Bu tükeniş ve bitiş döneminin 200 yılını ‘Cihan Devleti’mizin (Osmanlı İmparatorluğu) çöküş sürecinde yaşadık.
Son yüz yılını ise yıkılan ‘Cihan Devleti’mizin külleri üzerinde inşa ettiğimiz genç Cumhuriyet devletimize giydirilen deli gömleği misali vesayet altında geçirdik. Sözde, Cumhuriyet’i demokrasi ile taçlandırmıştık.
Halbuki bize demokrasi diye yutturulan vesayetle illetli ‘uydu’ bir devlet projesiydi.
1940-1950 arasında İnönü’nün ABD ile yaptığı anlaşmalarla (savunmadan eğitime kadar) ülkemiz tam anlamıyla ABD’nin güdümüne sokuldu.
Türkiye’nin ilk NATO başvurusunu CHP iktidarı, iki gizli anlaşmanın ardından 11 Mayıs 1950 yılında yaptı. 14 Mayıs 1950’de DP iktidara gelince, NATO’ya girişimiz 1951 yılında gerçekleşti.
NATO’ya girişimizle birlikte yapılan bir dizi anlaşmalarla vesayete adeta tüy dikilmiş oldu.
Sözde demokrasiye geçecek ve Türkiye küçük Amerika olacaktı! Hemen her tarafı ABD üsleri ile donatılan Türkiye, bir bakıma küçük Amerika olmuştu ama Türk insanına kalan, eline tutuşturulan elma şekerinin yalnızca sapıydı!
Zira her on yılda bir yapılan askeri darbelerle mahut demokrasi rafa kaldırılmış, sözde demokrasi bile Türk insanına reva görülmemişti.
Sultan Abdülhamit’i en yakınları hatta aile fertleri, açtığı okullarda yetişen gençler, devletin çeşitli kademelerine getirdiği üst düzey bürokratlar, paşaların ekserisi, kimi din adamları anlayamamış ve Sultan’ın tahtından uzaklaştırılması için hep birlikte hareket etmişlerdi.
Halbuki Sultan, gerçekte Batı’nın hedefindeydi; O tahtta olduğu müddetçe Batı imparatorluk üzerindeki emellerine ulaşamıyor, bunun için de ne pahasına olursa olsun Sultan Abdülhamit Han’ın tahttan uzaklaştırılması gerekiyordu.
İçimizdeki aymazlar ve hatta hain diyebileceğimiz tipler ise Batı’nın piyonundan başka bir şey değildi ve koro halinde Batı’nın değirmenine su taşıyorlardı.
Sonuçta ülkeyi iç savaşın eşiğine getirdiler. Sultan’ın merhameti ve tahtından feragati (azli kendisine tebliğ edilince karşı koymayıp, bu durumu kabullenmesi) sayesinde ülke iç savaşa sürüklenmekten kurtuldu.
Sultan Abdülhamit’ten sonra işbaşına gelen İttihat ve Terakki Partisi iktidarının akıl dışı politikaları yüzünden sadece on yılda imparatorluk paramparça edildi, ülke bütünüyle işgal edildi. İmparatorluğun muhtelif yerlerindeki Türk unsuru, Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı; onlar da Haymana Ovası’na sürülmek istenmişti.
Aynı oyun bugün de tezgâhlanmak isteniyor; Türkiye’mizi küresel bir güç haline getiren Sayın Erdoğan hedef tahtasına oturtularak, O’nu alaşağı etmek suretiyle ülkemiz paramparça edilmek isteniyor.
Güçlü Türkiye bugün geldiği noktada; 40 yıldır boğuşturulduğu terörü bitirmek üzere iken yine içimizdeki mahut birileri en sağdan en sola kadar el ele vererek ve hemen hepsi Batı’nın güdümüne girerek Sayın Erdoğan’ı görevinden uzaklaştırmak istiyorlar.
Türkiye’deki seçimler öncesi, ABD Başkanı olan
Özellikle Sovyetlerin dağılmasından sonra tek kutuplu kalan dünyanın jandarması olan ABD, her girdiği oyunu yüzüne gözüne bulaştırdı; züccaciye dükkanlarına fillerle girerek ortalığı yakıp yıktı, kendi rahat etmediği gibi, dünyaya da huzur vermedi.
ABD’de tarihsel olarak bir devlet geleneği olmadığı için, her şeyi gücümle hallederim vehmine kapıldı. Bugün geldiği nokta itibariyle bütün dünya ülkelerinin şimşeklerini üzerine çekti ve koca dünyada tek başına kaldı.
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın ifade ettiği gibi, dünyada bir kasırga esmekte ve bu şiddetli sarsıntı bütün ülkeleri etkileyecektir. Nitekim benzer bir kriz 2007 yılında da olmuş ve bizim ülkemizi teğet geçmişti.
Trump, Çin’in dışındaki ülkelere uygulayacağı gümrük vergilerini 90 gün süreyle erteledi. Çin ile ise karşılıklı restleştiler. Kibri aklını örten Trump, hala Çin’in alttan alacağını sayıklayıp duruyor.
Arz küremiz, fillerin tepişmesinden çıkabilecek bir kıvılcımla her an bir üçüncü dünya savaşına evrilebilir. Çin bunun önlemini iki yıl öncesinden aldı ve Çinli yöneticiler, muhtemel büyük bir savaş için halklarına yiyecek stoku yapmalarını tembihlediler.
Dünya her bakımdan diken üstünde iken, gelin bir de bizdeki muhalefete bakın. Bizim muhalefet dünyada yaşamıyor gibi; zira bölgesel ve küresel hiçbir sorun onları ilgilendirmiyor.
Gündemlerinde; bölgemizde ve dünyanın çeşitli yerlerinde cereyan eden, dünyayı derinden etkileyebilecek hiçbir olay ve gelişme yok.
Özellikle ana muhalefet partisi, kendi içinden kendini yemekle meşgul.
Dost ve düşman bütün dünya bu gerçeği gördü ve bu hakkı teslim ediyor lakin bizdeki, (dünyada başka bir örneği olmayan) kulakları sağır, gözleri kör ve kalpleri mühürlü olan kimi muhalefet partileri, bu durumu görmediği gibi, utanmadan, Sayın Erdoğan’ı diktatörlükle, tek adamlıkla, hak ve hukuk tanımazlıkla ve Türkiye’ye patinaj yaptırmakla suçlamaya yelteniyor.
Bunca küfranı nimet içinde olan, nankör, had bilmez ve saygısız muhalefet, dünyanın hiçbir tarafında yoktur.
Elin oğlu (İsviçre’de yayınlanan Die Weltwoche’de Francis Pike imzalı ‘Büyük Erdoğan’ başlıkla makale) bugün Türkiye’nin getirildiği noktaya bakarak Sayın Erdoğan’ı tarihteki Fatih’lere, Kanuni’lere benzetiyor ve onun; güç, din ekonomi ve dünya siyasetini büyük bir ustalıkla dengelediğini ve ülkesinin en büyük yenileyicisi olarak tarihe geçebileceğini belirtiyor.
Makalede, ‘Bazılarının neo-Osmanlı olarak adlandırdığı bir strateji ile Erdoğan, Türkiye’nin nüfuzunu genişletti. Bu da Balkanlardaki eski Osmanlı topraklarıyla dostane ilişkiler kurmasın sağladı. Doğudaki Türk diasporası da ihmal edilmedi. Türkiye dünyanın jeopolitik eksenlerinden biri, bu yüzden de tüm büyük güçler onunla iyi ilişkiler içinde olmak istiyor. Erdoğan bu kozu her zaman çok ustaca oynadı. Erdoğan, hiçbir tarafı ötekileştirmeme konusunda ustaca bir yeteneğe sahip’ denildi.
Erdoğan dönemindeki ekonomik başarıların üstü çizilerek, şu hususlar kaydedildi: ‘2002’de 12 milyon olan turist sayısı 62 milyona çıkarıldı. Erdoğan, bunu mümkün kılacak altyapıyı inşa etti. 4 yılda, Avrupa’nın ikinci havalimanını hizmete açtı ve THY’yi, karlılık acısından zirveye taşıdı.’
Makalede, ‘2002’de kişi başına düşen Gayrı Safi Yurtiçi Hasılayı 3 bin dolardan alıp 17 bin dolara çıkardı. Erdoğan, ülkesini Avrupa’nın 7. büyük ekonomisi yaptı. Türkiye’de teknoloji firmaları hızla büyüdü. Bunlar arasında yüksek performanslı insansız hava araçları üreticisi olarak uluslararası bir üne kavuşan ve dünyanın dört bir yanına tedarik sağlayan Baykar da bulunuyor’ denildi.
Ayrıca; ‘Tüm bu başarılar ve daha niceleri göz önüne alındığında, Erdoğan’ın 2028’de yeniden seçilme umutları yeşerecek ve ona karşı bahse girmek akıllıca olmayacaktır’ ifadelerine yer verildi.
Dünyanın böylesine takdir ettiği ve neredeyse yere göğe sığdıramadığı
Gazze’deki soykırım, insanlığın medeniyete değil vahşete gittiğini bütün dünyanın gözleri önüne serdi. Kâğıt üzerinde yaldızlı sözlerle ifade edilen bütün sözde medeni değerlerin birer aldatmacadan ibaret oldukları ve bunlarla insanların birbirlerini aldattıkları bütün çıplaklığıyla gün yüzüne çıktı.
Siyonist Yahudiler ve onların emrindeki uşakları, dün olduğu gibi bugün de bütün bir insanlığın yüzkarası tipleridir ve bunlara insan demeye bin şahit lazımdır.
Gelinen şu talihsiz noktaya bakın ki dünyanın jandarmalığına soyunan ve İsrail’le ikiz kardeşlerin vahşetlerini sergileyen ABD’li yöneticiler de Siyonist olma yarışındalar. ABD Devlet Başkanı Trump, Uluslararası Adalet Divanı’nın ‘görüldüğü yerde tutuklanmasını hükmettiği İsrail’in cani Başbakanı Netanyahu’yu ABD’de kırmızı halılarla karşılıyor! Siyonist olmayan diğerleri de bütün bu insanlık dışı katliamları yalnızca seyretmekle yetiniyor ve hiç kimse kılını bile kıpırdatmıyor.
Dünya İslam Alimleri Birliği, en az yetmiş bin masum insanın katlinden sonra ancak toplanabildi ve İsrail’e karşı, savaş dahil bir dizi önlemin alınmasını ‘fetva’ şeklinde vazetti. İyi güzel de bu fetvanın gereğini yerine getirebilecek, dünya üzerinde herhangi bir İslam Birliği mi var?
Veya bu güçte bir İslam devleti mi var?
Savaş fetvası, İslami bir terimdir; gerçekleşmesi için, ardında mutlaka bir yaptırım gücünün ‘devlet otoritesi’ bulunması şarttır. Bu güçte bir İslam devleti olmadığına göre verilen fetva havada kalacaktır.
Evvelemirde, bu İslam ümmetinin üzerine serpilmiş ölü toprağından kurtulması ve silkinip kendine gelmesi lazım. Daha açık ifadesiyle söyleyelim: Dünya üzerindeki Müslümanlar, bulundukları ülkelerdeki yöneticilerin ellerinde adeta esir muamelesine tabiler. Mahut yöneticilerle, halklarının görüş, beklenti ve arzuları taban tabana zıttır.
Şu halde; bütün bu halkların öncelikle kendi yöneticilerinden kurtulmaları gerekir. Zira mevcut yöneticiler, değil o fetvanın gereğini yapmak, öyle bir fetvanın varlığına bile inanmıyorlar.
Hedefleri belli; istiyorlar ki Gazze halkı topraklarını terk edip başka ülkelere gitsinler. Filistin’i bütünüyle boşaltsınlar ve mahut toprakları insansız olarak İsrail’e teslim etsinler.
Filistinli Müslümanlar ise ülkelerini terk etmiyor ve o topraklarda ölmeyi yeğliyorlar. İsrail de ölümü göze alan Filistinlilere ölümlerden ölüm beğendirerek, tepelerine bomba yağdırıyor.
Lübnan’ın, Suriye’nin, İran’ın ve aklı sıra Türkiye’nin kolunu kanadını kırmak için de komşu ülkeleri bombalıyor ve işgal ediyor. Kabına bir türlü sığmayan İsrail, Suriye’deki stratejik üs bölgelerini bombalayarak Türkiye ile burun buruna geliyor.
Türkiye ile karşı karşıya gelen Netahyahu soluğu Washington’da aldı ve ABD Başkanı Trump’a yalvardı. Trump ise Türkiye’nin ne Lübnan’a ne Suriye’yi ve ne da İran’a benzemeyeceğini vurgulayarak Netanyahu’ya aklını başına devşirmesini ‘akıllı olmasını, hayale kapılmamasını’ istedi.
Gözünü kan bürüyen Netanyahu, o şizofren aklıyla kendi kirli emelleri uğruna ABD ile Türkiye’yi kapıştıracak ve çakılın taşı ile çakılın kuşunu vuracak.
Trump, Sayın Erdoğan’ı kara kaşı kara gözü için sevmiyor ve taktir etmiyor. Trump da çok iyi biliyor ki Sayın Erdoğan, alışılagelen liderlere benzemiyor; davası olan, davası uğruna kefenini giyen ve tuttuğunu koparan, gözü pek bir lider.
Ülkesini küresel güç haline getirdi ve artık Türkiye gündemi belirlenen bir ülke olmaktan çıktı, gündem belirliyor. Ürettiği son model silahlarla savaş konseptini değiştirdi ve Kafkasya’da, Suriye’de, Libya’da, Somali’de, Balkanlar’da gündem belirleyen ülke konumuna geldi.
Türkiye’nin savaşa tutuşması demek yalnızca bu bölgeyi değil bütün dünyayı ateşe sürükler. O vakit NATO da kalmaz ve ortalık toz duman olur.
Hâlâ bazı ‘sokma akılların’ TOGG’un fabrikasının olmadığını iddia ettiğine rastlamıyor değilim. Oysa bugün -pek tabii- başlangıç yollarını yaşayan TOGG organize olmuş, sıfırdan üretim gerçekleştiren modern, ileri teknolojili altyapısını kurmuş durumdadır.
Çinli BYD veya Cherry’ye de yatırım için destekler verilmesi bu ‘aklıevvel’ ve ‘sokmaakılların’ hayal ettiği gibi ‘engelleyici’ değil sinerji tetikleyen bir etken olacaktır. Yakın bir gelecekte Türkiye’de kolay edinilebilen, ekonomik kullanılabilen bu araçlarla ülkemizin araç sahipliği oranlarında da ‘sıçrama’ görülecektir. Bunlar refah ve gelişme yönünde adımlardır.
Ülkede otomotiv endüstrisi ‘dönüşüm’ yaşarken, özellikle son seçimler itibarıyla CHP’nin ‘çoğaldığı’ Batı bölgelerimizin belediyeleri kasıtlı mı, amaçlı mı anlaşılmaz bir şekilde ‘tuhaf’ ihalelerle şarj altyapısı gelişmesini engelliyor.
Geçtiğimiz Eylül ve Kasım aylarında İstanbul Büyükşehir Belediyesi İspark yönetimi eliyle ‘saçma’ ve tekelciliğe yol açacak 2 ihale denemesi yaptı. Ali Arzuman adlı ‘iltisak’ şaibesi bulunan Genel Müdür hâlâ o koltukta oturuyor. Allah’tan kamuoyuna yansıyan bu durum engellendi.
Yine İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin İstanbul Enerji şirketi Genel Müdürü Yüksel Yalçın EPDK mevzuatına aykırı bir ihaleyi uyarılara rağmen yaptı. Bu kişi de koltuğunda oturuyor.
Denizli Merkezefendi Belediyesi ise ihalesini E-Mobilite Derneği’nin uyarısıyla iptal etti.
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin İzelman şirketi ise ‘adrese teslim’ ihalesinde ısrar etti. Erdem Sevinç adlı Genel Müdür uyarılara kulak asmadı.
Şimdi İzmir Bornova Belediyesi yeni bir ‘skandal’ ve ‘adrese teslim’ ihale ile 44 şarj noktasını ‘birine’ vermeye çalışmakta. Daha önceki yazılarımızda konunun milli güvenlik boyutuna kadar ‘derinlikleri’ olduğunu yazmıştık.
Adalet Partisi’nin kuruluş yıllarında, CHP’nin yıkıcı ve öküzün altında buzağı arayan muhalefetine muhatap olan Süleyman Demirel, “Allah, yakışan iftiradan korusun!” diye yakarışta bulunurdu.
İftira onursuzluğun, pespayeliğin, alçaklığın zirve noktalarından biridir; müfteri (iftira eden), icra ettiği bu iğrenç eylemiyle ‘çukur’un ta kendisidir.
Yıllar boyu Sayın Erdoğan’a üniversite diploması yok diye utanmadan iftira attılar. Bu iftirayı atanlar belli ki içerideki ve dışarıdaki zalimlerden talimat almışlardı. Bu zavallıların unuttuğu bir şey vardı. Zalime hizmet eden, zalimden talimatla iş gören, iftira atan, mahut zalimlerin zulmüne uğramadan ölmez.
Hem ne demişler; alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste!
Erdoğan’a attıkları iftira adeta bumerang gibi geri döndü ve bu müfterileri vurdu. Meğerse kurtarıcı görüp baş tacı ettikleri İmamoğlu’nun diploması yokmuş. Yatay geçişi olmayan bir üniversiteden evrakta sahtecilik yaparak İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ne geçişi yapılmış. Onun gibi onlarca sahte geçiş yapan kişilerin diplomaları iptal edildi.
Birileri, -bunların içinde eski sözde bakanlar da var-bu sahte diplomaları utanmadan, yüzleri kızarmadan savunuyorlar, iyi mi? ‘Diploması iptal edilenlerin arasında profesör olanlar varmış, mış da bundan dolayı bunları iptal etmek ancak hükümetin emrinde olan üniversite yönetimlerine yakışırmış.’
Bu bakan müsveddesi demek istiyor ki; bu sahtekârların sahte evrak düzenlemeleri, yalan beyanda bulunup resmi makamları yanıltmaya çalışmaları, on binlerce hatta yüzbinlerce gencin kul haklarına girip kazanamadıkları bir sınavı hokus-pokusla başardık göstermeleri, daha da ileri gidip ilgili fakültenin kimi yönetici ve öğretim üyeleriyle (artık neyin karşılığında yapıldıysa) çete oluşturup düzmece evraklarla yatay geçiş sağlamaları hiçbir şey ifade etmiyor.
Yani hırsızlık suç ama çalan haspanın kızı ise ona yakışıyor demeye getiriyor.