

Neticede dediğine göre, Şeyh’in teknesi bitmiş ve bu hafta kendisine teslim edilecekmiş.

Şeyh’in yatının, tik ağacından güvertesiyle mobilyalarını yapan Recep Aytaç, Sadıkoğlu olayından sonra Dubai’den ayrılan Türk denizcilik şirketlerinin yerlerini Hintlilere kaptırdıklarını söylüyor.

Birleşik Arap Emirlikleri’nin ve Kuveyt, Katar gibi diğer Körfez ülkelerinin denize ciddi yatırımlar yapmaya başladıklarını anlatıyor.

Kimi şeyhlerin özel marinalarında 8 ila 10 tekne bulunuyormuş.

Yani Türk denizcilik şirketleri için bu bölge önemli bir açılım.

Zaten Sadıkoğlu’nun Dubai’dan ayrılmasından sonra kalmaya devam eden "Troy Marine"de geleceği görmüş zira "Labranda" deniz araçlarının Dubai’deki üretiminde rol oynayacak.

Kuveyt Riva’da 1000 konutluk proje başlatmış

DUBAİ’de, Şeyh Maktum’un bildiğimiz "Dubai Kuleleri", Tuzla’da üç milyon metrekarelik yaşam merkezi, Zeytinburnu’da ticaret merkezi gibi projelerinin yanı sıra İstanbul’da bilmediğimiz başka projeleri olduğunu duyuyoruz.

Bunların ne olduğu önümüzdeki günlerde ortaya çıkar mutlaka.

Dubai’de duyduğumuz başka bir şey daha var.

Kuveytliler de İstanbul’da yatırıma meraklıymış.

KCI adındaki Kuveyt firması Riva’da 1000 konutluk bir proje başlatmış.
Yazının Devamını Oku

PwC’ye göre Türkiye’nin avantajı genç nüfusu

14 Mart 2006
DÜN gazetelerde yer alan, danışmanlık şirketi PwC’nin 2050 yılı tahminleri heyecanlandırdı. 2050 yılında dünyanın 12. büyük ekonomisi olabilmek, kişi başına milli gelirin 42 bin dolara ulaşabilmesi iyi haber elbette.

PricewaterhouseCoopers’ın raporu esasında İngiltere’ye yönelik.

Ancak içerisinde gelişmekte olan piyasalar, yeni Avrupa Birliği (AB) üyeleri ve global ekonomiye yönelik tahminler de var.

Raporun gelişmekte olan piyasalar bölümünü kaleme almış olan PwC Makroekonomi bölüm başkanı John Hawksworth’a dün telefonla ulaştım.

Türkiye bölümünü yorumlamasını istedim.

"Türkiye uzmanı olmadığını" özellikle vurgulayan Hawksworth öncelikle şunu vurguluyor:

"Türkiye’nın genç nüfusu ekonomisinin güçlü bir şekilde büyümesinde avantaj..."

Aynı avantaj Hindistan için geçerli.

Yıllardan beri "bir çocuk" politikası uygulayan Çin ilerde yaşlanan nüfus sorunuyla karşılaşacak.

John Hawksworth diyor ki: "Bazı koşullar yerine getirilirse, makroekonomik göstergeler iyi olmaya devam ederse 40 yıl içerisinde İtalyan ekonomisine yetişirsiniz..."

Ancak John Hawksworth’un üzerinde önemle durduğu bazı koşullar "teknoloji" ve "inovasyon".

"Türkiye’nin dünyanın 12. ekonomisi olma potansiyeli var. Bu uzun bir süreç. Ancak Avrupa ekonomilerine yetişme için teknoloji ve inovasyona yatırım yapmanız da gerekir."

PricewaterhouseCoopers
’in yönetici ortağı Adnan Nas da aynı görüşte.

"Uzun vadeli bir büyüme için Türk şirketlerinin katma değer meselesi üzerinde durmaları gerekiyor. Ki bu ancak teknoloji, Ar-Ge, eğitim ile mümkün."

Özetle 45 yıl sonra dünyanın 12. en büyük ekonomisi olmak öyle lafla olacak şey değil.

Koşullarını yerine getirirsek ne álá.

Araştırmaya 130 milyon Euro ayırmak dünya lideri yapar

SÖZ Ar-Ge’den (araştırma geliştirme) açılmışken, bu hafta sonu Fransa’da bir Ar-Ge birimine yaptığımız ziyarete değinmek şart.

Ziyaret ettiğimiz yer, taze sütlü ürünler pazarında dünya lideri konumundaki Danone’nin araştırma ve geliştirme merkezi Danone Vitapole.

Merkezde bilim adamlarından gıda mühendislerine kadar 600 kişi çalışıyor.

Danone Vitapole uzay merkezi gibi bir yer.

Sanayi casuslarına karşı önlem alınmış.

Yıllık cirosu 13.7 milyar Euro olan Danone bunun yüzde birini yani 130 milyon Euro’yu Ar-Ge’ye ayırıyor.

Danone Vitapole’daki araştırmalar beslenmenin insan sağlığı üzerindeki etkisine odaklanmış.

Bir süreden beri "ne yersek neye iyi gelir" modası var ya, bu yüzden söylenenlere iyice kulak verdik.

Mutlaka duymuşsunuzdur.

Şimdilerde bir "probiyotik" furyası var.

Danone Vitapole’de işittiklerimiz, gördüklerimiz daha çok "probiyotik" üzerine odaklanmıştı.

Ziyaretimiz aynı zamanda Danone’nin, dünyadan 30 ülkeden bilim adamlarının katılımıyla dört yıldan beri gerçekleştirdiği "Probiyotik Kongresi"ne denk geldiği için bu konuda iyice bilgi sahibi olduk.

NEDİR PROBİYOTİK

Önce "probiyotik" nedir?

Latince anlamı "yaşam için."

2000 yılında kabul gören bir tanıma göre "probiyotik" sözcüğü "yeterli miktarda alındığı zaman kişiye faydalı olan, yaşayan bir mikro organizma"yı tarif için kullanılıyor...

Dünya Sağlık Örgütü ve BM Tarım Örgütü FAO’nun kabul ettikleri tanım bu.

Danone ilk kez 1987 yılında piyasaya "probiyotik" bir ürün sürmüş.

O tarihten beri Ar-Ge merkezinde bu alanda çalışmaları devam ediyor.

Danone "probiyotik" sütlü ürünler pazarında yüzde 35 payla dünya lideri.

Danone Vitapole’de laboratuvarlarda 3 bine yakın bakteri var.

Bunlarla günde 15 tane "prototip ürün" yapılıyor.

Yani, "ne yersek neye iyi gelir" meselesi için yılda beş bine yakın "prototip ürün" gerçekleştiriliyor.

Bunlardan sadece 10 tanesi ticari ürüne dönüşüyor.

Danone’nin "probiyotik" sütlü ürünlerde biri sindirim sistemine, diğeri bağışıklık sistemine yönelik iki ürünü var.

Ama dediğim gibi Ar-Ge merkezinde stokladığı 3 bin bakteriyle gelecekte insan sağlığını üzerinde etkili olacak başka ürünler de piyasaya sürmesi pekálá mümkün.

Zaten Türkiye’den Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Ali Özden’in de katıldığı "Probiyotik Kongresi"nde probiyotiklerin obezite, alerji, ülser gibi hastalıklarla ilişkisi de tartışılmış.

Yani yarın öbür gün ülseri iyileştirecek "probiyotik"li bir yoğurt de piyasaya sürülebilir.

Bu arada belirtmekte yarar var, yazıyı kaleme almadan önce danıştığım sevgili doktorumuz Gündüz Tezmen de "probiyotik" ürünlerin faydasına inananlardan.

Cengiz Han’ın atlılarından Ar-Ge laboratuvarına

RİVAYETE göre, Cengiz Han’ın atlıları yeni ele geçirdikleri bir köyde su istemişler.

Köylüler nasılsa çöl sıcağında bozulur, işe yaramaz diye mataralarına su yerine süt koymuşlar.

Ancak at sırtında sürekli sallanan mataradakı sıvı sıcakla birlikte katı bir şeye yani yoğurda dönüşmüş.

Türkçe "yoğurt" ilk kez 8. yüzyılda kullanılmış.

Yoğurt atalarımızın gıdası sonuçta.

Başkaları bizden önce ticari bir ürüne dönüştürdüğü için, Ar-Ge ile katma değer kattığı için bizim yararlanamadığımız bir fırsat.
Yazının Devamını Oku

9 trilyon doları yöneten ABD fonu geliyor

10 Mart 2006
TÜRK-Amerikan İş Konseyi (TAİK) bir süredir Anadolu toplantıları düzenliyor. Amaç, küçük ve orta ölçekli şirketlere ABD pazarına girmenin yollarını göstermek.

Daha önce Kahramanmaraş, Eskişehir, Çorlu, Balıkesir, Denizli, Kayseri, Gaziantep’te "Anadolu-ABD Köprüsü" toplantıları düzenlenmiş.

Sonuncusu Adana’da.

Dolayısıyla, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, İstanbul’da her hangi bir kadın toplantısına katılmak yerine Adana Sanayi Odası’ndayım.

TAİK’in Adana toplantısının bir özelliği var.

İlk kez bir Amerikalı büyükelçi katılıyor.

İki günden beri bölgede olan Büyükelçi Ross Wilson, Adana Sanayi Odası’nın konuğu.

Gaziantep ve Adana’ya "bölgeyi tanımak, insanlarına kulak vermek, iş fırsatlarını değerlendirmek" için geldiğini söylüyor.

Ross Wilson’un "kulak vermesini" isteyen kişilerden biri de Adana Sanayi Odası Başkanı Ümit Özgümüş.

Özgümüş, bir anlamda "eski defterleri" açıyor ve birinci Körfez Savaşı nedeniyle bölgenin hem maddi krize girdiğini hem büyük bir sosyal deprem geçirdiğini ve Adana’nın bu yüzden 10 yılda 500 bin göç aldığını söylüyor.

Sözü "Bölgenin ABD’den alacağı var" demeye getiriyor.

Bölgenin talebi açık: Ürdün ile İsrail arasındaki "Nitelikli Sanayi Bölgesi" yani QIZ modelinin benzeri.

"Nitelikli Sanayi Bölgesi" talebine doğrusu Ross Wilson pek de sıcak bakmıyor.

Türk-Amerikan ilişkilerinin daha fazla geliştirilmesi gerektiği, Amerikan Kongresi nezdinde daha fazla çalışmalar yapılması gerektiğini söylüyor.

"Ancak" diyor "Amerikalı yatırımcının Türkiye’ye gelmesi için elimizden geleni yapacağız."

Amerikalı yatırımcının Türkiye’ye giderek artan ilgisini de General Electric-Garanti Bankası ortaklığını, Ford-Koç ortaklığını örnek göstererek anlatıyor.

"Kuzey Amerika’da giderek zorlanmakta olan Ford burada yatırımdan çekinmiyor. Kimberley Clark adında bir şirket yeni bir yatırıma hazırlanıyor" diyor Büyükelçi Wilson.

Yani Amerikalı yatırımcının ayağı alışıyor.

Diğer yanda da Amerikalı tüketici ABD pazarındaki Türk ürünlerine alışıyor.

Ross Wilson’a göre "Amerikalı gençler Mavi marka blucinleri" kapışıyor.

Amerikan Savunma Bakanlığı bir Türk şirketinin ürettiği boyaları kullanıyor.

Türk markası da ABD’de "kaliteli ürün" anlamına geliyor.

Büyükelçi Wilson’un ağzından "Türk malı eşittir kaliteli ürün" sözlerini duymak Adana Sanayi Odası’ndaki işadamlarını mutlu ediyor.

Ancak en fazla mutlu eden kuşkusuz ABD Büyükelçiliği Ticaret Müsteşarı John Lancia’nın şu sözleri:

"Kasım ayında 9 trilyon dolarlık fon yöneten bir Amerikan şirketi Türkiye’ye geliyor."

Peki kim bu şirket?

İsmi Lancia’da saklı.

Biraz sabredeceğiz öğrenmek için. Kasım ayına kadar.

Tüzmen, 2006 yılını Kuzey Amerika yılı ilan ediyor

ARGE Danışmanlık Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Yılmaz Argüden’in Yürütme Kurulu Başkanı olduğu TAİK bir süredir atakta.

İki ülke arasında 10 milyar dolar dolayındaki ticaret hacminin büyütülmesi için çeşitli çalışmalar yapılıyor.

Dediğim gibi Anadolu toplantıları bu çalışmaların bir boyutu.

Diğer boyutu ABD’nin çeşitli şehirlerinde Türkiye’den "başarı öyküleri"nin anlatıldığı toplantılar düzenlemek.

Mesela Koç-Ford ortaklığı böyle bir başarı öyküsü.

TAİK’in çalışmalarına paralel olarak Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın da ABD’ye yönelik yeni projeleri var.

Kürşad Tüzmen’in İstanbul’daki TAİK toplantısında açıkladığı gibi 2006 yılı "Amerika Yılı" ilan edilecek.

Dış Ticaret Müsteşarlığı’ndan Atilla Bastırmacı, "2006 yılı Amerika Stratejisi"nin ne olacağını anlatıyor Adana’da.

Türkiye’nin ABD’nin dev ithalatında payı ancak binde 3.

Bunun ilk aşamada iki katına çıkartılması öngörülüyor.

Dış Ticaret Müsteşarlığı, New York, Teksas, İllinois, Kaliforniya, Florida ve Georgia eyaletlerini hedef olarak seçmiş.

Bu eyaletlere hangi ürünlerin satılabileceği yönünde çalışmalar yapmış.

New York’ta gıda ise mesela Teksas’ta kimyasal maddeler ön planda.

Bastırmacı diyor ki "Günde 4.5 milyar dolarlık ithalat yapan ABD’de rekabet edebilecek çok ürünümüz var."

Strateji kapsamında buradan Türk işadamlarını ABD’deki fuarlara göndermek, ya da ABD’den işadamları gruplarını davet etmek var.

Türk-Amerikan Dernekleri Asamblesi Başkanı Vural Cengiz, ABD’nin beş şehrinde Türk ürünlerinin sergileneceği "show room"lar açılmasıyla ilgili bir proje hazırlamış.

Özetle Türkiye 2006 yılında ABD pazarını fethetmeye hazır.

Çin bu alanda epey yol almışken biraz geciktik galiba ama olsun.

Adana kebabı tescil edildi kıyamet koptu

TESADÜF bu ya, Adana’ya gitmeden önce gelen bir e-posta Adana kebabının Adana Ticaret Odası tarafından tescil edilmesiyle ilgili.

Şöyle başlıyor: "Bir Adanalı olarak soruyorum. Adana Ticaret Odası, Adana’da bile ’acılı kebap’ diye bilinen kebabı tescil edip para talep ediyormuş. Bu nasıl olur?"

Ben de Adana’daki toplantıda karşılaştığım Ticaret Odası Başkanı Şaban Baş’a bu tescil edilen kebap meselesini sordum.

Şaban Baş, "Adana kebabını tescil ettiğimiz kötü mü oldu" diyor. "Diğer yöreler de kendi ürünlerini etsin. Standartlar belli olsun."

Standart meselesi önemli, peki ya para?

"Adana kebabı satanlara biz bir belge veriyoruz. Adana’da bu belgenin karşılığı 250 YTL. Türkiye genelinde ise 500 YTL. Bunun karşılığında eğitim veriyoruz. Adana kebabı standartlarını yakalamak isteyen bir lokanta varsa ustasını eğitiyoruz" diyor.

Kebapcılara Adana Ticaret Odası’nın belgesini almaları için herhangi bir zorunluluk getirilmiyor.

Ancak belgeyi alıp standartları uygulamayanlara ceza var.

Yani Adana Ticaret Odası belgeyi alanları denetleyecek.

Şaban Baş, bu tescil meselesinin anlaşılmamasından şikayetçi.

Zaten İstanbul’dan başlayarak Türkiye’de bir bilgilendirme turuna çıkacakmış.

Adana kebabına bir standart getirilmesinin kötü yanını ben de anlamadım.
Yazının Devamını Oku