Fuat Bol

Enerji, teknoloji ve milli güvenlik (2)

5 Ekim 2024
Bab-ı Ali Toplantıları’nda 2011’de yaptığı konuşmada dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız; “Enerji fiyatlaması en zor konulardan biridir. Devlet piyasa belirleyici olarak davranırsa enerji fiyatı vatandaş – tüketici lehine uygun hale getirilebilir ancak bu kez de enerji üreticisi – dağıtıcısı kar edemez, dağıtım şebekesini yenileyemez, geliştiremez ve üretim için yatırım yapmaz. Bu bir girdap durumdur. Bu iki konuyu dengede tutmak büyük maharetli bir akrobasidir” demişti.

Dönemin Bakanı Yıldız’ın özetle aktardığım ifadesi enerjinin bir ülkenin büyümesindeki hayati önemi ve gerekliliği ancak fiyatıyla da vatandaş – devlet ilişkisindeki kritik yerini anlatmaktaydı.

Enerjinin ikinci önemi daha üst seviyededir; milli bütçe açısından en büyük ‘gedik’ açıcıdır. Türkiye, enerjide giderek azalması için yoğunlaşan çabalara rağmen hala net ithalatçı konumdadır. Milli bütçede cari açığın en önemli yüzdesine enerjide dışa bağımlılık ve ithalat neden olmaktadır. Karadeniz ve Akdeniz’de, Güney Doğu’da artan arama çalışmaları, bu amaçla devreye sokulan sismik sondaj gemileri, Kıbrıs açıklarında ortaya çıkan uluslararası tartışmalarla konu devletin gündemindeki yer ve önemini azaltmamıştır. Bazı kesimler bu teşebbüslere, ortaya çıkan sonuçlara köklerindeki art bakış nedeniyle alaycı, küçümseyici yaklaşsalar dahi, olumlu gelişmeler devam etmektedir. Akkuyu nükleer santralının devreye girecek olması, yenilenebilir enerjide son yıllarda artan kapasite, enerjide dönüşümün her tür binaya, kent dışında köye, kırsala dahi yansımaya başlaması, ilerde Türkiye’nin bu alanda rahat nefes alabileceğinin müjdecisi olan göstergelerdir.

Enerjide dönüşümle azami sayıda yapının şebekeden bağımsız kendine yeterli hale gelebilmesi, yenilenebilir kaynaklar ve nükleerden karşılanan enerji kapasitesinin, artışı durdurulacak ve mümkünse de zamanla sıfırlanacak enerji ithalatı ile milli bütçede açığın yılda ortalama 40 milyar dolar azalması anlamına gelecektir.

Daha da önemlisi ithalatın yol açtığı ‘dışa bağımlılık’, tıpkı İHA veya geniş anlamda savunma sanayisinde olduğu gibi azaltılıp sıfırlandıkça Türkiye’nin muktedir, hükümran, iddialı ülke olma iddiası, New York’ta Birleşmiş Milletler binasının tam karşısına dört başı mamur Türkevi’ni dikip, Ermenistan Başbakanı’nı o binada kabul etmekten bile daha anlamlı, etkili sonuçlar doğuracaktır.

Gerçek ve tam bağımsızlık için enerjide sürdürülebilir ve kendine yeterli olmak Türkiye Yüzyılı’nın temel stratejik hedefi olarak değerlidir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın enerjiye de savunma sanayisi kadar önem verdiğini görüyoruz. TOGG ve peşi sıra Çin menşeili BYD, muhtemelen Cherry, MG, Habaş Grubu’nun girişimi, Düzce’de Volta, Ziraat Bankası’nın ortak olduğu elektrikli traktör projesi gibi birçok elektrikli araç üreticisinin yatırımı, fosil yakıt bağımlılığını azaltacak adımlardır. Erdoğan’ın mevcut Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar, Sanayii ve Teknoloji Bakanı Fatih Kacır çok genç yaşlarında müktesebatlarının doluluğu ile bu büyük sorumluluğu taşımaktadırlar.

Bir önceki Bakan Fatih Dönmez ‘Enerji hayattır’ demişti. Doğru, fiyatı ile herkesi ve üretimi etkileyen, ithalatı ile milli bütçeyi sarsan, yokluğu ile de milli güvenlik sorunu tetikleyebilecek bir konu olan enerji hayattır. Enerji yoksa hastanede ameliyat, okulda eğitim, fabrikada üretim olmaz, evde aş pişmez...

Ve Türkiye son 22 yılda altyapı ve üstyapıda eriştiği düzeyi katma değerli teknolojik ürün ile taçlandıracağı, yapay zekâya entegre bakışı da geliştireceği için sadece bugünkü ihtiyacın değil yarınkinin de karşılanacağı bir düzeni kurmak zorundadır.

Yazının Devamını Oku

Enerji, teknoloji ve milli güvenlik (1)

2 Ekim 2024
Ateş bulunduğunda ısınma, aydınlanma ve pişirmenin temel unsuru oldu.

Önceleri odunla başlayan enerji hammadde kaynağı zaman içinde zenginleşti; kömür ve fosil yataklar eklendi.

Bilahare mumla aydınlanan insanoğlu odun ve kömürle ısındı; çok sonraları ise buharla sanayi devrimini gerçekleştirdi. Ne kadar çok kaynaktan ne kadar çok yoğun ölçüde enerjiye ulaştıysa o denli makineleşti ve ilerledi.

İlk otomobil elektrikli olmasına rağmen, elektriğin o dönem şebeke yokluğu nedeniyle iletilememesi ve depolanamaması, petrol kaynaklarının keşfi ile fosil yakıtlara yönelindi.

Henry Ford’un seri üretime geçişi ile otomobil, daha sonraki dönemde ticari havacılıkla birlikte petrol vazgeçilmez hale geldi. Enerjinin insanoğlunun hayatına kılcal damarlara kadar vazgeçilmez şekilde sızması durmadı; önce transistörlü, tüplü radyo derken, elektrikle çalışan televizyon, ocak, küçük ev aletleri, çamaşır-bulaşık makinesi, fırın, müzik seti evlerimizi mum ve fitilli lamba kullanımından ciddi bir enerji tüketim yerine dönüştürdü.

Gelişme durdu mu?

Hayır!

Önce masaüstü bilgisayar, cep telefonu, tablet yeni enerji tüketicileri olarak hayatımıza eklendi.

Bugün, yaklaşık son on beş yıldır da giderek ivme kazanan elektrikli otomobiller sahnede yerini aldı. Düşünün ki düne kadar bir hane günde birkaç kilovat ile ihtiyaçlarını karşılarken, evinde aracını şarj edecek ihtiyaç sahibi ile günlük talep 25 kilovat ve ötesine geçti.

Yazının Devamını Oku

Özgüven eksikliği

31 Ağustos 2024
Körü körüne kapıldığımız Batı hayranlığı, istikbalimizi ve insanımızı perişan etti.

Geldiğimiz şu aşağılık noktaya bakar mısınız: ‘Ne yaptıysa Batı yaptı; aydınlanmanın kaynağı Batı’dır. Tüm buluşlar Batı’nın eseridir. Rönesansı da reformu da Batı yaptı; biz bunlardan hiç birisini yapmadığımız, yapamadığımız için geri kaldık. Arap kültürünün ve İslamiyet’in doğmalarına bağlı kalıp ilerleyemedik. Batı, demokratik ve aydınlanmacı anlayışıyla hep ileri gitti. İslam ülkelerinin haline bakın; hepsi dökülüyor; hepsi Batı’ya muhtaç, Batı yardım etmese ekonomileri çöker’.

Bu ruh halinin meydana getirdiği aşağılık kompleksiyle biz hiçbir yere varamayız. Yalan üzerine bina ettiğimiz karanlık bir dünyaya kendimizi hapsetmişiz. Bu kafayla bu karanlık dehlizden çıkmanın imkân ve ihtimali yoktur. 

Batı daha düne kadar at üzerindeki Türkün üzengisini (ayağını değil) öpmekle şerefyap olabiliyordu. Batı, bütün beldeleriyle zifiri karanlıktı, İslam’ın nuruyla, Müslüman bilginlerin aydınlatmasıyla Batı aydınlandı. Batı, Endülüs İslam medeniyeti ile tanışmasaydı, oradaki bilim Avrupa’ya yayılmasaydı Batı’da ne Rönesans olurdu ne de Reform.
Batı, Orta Çağ karanlığını yaşadı ve vahşi hayvan sürüleri gibi birbirlerini boğazladı. Oysa aynı Orta Çağ’da Müslümanlar medeniyetin zirvesinde olup huzur içinde yaşamaktaydı.

Ama bu durum, bizim nesillere böyle anlatılmadı; Müslümanlar da Orta Çağ’da vahşeti yaşadı biliyorlar. Bundan dolayı ısrarla söylüyoruz ki Prof. Dr. Fuat Sezgin Hoca’nın bu husustaki çok kıymetli çalışmaları ders olarak okutulmalıdır.

O şekilde gelecek nesillerimiz gerçekleri görür, duyar ve kapılmış oldukları bu aşağılık kompleksinden kurtulurlar. Neyi görürler, neyi bilirler diye sormayın.

Avrupa’nın sözde en medeni ülkesi bilinen İsviçre değil mi? Kim Milyoner Olmak İster yarışmasında sorulan bir sorunun cevabının İsviçre olması herkesi dehşete düşürmüştü. Soru şu idi: 1980’lere kadar hangi ülkede yetim, gayri meşru doğmuş, ebeveyni alkolik, ayrılmış veya fakir olan çocuklar devlet tarafından açık artırmada satılarak çiftliklerde zorla çalıştırılmıştır?’

Peki, Avrupa’nın birçok ülkesinde (Belçika, Hollanda, Fransa vb.) zencilerin zincirlere vurulmuş olarak kafeslerde hayvanlar şeklinde teşhir edildiklerini biliyor musunuz?

Yazının Devamını Oku

Dünya Siyonizm’in emrinde

28 Ağustos 2024
İsrail’in yaptığı soykırıma, dünya üzerinde 3-5 devlet başkanının dışında hiçbir lider sesini çıkaramıyor. Sesini çıkaranlar da utanmadan İsrail’in işlemekte olduğu vahşetin yanında yer aldıklarını söylüyorlar.

ABD’deki her iki başkan adayı da insanlıktan nasibi olamayan İsrail yönetiminin sergilemekte olduğu vahşete yardım için yarış halindeler.

Küfür tek bir millettir ölçüsüyle, tüm bu rezilliklere bir mana vermek mümkün lakin bizdeki ana muhalefet partisi Genel Başkanı Özgür Özel’in HAMAS’ı terör örgütü olarak görmesine ne demeli?

Neymiş efendim; HAMAS, bir sabah aniden İsrail’e saldırmış ve oradaki onlarca masum insanı katletmiş. Yaptığı bu eylemden dolayı da HAMAS’a terör örgütü denmeliymiş.

HAMAS, bu eylemi durup dururken mi yaptı? HAMAS’ın bu eylemi, nefsi müdafaadan da öte canhıraş bir baskındır. Zira Filistin toprakları onlarca yıldan beri, İsrail’in işgali ve zulmü altındadır.
Filistinlilerin evleri, bağ ve bahçeleri zorla ellerinden alınıyor ya öldürüyor ya da sürülüyorlar.

İsrail devleti kurulduğu günden beri dağdan gelip bağdakileri kovmakla meşgul.

Erdoğan, BM kürsüsünden İsrail devletinin Filistin topraklarını adım adım nasıl ilhak ettiğini harita üzerinden tüm dünyaya gösterdi. Topraklarının yüzde 80’i işgal edilmiş ve oralarda yaşayan halkı her türlü baskı, zulüm ve işkenceye tabii tutulmuş bir halk ne yapsındı?

Kuşatma altındaki bir kale düşünün (bizim tarihimizde de çok örnekleri vardır ve yapılan hareket kahramanlık olarak bilinir) dışarıdan tüm lojistiği kesilmiş. Günler haftalar geçiyor, içerideki insanlar açlık ve susuzluktan ölümle burun buruna geliyorlar.

Yazının Devamını Oku

Ah şu ilahiyatçılar

26 Ağustos 2024
KAFALARI bulandırmamak için baştan şu tespiti yapalım; insanların en iyileri ve hayırlıları, onları ebedi mutluluğa eriştirecek yol ve yöntemleri gösteren peygamberlerdir (selam ve en iyi dualar onların üzerine olsun) ve onların varisleri olan gerçek din âlimleridir.

Her şey zıddıyla kaim olduğuna göre, insanların en şerli olanları, en kötüleri de dini dünya menfaati için kullanan, insanları saptıran ve onların ebedi felaketlerine sebep olan kötü din adamlarıdır.

Burada iki hususa dikkatinizi çekmek isterim: Birincisi, bahse konu olan bu denli kötü din adamları, cehennem ehlinin köpekleri olacaktır (Hadis-i Şerif).

İkincisi de kıyamet bu denli kötü din adamları yüzünden kopacaktır (Dünya bile bu soysuzların alçaklıklarına daha fazla tahammül edemeyecektir!).
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifade ettiği gibi dini ve din eğitimini ihmal ederek münevver (Doğu ile Batı’yı bilen, din ilimlerinde mütehassıs, pozitif bilimlere aşina, pedagojik eğitimli) din adamı yetiştirmedik; cami kürsüleri cahil cühelanın elinde kaldı. Halkımızı bunların eline teslim ettik. Camiye giden cahil oldu, gitmeyen köksüz kaldı.

Vaktiyle Süleymaniye Camii’nin mihrabı imamsız kalmasın diye bekçiyi oraya imam olarak tayin ettiler. Din ve iman konusunda samyeli estirilen ülkemizde yetkin din adamı kalmamıştı.

Gerçek manada dinini bilen olmadı, olamadı. (Lisedeki fizik hocam (Fazıl Tezey) “Cuma namazı için camiye gittim. İmam hutbede ‘Birileri Ay’a gittiğini iddia ediyor. Ay, Allah’ın nurudur, oraya ayak basılır mı? İnsan yanar kavrulur. Yalan söylüyorlar’ deyince hemen pabuçlarımı aldım ve camiden çıktım. Gidiş o gidiş, bir daha bu imamların arkasında namaz kılmadım” demişti.)

Hâlbuki o imam, astronomi okumuş olsaydı böyle mi diyecekti? O kapkara cehalet içindeki sözde imam, dinini ve Rabb’ini ne kadar anlayıp bilecekti? Zira yaradanı en iyi anlayabilenler âlimlerdir. Dinde en üstün rütbe ilim rütbesidir. (Hadis-i Şerif)

Sonuç itibarıyla dinden bihaber nesiller eliyle onlarca yıl geçirdik. Dinini bilmeyen şeytanın maskarası olur; nitekim oldu da.

Yazının Devamını Oku

Osmanlı düşmanlığı

24 Ağustos 2024
DÜNYANIN hiçbir ülkesinde bizdeki gibi ecdat (atalar) düşmanlığı yapılmaz.

Ve dünyanın hiçbir yerinde ecdadına kötü söyleyene ve hatta sövene iyi gözle bakılmaz. Bu karanlık tipler, asıllarını inkâr ettiklerinden dolayı, haramzade olarak bilinirler ve her daim ve her yerde aşağılanırlar.

Biz burada Osmanlı güzellemesi yapıyor değiliz; Osmanlının yaptıkları da yapamadıkları da tarihen sabittir, bizim yapmaya çalıştığımız bir hakkı teslimden ibarettir.

Yoksa, hiç kimsenin padişahlığı falan savunduğu yok; o konu, tarihsel olarak gelmiş geçmiş ve bitmiş bir konudur. Biz bugün, Cumhuriyet rejiminde de büyük çoğunlukla seçilen başbakan veya cumhurbaşkanının çocuklarının ya da diğer aile mensuplarının devletin üst kademelerindeki görevlendirilmelerine bile sıcak bakmıyoruz.

Değil ki, kendilerinden sonra yerlerine kaim olabilsinler. Liderlere en bağlı kişiler bile onların çocuklarını babalarının makamlarına layık görmezler.

İslam tarihinde ilk dört halifenin seçimi şura (danışma meclisi üyelerinin seçimi) yöntemiyle gerçekleşti. Hz. Ömer’in (Allah ondan razı olsun) hilafetinin sonlarında, bir kısım ashabı kiram, kendinden sonra oğlu Abdullah’ı halife bırakmasını telkin ettiler.

Hz. Ömer bu talebi geri çevirmekle birlikte, şu tarihi cevabı verir: ‘Bir evden bir cenaze yetişir!’. ‘Nerde o Hz. Ömer gibi insanlar’ diyeceksiniz ama ondan önce, ‘nerde o Hz. Ömerleri yetiştiren toplum’ denmesi gerekir.

Nitekim insanlar, layık oldukları idare şekli ve idarecilerle yönetilirler. Şu hâlde, yöneticilerimizin nasıllığına bakmadan önce, biz kendi yaptıklarımızın niçinine ve nasıllığına bakmalıyız.

Olayları, meydana geldikleri zamandaki şartları dikkate alarak değerlendirmek lazımdır.

Yazının Devamını Oku

AK Parti’nin siyasi devrimi

21 Ağustos 2024
Birçok insan farkında değil ama AK Parti, hiçbir siyasi liderin ve kadrosunun başaramadığını başardı; iç ve dış vesayeti yenerek, demokrasimizin üzerindeki ipoteği kaldırdı ve sonuç itibarıyla milli iradeyi gerçek anlamda hâkim kıldı.

AK Parti iktidarına kadarki dönemde Türkiye’de sözde milli irade vardı; Meclis’in duvarındaki ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ ibaresinin içi boştu. Zira milli irade, sürekli olarak askeri darbelerle istiskal edilmiş; milletin hür iradesiyle seçtiği vekiller ve onların meydana getirdiği hükümetler düşürülmüş, Meclis kapatılmış, bunlarla da yetinilmeyip bakan ve başbakan düzeyindeki seçilmiş insanlar darağaçlarında idam edilmiştir.

Vesayetle malul (hastalıklı) milli iradenin en üst düzeydeki temsilcisi olan başbakanın (Demirel) şu cümlesi her şeyi anlatsa gerektir: ‘Makamımda otururken Adnan Bey’in (Menderes) idam sehpasındaki hali sürekli gözlerimin önündeydi!’.

Bu denli travmatik haline rağmen Demirel, her şeyi göze alarak kalkınma hamlelerine girişmiş ve bunun bedelini askeri muhtıralara ve darbelere muhatap kılınıp, iktidardan uzaklaştırılarak, sürgüne gönderilmekle ve hatta siyasetten menedilmekle ödemiştir. Belli ki birileri bu memleketin kalkınmasını istemiyor. Dışarıdaki bu vesayet odakları, içeride de kendi sözlerinden dışarı çıkmayacak ‘uşak’ tabiatlı idareciler arzu ediyorlar.

Bu odaklar, özellikle de savunma sanayisinde taş üstüne taş konmasını istemezler. Zira Türkiye güçlenirse karşılarında ‘Osmanlı’yı bulacaklarından ödleri kopar. Dolayısıyla savunma sanayisi hamlelerini engellemek için meşru-gayr-i meşru yapmayacakları çirkinlik ve adilik yoktur. İç ve dış vesayet odakları Erdoğan’ı ve zihniyetini tanıyorlardı. Daha açık ifadesiyle; Erdoğan ve onun zihniyeti iktidara gelirse başlarına bela alacaklarını çok iyi biliyorlardı. Zira daha dün Erbakan’ı iktidardan uzaklaştırabilmek ve başlatılan kalkınma hamlelerinin önünü tıkayabilmek için akla karayı seçmişlerdi.

Erdoğan’ı bildikleri içindir ki; onu, okul kitaplarında yer alan ve rejimin ideologlarından olan Ziya Gökalp’in bir şiirini okuduğu için İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı’ndan aldılar, siyasi yasaklı kılıp hapse koydular.

İşte Erdoğan o gün bugündür; açık ve gizli vesayetin hüküm sürdüğü gazete manşetleriyle, bürokratik oligarşiyle, her çeşit terör örgütleriyle ve siyaset bezirganlarıyla vuruşa vuruşa bu günlere geldi.

Vaktiyle merhum Turgut Özal da yasakların karşısında dimdik durmuş ve özellikle ülkemizi açık hapishaneye (siz, tımarhaneye diyebilirsiniz) çeviren TCK’daki 141, 142 ve 163. maddelere karşı verdiği mücadele unutulmazdır.

Mahut odakların tehditlerine pabuç bırakmayan

Yazının Devamını Oku

Tuhaflıklar ülkesi

19 Ağustos 2024
Tanzimat’tan günümüze bu memleket tuhaflıklar ülkesi olmuştur. Zira o günden beri bu ülke insanı, kendi olmaktan çıkıp, başka bir şey olmanın derdine düşmüş, düşürülmüştür.

Halbuki bu ülke insanı, kendi olup, kendinde olduğu asırlar boyunca, örnek insan olmuş ve bu insanla şu veya bu şekilde tanışan, münasebet kuran diğer insanlar tarafından parmakla gösterilmiş ve kendisine gıpta ile bakılmıştır.

O gün bugündür kendilerine benzemek için, her şeyimizi feda ettiğimiz Batılılar bile (Bizans’ın son megadükü-Lukas Notaras), o vakitler; ‘Başımızda Latin serpuşu (şapka) görmektense Osmanlı sarığı görmeyi yeğlerim’ demiştir.

Latin serpuşundan maksat, Avrupalı sırtlan sürülerinin (Haçlı) Konstantinopolis’te (İstanbul) kendi dindaşlarına (sırf mezhepleri farklı diye) reva görüp sergiledikleri alçakça zulümlerdir.

Kendi dindaşına adeta bu denli soykırımı uygulayan Batılıların, başka din mensuplarına ne yapabileceklerini varın siz hesap edin. Öyle ince ince düşünüp hesap yapmaya gerek yok. Nitekim tarih boyunca sergiledikleri iğrençlikler ortadadır.

Almanların, 2. Büyük Savaş’ta Yahudilere, bugün de Yahudilerin Filistinli Müslümanlara yaptıkları soykırıma varan vahşetleri ortada.

Bakınız; Müslümanlarla gayr-i müslimler arasında çok savaşlar oldu. Müslümanların galibiyeti ile biten savaşların hiçbirinde adaletin (savaş hukuku) dışına çıkılmamış ve asla hiç kimseye zulüm yapılmamıştır. Savaş sonrasında da kimsenin dinine, canına, namusuna, malına dokunulmamıştır. Mesela bugünkü Yunanistan 500 sene Türklerin hükümranlığında kaldı; bu zaman zarfında, Rumlar, tüm haklarını muhafaza etmişlerdir ve hiçbir Rum’un burnu, haksız yere kanamamıştır.

Hıristiyanların galip geldiği savaşlarda ise, asla savaş hukukuna uyulmamış ve akla hayale gelmeyen işkenceler ve iğrençlikler sergilenmiştir. Mesela bu sırtlan sürüleri Endülüs’e girdiklerinde hem Müslümanların ve hem de Yahudilerin köklerini kazımışlardır. Bir tekinin bile yaşamasına müsaade etmemişlerdir.

Yine Batılıların işgal ettikleri Amerika kıtasına bakın, on binlerce Kızılderili’yi öldürerek, kelimenin tam anlamıyla soykırım yapmışlardır. Bugün Amerika’nın asli sahiplerini mumla ararsanız da bulamazsınız.

Yazının Devamını Oku