Üstelik bir de karşımızdakilerden saygı ve sevgi bekliyoruz, saygıyı-sevgiyi görmeyince de hayretler içinde kalıyoruz. Halbuki insanlar, şahsiyete meftundur.
Dinimizden ve dinimizin gerçeklerinden o denli uzaklaştık ki, inanın, dini meselelerimizi bir müsteşrik (batılı doğu bilimci) kadar bile bilemez olduk. Bilmediğimizi de bilmeyerek; biliyoruz zannettiğimiz yalan ve yanlışların üzerinde ‘tek doğru, bizim bildiklerimiz’ deyip, tepinip duruyoruz.
Bakınız; İslamiyet: Allahü Teâlâ’nın emirlerini üstün bilmek ve onlara saygı göstermek ve O’nun mahlukatına (yarattıklarına) karşı şefkat besleyip merhametli olmaktır. Bu tarifi bizzat sevgili Peygamber Efendimiz (Aleyhisselam) yapıyor. Bu tarife uymayan veya buna ters olan her kim ne söylüyorsa yalan söylüyor ve İslamiyet’e iftira atıyor.
İslamiyet’te en önemli ve en kıymetli şey imandır (zira insanın ebedi saadetini temin edecek olan budur). İman konusunu da bakınız Kâinatın Efendisi (Aleyhisselam) nasıl açıklıyor: ‘İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe (muhabbet beslemedikçe) de iman etmiş olamazsınız!’
Yüce dinimizin, nasıl da MUHABBET-SEVGİ üzerine kurulduğuna dikkat ediyor musunuz?
İslamiyet’te kişinin kendinden ziyade muhatabını sevmesi ve onu kendine tercih etmesi esastır; zira kişinin kurtuluşu (ebedi saadeti) arkadaşının duasına bağlıdır. Çünkü haram girmeyen ve yalan söylemeyen ağızla yapılan dua müstaceldir (acil-ivedi kabule şayan).
Hangi ağız vardır ki, bilerek veya bilmeyerek yalan söylememiş ya da haram yememiş olsun? Arkadaşımızın ağzı bizim için yalan söyleyemeyeceğine ve haram yiyemeyeceğine göre, o ağzın bizim için yapacağı dua kabule şayan olacaktır.
Şu hâlde; kurtuluşumuz için, birbirimizi sevmekten, birbirimize yardım etmekten, birbirimize dua etmekten başka çaremiz yoktur. Nitekim ünlü ozanımız Yunus Emre ‘Ben gelmedim kavga için, benim işim sevi (sevgi-muhabbet) için, Dostun evi gönüllendir, gönüller yapmaya geldim’ diye bu hakikati dillendirir.
Ulaştırma altyapısında havayolu gelişimini vatandaşın ‘uçması’ ile sınırlı zannedenler, Türk havayolu sektörünün başta İGA olmak üzere yeni havalimanları ile turizme ne denli güçlü altyapı oluşturduğunu anlamıyorlar demektir. Bu dahi yetersiz bir açıklama olur. Esasında THY Teknik ve THY Kargo ile teknik hizmet ve kargo taşımacılığı da bir başka gelişkin niteliğe dönüşmüştür.
Türkiye; havayolu, hızlı tren ve yaygın otoyolları, depolama üsleri, lojistik köyleri ile boyut atlamıştır.
Ticaret Bakanlığı’nın başta çalışkan ve ‘derinlikli’ Bakan Ömer Bolat olmak üzere Türkiye Yüzyılı hedeflerinden biri entegre e-ihracat üssü kurulması olmalıdır. Dubai, Mısır gibi ülkelerde dahi benzerleri olan e-ihracat serbest bölgesi, Türk modelinde daha da kapsamlı, katmanlı halde gerçekleşebilir.
İGA’nın havaalanı ve terminal haricinde ikinci etabında oteller, fuar ve iş merkezleri olacağı unutulmamalıdır.
Bu ‘etap’ olabilecek en yakın yerleşim alanında Türkiye’nin ve dünyanın ilk entegre e-ihracat üssü ile bütünleştirilmelidir.
Konunun küresel uzmanı girişimci Enis Karslıoğlu’nun fiili bilgi birikimi ile bütün ‘oyuncuları’ tanıyan WORLDEF gibi iki ‘avantaj’ da eldedir.
İçinde teknopark, ihracat ürünü montajı ve kısmi üretimi yapan organize ihracat sanayi kümesi, AR-GE ve tasarım merkezleri, lojistik köy, serbest bölge unsurları olması için Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı ile Ticaret Bakanlığı ortak vizyon geliştirmelidir.
İGA civarında yerleşik halde yapılacak entegre e-ihracat üssü ne gibi faydalar sağlar derseniz;
Kuran’ı Kerim, sevgili Peygamber efendimizin şahsında bütün insanlığa, dünya ve ahiret saadetleri için gönderilmiş en son kutlu kitaptır. Diğer bir ifade ile Allahüteala kendi buyruğunu, namusu ekber olan Cebrail vasıtasıyla yaratmış olduğu mahlukların en kıymetlisi ve ‘Habibim’ dediği Muhammed aleyhisselama vahyetmiştir.
Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselam) da yaşayan Kuran olarak; o nazm-ı celili hem hayatının her anında tatbik etmiş ve hem de mübarek sözleriyle (hadisi şerif) açıklamıştır; tefsir etmiştir.
Tefsir etmek demek;, ayet-i kerimelerden murad-ı ilahiyi anlayıp açıklamaktır.
Kuran’ı Kerim’in bazı kelimeleri ve hatta bazı harfleri kitaplık çapta açıklamayı (tefsir) gerektirir.
Tefsir yapabilmek için sadece Arapça bilmek asla kâfi değildir. Zira Arapça’nın en ünlü lügatı olan Müncid’i Beyrutlu papazlar hazırlamıştır! Arapça dilbiliminin yanında (sarf, nahiv, belagat) ayetlerin iniş sebeplerini, nasih ve mensuhu (hükmü kaldırılmış ayetleri), hadis ve tarih ilmini, ayetlerdeki muhkem (manaları açık olan) ve müteşabih (ancak çok yüksek alimlerin biraz anlayabilecekleri) olanları, mantık ve fıkıh ilminin yanında pozitif bilimleri (matematik, astronomi, fizik, kimya vb.) bilmek gerekir. Bütün bunların yanında saf, temiz ve kuvvetli bir imana ve bu imanın paralelinde bir amele (yaşantıya) sahip olunması gerekir.
Bu ilimlerle ve imanla mücehhez olan kişi bile kendi kafasına göre Kuran’ı Kerim’e mana veremez; nakli esas olmak zorundadır. Zira din ilimleri kaynağına (Hazreti Peygamber aleyhisselama) gidildikçe değer ve doğruluk kazanır. Hiç kimse ashab-ı kiramın Kuran’ı Kerim’den anladığından daha doğrusunu anlayamaz. Zira onlar; vahye tanık olmuş, inen ayet-i kerimelerin iniş sebeplerini, gereklerini bizzat sevgili Peygamberimizden işitmiş ve onun tatbikatına şahitlik etmişlerdir.
Bundan dolayıdır ki bütün bir İslam tarihi boyunca, ‘Kuran’ı Kerim meali’ yazmak, hiç kimsenin aklının ucundan bile geçmemiştir. Çünkü bu durum insanlara fayda yerine zarar verir, nitekim Yasin-i Şerif’in mealini okuyup, dinden soğuyan ve hatta dini inkâr eden insanlara rastladık.
Ayrıca sağlam nakillere dayanmadan, kişinin kendi aklına göre yaptığı tefsirler bile geçerli değildir. Bu tip tefsirlerden murad-ı ilahi yerine, yazan kişinin muradı anlaşılır ki bu, düpedüz küfürdür. Bunun küfür olduğunu bizzat sevgili Peygamberimiz (aleyhisselam) bildirmiştir.
Müslümanlık (İslam dini) bütün iyilikleri, güzellikleri, huzuru, barışı, kısaca dünya ve ahiret saadetini vazeder. İslamiyet’in vazettiği reçeteyi uygulayan şahıs ve toplumları ihya eder, huzurlu kılar.
Nitekim kalkınmış, ileri ülkelerin yaptıklarına bakın; şahıs ve toplum planında İslamiyet’in vazetmiş olduğu prensipleri uyguladıklarını görürsünüz.
Cenabıallah dünya hayatında Rahman sıfatı ile tecelli eder. Yani kendisine inansın ya da inanmasın tüm fert ve cemiyetlere yaptıklarının karşılığını eksiksiz verir. Diğer bir ifadeyle İslamiyet ilaç gibidir; hasta olan birey ve toplumlardan mahut ilacı kullananlar şifa bulur ve iyi olur.
Dinimiz bir ve beraber olmamızı ve asla bölünüp tefrikaya düşmememizi ısrarla öğütlüyor. Ama gelin görün ki bin parçaya bölünmüş, herkesin ayrı dilden konuştuğu ve kimsenin kimseyi dinlemediği Babil Kulesi’ni andıran bir yapı söz konusu.
‘Marka Müslümanı’ diye adlandırabileceğimiz günümüz İslam kitleleri, dinleri ne diyorsa adeta tersini yapıyorlar. Zira tefrika (bölünmüşlük) onlarda, yalan-hile-desise onlarda, rüşvet-irtikap ve devlet malını çalma onlarda, büyük-küçük tanımadan günahın binbir türlüsü onlarda, uyuşukluk-tembellik ve nemelazımcılık onlarda...
Üstelik bir de kalkmış bütün bu aşağılık ve iğrenç hallere İslamiyet sebep oluyor diye dinlerine iftira atıyorlar. İslamiyet bizi geri bıraktı diye geveliyorlar.
Neredeyse iki asırdan beri köklerini inkâr eden, İslam dininden soyutlanan, din dışı bir hayatı tercih etmekle yetinmeyip İslamiyet’e gericilik diyen, kalpleri gavurdan yana olanlara bakalım. Bunlar hangi ilmi buluşu yaptı, hangi teknolojik hamleleri gerçekleştirdi, hangi ilerlemeyi kaydetti ve hangi huzuru sağlayabildiler?
İslam coğrafyasında adeta samyeli esmişçesine, maddi ve manevi olarak korkunç bir çoraklaşma söz konusudur. Müslümanım diyenin temelinde ihlassızlık, samimiyetsizlik, inanmıyorum diyenin temelinde de din düşmanlığı olduğu müddetçe ne birlik ne ilerleme ne huzur ve ne de düzen sağlanabilir.
Ankara ve İstanbul’da peş peşe gerçekleşen diplomatik buluşmalarda, Türkiye Cumhuriyeti ve lideri, kanlı bıçaklı birçok ülkeyi barışa taşıyor, sorunları çözüyor. Bu ortamda ‘Terörsüz Türkiye’ ihtimali gerçeğe dönüşüyor ama bizim ‘istemezükçü jakobenler’, doğal kriptolar bunu hâlâ kabullenemiyor.
Siyaset ile uluslararası diplomasinin, ticari diplomasi ve zenginleştirilmiş, gelişkin ikili ilişkilerden (networking) hariç kalıcı, sürdürülebilir sonuç sağlaması da mümkün değildir.
Dışişleri Bakanlığı’mız eliyle Antalya’daki Diplomasi Forumu önemli bir ‘diyalog’ ve etki alanı üretmeye başlamıştır.
Aynı şekilde Ticaret Bakanı Ömer Bolat’ın liderliğindeki Bakanlığın IGEXX etkinliğini kurması, hem de WORLDEF gibi rüştünü uluslararası arenada ispat etmiş Türk şirketleri üzerinden bütün üretici, ihracatçı, e-ticaretçi kuruluşlara destek olması, artırarak devam etmesi hayati önemdedir.
Türkiye içinde ‘istemezük korosu’ ne denli tahripkâr, art niyetleri nasıl sorguya açık ise Türk şirketlerinin başarılarına ülke içinden gelecek darbelerde bunu yapanlar da aynı şekilde mercek altında olacaktır.
Ömer Nart, Orhan İsayev, Vural Çavuşoğlu ve Nihat İpekçi tarafından kurulan WORLDEF’in İstanbul, Dubai ve Riyad’da düzenledikleri etkinliklerin de Ticaret Bakanlığı vizyonuyla örtüşen katkısı ortadadır.
Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan gibi kararlı ve takipçi, Hakan Fidan gibi dosyalara her yönüyle hâkim, Ömer Bolat gibi ‘polimat’ ve çok yönlü Bakan varken ‘zemin bozan’ bürokratların er geç doğru rotada olacakları kesindir.
Detaylarını izleyen yazıda ele alacağım ‘E-İhracat’ konusu Türkiye’nin lojistik altyapısı, endüstriyel gelişimi ve coğrafi konumu nedeniyle giderek önem kazanmaktadır.
Sayın Bakan, konusu ile ilgili olarak iç ve dış meselelerde ufuk açıcı geniş bir çerçeve çizdi. Diğer bütün katılımcılar gibi bendeniz de kendisine, konularına olan hâkimiyetine ve bunları durmak bilmeyen ısrarlı takibine ve gece gündüz demeden yerine getirdiği hummalı çalışmasına gıpta ettik.
Sayın Bolat, iki senedir bu görevde; bu iki sene esnasında yaptığı iş seyahatlerinin kilometre olarak toplamı, dünyanın etrafını on bir kez dönmekle eşdeğerde. Baş döndürücü bu çalışma temposu ile ilgili olarak Sayın Bakan’ın ifadesi aynen şöyle:
“Dört evim var; biri İstanbul’da, biri Ankara’da, biri el bavulum ve bir diğeri de uçak!
Covid’le birlikte bir anda iç ve dış ticaret durdu; insanlar evlerine kapandı. Buna rağmen Türkiye’miz ekonomideki bu durgunluğu en az hasarla atlatan ülkelerin başında geliyor.
Salgın hastalığı, kuzeyimizdeki ve güneyimizdeki savaşlar ve hepsinden önemlisi ülkemizin on ilini üst üste iki kez vuran asrın depremi takip etti. Sadece deprem ülkemize 105 milyar dolar fatura çıkardı (dolaylı olarak 150 milyar dolara yakın).
Bu ise harcama bütçesinin yüzde 40’ını kapsıyordu.
Sayın Cumhurbaşkanı büyük bir cesaret ve kararlılıkla hedefi koydu; en kısa sürede deprem yaraları sarılacak ve yıkılan köy ve şehirlerimiz en makul sürede ayağa kaldırılacaktır.
Ekonomideki istikrarı ve dengeleri sağlamak için hükümet olarak gecemizi gündüzümüze katarak çalışıyoruz. Bu cümleden olarak; 60 milyar dolar olan dış ticaret açığını 10 milyar dolara düşürdük (son yirmi yılın en düşük seviyesi).
Prof. Dr. sıfatlarıyla akademik derinliği de bulunan Sayın Bakan’ın, dönemin Avrupa Ekonomik Topluluğu (bugünkü Avrupa Birliği) konusunda etkin kurum İktisadi Kalkınma Vakfı’nda uzman olarak görev yapması, Hollanda’da gerçekleştirdiği yüksek lisansı bulunması, MÜSİAD’ın kuruluş döneminde Genel Sekreter, büyüme ve hayırlı sonuçlar geliştirmesinde Genel Başkan sıfatı taşıması, Türkiye’de pek kimseyle kıyaslanamayacak derecede ‘yüksek liyakat’ taşıdığını gösteren ‘müktesebat’ unsurları idi.
1990 yılından itibaren kesintisiz gerçekleştirilen, bugüne dek 4 Cumhurbaşkanı, 9 TBMM Başkanı ve 7 yerli–yabancı Başbakan’ın katıldığı ‘disiplinli’ ve verimli toplantılarıyla Bab-ı Ali Toplantıları önemli bir bilgi alışverişi ortamını, her tür siyasi polemik ve art niyetten uzak gerçekleştirmeye devam ediyor.
Bakan Ömer Bolat’ın yaklaşık iki yıllık görev döneminde toplam 448 bin km yol yapması yani bir başka ifadeyle günde 700 km’ye yakın bir seyahat gerçekleştirmesi, her kıtada çok konuya erişme çabası ne denli büyük meşakkat, alın teri ve özveri ile Türkiye’nin yönetildiğini gösteriyor.
Türkiye’nin bugün farklı kıtalardan çeşitli ülkelerin arasındaki çatışma ve savaş konularında güvenilen arabulucu konuma yükselmesi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın uzun yıllar öncesinden başlayan kişisel ‘ilişki inşası’ ile eş zamanlı yürütülen ‘diplomatik etkinlik ve ‘ticari diplomasi’ üçlüsünün toplam sonucudur.
Ne demek istedik?
Türkiye, merhum Özal ile başlayan ‘dünyaya entegre’ ekonomi sistemine geçmekle, bugünkü turizm, havayolu, ulaşım, Telekom, savunma sanayi gelişmelerinin temelini attı ama bunların hepsini ölçekli, etkili ve sonuç alan hale getirmek Erdoğan’ın beceri ve başarısıyla oldu.
Afrika’da elde edilen ‘konum’ artık tartışılamıyor bile. Fransa’nın kovulduğu, finansal yardım görünümüyle ‘çekik gözlü sömürgecilerin’ tepki ile karşılandığı ortamda Türkiye ‘gönülden kabulle’ karşılanıyor.
Ömer Bolat
Medyada veya siyasette hamaset ve küfrü belagat, hitabet sananlar da ne denli zavallıdır.
Anlayamayacak kadar bilgisiz, kavramayacak kadar idraksiz olup da tesadüfi konum ve sıfatıyla ‘ahkam’ kesenlerin kuru gürültüsü duyulup, ortalıkta yankılandıkça da ‘ahali’ ne gerçeği görebilir ne de huzur bulabilir.
Bu sebeple ‘kargaşa’ anlarında veya acil çözüm bekleyen meselelerde, kendinden emin, ne dediğini ve niçin dediğini bilen ‘kararlı’, ‘akil’ bir sese mutlak ihtiyaç vardır.
İşte; Devlet Bahçeli Türkiye için yaklaşık 25 yıldır bu ses olmuştur.
Ecevit’in Rahşan’ına katlanan, 1999 deprem ve 2001 Anayasa fırlatma krizlerinde ülke adına fayda sağlamak için ‘kan tükürüp kızılcık şerbeti içtim’ diyen, derviş meşrepli, çilekeş ve fedakâr kişi MHP lideri Sayın Devlet Bahçeli’dir.
Sayın Bahçeli’nin ülkemizin istikbali için üstlendiği cesur ve vatanperver tavrı, kimi ‘sığ küfürbazları’ ve ‘aklı evvelleri’ rahatsız etmekte ve adeta kudurtmaktadır.
Devlet Bahçeli’nin ülke içinde sağladığı ‘mıntıka rahatlığı’ ve ‘iç barış hamleleri’ Erdoğan’ın kararlılık ve iradesinin de pekiştirme sigortasıdır.
Bu iki liderin birlikteliğini hasetle takip edenler, şunu bir türlü anlayamamışlardır: