7 Mart 2006
8 Mart dolayısıyla konumuz kadınlar olmalıydı ama bugün çocuktan söz edeceğim.<br><br>Biliyorsunuz "çocuk"lar son günlerde giderek daha fazla haberlerde. "Hırsız çocuklar", "kapkaççı çocuklar", "tinerci çocuklar", "suça itilen çocuklar"...
Listeyi uzatmak mümkün.
Çocuklara neredeyse "tehlike" gözüyle bakma noktasına geldik.
Oysa "çocuklar tehlike değil, esas tehlike altında olanlar onlar".
Bu çok doğru saptamayı yapan UNICEF’in Ankara’daki İletişim Programı sorumlusu Sema Hosta.
Biz yetişkinler, aileler, devlet, medya hepimiz "çocuklara" bakışımızı değiştirmek, ne olursa olsun onlara sahip çıkmak zorundayız.
Çünkü "hırsız" diye damga verdiğimiz çocuk kesinlikle isteyerek bir duruma düşmemiştir.
Bu noktadan hareketle UNICEF, "Önce Çocuklar" diye bir eğitim ve çocukları koruma projesi başlatmış.
Avrupa Birliği’nden (AB) 6 milyon Euro’luk bir fonla başlatılan 2 yıllık proje oldukça kapsamlı.
Sema Hosta ve projeden sorumlu Bügre Hayran ile konuşuyorum.
Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı gibi bakanlıkları, sosyal hizmetler kurumlarını, STK’ları içeriyor.
Önce bir veri tabanı, bir bilgi bankası hazırlanacak.
SOKAKTA 80 BİN ÇOCUK
Sokakta kaç çocuk var?
Islahevlerinde, tutukevlerinde, tarımda çalışan kaç çocuk var gibi kalemler rakama dökülecek.
Mesela resmi rakamlara göre Türkiye’de sokakta yaşayan 42 bin çocuk var.
Ancak gayri resmi rakamlara göre bu rakam 80 bine fırlıyor.
Sokakta yaşayan 80 bin çocuk olunca bunları suç işlemekten nasıl koruyacaksınız?
Bu işin bir boyutu.
Diğer boyutunda çocuk haklarının ihlali var.
Cehaletin pençesindeki aileler var.
UNICEF’i bekleyen zor bir iş.
Ailelerin eğitimi, çocukla ilgili kurumlarda görevlilerin eğitimi, sistem dışında kalan çocuklara sahip çıkmak.
Sema Hosta, "Başaracağız" diyor.
Önemli bir ayrıntı medyayı yanlarına almak.
Yerel medya ile toplantılar başlamış.
Büyük gazetelere de ziyaretler planlanıyor.
Amaç "çocuk dostu bir medya".
Çocukları "hırsız", "tinerci" diye damgalarken daha sorumlu davranacak bir medya.
Hosta "her gazetede projemizi destekleyecek bir grup temsilcimiz olmasını istiyoruz" diyor.
Ben gönüllüyüm.
Başkalarının da olacağına inanıyorum.
Çocuklar aileden ve medyadan ne istiyor
UNICEF bu projeye başlamadan önce İstanbul’da sokakta yaşayan ya da çalışan 41 çocuk arasında bir araştırma gerçekleştirmiş.
Araştırma çocukların ailelerinden, toplumdan, devletten ve medyadan ne istediklerini ortaya koymuş.
Aileden istediklerini özetliyorum:
Aile içi şiddete son
Ailelerin desteğiyle okula gitmek.
Mali kaynakların bakmaya elverdiği kadar çocuk.
Çalışmaya zorlanmama.
Sevgi, şefkat ve saygı.
Medyadan talepleri ise şöyle:
Sokak çocukları terimini kullanmayın.
Çocukların yaşam hikayelerini abartmayın, çocukları damgalamayın.
Televizyonda daha az şiddet.
Sokakta işlenen tüm suçları bize yıkmayın.
Çocuk hakları kampanyalarına destek.
Ne kadar aklı başında talepler değil mi?
Hele anne babalara "bakabileceğiniz kadar çocuk" çağrısı ne kadar yerinde bir çağrı.
Yoksul ve kalabalık bir ailenin ne olduğunu çocuklardan daha iyi kim bilebilir?
Tüm kadınların sahip oldukları çocukları eğitme ve koruma şansına sahip olmaları dileğiyle 8 Mart kutlu olsun.
Yazının Devamını Oku 
6 Mart 2006
Çocukken özel bir okulda öğrendikleri ritüelleriyle, saatler süren dramatik makyajlarıyla, taşımak zorunda kaldıkları 20 kilo ağırlığındaki ipek kimonolarıyla birer sanat eseri "geyşa"lar.
Ama madalyonun öbür yüzü de var. Anne babaları tarafından mal gibi satılmaları, açık artırmaya çıkartılan "bekaretleri", yüreklerini aşka kapatma zorunluluğu, hayatlarını geçirdikleri "okiya"lardaki kıskançlıklar, Bizans oyunları..."BİR Geyşa’nın Anıları" Çin’de yasaklanmış.

İddialara bakılırsa, Japonya’da da pek ilgi görmemiş.
Tuhaf değil mi?
Japonların kendi kültürlerinin en gizemli, en estetik, en merak edilen boyutuyla ilgili bir filmi kayıtsızlıkla karşılamaları mümkün mü?
Bu kayıtsızlığın arkasında, kendisini kanıtlamış bir Japon sineması varken Hollywood’un böyle bir mite el atmasının küskünlüğü olabilir mi?
Bilmiyorum.
Neticede hafta ortasında bir gün
"Bir Geyşa’nın Anıları" için sinemanın yolunu tuttum.
Salonda on kişi vardık ya da yoktuk.
Yer gösteren çocuk uyardı:
"Film bittiğinde hemen kalkmayın. Müzik çok güzel."Haklıydı.
Arada keman virtüözü
Itzhak Perlman’dan nağmelerin karıştığı müzik gerçekten çok başarılıydı.
KİTABI DÖRT MİLYON SATMIŞ
Geyşaların tanımadığım dünyasına yolculuğa çıkartan filmi de sevdim.
1930’ların Japonya’sında geçiyor
"Bir Geyşa’nın Anıları".
Aynı ismi taşıyan kitap, 30’a yakın dile çevrilmiş ve 4 milyon satmış.
Kitabın yazarı
Arthur Golden, 1960-70 yıllarında
Kyoto’da ünlü bir geyşa olan
Mineko İwasaki’nin anlattıklarından yola çıkmış.
Kitap 1997’de piyasaya çıktıktan sonra
İwasaki "Özel hayatımı anlattı" diye yazarı mahkemeye vermiş.
Bugün kariyerini anlattığı kitapları kendisi kaleme alıyor.
"Geyşa"lar Japonya’da 17
. yüzyılda ortaya çıkmış.
Pek çoğu yoksul ailelerin para karşılığında sattıkları kız çocukları.
Büyük şehirlerde, erkeklerin rağbet ettiği mahallelerde
"çay evleri"ne hizmet etmek için yetiştiriliyorlar.
Önce
"maiko" oluyorlar.
Sonra
"geyşa".
"Geyşa"lar hizmet etmiyorlar.
Sohbet ederek,
"şamisen" çalarak ve dans ederek erkekleri eğlendiriyorlar.
"Geyşa"ların ne olduğunu, kendilerini nasıl gördüklerini filmde şöyle bir cümle anlatıyor:
"Bizler hareket eden birer sanat eseriyiz..."
Gerçekten öyle.
HAREKET EDEN SANAT ESERLERİ
Çocukken özel bir okulda öğrendikleri ritüelleriyle, saatler süren dramatik makyajlarıyla, taşımak zorunda kaldıkları 20 kilo ağırlığındaki ipek kimonolarıyla birer sanat eseri
"geyşa"lar.
Ama madalyonun öbür yüzü de var.
Anne babaları tarafından mal gibi satılmaları, açık artırmaya çıkartılan
"bekaretleri", yüreklerini aşka kapatma zorunluluğu, hayatlarını geçirdikleri
"okiya"lardaki kıskançlıklar, Bizans oyunları...
"Bir Geyşa’nın Anıları"ndaki
Sayuri bunları yaşamış.
O
gözlerinde su olan bir geyşa. Gözleri mavi çünkü. Su gibi yolunu bulan biri aynı zamanda.
Bir çiçek kadar zarif, bir söğüt ağacı kadar güçlü.
Tam
"geyşa"ların olması gerektiği gibi.
Tam da
8 Mart Kadın Günü kutlamalarının başladığı bir zamanda
"geyşa" meselesine fazla kaptırdım galiba.
Yazının Devamını Oku 
3 Mart 2006
TÜRKİYE Giyim Sanayicileri Derneği (TGSD) Başkanı Aynur Bektaş ile tam bir yıl önce konuştuğumuzda şöyle bir başlık atmışım: "Türkiye tekstili gözden mi çıkartıyor".
Bir yıl zarfında ateş bacayı daha fena sarmış.
Neticede bildiğiniz gibi tekstilciler hafta başında Başbakan Erdoğan ile buluştu.
Buluşmanın hemen ertesi günü Bektaş ile konuşuyoruz.
Başbakan ile toplantının beklediğinden olumlu geçtiğini söylüyor.
KDV meselesi, pahalı enerji, kayıtdışı istihdam tekstil sektörünün baş ağrılarından.
Bektaş, "Öyle bir hale geldik ki, Çin tehlikesini filan düşünecek durumda değiliz. Zaten Çin’den önce Mısır, Tunus, Romanya, Bulgaristan, Portekiz ile mücadele etmek zorundayız" diyor.
ALTIN YUMURTLAYAN TAVUK
TGSD Başkanı toplantıda hükümetten destek isterken şöyle demiş:
"Tekstilcilerimizin Bulgaristan, Romanya’ya gitmelerine izin vermeyin. Destek verin ki, altın yumurtlayan tavuğu AB’ye bizden önce üye olacak Romanya ve Bulgaristan’a kendi ellerimizle teslim etmeyelim".
Bektaş’a göre, Anadolu’da teşvik alan illere yatırım maliyetleri yarı yarıya düşürüyor.
Kendi yatırımlarını zaten Anadolu’ya kaydırmış.
Türkiye tekstilde kritik bir dönemeçte.
Üç yıldan bu yana tekstil ürünlerine katma değer sağlanma başarısı gösterilmiş Bektaş’a göre.
Hem tasarımda, hem ürünü hızlı teslim etmekte yol almışız.
Bundan sonrası artık hükümetin desteğine bağlı.
Türkiye’de 3 milyonun üzerinde kişi tekstilde çalışıyor.
Bunlardan ancak 750 bini kayıtlı.
Geçen hafta The Economist İtalyan tekstiliyle ilgili bir araştırmaya yer vermişti.
Çin tehlikesi nedeniyle sıkışan bu sektörde 600 bin kişi çalışıyor.
Yani bizdekinin beşte biri.
İtalya’nın 2005 tekstil ihracatı 24 milyar Euro.
Türkiye’nin aynı dönem için hemen hemen 24 milyar dolar.
Aynı rakama ulaşmak için beş kat fazla işçi çalıştırıyoruz.
Sadece bu tespit tekstilde ciddi önlemler gerektiğini ortaya koymuyor mu?
Şükran Moral, İtalyan Senatosu’na aday
İTALYA önümüzdeki ay seçimlere gidiyor.
İlk kez senato seçimlerine bir Türk aday gösterilmiş.
Hem Türk, hem kadın, hem ünlü bir sanatçı: Şükran Moral.
Yıllar öncesi Rodos’ta bir gezi sırasında tanıdığım Moral dün sevinçle aradı. "İtalya’da senato seçimleri için aday gösterilen ilk Türküm".
Şükran Moral 1989 yılından beri Roma’da.
Kendi çektiği video filmlerle ve fotograflarla sanatsal performanslar yapıyor.
Geçtiğimiz yaz aylarında Maçka Sanat Galerisi’nde açtığı "Çaresizler" sergisi
nedeniyle İstanbul’daydı.
El attığı konular politik içerik taşımasına rağmen Şükran Moral pek politikaya atılacak gibi görünmüyordu.
Moral’in aklını çelen "Avrupalı Cumhuriyetçi Hareket" Partisini kadın başkanı Luciana Sbarbati olmuş.
Prodi’nin listesinden seçimlere katılan partisinde Moral’ı 5. sıradan aday göstermiş.
Şükran Moral’in 10 Mart’ta parlamentoda konuşması var.
Dünkü telefon konuşmasında "ne anlatacaksın" diye soruyorum.
"Müslüman ülkelerle diyaloğu, kadın sorununu, göç sorunu. Her iki kültürü de iyi tanıdığım için bana kulak vereceklerine inanıyorum" diyor.
Moral çalışmaları İtalya’da büyük ilgi çeken bir sanatçı.
Bir keresinde kendisini Hz. İsa gibi çarmıha germişti.
Düşünüyorum da gerçekten Sbarbati iyi bir karar almış.
Moral’i aday göstermesi, diğer Avrupa ülkeleri gibi Müslümanlara kuşkuyla bakan İtalya için önemli bir açılım.
Umarım Şükran Moral, İtalyan Senatosu’nda yerini alır.
Hem bir nevi "kültür elçimiz" olur, hem savunduğu değerlere o koltuktan daha rahat sahip çıkar.
Kadın haftası etkinlikleri başladı
HÜRRİYET Gazetesi’nın "Aile içi Şiddet" kampanyası çerçevesinde dün gazete binasında bazı kadın kuruluşlarıyla biraraya geldik.
İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği, "Kadın Haftası Etkinlikleri" başlatmış.
1 Mart ile 11 Eylül tarihleri arasında yapılacak çeşitli toplantılarda Kadından Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun adına rastlamadım.
Eski bakan Hasan Gemici’nın adını gördüm.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi 8 Mart için davetiye göndermiş.
"10 Kadın Sağlığı Merkezi"nin açılışı yapılacakmış o gün.
Davetiyeyi görünce gülümsemekten kendimi alamadım.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi hep "rakamları" konuşturuyor.
Bir süre önce, İstanbul trafiği için "116 çözüm" dosyası gelmişti.
Henüz ortada çözüm filan yok.
Şimdi 10 tane sağlık merkezi.
Rakamları konuşturunca "işler yolunda" imiş gibi gözüküyor galiba.
Yazının Devamını Oku 
28 Şubat 2006
HAFTA sonu e-postalar yağdı yine.<br><br>Kimi uzun, kimi kısa. E-postaları gönderenler, Milli Eğitim Bakanlığı’nın mecburi hizmet karşılığında yurtdışına gönderdiği burslular.
Yani Milli Eğitim Bakanlığı’nın "resmi bursluları".
Sorunları nedir?
Columbia Üniversitesi’nden Dr. Ahmet Pamuk çok güzel özetlemiş.
Aktarıyorum.
Milli Eğitim Bakanlığı üniversitede not ortalaması yüksek olan öğrencileri yurtdışına gönderiyor.
Pamuk’un belirttiğine göre, amaç yeni açılan üniversitelerin öğretim görevlisi ihtiyacını karşılamak.
Örneğin, Ahmet Pamuk master ve doktorasını ABD’nin iyi üniversitelerinde bitirdikten sonra Columbia Üniversitesi’nde "araştırmacı" eğitimine devam ediyor.
Uzmanlık alanı "deprem mühendisliği".
Milli Eğitim Bakanlığı’nın burslulara eğitimleri için verdiği süre 5 yıl.
Ancak bu süre ABD ortalamasının çok altında.
MEB eğitimlerini tamamlamayan öğrencilere "geri dönün" talimatı verince işler karışıyor.
Herhangi bir "ek burs" talebi olmadan eğitimi tamamlamak için ek süre talebi bakanlık tarafından geri çevriliyor.
Dolayısıyla eğitimlerini tamamlamak için dönmeyen burslular devlete borçlanıyor.
Eğitim borçlanması dünyanın her yerinde var.
Ancak bizdeki fark ağır bir faiz yükü.
YÜZDE 60 FAİZ
Yine Ahmet Pamuk’a dönüyorum.
"Devlete borcumuz hesaplanırken yüzde 60 faiz eklendi".
Oysa, ABD’de eğitim burslarının faizleri enflasyonun altında.
Yani yüzde 1 ile 2 oranında. Üstelik 10 ila 15 yıl gibi uzun vadeye yayılmış.
Türk devleti hem yüksek faiz uyguluyor, hem 3-5 yıl gibi sürelerde borcun ödenmesini istiyor.
Kalkıp Türkiye’ye dönse de ödeyecek bu borcu.
Ancak öğretim görevlilerinin maaşları düşük olduğundan borçları ödemek zor.
Dr. Pamuk "Bu yüzden resmi burslu öğrenciler yurda dönmek yerine yurtdışındaki şirketlerde ve üniversitelerde iş bulmak zorunda" diyor.
Ve ekliyor: "Devlet kendi eliyle beyin göçünü destekliyor".
Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı sınavda üçüncü olan ve halen Teksas A&M Üniversitesi’nde araştırmacı olarak çalışan Yardımcı Doç. Dr. Mustafa Mirik’in devlete ödemesi gereken miktar ayda 3 bin 400 dolar. Bu miktar aylık gelirinin altında.
Yine Pamukkale Üniversitesi’nden Yardımcı Doç. Dr. Andım Oben Balce’nın devlete borcu 200 bin dolar.
E-postasında "devletin benim için harcamış olduğu miktar 70 bin dolar" diyor.
Dr. Pamuk, "Bizler banka hortumlamadık, kredi batırmadık, vergi kaçırmadık. Banka hortumcularına bile düşük faiz uygulanırken biz neden cezalandırılıyoruz" diye soruyor.
Verdiğim örnekler gibi mağdur durumda olan iki binin üzerinde kişi varmış. Türkiye’nin en parlak beyinleri bunlar.
Burslu eğitime hak kazanmışlar.
Ama anlaşılmaz uygulamalarla Türkiye’nin onlardan yararlanamıyor.
Ne yazık...
Türklerin yüzde 85.7’si karşısındakine güvenmiyor
ARI Hareketi "Infakto Research Workshop" araştırma yaptırmış.
"Türk Toplumu ve Sosyal Sermaye".
Önce "sosyal sermaye" kavramına açıklık getirmemde yarar var. Toplumsal katılım, sosyal ilişkiler ağı ve bunlardan doğan güven ve işbirliği gibi şeyler "sosyal sermaye".
"Sosyal sermaye" "demokratikleşme" ve "ekonomik kalkınma"da önemi bir rol oynuyormuş.
Arı Hareketi’nın araştırmasında, "sosyal sermaye"nin göstergesi olan sivil ve siyasal katılım oranları düşük.
Yani "sosyal sermayemiz" düşük.
Siyasal katılımda oy vermekten sonra yaptığımız en önemli faaliyet "dilekçe yazmak".
Dilekçe yazanların oranı yüzde 14.
Toplu yürüyüşlere katılanların oranı yüzde 9.4.
Siyasi partilerine üye olanların oranı ise yüzde 9.1
Sivil Toplum Örgütlerine üye olanların oranı ise sadece yüzde 4.7.
Araştırmada en çarpıcı şey "güven".
"İnsanların çoğuna güvenilir" diyenlerin oranı yüzde 12.6
"Güvenilmez" diyenlerin oranı yüzde 85.7.
Hem birbirimize güvenmiyoruz, hem yukarıdaki örnekte olduğu gibi devlet bireylerine güvenmiyor.
İşimiz zor.
Yazının Devamını Oku 
27 Şubat 2006
Brüksel’de Aux Armes de Bruxelles Lokantası. İstanbul’un 2010 yılında Avrupa’nın kültür başkenti olması için Avrupa Parlamentosu’na küçük çaplı bir çıkarma yapmış olan grup akşam yemeğinde.
Masada en fazla rağbet gören şey midye.
Deniz kıyısında yaşayıp "zehirleniriz" korkusuyla midyeye hasret kalanlar için tam bir şölen.
"Denizci usulü midye", "provençale usulü midye" ve aklımda kalmamış bir çeşit midye daha.
Midyeler kabuklarından ayrılıp afiyetle yeniyor.
Kabuklar kova şeklinde bir kaba dolduruluyor.
Kabı en fazla dolduran en fazla midye yemiş oluyor haliyle.
Neşeli masanın bir tarafında ünlü perküsyon ustamız Burhan Öçal var.
Öçal’ın önündeki midye kapları boş.
Çünkü midye yerine haşlanmış sebze ısmarlamış.
Bir dirhem yağ barındırmamasının nedeni bu olsa gerek.
Bir de sürekli hareket halinde olması.
Midyeler henüz mideye indirilmişti ki, baktık Burhan Öçal’ın önündeki boş kapların üçü ters çevrilmiş.
Darbukaya dönüşmüş.
Sanatçının büyülü parmakları bir midye kabından diğerine giderken hayranlıkla dinliyoruz.
Burhan Öçal, çalarken müthiş zevk alıyor.
Doğaçlama ustası ve hayatı müzik.
Aux Armes de Bruxelles’deki mini konserin dinleyicilerinden biri kısa bir süre öncesine kadar Afganistan’da Hikmet Çetin’in sağ kolu olan Faruk Kaymakçı.
İLHAM, YENİLİK İŞKOLİKLİK
Şimdi Türkiye’nin AB’deki daimi heyetinde görevli olan Kaymakçı, Burhan Öçal’a "Afganistan’da konser verir misin" diye soruyor.
Öçal hiç duraksamadan "evet" cevabını veriyor.
Kabil’deki konseri kim dinleyecek peki?
Kabil’de görevli 10 binin üzerinde sivil toplum kuruluşu temsilcisi ve ISAF askerleri.
Kaymakçı "Bu insanlar Kabil’de sıkıntıdan ölüyor. Yapacak hiçbir şey yok. Burhan Öçal’ın müziği onlara can katar" diyor.
Dönüş yolculuğu sırasında uçakta Burhan Öçal’a soruyorum.
"Gerçekten Afganistan’a gider misin?"
"Kesinlikle."
"Neden?"
"Çünkü Afganistan ilginç bir ülke. Hırçın ve bakir bir doğası var. Bana ilham vereceğini hissediyorum."
İlham mı? Sürekli kovaladığı yenilik arzusu mu? Yoksa işkoliklik hali mi?
Burhan Öçal hep bir koşma, hep bir hareket halinde.
"Hayatta hiç can sıkıcı bir anım olmadı. Ancak can sıkıcı insanlarla karşılaştım."
Ünlü cazcı Dizzy Gillespie’nin bir keresinde kendisine "Can sıkıntısından öleceğime, yorgunluktan ölürüm" dediğini hatırlatıyor.
Bence bu cümle tam Burhan Öçal’a uyan bir cümle.
"Önümüzdeki günlerde program ne" diye sorduğumda öylesine uzun bir liste sayıyor ki, başım dönüyor.
Yakın ilişki içerisinde olduğu "Yehudi Menuhin Vakfı"nın organize ettiği konserde Peter Gabriel’in kızı Melanie Gabriel ile sahneye çıkmak.
Almanya’da Stimmenfestival’e katılmak.
Bir reklam filminin müziğini yapmak, hem de filmde oynamak.
Eylül sonu Paris’te Theatre de la Ville’de üç gece "Silk Road" programında dinleyicilerinin karşısına çıkmak.
Üç gece için üç ayrı program tasarlamış.
İlk gece "Trakya All Stars" grubu, ikinci gece The New Oriental Ensemble, üçüncü gece Osmanlı ve sufi müziği.
Burhan Öçal, Osmanlı ve sufi müziği için yeni bir grup oluşturmuş iki müezzin ve iki hanenden dahil ederek (ilahi ve kaside söyleyenler).
Sanırım bugünlerde en fazla heyecan duyduğu şey bu.
KURTLAR VADİSİ İMAJIMIZA KÖTÜ
Birden ortaya, onu belki daha fazla heyecanlandıracak bir fikir atıyorum.
"Neden Türkiye’nin kültür elçisi olmuyorsun. Hem dünyayı tanıyorsun hem zaten sürekli koşuşturuyorsun. Biraz da Türkiye’nin tanıtımı için koşsan ne olur?"
İyi tahmin etmişim.
Burhan Öçal, söylediklerimi duyar duymaz yerinden sıçrıyor:
"Elbette koşarım. Zaten 30 yıldan beri koşuyorum. Ankara beni sözcüsü olarak görsün. Avrupa’nın tüm ülkelerini, ABD’yi yakından tanıyorum. Yıllarımı geçirdim oralarda. Onların anlayacakları lisanla konuşurum. Vallahi damardan girerim. Politikacısından sanatçısına yüzlerce önemli kişi yakın dostum. Üstelik bende müzik yeteneğinin yanı sıra talk-showcu yeteneği de var. Konuştuğumda ikna etmeyi de başarırım. Potansiyelimden faydalansınlar."
Evet. Burhan Öçal gönüllü kültür elçisi olmaya hazır ama bu arada bir kızgınlığını da dile getirmeyi ihmal etmiyor.
"Kurtlar Vadisi, aleyhimize bir film. İmajımıza hiç katkısı yok. Çok öfkeliyim bu konuda."
Burhan Öçal yıllarca yurtdışında yaşamış biri olarak oraların nabzını iyi tutuyor.
Söylediklerinde doğruluk payı büyük.
Yazının Devamını Oku 
24 Şubat 2006
İSTANBUL hepimizin göz ağrısı. Acaba Avrupa için de öyle olacak mı? "İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti" projesi için geldiğimiz Brüksel’de herkesin aklında bu soru var.
Avrupa, "kültür başkentlerini" seçmeye 1985 yılında başlıyor. Fikri ortaya atan Yunanistan’ın o dönemdeki Kültür Bakanı, ünlü oyuncu Melina Mercouri. Dolayısıyla Avrupa’nın ilk kültür başkenti Atina oluyor. Sonra İtalya’da Floransa ve her yıl bir şehir seçilerek proje devam ediyor.
2000 yılına gelince birden fazla şehrin bu unvanı alabileceklerine karar veriliyor. Aynı yıl Avrupa Birliği’ne (AB) aday ülkelerin de böyle bir olanaktan yararlanabilecekleri kararı çıkınca hemen İstanbul için hazırlıklar başlıyor.
İstanbul’un "kültür başkenti" olmasını ilk hayal edenler İnsan Yerleşimleri Derneği’nden mimar Korhan Gümüş, dDF’ten Arhan Kayar. Daha sonra İKSV (İstanbul Kültür Sanat Vakfı) bu girişime sahip çıkıyor.
Giderek büyüyen sivil inisiyatife belediyelerden, Dışişleri Bakanlığı’ndan, Başbakanlık’tan destek gelince AB’ye sunulmak üzere kapsamlı bir "İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti" dosyası ortaya çıkıyor. İşte bu dosya 14 Mart’ta jüriye sunulacak.
Bu yıl Avrupa’nın kültür başkentlerine adaylar arasında Macaristan’dan Peç, Almanya’dan ya Essen ya Görlitz şehirleri (henüz karar verilmemiş) ve İstanbul ile Kiev var.
Yani İstanbul’un rakibi Kiev.
Jüri kime karar verecek? İstanbul mu? Yoksa Kiev mi?
İşte jüri önündeki sunuma birkaç hafta kala büyük bir ekip Brüksel’de, Avrupa Parlamentosu’nda lobicilik faaliyetlerinde.
Ekipte kimler var?
İstanbul 2010 Danışma Kurulu Başkanı, AKP İstanbul Milletvekili ve Başbakan Erdoğan’ın danışmanı Egemen Bağış, CHP İstanbul Milletvekili Zeynep Damla Gürel, İstanbul 2010 Yürütme Kurulu Başkanı Nuri Çolakoğlu, Başkan Yardımcısı İKSV’den Nilgün Mirze, Kadir Topbaş’ın danışmanı Kortan Çelikbilek, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, perküsyon sanatçısı Burhan Öçal.
LAGENDİJK’TEN DESTEK
Önceki gün Avrupa Parlamentosu’nda Egemen Bağış ile Nuri Çolakoğlu’nun düzenlediği basın toplantısına bir üçüncü isim katılıyor: AB Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Joost Lagendijk.
Bir süre önce "Türklüğe hakaret" gerekçesiyle hakkında soruşturma açılan Lagendijk.
Olanlara gocunmamış, tüm kalbiyle İstanbul 2010 projesini destekliyor. Hatta diyor ki: "İstanbul Avrupa’nın önde gelen 10 şehri arasında yer alır. Kültür başkenti olmak için şansı büyük. Sorarsanız her 10 Avrupalı’dan 9’u kesinlikle ’evet’ der."
Lagendijk’e göre, İstanbul zaten Avrupa tarihinin bir parçası. Kültürel dokusuyla, tarihiyle, modernliğiyle çoktan Avrupa kültür başkenti olmayı hak etmiş.
Doğru.
İstanbul her şeyiyle bizim gözümüzde değil Avrupa’nın, dünyanın en müthiş şehirlerinden.
Ama acaba gerektiği gibi sahip çıkıyor muyuz ona?
Korhan Gümüş’ün hatırlattığı gibi temmuz ayında UNESCO’nun "kültürel miras" listesinden çıkartılma tehlikesi mevcut. 2004’te "tarihi yarımada" için UNESCO’ya verilen sözler tutulmamış.
Çelişkiye bakar mısınız?
Bir yandan Avrupa’nın "kültür başkenti" olma iddiasındayız, diğer yandan kültür mirasımıza gerektiği gibi sahip çıkmadığımız için UNESCO’nun listesinden çıkartılmak üzereyiz.
Bu çelişkiyi Egemen Bağış’a hatırlattığımda "İstanbul kültür başkenti seçilirse UNESCO da ikna olur. Zaten dosyamızda olan kapsamlı projeler UNESCO’ya verdiğimiz vaatleri de içeriyor" diyor.
Egemen Bağış, jüriye dosya sunulmadan önce 6 Mart tarihinde Ankara’daki AB büyükelçilerine bir davet veriyor. Bir gün sonra da İstanbul’da başkonsolosları ağırlayacak.
AB ÜYELİĞİNDEN KOLAY
Jüri üyeleri Avrupa Parlamentosu tarafından belirlenen sanat ve kültür adamlarından oluşuyormuş.
Avrupa Parlamentosu’nda konuştuğumuz herkes İstanbul’un şansının büyük olduğu görüşünde. Jürinin kararını vermesinden sonra resmi açıklamayı kasım ayında Avrupa Konseyi yapacak.
İstanbul’un tek rakibinin Kiev olmasına gelince. Söylenenlere bakılırsa Kiev "kültürel mirası" korumakta bizden çok daha başarılı. Ancak dosyası zayıf. Ayrıca bu aşamada, aday olmasa da AB üyeliğini istediğini gizlemeyen Ukrayna’ya olumlu sinyaller göndermek Avrupa’nın işine gelmiyor açıkçası.
Avrupa Parlamentosu’nda İstanbul 2010 için verilen davette ayaküstü sohbet ettiğim Türkiye AB Karma İstişare Komitesi Eş Başkanı Jan Olsson’un söylediği ilginç: "İstanbul’un kültür başkenti olması Türkiye’nin AB üyeliğinden kolay."
160 milyon Euro’luk fon
İSTANBUL 2010 projesine fon aktarılması için şöyle bir şey düşünülmüş:
Mart ya da nisan ayından itibaren İstanbul’da her litre benzinden bir kuruş fazla almak.
Bu 2010 yılına kadar 160 milyon Euro’luk bir fon anlamında.
İstanbul için "bir kuruş" vermeye kimsenin itirazı olmayacağına göre böyle bir fon oluşturmak hayal değil.
Ayrıca Nuri Çolakoğlu’nun da işaret ettiği gibi, İstanbul’un kültür başkenti seçilmesi ek 10 milyon turist de getirebilir. Bunların bırakacağı paranın bir bölümü de pekálá bu fona aktarılabilir.
İstanbul 2010 projesi için daha çok bilgi sahibi olmak isteyenler www.istanbul2010.org sitesine göz atabilirler.
İmaja katkı
Peki kültür başkenti olmak bize ne getirecek? Bir kere, İstanbul için umut. Kültür mirasının korunması, kültür bilincinin yerleşmesi, şehrin yaşam kalitesinin yükselmesi için umut. Dosyadaki 80’e yakın projeden birkaçı bile gerçekleşse yeter.
İkincisi Türkiye’nin imajına katkısı. Biz Brüksel’de iken, uluslararası pazarlama şirketi GMI’nin 35 ülke arasında yaptığı araştırma gazetelerde yayınlanmış.
Türkiye markası en son sırada. İmajımız dibe vurmuş.
İnsanlar "cehaletten", Türkleri cahil, tembel, barbar, tehlikeli diye biliyormuş.
Sadece turizm için "tanıtım kampanyaları"nın yetmediği ortada.
Türkiye hakkındaki önyargıları, bilgisizliği bertaraf etmek kolay iş değil.
Bu yüzden İstanbul’un Avrupa kültür başkenti seçilmesi imajımız açısından çok ama çok önemli.
Yazının Devamını Oku 
21 Şubat 2006
ENERJİ meselesi dipsiz bir kuyu gibi.<br><br>Shell Petrol ve Kimyasal Ürünleri Dünya Başkanı Rob Routs ile geçen gün bu dipsiz kuyuda birkaç saatliğine bir tura çıktık. Milano’daki birkaç saatlik buluşmada, enerji dünyasının baş aktörlerinden Shell’in Türkiye’ye bakışını, gelecek senaryolarını öğrendik.
Shell, Coca-Cola gibi dünyanın en bilinen markalarından.
2005 yılında geliri 22.94 milyar dolar olmuş.
Petrol ürünlerinde 7.5 milyar dolarlık rekor bir gelir elde etmiş.
Rekor, zira 2004 geliri 940 milyon dolar.
Elbette bu rekor gelirde petrol fiyatının artışının payı büyük.
Rob Routs, "Rekor gelir elde ettik ancak yine harcamalarımız da rekor düzeyde" diyor.
Çünkü petrol çıkartmanın maliyeti giderek artıyormuş.
Aynı şekilde teknolojiye yatırımın maliyeti de.
TURCAS VE TÜPRAŞ
Routs’un sunumunda bizim açımızdan ilginç nokta şu:
Shell yatırımlarını doğuya doğru kaydırıyor.
İlgi alanının kaydığı coğrafyada Hindistan, Çin, Endonezya, Türkiye, Rusya var.
Rob Routs, Türkiye’yle ilgili görüşleri şöyle:
"Türkiye’de Turcas ile Tüpraş ortaklığımız bu ülkede büyümek istediğimizin göstergesi. Türkiye, AB’ye dahil olsun, olmasın Avrupa’nın en çok gelecek vaad eden pazarlarından biri. Son yıllar kaydedilen gelişmeler heyecan verici. Hele yedi, sekiz yıl öncesine kıyaslandığında."
Routs, Shell’in yüzde 2’lık bir payının olduğu Tüpraş ile ilgili şunları söylüyor:
"Bu ortaklığa bilgi, tecrübe yani know-how’umuzu getireceğiz. Ticaret ağımıza Tüpraş’ı da dahil edeceğiz. Bu şirket için çok iyi olacak. Ayrıca Shell’in teknoloji şirketi Tüpraş rafinelerinin daha verimli çalışmalarını sağlayabilecek."
Rob Routs, Shell’ın Türkiye’de başka yatırım planlayıp planlamadığı sorumuza "Olsa dahi şu anda bilgi veremem" şeklinde yanıtlıyor.
PETROL BİTMEZ
Rob Routs’un sunumunda altını dikkatle çizdiğim birkaç nokta şöyle:
Shell’in 2025 yılı uzun vadeli senaryoları var ancak bu küresel senaryolar üç yılda bir filan değişiyor.
Neden?
İklim koşulları, nüfus artışı, güvenlik, ekonomik büyüme, hükümet politikaları senaryoların değişmesine yolaçan şeyler.
Routs, "2050’ye kadar yetecek petrol var dünyada. Merak etmeyin petrol bitmeyecek. Çünkü değişik yerlerde petrol buluyoruz. Kanada’da kumda petrol var örneğin. Eskiden teknoloji yeterli değildi. Şimdi kumdan petrol çıkarmak için teknoloji geliştirdik. Kayadan petrol çıkarabiliyoruz."
Yani, petrol sadece Suudi çöllerinde değil artık.
Rob Routs şöyle bir benzetme yapıyor: "Taş devri taş tükendiği için sona ermedi. Aynı şekilde petrol devri petrol tükendiği için sona ermeyecek..."
Petrol tükenmezse de Shell’in alternatif enerji çalışmaları tam gaz sürüyor.
Hidrojen bunlardan bir tanesi.
Maliyetin hayli yüksek olmasına ve özel araba tasarımına ihtiyaç duyulmasına rağmen Shell’in İzlanda’da, Tokyo’da böyle çalışmaları mevcut.
Güneş enerjisi, mısır ve şeker kamışından elde edilen bio yakıtlar, rüzgar enerjisi kısaca "yenilenebilir enerji"yle ilgili de bilgi veriyor Routs.
Shell, rüzgar enerjisi alananda ABD’de ikinci yatırımcı durumunda.
Routs, ikmalin daha güvenli olması ve iklim değişikline tehdit oluşturmaması nedeniyle bio yakıtlara büyük önem verdiklerini söylüyor.
Shell bitkilerden elde edilen "etanol" alanında önemli yatırımlar yapmış
Nükleer enerji alanına 25 yıl önce el atmış.
Ancak zarar ettiği için bu alandan çekilmiş.
2008’de üst yönetimin yüzde 20’si kadın
ROB Routs’un CV’sinden beş kız çocuğu babası olduğunu öğreniyorum.
Zaten kendisi de sunumunda kızlarına şöyle değiniyor:
"Beş kız çocuğu babası olarak kadınların iş hayatına katılımlarını yürekten destekliyorum. Shell’ın 2008 yılında hedefi üst düzey yöneticilerinin yüzde 20 oranında kadın olması."
Shell, Türkiye Genel Müdürü Canan Ediboğlu.
Erkek sektörü diye bilinen enerji sektöründe Shell’in kadın istihdamı açısından devrim yapmasında Edipoğlu’nun da payı var.
İstanbul trafiğini rahatlatma projesi
Shell’ın İstanbul Belediyesi’yla, daha doğrusu İETT ile birlikte geliştirmekte olduğu bir hidrojen projesi var.
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin de dahil olduğu proje devam ediyor.
İstanbul ile ilgili bir diğer proje ise şehrin trafiğini rahatlatmaya yönelik.
Shell, Meksika’nın başkentinde yaklaşık 1 milyar dolara böyle bir proje gerçekleştirmiş.
Trafiği büyük anlamda rahatlatmış.
İstanbul trafiği için böyle bir proje hayata geçirildiği takdirde partnerler arasında Ford, Toyota, GM, BP, Michelin olacak.
Nükleer atıklar meselesi
’Nükleer sizin olsun, Sinop bizim" yazıma bazı okurlardan gelen tepkilere yer vermek istiyorum. Çoğu "nükleer atıklar ne olacak" şeklinde.
Birkaç yıl önce yapılan referandumda "nükleere hayır" diyen İsviçre’den Dr. Hüseyin Pekin bakın ne yazmış:
"Nükleer atıkların güvenli biçimde depolanması henüz çözümlenmedi..
Ayrıca zengilenleştirilmiş uranyum tesislerinin ülke içersinde kurulması karmaşık bir konudur. Zenginleştirilmiş uranyum ve reaktör parçaları Fransa, ABD, Kanada gibi ülkelerden temin edileceğinden bu seçenek dışa bağımlılığı artıracaktır".
ABD’den yazan Yılmaz Şahinkaya da yine nükleer atık meselesine dikkat çekiyor.
Yazının Devamını Oku 
19 Şubat 2006
Prof. Dr. Hasan Salame’yi Davos’ta iki yıl önce Huntington ile birlikte katıldığı oturumda tanıdım. Huntington’ın "Medeniyetler Çatışması" tezine karşı çıkmasını ilgiyle izledim. Medeniyetlerin birbirlerinden "çalarak" zenginleştikleri tezine bayıldım. Hasan Salame kim? Lübnan doğumlu. Uluslararası ilişkiler uzmanı, araştırmacı, politikacı. 2000-2003 arasında Lübnan Kültür Bakanlığı yapmış. 2003’ten beri Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Annan’ın Irak danışmanı. 1987’den beri de Fransa’daki Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi’nde (CNRS) araştırma direktörü ve üniversitede öğretim görevlisi. Yani Batı’yı da, İslam Dünyası’nı da iyi biliyor. Kemal Derviş’in iyi dostu. Derviş bakan iken onun tarafından Türkiye’de ağırlanmış. Salame’nin bu yıl Davos’ta ağırlıklı olarak "İslam" temalı toplantılara katıldığını fark ettim ve onu boş bir anında yakalayarak İslam ile ilgili son gelişmeleri konuştum. Karikatür krizi henüz patlak vermemiş olduğundan o konuya fazla girmedik ancak burada küçük bir bölümüne yer verebildiğim İslam dünyasında kapsamlı bir geziye çıktık.
Davos’ta bu yıl Avrupa’daki Müslüman gençlerin dinci radikalizme kaydıkları konuşuldu. Böyle bir eğilim var mı gerçekten?
- Bir süreden beri Müslüman toplumları etkisi altına alan "İslamcılığın" Avrupa’ya gelmesi kaçınılmazdı elbet. Kendini yabancılaşmış hissettiği bir ortamda, "cihad" üçüncü nesil göçmen gençlere cazip gelmiş olabilir. Bosna’da, az da olsa Çeçenistan’da, en son Irak’ta Avrupalı Müslüman gençler gördük. Ama çok sayıda değil. Sayıları yüzü geçmez bence.
Avrupa nasıl uzlaşacak İslam ile? HAMAS’ın seçimleri kazanmasından sonra bir Avrupa gazetenin başlığı şöyleydi: "HAMAS kazandı, Batı korkudan titriyor." Nasıl aşacak bu korkuyu Avrupa?
- Görebildiğim kadarıyla Avrupa’da pozisyonlar farklı. İslamcılık’tan korku var ama esas korku İslam’dan. Kökleri ta Haçlı seferlerine, Viyana’ya dayanan bir korku bu. Avrupa hem korkuyor, hem Müslüman toplumların demokratikleşmesini istiyor. Bush yönetimi de istiyor. Müslüman toplumların demokratikleşmesi olmazsa olmaz koşul ise demokratikleşmenin, beraberinde "bir doz İslamlaşma"yı da getirmesi kaçınılmaz. Bunu kabul etmek gerek.
Neden?
- Çünkü uzun yıllar bu ülkeleri yöneten rejimler, 50’lerde 60’larda, dini hareketler dışında gerçek muhalefete izin vermediler. Neticede, bugün bu dini hareketler daha modern bir dünya görüşünü savunan muhalefet gruplarından çok daha iyi örgütlenmiş durumda. Bu yüzden bugün seçim yaptığınızda dini grupların öne çıkması, seçimlerde önemli bir sonuç elde etmeleri riskini alırsınız. Komünistlerin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tırmanışa geçmeleri gibi. Hatırlayın, bir dönem İtalyan Komünist Partisi yüzde 35 oranında oy almıştı. 50’lerde 60’larda Fransa’da komünistler yüzde 22-23 oy almışlardı. Kimi zaman da doğruca iktidara yürüdüler Cezayir örneğinde olduğu gibi.
Yani İslamcı partilerle komünist partileri karşılaştırıyorsunuz?
- Evet. Zira ortak bir noktada buluşuyorlar. Sisteme düşmanlar. Dolayısıyla diğer gruplarda kuşku yaratıyorlar. Demokratik yollardan iktidara geldikleri takdirde oyunu kurallarına göre oynamayacaklar kuşkusu hakim. Avrupa’da bir zamanlar komünist partiler iktidara gelirlerse asla demokrasiye saygılı olmayacakları düşüncesi vardı. Şimdi bugün de aynı şey İslamcı partiler için geçerli. Ancak farklı oldukları nokta da var. O da şu: Komünist partilerin yüzü Sovyetler Birliği’ne dönüktü. İslamcı gruplar bugün farklı yerlerdeler. Sovyetler Birliği gibi onları buluşturan, biraraya getiren bir şey yok. İslamcılık bugün tek parça değil.
FİLİSTİN’DE ŞERİAT OLMAZ
Nasıl yani? HAMAS’ın zaferi tüm İslamcı partiler tarafından alkışlanmadı mı?
- Bakın Batı basınının pek yakından izlemediği şeyler var. Filistin seçimlerinden önce HAMAS ile en eski İslamcı partilerden biri olan Hizbut- Tahrir arasında büyük kavga koptu. Hizbut-Tahrir işgal topraklarında seçim olmaz görüşündeydi. Ümmeti savunuyordu. Haftalar sürdü bu kavga. Bu tür çatışmalar her Müslüman ülkede var. Birinci nesil İslamcı partiler, ki sanırım sizin Erbakan’ın partisi buna dahil, Endonezya’dan Fas’a uzanan ümmet talebindeler. HAMAS gibi göreceli olarak daha yeni partiler demokrasi yoluna girip seçim istiyorlar. Kanımca HAMAS modern İslamcı bir parti. Çünkü biliyor ki, Filistin toplumunu bu aşamadan sonra şeriatla yönetemez. Biliyor ki kadını kapatamaz. Filistin toplumu bunu kabul etmez.
Modernlik kavramını İslamcılıkla yanyana kullanabiliyorsunuz?
- Elbette. İslam modernlikle bağdaşamaz diye bir şey yok. Bakın 20. yüzyılın başında modernlikle etkileşimde olan büyük İslam düşünürleri vardı. Yazık ki, köktendinciler tarafından ekarte edildiler. Şimdi üçüncü nesil, bu ikisinden bir senteze varma çabasında. Şimdi burada dikkat çekmek istediğim bir nokta daha var: Modern bir İslamcılığın Avrupa’da doğmakta olduğu ve bunun Müslüman ülkelerdeki İslam’a ihraç edilebileceği görüşüne rastlıyorum. Bu tamamıyla yanlış.
MODERNLEŞME SANCILARI
Avrupa’da değilse modern İslamcılık nerede?
- Mısır’da, Türkiye’de, tüm dünyada. Suudi Arabistan’da bile. Suudi Arabistan’daki Vehabilikte seçim yoktur. Oysa, geçenlerde kısmen de olsa yerel seçimler yaptılar. Ne oldu? Yeniden İslamcı partiler arasında demin sözünü ettiğim ikilik görüldü. Seçim isteyen İslamcılar boykot çağrısında bulunanları hezimete uğrattı. Kuveyt’te de İslamcılar ikiye bölündü. Bunları modernleşme sancıları olarak görüyorum.
Bu grupların söylemlerinde de bir değişim görüyor musunuz?
- Evet. Toplumu değiştirme talebiyle yola çıkan İslamcı gruplar, toplumda direniş olduğunu gördüklerinde -ki ben tam bu süreçte olduğumuza inanıyorum- söylemlerini değiştirdier. "Biz daha iyi yönetiriz, daha iyi yöneticiyiz. Yolsuzluğa daha az bulaştık" söylemine kaymaya başladılar. HAMAS örneğinde olduğu gibi. Türkiye’de de öyle olmadı mı? Daha önce İstanbul’u yönetmiş olan Erdoğan, Türkiye’yi daha iyi yönetme iddiasıyla ortaya çıkmadı mı? İslamcı partiler oyunu kurallarına göre oynamak gerektiğini öğreniyorlar.
Avrupa, İslam ile nasıl barışacak soruma dönersek...
- Barışmak zorunda. Başka seçeneği yok. 10-12 milyon Avrupalı Müslüman var. Bazı Avrupalı aydınlar demokrat olduklarını göstermek için İslamcılık’tan korkmadıklarını söylüyorlar. Beni kaygılandıran şu: Aynı aydınların Müslümanları "İslam ile sınırlandırmak" eğilimi var. Müslümanların kendilerinden farksız insanlar olduklarını, sevgi ve nefret duyduklarını, aile bağları olduğunu, ekonomik sorunları olduğunu unutuyorlar. Sadece dini boyutlarını görüyorlar. Oysa dediğim gibi karşılarında benzer insanlar olduğu akıllarına gelirse İslam ile barışacaklar.
İSLAMİ PERESTROYKANIN ÖNCÜLERİ TÜRKİYE VE İRAN
Avrupa İslam’dan hem korkuyor, hem inanılmaz tartışıyor. Haftalık dergi kapaklarına baktığınızda İslam en fazla gündeme getirilen konu. Yeni piyasaya çıkan kitaplarda da öyle. Henüz Türkçe’ye çevrilmemiş olan Alexander Adler’ın İslam ile ilgili son kitabı "İslam ile Randevu". Adler’in, okuru resmen bilgi bombardımanına tuttuğu kitabında oldukça ilginç bir tezi var: İslami perestroykanın yolunu, Türkiye-İran ittifakı açacak. Adler’e göre, gelecekte Türk modernliğiyle aydın İran Şiiliği, İslamcı köktendinciliğe set çekebilecek tek unsurlar. Benden küçük bir not: Kitap, İran’da Ahmedinecad’ın seçimleri kazanmasından önce kaleme alınmış.
Yazının Devamını Oku 