Türkiye’miz yeni bir kurtuluş ve bağımsızlık savaşı ile karşı karşıya kaldı. Bu yeni kurtuluş ve bağımsızlık savaşı, önceki Kurtuluş Savaşı gibi yalnızca dış güçlere karşı verilmiyor, içerideki ve dışarıdaki tüm şer güçlere karşı veriliyor.
Erdoğan da Bahçeli de millet ve vatanları için baldıran zehri içmekte en ufak bir tereddüt göstermedi. Belli ki bu her iki lider de zillet içinde yaşamaktansa ölmeyi yeğleyen kişiliğe sahip.
Zaten risk almayan, tehlikenin gözünün içine bakmayan, büyük hedefler belirleyip onların peşinde koşmayan, korkusuz ve gözü kara olmayan liderler kahraman olamazlar.
Dikkat ederseniz; bu her iki lider de önce milletim ve vatanım diyerek kararlar alıyorlar. Aldıkları bu hayati kararlar, partilerinin ve şahıslarının aleyhinde de tecelli etse, bu yoldan geri adım atmıyorlar.
Davası olan ve ancak davası uğrunda yaşayan insanlar böyle yapabilir. Zira onlar için inanılan ve uğrunda ölünecek dava her şeyin önünde gelir.
Malum; Türkiye’mizin başında iki büyük bela vardır ve bunlar henüz tam manasıyla aşılabilmiş değildir. Bunlardan birincisi vesayet sistemi, ikincisi ise terördür. Vesayetten kurtuluşta Bahçeli öncülük etmiş, Erdoğan da canını dişine katarak bu durumu kuvveden fiile çıkarmıştı.
Terörden kurtuluşu Erdoğan tek başına elini değil gövdesini taşın altına koyarak denedi, başaramadı.
Bu kez, yine
Anadolu steplerine sürülmüş, kalan bir avuç askeri terhis edilmiş, tüm tersanelerine ve stratejik sahalarına el konulmuş; yorgun, bitkin ve perişandık.
O halde iken bile Kurtuluş Savaşı verip, ittifak halindeki düşmanı (İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Yunanistan) ülkemizden kovmuş ve son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında alınan kararı (Misakımilli) az bir noksanıyla yerine getirdik.
Birlikte Cihan Savaşı’na girip yenildiğimiz Almanya’da bugün yükseliş trendini sürdüren aşırı sağcı parti AfD’nin eşbaşkanı Alice Weidel şunları söylemek zorunda kalıyor:
“...ABD şüphesiz ki dünya çapında geniş bir etki alanına sahip eşsiz bir küresel süper güçtür. Buna genellikle imparatorluk deriz. Ancak bu çok garip bir imparatorluk; pazartesinden çarşambaya dünyayı yöneten ancak perşembeden pazara bunu tekrar yapmak istemeyen bir imparatorluk...
Biz Almanlar yenilmiş bir halkız. ABD’nin kölesiyiz, bunu inkâr etmeyeceğim. Köle olmanın avantajları vardır. Biz hizmetkârın en asil hakkı efendisinin savaşlarına katılmamak, barışın tadını çıkarmaktır. Ancak ABD bundan da hoşlanmıyor. Son otuz yıldır Avrupa’da, Ortadoğu’daki birçok savaşta yer almamızı istediler. Fakat niye savaşalım ki? Bir imparatorluk olacaksanız o zaman bunun için gidip kendiniz savaşmalı, kanınızı, mallarınızı feda etmelisiniz. Özgür olmayan kölelerin bu savaşı sizin adınıza sürdürmesini beklemeyin!”
Bu acı itirafla ABD’nin sözde müttefiki olan ülkelerle nasıl kedinin fare ile oynaması gibi oynadığını ve onları aşağılayıp ateşe atmak istediğini görüyor musunuz?
Almanya’ya bunu yapmak isteyen ABD, Türkiye’ye neler yapmak istemez ki!
Neler yaptığını görmüyor muyuz?
Bunun da yegâne sebebi, başta ABD olmak üzere ütün emperyalist ülkelerin gözlerinin bu yorgun coğrafya üzerinde bulunmasındandır.
Eski Osmanlı toprakları olan bu kadim bölgeyi, paramparça edip, bir asır boyunca sömürdükçe sömürdüler. Doymadılar; şimdide ikinci bir asır boyu, nasıl sömüreceklerinin hesaplarının içindeler.
Emperyalizmin ileri karakolu ve sözcüleri konumunda olan İsrail, niyetlerini gizlemeden açık açık söylüyor: İsrail’i merkeze alacak bir Orta-Doğu’nun haritaları sil baştan yeniden çizilecek ve hedefe Türkiye konulacaktır.
Dikkat buyurun; hedefe İran değil, Türkiye konulacaktır.
İran’ın bölgemizdeki gerçek dostlarının, neden Esed, Ermenistan ve İsrail olduğu daha iyi anlaşılıyor değil mi? İsrail cürmü kadar yer yakar lakin İsrail, İsrail’den ibaret değildir.
İsrail, ABD’nin ve dünya üzerinde Siyonist güçlerin ta kendisidir.
Bundan dolayıdır ki, Türkiye’yi hedef almaktan çekinmemektedir. Zira böyle bir durumda çok iyi biliyor ki, Türkiye ile savaşacak olan İsrail’den ziyade ABD olacaktır.
İsrail, daha şimdiden PKK-YPG’nin hamiliğine soyunuyor; akılları sıra Suriye’de kuracakları kanton devletçikle Türkiye ile önce sınır komşusu, bilahare Türkiye’yi parçalayıp ‘Arz-ı mev’ud’a’ kavuşacaklar.
Bu tiplerin zavallı hallerini görünce gerçekleri haykıran bilim ve biliminsanları adına utanıyor ve doğrusu yerin dibine geçiyoruz!
Bizim ülkemizdeki kadar kimi branştaki profesörlüğün bu denli ucuz, boş ve beleş olduğu başka bir ülke var mıdır, bilmiyoruz.
Bizdeki bu profesörler, belli ki bunca katmerli cehaletlerini onca tahsille elde etmişler!
Bu tipler, cehalette (bilgisizlikte) profesörler ve dolayısıyla cehalette bunların eline su dökecek kara cahil bulmak mümkün değildir.
Gerçek biliminsanlarını tenzih ederek belirtmeliyiz ki bu tipler evvel emirde sözde ihtisas yaptıkları konunun zır cahilidirler. Bu vahim durum bu haliyle kalsa bir derece...
Bu utanmaz tipler belli ki bir yerlerden yemleniyorlar ve o bir yerlerin adına ahkam kesiyorlar. Küstahça yalanlarını gerçekmiş gibi anlatıyorlar.
Kullanışlı bu tipler, kendilerine verilen görevleri yerine getirmek için, gazete sayfalarını karalayarak ve televizyon ekranlarında boy göstererek yalan ve iftiralarını kusuyorlar.
Bütün bu oyunlar hem kendi içinde hem de bütün dünyada kaos çıkarmak için. Üstelik bu oyunları kendi içinde oynadığı gibi uydusu olan tüm ülkelerde de oynatıyor.
Biz, Türkiye olarak bu oyunları çok gördük ve hemen her seferinde kaosa sürüklendik.
ABD, bütün bu pis oyunları kendi derin devleti vasıtasıyla işliyor ve işletiyor.
İşte, 11 Eylül faciasını meydana getirtip ürettiği bahane ile bölgemizi ateşe verdi. Irak’ı ve ardından Afganistan’ı işgal etti, Suudi Arabistan’ı haraca bağladı.
Yaptırmış olduğu sözde İbrahimi anlaşmalarla, bölgemizdeki ülkelerin birçoğunu İsrail’in emrine verdi. İsrail ne yaparsa yapsın, bu ülkelerden hiçbirinin sesi sedası çıkmaz, çıkamaz.
İsrail tarihin kaydettiği en vahşi soykırımı Gazze’de uyguluyor, mahut ülkelerden en ufak bir ses çıkmıyor, çıkamıyor.
Meydanı boş bulan İsrail durur mu? Gemi azıya alarak her tarafa saldırıyor. Ne Lübnan bıraktı ne Suriye!
İsrail’in derin devleti, ABD derin devleti ile ortak çalışıyor.
Emperyalistlerin, tüm sömürgelerine tatbik ettikleri bu yöntemin özeti; ‘böl, parçala, kaos üret, birbirine kışkırt, sömür ve yönet!’.
İşgal ettikleri ve sınırlarını cetvelle çizip belirledikleri tüm İslam beldelerinde totaliter (baskıcı-zalim) yönetimler oluşturdular. Cetvelle çizerken, birbirlerini akraba olan yerleşim yerlerinin ortasından geçtiler, beldenin yarısı bir ülkede diğer yarısı öbür ülkede kaldı.
Türkiye-Suriye sınırı, bu durumun tipik örneğidir. On yıllar boyu bu insanlar, dini bayramlarda birbirlerini tel örgüler ardından görebildi; hediyelerini birbirlerine tel örgüler üzerinden atabildiler
Suriye halkının çoğunluğu Sünni Müslüman iken, ülkenin yönetimine Nusayri (Hz. Ali’ye Allah diyen bir inanış) azınlık getirilmiş. Bunun gibi Irak’ta, çoğunluk Şii olmasına rağmen buranın yönetimine de Sünni yöneticiler getirilmişti.
Sahiplerinin sesi bu denli zorba yönetimler de ülkelerini, açık, yarı açık ve kapalı hapishaneler haline getirmek suretiyle baskıyla ve zulümle yönettiler.
Esed, ülkesinden kaçtıktan sonra Suriye’de ortaya çıkan korkunç manzara her şeyi anlatıyor. Tüm emperyalist ülkeler, bu insanlık dramlarının elbette farkındaydılar lakin onlara göre insanca zayiat yoktu. Zira kendi dinlerinden ve ırklarından olmayan bu insanlar, insan sayılmıyordu.
Ve onlara göre bunları telef etmekte herhangi bir sakınca görülmez.
Zulüm payidar olmaz; her şey en ince yerinden zulüm ise en kalın yerinden kopar.
Biz istesek de istemesek de bu, böyledir. Diğer bir deyişle, dünya kamuoyundaki Türkiye, Türkiye’dekinden çok daha büyüktür. Türk’ün tarihi misyonu, onu, bulunduğu coğrafyanın çok ötesine taşıyor.
‘Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?’, ‘Türkiye’nin Libya’da ne işi var?’, ‘Türkiye’nin Kafkaslarda ne işi var?’, ‘Türkiye’nin Balkanlarda ne işi var?’, ‘Türkiye’nin Afrika’da ne işi var?’ gibi sözlerin hepsi lafügüzaftan (boş lakırdı) ibarettir ve gerçekle yakından ve uzaktan bir ilgisi yoktur.
Mahut zevat, dillerine pelesenk etmiş oldukları ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ ifadesini de son derece yanlış anlıyor ve çok yanlış değerlendiriyorlar. Onların dedikleri gibi olsaydı, Hatay, bugün vatan sınırları içinde olabilir miydi?
O günün (1937) şartlarında oluşturulan ve Türkiye’nin de kurucu üye olarak yer aldığı Sadabat Paktı niçin kurulmuştu?
Oysa bunlara göre; Ortadoğu bataklıktan ibarettir, o batağa giren kendini de batırır.
Bu kafaya göre; Türkiye Ortadoğu’nun işlerine karışmamalı, özellikle Arap ve İslam ülkelerini kendi hallerine bırakmalı ve asla onların işlerine burnunu sokmamalı. Bir asır boyunca şu aşağılık cümleyi milletin beynine kazımak istediler: ‘Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü!’
Halbuki bu aşağılık lafı söyledikleri insanların dedeleri, bu vatan uğruna çarpışarak can vermiş Şamlı Araplarla birlikte, Çanakkale sırtlarında koyun koyuna yatıyorlar.
Bu kafa, yalnızca Suriye’nin, Türkiye’nin de gayretleriyle bugün geldiği noktaya bakıp utanmalıdırlar. Ama diyeceksiniz ki; Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ’ının işgalden kurtulmasına bakıp utandılar mı ki, bundan utanabilsinler?
O gün bugündür biz bize unutturulduk. Kendimizden, kendi öz değerlerimizden soyutlanıp bambaşka bir şey olduk. Olduğumuz bu bir şeyle, belki her şey olduk lakin asla kendimiz olmadık, olamadık.
Kendimiz olamayınca şahsiyetimizi yitirdik, oysa cümle alem şahsiyete meftundu.
Şahsiyetimizi müdrik olduğumuz aşk ve saffet dönemlerimizde en ileride bizdik; hemen herkes bize imreniyor ve bizim gibi olmak için can atıyordu. Çünkü biz, biz olduğumuz dönemlerde en üstündük.
Zira biz, kendi öz değerlerimizi öylesine halisane yaşıyorduk ki bize gelen ölü kalpler diriliyordu.
Topkapı burcundaki Adalet Kulesi’nden dünyanın dört bir yanına adalet dağıtan bir neslin evlatları kendinden soyutlanınca, celladına âşık edilip canilerden adalet dilenir hale getirildi.
Ceddimiz. güçlü olduğu asırlar boyunca dünyadaki tüm mazlumlara hamilik yaptı; ne kadar güçlü olursa olsun tüm zalimlerin korkulu rüyası oldu.
Bakınız; yarım asırdır AB’nin kapısında bekletiliyoruz. Şeref ve haysiyetimizle oynarcasına oyaladıkça oyalıyorlar. Bilmeliyiz ki bir yarım asır daha beklesek bile bizi almazlar; almayacaklar.
Aynı Avrupalı, kendimiz olduğumuz saffet dönemlerimizde üzengimizi öpmekle şerefyap oluyordu.