Gila Benmayor

Nükleer sizin olsun, Sinop bizim

17 Şubat 2006
NÜKLEER enerji karşıtı e-postalar Enerji Bakanı Hilmi Güler’in santrallarla ilgili açıklamasından önce başlamıştı. Bakan’ın açıklamasından sonra anti nükleer kampanyalar arttı.

Nükleer santral kurulması planlanan şehirler arasında yer alan Sinop ‘www.sinopbizim’ diye bir site kurmuş.

Slogan şöyle: ‘Nükleer sizin olsun, Sinop bizim’.

Bir diğer slogan da ‘Nükleer santral değil, rüzgar çiftlikleri istiyoruz’.

Gönderilen e-postalarda ‘hükümet kimlerle görüşerek yaşadığımız topraklarda nükleer santral yapımı kararı alıyor’ diye Ankara’ya eleştiriler yöneltiliyor.

Son günlerde giderek daha fazla gündeme oturan nükleer enerji konusunda tepkiler artacaktır mutlaka.

İnsanlar nükleer gibi bir konuda kendilerine danışılmasını istiyorlar.

Bilgilenmek istiyorlar.

Karşı seslere kulak verilmesini istiyorlar.

Mesela Greenpeace, Türkiye’nin yenilenebilir enerji kaynaklarının yeterli olduğunu, nükleer santrallere ihtiyaç olmadığı görüşünde.

Nükleer meselesi kamuoyunda tartışılmalı.

Bundan doğal ne olabilir?

Bu yıl Davos’ta görüştüğüm OECD Uluslararası Enerji Ajansı’nın baş ekonomisti Fatih Birol’a dün telefonla ulaştım.

Son gelişmelerle ilgili kısa bir sohbet yaptım.

Birol, elbette ki Türkiye’deki nükleer tartışmalarını yakından takip ediyor.

‘Türkiye enerji kaynaklarını çeşitlendirmeli’ görüşünü yineliyor.

Dolayısıyla farklı bir enerji kaynağı olarak hükümetin nükleer santral kararına ‘olumlu bir adım’ gözüyle bakıyor.

DÖRT ÖNEMLİ NOKTA

Ancak dört noktaya dikkat çekiyor Birol.

Birinci nokta: Nükleer santral yerinin seçiminde kamuoyuna mutlaka başvurulması. Halkın bilgilendirilmesi, kaygılarının eğitim programlarıyla giderilmesi.

Birol bu konuda kendisinden örnek veriyor: ‘Paris’te benim oturduğum yerden 20 km uzaklıkta bir santral var. Ben kendimi emniyette hissediyorum. Sinop’a karar verilirse örneğin Sinopluların da kendilerine güvenli hissetmeleri gerek.’

İkinci nokta:
Halkın mutabakatının sağlanmasından sonra mühendislik ve teknolojik çalışmaların saydam bir şekilde yürütülmesi. Hangi teknolojinin neden tercih edildiğinin halka anlatılması.

Üçüncü nokta: Nükleer santral yapımını üstlenecek yabancı şirketlerin yine saydam bir ortamda seçilmesi.

Dördüncü nokta: Nükleer yatırımın son derece masraflı olması nedeniyle özel sektörü dahil etmek.

Ancak özel sektörle yapılacak anlaşmalarda serbest piyasanın rekabet koşullarına uymak. Açıkçası diğer enerji sektöründe yatırım yapanları küstürmemek.

Avrupa’daki Japon yatırımcılara davet var

DEİK bünyesindeki Türk-Japon İş Konseyi 20. yılını kutluyor.

Hem 20. yılı daha anlamlı kılmak, hem Japonya’nın son dönemlerde ekonomisini düzeltmiş olması nedeniyle Japon yatırımcıları Türkiye’ye çekmeyi misyon edinmiş.

Türk-Japon İş Konseyi Başkan Yardımcısı, Ata Yatırım Yönetim Kurulu üyesi Mehmet Sami, Japonların Türkiye’ye ilgisinin arttığını söylüyor.

Konsey, geçtiğimiz kasım ayında Londra’da Japon finans kuruluşlarına seminer vermiş.

Bugün de Düsseldorf’ta bir seminer veriyor.

Neden Düsseldorf?

Çünkü Avrupa’daki Japon sanayiinin merkezi Almanya ve özellikle Düsseldorf imiş.

Seminere aralarında Toshiba, Mitsui, Sony, Mitsubichi gibi şirketlerin de olduğu 150’ye yakın şirket katılıyor.

Japonya Dış Ticaret Dairesi Almanya temsilcili Jetro ile ortak düzenlenecek seminerde Mehmet Sami, Toyota’nın başarı öyküsünü anlatmak niyetinde.

Uluslararası Atom Enerji Ajansı ne diyor

PARİS’teki ofisinden konuştuğum Fatih Birol bir gün önce Viyana’ daymış.

Uluslararası Atom Enerji Ajansı’nda bir konferans vermiş tam da nükleer enerjiyle ilgili.

Ajansın eğiliminin, enerjinin çeşitlendirilmesi yönünde olduğunu ve sera etkisine yolaçan ‘karbondioksit’ gazının azaltılması için nükleere önemli bir opsiyon gözüyle baktığını söyledi.

Ajans, her ülkenin nükleer konusunda kendisinin karar vermesi gerektiği inancındaymış.

Fatih Birol, son bir ay içersinde nükleerle ilgili açıklamalara ise şöyle değiniyor.

İngiltere Başbakanı Blair, önümüzdeki 30 yıl içersinde nükleer enerjinin elektrik üretiminin önemli bir kaynağı olacağını söylemiş.

Hollandalılar 2. nükleer santrala yeşil ışık yakmış.

Enerji Planı hazırlamakta olan Bush Yönetimi nükleeri opsiyon olarak düşünüyormuş.

Bu arada Avrupa Komisyonu’nun önümüzdeki mart ayında açıklayacağı yeni enerji strateji belgesinde nükleere vurgu yapması da olası.

Sonuçta çıkarttığım şu:

Beğenseniz de beğenmesiniz de (açıkcası ben karşıyım) dünyada nükleere gidiş var.

Türkiyede öyle görülüyor ki bu trende uyacak.

Hükümet kamuoyunu ne kadar erken ciddiye alırsa o kadar iyi.
Yazının Devamını Oku

Nimet Çubukçu kadın örgütlerini yine kızdırdı

14 Şubat 2006
KADINDAN Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun kadın örgütleriyle yıldızı barışmıyor. Sadece kadın örgütleriyle değil genelde kadınlarla.

Çünkü, Çubukçu’nun kadın sorunlarıyla gerektiği kadar ilgilenmediği görüşü yaygın.

Mesela geçen cuma günü, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) ile Hürriyet İnsan Kaynakları tarafından düzenlenmiş iki günlük "Kadın İstihdamı" Zirvesi var.

Çubukçu, sabah açılışta konuşmasını yapmış, öğleden sonraki oturumda yok.

Toplantıları izleyenler "Kadından sorumlu bakan için kadın istihdamından daha önemli ne olabilir?" diye şaşkın.

Çubukçu olmadığı için, Avrupa Parlamentosu’nun "Türkiye’de Kadın Hakları" raporunu hazırlamış olan parlamenter Emine Bozkurt’un "Kadın örgütleriyle hükümet arasındaki işbirliği, koordinasyon nasıl sağlanıyor" sorusu havada kalıyor.

Zirveye CHP İstanbul Milletvekili Zeynep Damla Gürel dışında kadın milletvekili katılmamış olması da ayrı konu.

Her neyse, Çubukçu’nun kadın örgütleriyle sancılı ilişkilerine dönersek, arkadaşımız Emel Armutçu’nun önceki günkü pazar ilavesinde bakan ile yaptığı söyleşi ipleri iyice geriyor.

Söyleşiyi okurken dikkatimi en fazla Çubukçu’nun kadın kotasıyla ilgili sözleri çekmişti.

Ne diyordu Çubukçu?

"Dünyanın hiçbir yerinde siyasi partiler yasasında, Anayasa’da kadın kotası düzenlemesi yoktur..."

Doğru değil.

Kesinlikle değil.

Dünyada İsveç, Fransa, Arjantin, Fas, Tayvan, Ruanda, Uganda, Hindistan, Güney Afrika gibi ülkelerde yasalar ve anayasalarda kotalar öngörülmüş.

En son da Irak bu ülkeler arasına katılmış.

Ancak dün ortak bir basın bildirisi hazırlayan kadın örgütlerini kızdıran başka noktalar da var söyleşide.

Nimet Çubukçu’nun "kadın örgütleriyle değil bazı kadınlarla sorunum var" demesi büyük tepki çekmiş.

Hatırlayacaksınız, bakan "pozitif ayrımcılığa" karşı çıktığı için kendisine kınama faksı çeken bazı kadın örgütleri temsilcilerine dava açmıştı.

Kadından sorumlu bakan olarak kadınlarla mahkemelik olup, tuhaf bir duruma yol açmıştı.

BAZI KADINLARIN ARKASINDAYIZ

Dünkü basın bildirisinde, Çubukçu’nun sözünü ettiği "bazı kadınların" tamamıyla desteklendiğini vurgulanıyor.

Bakana karşı çıkılan diğer bir nokta ise Birleşmiş Milletler’de önümüzdeki günlerde yapılacak toplantıya kadın örgütlerini istememesi.

Oysa 2000 yılından bu yana, BM’deki toplantılara kadın örgütleri temsilcileri hep katılmış. Daha önce, Kadından sorumlu bakan olan Güldal Akşit döneminde de, Hasan Gemici döneminde de.

Çubukçu ilk kez kadın örgütlerini dışlamış.

Yine Emel Armutçu’nun söyleşisinde yer alan "namus cinayetleri" meselesi de kadın örgütlerinin protestosuna yol açan başka bir konu.

Kadın örgütlerinin ortak bildirisinde, Çubukçu’ya işbirliği daveti var.

"Kadın İstihdamı" Zirvesi’nde CHP Milletvekili Zeynep Damla Gürel’in belirttiği gibi, Türkiye’de kadın haklarının geldiği nokta kadın örgütlerinin liderliği sayesinde.

TCK kampanyasını hatırlayın...

Sanırım bu durumda Çubukçu’nun kadın örgütlerine "barış çubuğunu" uzatmaktan başka çaresi yok.

Kadın örgütleriyle ortak politikalar oluşturmak zorunda.

Herkesin iyiliği için.

Kamerunlu işkadını Nişantaşı’nı gördü, şaşırdı

İSTANBUL’daki kadın toplantıları peşpeşe geldi.

Önce yukarıda sözünü ettiğim "Kadın İstihdamı" Zirvesi, ardından "Dünya Kadın Girişimcilik Forumu".

Yönetim Kurulu üyeleri foruma katılan "Dünya Kadın Girişimciler Derneği" kısa adıyla FCEM İkinci Dünya Savaşı sonra Fransa’da kurulmuş.

Kuruluş nedeni basit.

Fransız erkekler yani babalar, eşler harbe gidince işler kadınlara kalmış.

Bazıları biraz da "metazori" şirketlerin başına geçmişler.

Savaş bittikten hemen sonra da biraraya gelip derneklerini kurmuşlar.

İstanbul’da tanıştığımız derneğin yönetim kurul başkanlarının çoğunluğunun Fransızca konuşması bu yüzden.

Çünkü Fransa’nın Kuzey Afrika’daki ve Afrika kıtasındaki eski sömürgelerinde temsilcilikler kurulmuş.

FCEM’in bugün 60 ülkede üyesi var. Her ülkeden bir kadın girişimci derneği üye olabiliyor.

Türkiye’de de KAGİDER dünden itibaren resmen FCEM’in üyesi oldu.

FCEM’in başkanı Kamerunlu bir işkadını: Françoise Foning.

Kamerun’da önemli ciroya sahip şirketlerin sahibi.

Foning’in nasıl bir fırtına gibi bir girişimci olduğunu ortaya koyan bir anekdot aktarıyorum.

Cumartesi günü İstanbul’a geldiğinde uçağından valizi çıkmamış.

Dolayısıyla alışverişe çıkmak zorunda kalmış.

Nişantaşı’nda giysi satın aldığı dükkanın malları o kadar hoşuna gitmiş ki, Kamerun’a giysi ihracatı için ayaküstü dükkan sahibiyle bir anlaşma imzalamış.
Yazının Devamını Oku

Çölün kızları

13 Şubat 2006
İkisinin birden aynı anda dudaklarından "Euro" sözcüğü dökülüyor. "Çölün Kızları" benden "Euro" istiyorlar, satacakları boncuk kolyeleler karşılığında. Çadıra gidip "Euro" ile dönüyorum. Parayı verince sohbet biraz derinleşiyor. Ben, Sahra Çölü’nün kum tepecikleri ardından "Küçük Prens"i beklerken onlar çıkageldiler. Sabahın erken saatlerinde, ürkek. Çadırdan kafamı uzatır uzatmaz gördüm onları.

"Çölün Kızları".

Hiç kıpırdamadan duruyorlardı kum tepeciklerinin üzerinde.

Yanlarına gittim.

Gülümsediler ve kınalı ellerinde tuttukları bir şeyler uzattılar.
/images/100/0x0/55eb1ab7f018fbb8f8ab5565
İplik bir kolyenin ucunda rengárenk boncuklarla yapılmış şekiller.

"Çölün Kızları"yla, Fransız sömürgeciliği nedeniyle Sahra’nın ta içlerine kadar nüfuz etmiş olan Fransızca sayesinde anlaşabiliyorum.

Gerçi, lisanları akşam bizleri çadırlarında ağırlayan bedevilerin beni hayrete düşüren Fransızcaları kadar akıcı değil ama olsun yine de anlaşabiliyoruz.

Önce ellerindeki boncuk kolyelelerin ne olduğunu sordum.

"Kertenkele" dediler.

Mavi, pembe, sarı boncukları pek "kertenkele"ye benzetemiyorum doğrusu.

Yine de beğenmiş gibi yapıyorum.

O anda yalvaran bakışlarla gözlerini bana dikiyorlar.

Çölde nedense "Küçük Prens" hiç aklımdan çıkmıyor.

Acaba karşımdaki kızlar benden bir kuzu resmi mi isteyecekler?

Ya da bir "kertenkele" resmi?

TEK EĞLENCELERİBİZİM GİBİ TURİSTLER

İkisinin birden aynı anda dudaklarından "Euro" sözcüğü dökülüyor.

"Çölün Kızları" benden "Euro" istiyorlar, satacakları boncuk kolyeleler karşılığında.

Çadıra gidip "Euro" ile dönüyorum.

Parayı verince sohbet biraz derinleşiyor.

"Çöl Kızları" okula gitmiyorlar.

Hayatları elektriksiz, susuz çadırlarda geçiyor.

Tek eğlenceleri, çölde serap gibi aniden beliriveren turistler, yani bizler.

Ama erkekler gibi turistlerle kaynaşmak yok.

Gecelediğimiz Bedevi çadırında da hiç kadın görmediğimiz aklıma geliyor.

Sadece iyi Fransızca, İngilizce, İspanyolca konuşan erkekler var etrafımızda.

Yediğimiz yeşil zeytinli tavuk ile kuskuslu tajini "Fatma" adında bir kadının pişirdiği rivayeti var ama kendisi ortada yok.

Çadırın sahibi, "Mavi Adam" iddiasındaki bedevi Naci, Fatma’nın ahçılığıyla sürekli övünüyor.

Ne kadar ısrar etsem de onu bize göstermiyor.

Dolayısıyla karşımdaki "Çöl Kızları" biraz vahşi, biraz ürkek, biraz da kararsız.

Fotoğraf çektirirken yüzlerini bir kapatıyorlar, bir açıyorlar.

8-9 yaşındaki bir velet, kum tepeciklerini aşarak ortaya çıkıncaya kadar rahat gibiler.

Velet önlerine geçip "Bu kızlar benden sorulur" edasıyla kollarını açınca yüzler alelacele kapatılıyor.

HARRAN OVASI’NDANBENZER BİR SAHNE

Bu sahne bana Harran Ovası’ndaki başka bir sahneyi hatırlatıyor.

Yine 12-13 yaşlarındaki kızların önüne düşen bir veledin beni "Bizim buralarda kızlar öyle ortada gezinmez, okula gitmez" diye paylaması aklıma düşüyor.

Sahra Çölü’ndeki kızlarla Harran Ovası’ndaki kızlar aynı kaderi paylaşıyor.

Erkeklerin belirlediği "hudutlarla" çevrilmişler, onların dışına çıkamıyorlar.

Nereden çıktı şimdi bu "hudut" meselesi?

Çöl dönüşü uğradığımız Marakeş’te, "Haremde Çocukluk" kitabını satın aldığım, Faslı ünlü araştırmacı, yazar Fatma Mernissi, kitabının hemen girişinde şöyle diyor:

"Babam hep kadınlarla, Hıristiyanlar hudutları aştıkları zaman sorunların çıktığını söylerdi. Düzen ve uyum ancak hudutlara saygıyla sağlanabilirdi. Kadınlar haremden çıkmayacak, Hıristiyanlar denizi aşmayacak. Yoksa kaos olur."

Mernissi,
1940 yılında Fez’de, kitabında ayrıntılı bir şekilde anlattığı bir haremde dünyaya gelmiş.

Haremler, Fas dahil birçok ülkede tarihe karışmış.

Ama erkeklerin kafalarındaki "hudutlar" yerli yerinde maşallah.
Yazının Devamını Oku

İran, Irak ve Suriye’yle ’su savaşı’ çıkmayacak

10 Şubat 2006
Dr. OLCAY Ünver, GAP’ın (Güneydoğu Anadolu Projesi) eski Başkanı. GAP’ta 13 yıl başkanlık yaptı. İki yıl önce ayrıldı.

Şimdi ABD’de Kent Üniversitesi’nde misafir öğretim görevlisi.

Dünya Su Konseyi’nde de önemli görevler üstlenmiş olan Ünver, Bahçeşehir Üniversitesi çatısı altında düzenlenen bir eğitim programı için bugünlerde İstanbul’da.

Eğitim programının konusu "Baraj Emniyeti".

Katılanlar ise Irak, İran, Suriye ve Türkiye’den 40’a yakın mühendis.

Fırat ve Dicle Havzası’ndaki barajlar nasıl inşa edilir, nasıl yönetilir, nasıl korunur gibi konularda eğitim görecekler.

Kent Üniversitesi bünyesinde bir süre önce, Dr. Olcay Ünver’in fikir babalığını yaptığı "Fırat-Dicle İşbirliği İnisiyatifi" kurulmuş.

Kısa adı ETIC olan bu oluşumda yer alan ülkeler Irak, Suriye, İran ve Türkiye.

ETIC’in amacı, havzadaki suyun verimli kullanılmasına ve ortak bir "bölgesel kalkınma" yardımcı olmak.

Ortadoğu’da su meselesi önemli. Suyun gelecekte bir "çatışma"ya yol açabileceği yıllar önce İskandinav ülkelerini ve özellikle Norveç’i harekete geçirmiş.

Norveç, ETIC benzeri bir örgütlenme istemiş.

Ancak bölge ülkeleri kendi işlerine müdahale gerekçesiyle haklı olarak karşı çıkmışlar.

Geçtiğimiz mayıs ayında kurulan ETIC Suriye, Irak, Türkiye’den bilim adamlarını bir araya getirmiş.

Apo’nun Suriye’de bulunduğu dönemlerde Şam ile nasıl bir su krizi yaşadığımızı düşünürsek ETIC ilerde komşularımızla bir su çatışmasını önlemek için olumlu bir adım.

Sivil bir inisiyatif olması da önemli.

ABD’NİN SUYA İLGİSİ

Ünver
ile sohbette, ABD’nin Ortadoğu’daki su kaynaklarına ilgisini soruyorum.

Malum, petrolün suya da ilgisi olduğu iddiaları yaygın.

Olcay Ünver, ABD’nin su kaynaklarına "bölgesel istikrar" açısından ilgili olduğu görüşünde.

"Su petrol gibi alınıp taşınabilir bir şey değil" diyor.

"Su savaşları" teorisine de pek inanmıyor.

"Tarihe bakarsanız su işbirliğini destekleyici bir unsur olmuş. Hindistan ile Pakistan savaşırken bile aralarındaki su anlaşmalarına uymuşlar..."

Peki Türkiye ilerde bir su sıkıntısı yaşayabilir mi?

Tehlike var.

Nüfus artışı, su kalitesinin çevre kirliliği nedeniyle düşmesi tehdit.

Türkiye halen su kaynaklarının üçte birini kullanıyor.

ABD ile Avrupa su potansiyellerinin yüzde 80’ini kullanıyor.

"Ama" diyor Ünver "AB’ye giriş sürecinde su sektörü önemli bir dönüşümden geçmek zorunda".

Meksikalıların GAP ilgisi

ANCAK yüzde 50’sini tamamladığımız GAP gündemimizden düştü.

İlk günlerin heyecanı yok. Oysa benim konuştuğum yabancıların çoğu hálá GAP’ı soruyor.

Olcay Ünver de aynı kanıda. Yani yurtdışında GAP ilgisi devam ediyor.

Daha önce birçok uluslararası konferansta GAP’ı anlatmış olan Ünver, "GAP Türkiye’nin dış ilişkilerinde çok önemli bir konu başlığı olabilir. Çünkü önemli bir kalkınma modelidir" diyor.

Meksikalıların talebi üzerine önümüzdeki günlerde GAP’ı Meksika’da anlatacakmış.

GAP’ın bitmesi için daha 16 milyar dolara ihtiyaç var.

2010 yılında projenin tamamlanması suya düştü.

GAP’a en ilgisiz olan hükümet ise AKP.

Demirel
’e bakılırsa, programına GAP ile ilgili madde koymayan ilk hükümet AKP Hükümeti.

Pekinel kardeşler Türkiye’nin en zeki çocukları için çalacak

TEVİTÖL, Türkiye’de üstün yetenekli çocukların öğrenim gördüğü lise.

Alanında ilk ve tek.

Öğrencilerinin IQ’ları 130’un üzerinde.

Türkiye’nin yedi bölgesinden seçiliyorlar ve Türk Eğitim Vakfı’nın verdiği bursla bu okulda okuyorlar.

Mezunlarının bir kısmı yine bursla Harvard, Yale, MİT, Columbia gibi dünyanın önde gelen üniversitelerinde burslu olarak öğrenimlerine devam ediyorlar.

Ancak bu üstün zekalı çocukların müzik, resim gibi dallarda da yetenekleri var.

Tevitöl’de bunları geliştirme fırsatını da buluyorlar.

Geçenlerde bu okulu ziyaret eden Güher ve Süher Pekinel, okuldan öylesine etkilenmişler ki, 8 Mart yani Dünya Kadınlar Günü’nde geliri okula bırakılmak üzere bir konser önermişler.

Elde edilen gelirin bir kısmının müzik odasına ayrılmasını talep etmişler sadece.

Neticede Pekinel kardeşler, Jacques Loussier Trio ile birlikte 8 Mart’ta günü müzikseverler karşısında.

İlgilenenler için biletler "biletix"te satışta.
Yazının Devamını Oku

Keşke Medeniyetler İttifakı Süreci hızlandırılsa

7 Şubat 2006
NİSSAN’ın Fas çöllerinde yaptığı test araba sürüşleri programının son gününde Marakeş’teyiz.<br><br>Marakeş, Avrupalı zenginlerin son gözdesi. Parası bol olanların inanılmaz paralar ödeyerek ikinci, üçüncü ev aldıkları bir şehir.

"Fas Kraliyet Havayolları"nın Dergisine şöyle bir göz atmak Marakeş emlak piyasasının nasıl canlı olduğunu anlamak için yeter.

Plazalar, rezidanslar, bahçeli havuzlu villaların ilanlarından geçilmiyor.

Marakeş zenginlerin güneşli günlerin tadını çıkarttıkları, turistlerin ise her mevsimde akın ettikleri bir yer.

Önceki gün Marakeş’in ünlü Djama El-Fna Meydanı’na doğru giderken büyük bir protesto gösterisiyle karşılaşıyoruz.

Pankartların taşındığı, yumrukların havaya kalktığı gösteri Hz. Muhammed’in karikatürlerini protesto gösterisi.

Suriye’den, Lübnan’dan Endonezya’ya tüm Müslüman ülkelerde yapılan bir gösterinin benzeri.

Bir gün sonra İstanbul’a döndüğümüzde havaalanında valizleri beklerken monitörden Trabzon’da bir papazın öldürüldüğü haberi geçiyor.

Fas’ta tanık olduğumuz tablodan sonra İstanbul’a varır varmaz aldığımız haber tehlikeli bir tırmanışın işaretleri.

Batı ile Müslüman dünyası arasında ipler gerildikçe geriliyor.

Sanki hızla bir "medeniyetler çatışmasına" gidiyoruz gibi.

Huntington yoksa haklı mı çıkacak?

İki taraf birbirini anlamak zorunda.

Başka çıkış yolu yok.

Dün şükür birkaç sağduyulu ses çıkmaya başladı.

Bir tanesi İsveç Dışişleri Bakanı’nın Avrupa Birliği ile Arap ülkelerinin birlikte çözüm bulma çağrısıydı.

Diğeri de İnternational Herald Tribune Gazetesi’nde yayınlanan, Başbakan Erdoğan ile İspanya Başbakanı Zapatero’nun ortak bildirisiydi.

Baktım dünkü İspanyol El Pais Gazetesi de bildiriyi manşet yapmıştı.

"Medeniyetler İttifakı"nın iki önemli ismi Erdoğan ile Zapatero’yu mutlaka ittifakın diğer isimleri de izlemeli.’

Türkiye, tam bu noktada "Medeniyetler İttifakı" sürecini hızlandırılmalı.

Hem de vakit kaybetmeden.

Nissan’ın CEO’su Carlos Ghosn’tan yeni sürprizler bekleyin

NİSSAN Genel Müdür Yardımcısı İlkim Sancaktaroğlu ile Fas dönüşü uçakta sohbet ediyoruz.

Otomotif sektöründe 20 yıllık bir geçmişi olan İklim Sancaktaroğlu yaklaşık 1.5 yıldan beri Nissan’da.

Daha önce Opel, Saab, Peugeot gibi şirketlerde çeşitli görevlerde bulunmuş.

Nissan araçlarının çöl gibi zor koşullarda denenmesi fikri İklim Sancaktaroğlu’ndan çıkmış.

"Çölde test sürüşlerini her yıl yapmak istiyorum. 4x4 ürünlerinde geniş bir yelpazeye sahip olan Nissan’in zor koşullarda gösterdiği performansı anlatmak gerek" diyor.

Sancaktaroğlu ile aslında benim pek de ilgi alanıma girmeyen otomotiv sektöründen söz ediyoruz önce.

Nissan’ın payı Türk pazarında yüzde 1.5 ila yüzde 1.6 civarında.

Sancaktaroğlu’nun hedefi 2006 yılında bunu yüzde 2’ye çıkartmak.

Şubat ayında ise piyasaya "dizel" Nissan çıkıyormuş.

"Dizelde yakıt kalitesi sorun yaratıyordu. Bunun için birkaç teknik değişim yapmak zorunda kaldık" diyor.

Sohbetimizde daha sonra söz Renault’nun Japonya’da Nissan’ın başında iken efsane haline gelen yeni CEO’su Carlos Ghosn’a geliyor.

İlkim Sancaktaroğlu, Carlos Ghosn’un Nissan’ı nasıl ayağa kaldırdığını anlatıyor.

Ghosn, Nissan’ı ayağa kaldırmak için üç aşamalı bir plan devreye sokmuş.

İlk üç yıllık plan Nissan’ı canlandırma planı.

İkinci aşamada hedef üç yılda artı bir milyon araba satışı.

Üçüncü aşama ise "marka değerini" arttırmak aşaması.

Şimdi hem Nissan’ın hem de Renault’nun CEO’su olan Carlos Ghosn Renault’ya yeni bir hız vermek için hazırlıklar içersinde.

İlkim Sancaktaroğlu diyor ki: "Tahminimce Nissan’daki gibi bir yeniden yapılanma programına girişecek. Sürprizlere hazırlıklı olun".

Türk hazır giyimcilere Fas fırsatı

FAS dönüşü Fas-Türk İş konseyi Başkanı Devrim Erol’e Fas ile Türkiye arasındaki ticari ilişkilerin durumunu soruyorum.

Fas’a giderken birkaç Türk işadamıyla karşılaşıyoruz.

Kimi Tekfen’in Casablanca yakınlarında yapacağı rafineriyle bağlantılı olarak, kimi turistik yatırımlar için Fas yolunda.

Erol, 1 Ocak tarihinden itibaren Fas ile serbest ticaret anlaşmasının yürürlüğe girdiğini söylüyor.

Bu anlaşmanın hazır giyimciler için büyük bir fırsat olduğunu söylüyor.

Zira Fas aynı zamanda ABD ile bir serbest ticaret anlaşması imzalamış.

ABD, 40 milyar dolarlık hazır giyim ithalatının bir bölümünü Fas’tan temin ediyor.

Ancak Fas ile imzaladığı serbest ticaret anlaşması çerçevesinde dört yıl gibi bir süre aldığı malda menşenin ne olduğuna bakmayacak.

Aynı zamanda Türkiye-Kuzey Afrika İş Konseyleri Koordinasyon Başkanı olan Devrim Erol diyor ki, "ABD’nin dört yıl menşeiye bakmaması Türk hazır giyimciler için büyük bir fırsat. Faslı hazır giyimcilerle işbirliğinin tam zamanı."

İstanbul’da günde en az bin ev soyuluyor

Geçen cuma günü "İstanbul’da günde kaç ev soyuluyor" sorusuna adını açıklamayan emekli bir polis memurundan cevap geldi.

Resmi istatistiklere göre, İstanbul’da günde 34 ev soyulduğunu yazmıştım.

Emekli polis memuru "34 değil en az bin ev soyuluyor" diye yazmış.

20 yıllık memurluk hayatında hırsızın evine dahi hırsız girdiğine tanık olmuş.

"Soyulan hırsız karakola gelemediği için annesini göndermişti"diye de not düşmüş.
Yazının Devamını Oku

En çok ilişki kurduğu kadını kurtarmak isteyen Türk erkekleri arıyor

5 Şubat 2006
Havaalanlarında, sınır kapılarında afişlerle, televizyon ilanlarıyla, pasaport kontrolü sırasında verilen kitapçıklarla bu hattın varlığından insanlar haberdar edilmeye çalışılmış. Örgütün Ankara Temsilcisi Marielle Sander-Lindström’ün bu hatla ilgili anlattığı ilginç şeyler var.  Örneğin başvuranların yüzde 75’i, ilişki kurduğu kadını kurtarmaya çalışan Türk erkekleri. Ancak bu duruma uyanan seks tacirleri, şimdi pazarladıkları kadının yanına giden erkeğin cep telefonuna el koyuyormuş.

Marielle Sander-Lindström, Uluslararası Göç Örgütü’nün (IOM) Ankara temsilcisi. Adından anlaşılabileceği gibi İsveçli.

2004 yılından beri Ankara’da ve iki alanda çalışıyor.

Biri, Türkiye’nin, Avrupa Birliği göçmen yasalarına uyum sağlamasına destek olmak.

Diğeri, insan trafiğiyle ilgili programları devreye sokmasına yardım etmek.

İnsan trafiği, "insan kaçakçılığı" ve "insan ticareti" gibi iki farklı kavram içeriyor.

Biliyoruz ki, Türkiye "insan kaçakçılığının" merkezlerinden biri.

Avrupa hayaliyle, Irak, Afganistan, İran hatta Afrika’dan insan tacirlerinin eline düşenlerin geçiş noktası.

"İnsan kaçakçılarına" yasadışı sınırlardan geçmek için para ödenir. Yani insanlar kaçırılmaya razı olur.

Oysa "insan ticareti"nde "insan tacirlerinin" ellerine düşenler bir mal, ya da köle gibi satılırlar.

Seks endüstrisinde ya da diğer işlerde çalışmaya zorlanırlar, tehdit edilirler, işkence görürler.

Marielle Sander-Lindström ile insan ticaretinin mağdurlarından kadınlarla ilgili kampanyası üzerinde konuştuk.

"2005: Türkiye, İnsan Ticareti ve Eğilimler" başlıklı IOM raporunda yer alan bilgiler, çarpıcı bir gerçeği ortaya koymuş:

"Türkiye’de insan ticareti mağduru her üç kadından biri anne."

Yani sadece çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak kaygıyla yola çıkmış.

Marielle Sander-Lindström, "Türkiye, Karadeniz çevresindeki ülkeler arasında ekonomik olarak en iyi durumda olanı. Dolayısıyla bir umut ülkesi. Özellikle eski Sovyet cumhuriyetlerinden gelen kadınlar insan trafiğinin kurbanı" diyor.

Türkiye’ye gelmeden önce yine Uluslararası Göç Örgütü’nün temsilcisi olarak uzun yıllar Moldova’da yaşadığı için bu işlerin nasıl döndüğünü iyi biliyor.

Dediğine göre, Moldova’da yoksulluk oranı yüzde 64.

"Moldova ve diğer eski Sovyet cumhuriyetlerinde ailenin geçimi kadının sırtındadır. Erkekler genellikle işsizdir, alkoliktir ya da ortadan kaybolmuştur. Moldova’nın bir köyünde Türkiye’de çalışmak hayali kuran bir kadın ne yapar?"

Evet ne yapar?

Yakın bir dostundan, tanıdığı birinden yardım ister.

Marielle Sander-Lindström, "Tanıdığı biri genellikle insan tacirlerinin bağlantılı olduğu kişidir. Ona güvenip pasaportunu verir, belgelerini teslim eder. Türkiye’ye geldiğinde bakar ki aldatılmış" diyor.

500 DOLAR MASRAF

IMO’nun raporuna göre, Türkiye’de "seks tacirleri"nin eline düşen kadınların yüzde 86’sı böyle yakınlarına, tanıdıklarına güvenmişler.

Marielle Sander-Lindström bu arada küçük bir hesap yapıyor ve önüme koyuyor.

"Seks tacirlerinin tuzaklarına düşürdükleri kadınlar için yaptıkları masraf 500-600 dolar arasında. Sekse zorladıkları bir kadından ise bir defada 150 dolar kazanıyorlar. Bir kadının günde ortalama 15 erkekle yattığını hesaplıyoruz ki, bu 2250 dolar eder. Yılda ortalama 340 gün çalışırsa bu 765 bin dolar eder!"

Yani 500 dolar yatırıyorsun, karşılığında 765 bin dolar alıyorsun.

2005 yılında seks tacirlerinin eline düşen 469 kadın belirlenmiş.

Marielle Sander-Lindström, bir hesap daha yapıyor.

469 kadından elde edilen gelirin 360 milyon dolar olduğunu buluyor.

Bu sayılar, elbet ki buzdağının görünen yüzü.

YILDA 3.6 MİLYAR DOLAR

Tahminlere göre, seks tacirlerinin eline düşen kadınların sayısı bunun tam on misli ki, bu da yıllık kazancı 3.6 milyar dolara fırlatıyor.

"Nerede bu para" diye soruyor genç kadın.

Tahminlerde bulunmaya çalışıyor:

"Uyuşturucuda mı, turizm yatırımlarında mı?"

Seks tacirlerinin ellerine düşenler 18-24 yaşları arasında.

Kimi zaman 30 yaşındakilere de rastlanıyor.

İşin en acıklı yanı, Türkiye’de seks tacirlerinin ellerine düşenler bir yolunu bulup evlerine, köylerine dönünce başlarına gelenleri anlatamıyorlar.

Çünkü genellikle Ortodoks, muhafazakar kesimlerden geliyorlar.

Anlattıkları takdirde aileleri tarafından dışlanacaklar.

Susuyorlar.

Sustukları için dolayısıyla diğer kadınları uyaramadıklarından insan tacirleri oyunlarına devam edebiliyorlar.

CEP TELEFONU YASAK

Seks tacirlerinin ellerine düşen kadınlara yardım için, IOM’nin Ankara ofisi geçtiğimiz mayıs ayında 24 saat açık olan "157 Acil Hat" uygulamasını başlatmış.

Bu uygulama için talep bizzat Ankara’dan gelmiş.

Havaalanlarında, sınır kapılarında afişlerle, televizyon ilanlarıyla, pasaport kontrolü sırasında verilen kitapçıklarla bu hattın varlığından insanlar haberdar edilmeye çalışılmış.

Marielle Sander-Lindström’ün bu hatla ilgili anlattığı ilginç şeyler var.

Örneğin başvuranların yüzde 75’i, ilişki kurduğu kadını kurtarmaya çalışan Türk erkekleri.

Ancak bu duruma uyanan seks tacirleri, şimdi pazarladıkları kadının yanına giden erkeğin cep telefonuna el koyuyormuş.

"Ama her şeye rağmen, 157 hattı çok önemli. Seks tacirlerinin elinde tutsak olan kadın, bir telefon bulabildiği takdirde kendisini kurtarıyor" diyor Marielle Sander-Lindström.

"Düşünün ki böyle bir uygulama Avrupa’nın hiçbir ülkesinde yok. Belçika’da bile yok. Türkiye seks tacirlerinin eline düşenlere nasıl yardım edilebileceği konusunda örnek bir ülke."


Moldovalı çocuklar Türkçe söylüyor

Annemi geri istiyorum

Randevuya beraberinde dizüstü bilgisayarıyla gelen Marielle Sander-Lindström, Alo 157 hattının yanısıra başka bir kampanyadan daha söz ediyor.

Seks tacirleri mağdurlarının çocuklarına odaklanmış bir kampanya bu.

Çünkü geride kalan çocuklar neticede annelerinin yollarını gözlüyorlar.

Genç kadının bilgisayarında gösterdiği kampanya filmi gerçekten gözyaşartacak kadar dokunaklı.

Moldova’nın sefil bir köyünde çekilmiş küçücük çocuklar, "Annemizi geri istiyoruz" diyorlar.

Hem de Türkçe olarak.

Televizyonlarda gösterilecek filmin daha etkili olması için çocuklara Türkçe öğretilmiş.
Yazının Devamını Oku

İstanbul’da bir günde kaç ev soyuluyor

3 Şubat 2006
BİZİM mahahallede 10 gün gibi bir zaman zarfında 6-7 ev soyulduğunu biliyorum. Belki daha fazla soyulmuştur ama benim duyduklarım bu kadar.

En sonuncusu da aynı katı paylaştığım komşumun evi.

Güpegündüz, kapısı kurcalanarak soyuldu.

Hırsızlar, plazma televizyon dahil, mücevher, ayakkabı ne buldularsa götürdüler.

Evin beşinci katından aşağıya televizyonu, bunca eşyayı nasıl indirdiler, nasıl kimse görmedi?

Tam bir muamma.

Bizim mahallede herkes korku içerisinde.

Gündüzleri sokağa çıkanlar komşularına sıkı sıkı tembih ediyor: "Aman bizim eve göz kulak ol." Geceleri ise kapılar, pencereler sıkı sıkı kapatılıyor.

Çelik kapısı olmayanlar kapının arkasına ne olur ne olmaz komodin, sandalye filan koyuyorlar.

Çizgi romanlardaki gibi.

Bekçisi olan karşıki site bile soyulduğuna göre hiçbir şeye güven yok.

Öyle bir duruma gelindi ki insanlar "hırsız bari gündüz girse de gece karşıma çıkmasa" diye düşünür oldular.

Hırsız bu kadar burnumun dibine gelmişken ben de "acaba İstanbul’da günde kaç ev soyuluyor" sorusunun peşine düştüm.

Gazetenin İstihbarat Servisi’ne sordum.

ATO’NUN VERİLERİ

Emniyet Müdürlüğü’nün arada sırada istatistiki bilgiler verdiğini ancak son zamanlarda ellerine böyle bir bilgi ulaşmadığı cevabını aldım.

Arşiv taramasında, Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün’ün hazırlattığı bir rapor çıktı karşıma.

2003 yılı verilerine göre, İstanbul’da 10 bin 195 eve hırsız girmiş.

Daha yeni bilgiler duymak umuduyla Sinan Aygün’ü aradım.

Söylediğine bakılırsa, 2004 yılı verilerine göre, İstanbul’da 12 bin 290 ev soyulmuş.

Ankara Ticaret Odası’nın kayıtlarında 2005 yılında İstanbul’da soyulan evlerle ilgili bilgi yok henüz.

Sadece 2005 yılında "mala yönelik" suçlarda bir yıl öncesine oranla yüzde 43’lük bir artış olacağını öngörmüş.

Nitekim Emniyet Müdürlüğü’nün iki hafta önceki açıklamasında "mala yönelik" suçlarda 2004’e oranla yüzde 48’lik artış olduğu açıklanmış.

"İstanbul’da bir günde kaç ev soyuluyor"
sorusunun cevabına gelince belki 2004 rakamını yani 12 bin 290’ı temel almak en doğrusu.

365 güne bölündüğünde yanılmıyorsam 34 ev filan çıkıyor.

Ancak bu sayının gerçek tabloyu yansıttığını hiç sanmıyorum.

Çünkü kiminle konuşsanız hırsız mağduru.

Şimdiye kadar mağdur olmamışlar da "Godot’yu bekler" gibi hırsızını bekliyor.

Peki ne olacak İstanbul’un bu durumu?

Can, mal güvenliğimizi kim sağlayacak?

Geçenlerde İstanbul İl Özel İdaresi’nin Cemal Reşit Salonu’nda bir toplantısı vardı.

"İstanbul’a Özel Hizmet"
toplantısı.

Dağıtılan kitapçıkta güvenlik için "özel" hizmet bölümü gözüme çarptı.

Başlıklardan bir tanesi şöyle: "İstanbul’u güvenlik ağına alıyoruz."

"MOBESE"
denilen, "Mobil Elektronik Sistem Entegrasyonu" sistemi hayata geçirilmiş.

Karakollardan kontrol merkezine veri transferi sağlanıyormuş.

"MOBESE"nin bizi hırsızlara karşı koruyup koruyamayacağını anlamadım.

Bir de sözünü ettiğim toplantıda rastladığım, en tepedeki yetkililerin dahi "yasalar hırsızlardan yana" gerekçesine sığınmalarını anlamadım.

Ne yani?

Yasalar değişmediği sürece İstanbul’da soyulmadık ev kalmayacak mı?
Yazının Devamını Oku

Branson: Türkiye’de cep telefonu işine girebiliriz

31 Ocak 2006
"DÜNYANIN en çılgın işadamı" kimdir diye sorarsanız cevabım kesinlikle İngiliz Richard Branson olur. Virgin Grubu’nın patronu yani. İngiltere’nın prestijli kolejlerinden birinde okurken, henüz 16 yaşında iken bir öğrenci dergisi çıkartarak iş hayatına atılan Branson bugün yıllık cirosu 8 milyar doları geçen 350 şirketlik bir imparatorluğun başında.

Branson, postayla evlere plak gönderen bir şirket olarak "Virgin"i 1970 yılında kurmuş.

Daha sonra Londra’da Oxford Sokağı’nda bir "plakçı" açmış.

Ardından yine Londra’da bir kayıt stüdyosu kurmuş. "Virgin"in çalıştığı ilk şarkıcı ise 1970’lerin ünlü şarkıcısı Mike Oldfield. Kayıt stüdyolarından sonra dünyanın belli başlı merkezlerinde gördüğümüz o meşhur "Virgin" zincirleri gelmiş.

"Virgin Havayolları", cep telefonları, otelleri derken Branson’un kozmetik, şarap, sağlık, iç çamaşırı ve daha sayısız sektöre de el attığını görüyoruz.

Benim Branson’dan aklımda kalan en çarpıcı fotograflarından biri, Londra’da düğün malzemesi satan "Virgin Gelin" Mağazası’nın açılışında "gelinlik" giyerek gazetecilere poz vermesiydi.

Bir imparotorluğunun başındaki bir işadamını "gelinlikle" düşünebiliyor musunuz?

Aklımda yer etmiş başka bir şey ise balonla Atlantik Okyanusu’nu geçmesi.

"Adrenalin" seviyesini yüksek tutmayı seven biri açıkçası.

1986 yılında da Atlantik Okyanusu’nu da teknesiyle geçerek dünya rekoru kırmıştı.

2004 yılında ise "turistik" uzay yolculuğunu için başlatmak gerekli izinleri alarak için "Virgin Galactic" diye bir şirket kurmuş.

Herşey yolunda giderse 2007 yılında 200 bin dolar ödeyen uzaya gidebilicek.

Nereden bakarsanız bakın Richard Branson inanılmaz yaratıcı ve sıradışı bir işadamı.

Bu yüzden onu hep ilgiyle izledim.

HER ŞEY VIRGIN MARKASI İÇİN

Bu yıl ilk kez Davos’a geleceğini duyunca karşılaşmak için heveslenmedim değil.

Şans ayağıma geldi. Richard Branson kaldığım otelde bir basın toplantısı düzenledi.

1950 doğumlu, iki çocuk babası Branson oldukça karizmatik biri olmasına rağmen biraz çekingen.

Branson’ın esas Davos’a gelmesinin nedeni "Virgin Sağlık Vakfı"nın neler yaptığını anlatmak.

Virgin markasını oluşturmak için aklına gelen herşeyi yapan biri olduğu halde vakfının neler yaptığını bugüne kadar pek duyuramamış.

Özetlemek gerekirse Branson "AIDS’ten artık insanların ölmemesi gerekir. Test büyük oranda hayat kurtarır. Bugün Avrupa’da, ABD’de insanlar AIDS’ten ölmüyor ama Afrika’da ölüyor" diyor.

Afrika’da yoğunlaştırdığı kampanyasında önce oradaki kendi şirketlerinde çalışanların AIDS testi olmaları sağlamış.

Testlerde "pozitif" çıkanların oranı yüzde 28. Branson "kimsenin ölmesine izin vermeyeceğiz" diyor ve kendi başlattığı kampanyayı diğer şirketlere önerdiklerini anlatıyor.

AIDS İÇİN ÇÖZÜM

Yani Afrika ülkelerinde büyük şirketler kendi çalışanlarına sahip çıktıkları takdirde AİDS sorunu belli bir ölçüde çözülebilir.

Branson’un bulduğu çözüm gayet mantıklı.

Afrika’yı mesken tutmuş uluslararası büyük şirketlerin sayısı ve çalıştırdıkları insanlarının sayısını düşünürseniz...

"Virgin Sağlık Vakfı"nın Afrika’da başka kampanyaları da var.

Kadın ve çocukları "AIDS" e karşı eğitmek, bedava prezervatif dağıtmak, malarya gibi hastalıklarla savaşmak gibi.

Branson üç, drört hafta önce eski ABD Başkanı Clinton ile Ortadoğu’ya gitmiş.

"Gazze’nin en büyük sorunu istihdam" diyor.

Bu yüzdan orada bir "Virgin Megastore" açmak üzereymiş. Sonuçta Branson, Gates kadar olmasa bile Afrika’daki yoksulluk ve hastalıkla mücadele için işin içine girmiş.

Sıra sorulara gelince şimdiye kadar neden Türkiye’de bir Virgin dükkanı açmadığını, neden bir yatırıma girişmediğini souyorum?

Afrika’dan Çin’e Avustralya’ya uzanan bir çoğrafyada girişimciliğini kanıtlamaş olan Branson neden Türkiye’de yok?

Sorum Branson’u gülümsetiyor. "Doğru Türkiye’de birşeyler yapmak için çeşitli insanlarla temasım oldu ama sonuçlanmadı. Türkiye genç nüfusa sahip dinamik bir ülke. Yakında bir yatırım düşünüyorum. Cep telefonlarında olabilir" cevabını veriyor.

Söylediklerinde ciddiyse eğer Virgin markasıyla yakında tanışabiliriz.

Borusan Orkestrası’nın bir günlük konuk şefi kim

SÖZ Branson’ın ilginç yöntemlerinden açılmışken Borusan’ın yeni duyduğum bir girişiminden söz etmek istiyorum.

Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası genç müzik yeteneklerine destek amacıyla şöyle bir program başlatmış:

Bundan sonra her yıl orkestranın ilk konseri genç müzisyenlere destek bursu için yapılacak.

Ancak bu ilk konseri de burs veren işadamı yönetecek.

Yani bağış yapan bir günlüğünü "orkestra şefi" olacak.

Bu yıl 9 Şubat tarihinde yapılacak özel konser için bir işadamı seçilmiş.

Orkestrayı yönetmek için ders alan söz konusu işadamı genç müzisyenler için 25 bin euro bağışta bulunacak.

Acaba bir günlük orkestra şefi işadamı kim olacak?

Branson’vari bir yöntem değil mi?
Yazının Devamını Oku