Paylaş
Kuran’ı Kerim, sevgili Peygamber efendimizin şahsında bütün insanlığa, dünya ve ahiret saadetleri için gönderilmiş en son kutlu kitaptır. Diğer bir ifade ile Allahüteala kendi buyruğunu, namusu ekber olan Cebrail vasıtasıyla yaratmış olduğu mahlukların en kıymetlisi ve ‘Habibim’ dediği Muhammed aleyhisselama vahyetmiştir.
Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselam) da yaşayan Kuran olarak; o nazm-ı celili hem hayatının her anında tatbik etmiş ve hem de mübarek sözleriyle (hadisi şerif) açıklamıştır; tefsir etmiştir.
Tefsir etmek demek;, ayet-i kerimelerden murad-ı ilahiyi anlayıp açıklamaktır.
Kuran’ı Kerim’in bazı kelimeleri ve hatta bazı harfleri kitaplık çapta açıklamayı (tefsir) gerektirir.
Tefsir yapabilmek için sadece Arapça bilmek asla kâfi değildir. Zira Arapça’nın en ünlü lügatı olan Müncid’i Beyrutlu papazlar hazırlamıştır! Arapça dilbiliminin yanında (sarf, nahiv, belagat) ayetlerin iniş sebeplerini, nasih ve mensuhu (hükmü kaldırılmış ayetleri), hadis ve tarih ilmini, ayetlerdeki muhkem (manaları açık olan) ve müteşabih (ancak çok yüksek alimlerin biraz anlayabilecekleri) olanları, mantık ve fıkıh ilminin yanında pozitif bilimleri (matematik, astronomi, fizik, kimya vb.) bilmek gerekir. Bütün bunların yanında saf, temiz ve kuvvetli bir imana ve bu imanın paralelinde bir amele (yaşantıya) sahip olunması gerekir.
Bu ilimlerle ve imanla mücehhez olan kişi bile kendi kafasına göre Kuran’ı Kerim’e mana veremez; nakli esas olmak zorundadır. Zira din ilimleri kaynağına (Hazreti Peygamber aleyhisselama) gidildikçe değer ve doğruluk kazanır. Hiç kimse ashab-ı kiramın Kuran’ı Kerim’den anladığından daha doğrusunu anlayamaz. Zira onlar; vahye tanık olmuş, inen ayet-i kerimelerin iniş sebeplerini, gereklerini bizzat sevgili Peygamberimizden işitmiş ve onun tatbikatına şahitlik etmişlerdir.
Bundan dolayıdır ki bütün bir İslam tarihi boyunca, ‘Kuran’ı Kerim meali’ yazmak, hiç kimsenin aklının ucundan bile geçmemiştir. Çünkü bu durum insanlara fayda yerine zarar verir, nitekim Yasin-i Şerif’in mealini okuyup, dinden soğuyan ve hatta dini inkâr eden insanlara rastladık.
Ayrıca sağlam nakillere dayanmadan, kişinin kendi aklına göre yaptığı tefsirler bile geçerli değildir. Bu tip tefsirlerden murad-ı ilahi yerine, yazan kişinin muradı anlaşılır ki bu, düpedüz küfürdür. Bunun küfür olduğunu bizzat sevgili Peygamberimiz (aleyhisselam) bildirmiştir.
Meal modası, mason şeyhülislamların dönemiyle başlamıştır, ilk meal ise yine bir mason (Ömer Rıza Doğrul) tarafından kaleme alınan ‘Tanrı Buyruğu’ adlı kitaptır. Cumhuriyet döneminde ise bu durum daha da körüklenerek, neredeyse önüne gelen meal yazmıştır.
Mealle kişinin ipe sapa gelmez hezeyanları, okuyucuları dinden soğutmuş ve bu işi teşvik edenler de bu şekilde emellerine kavuşmuştur.
Elifi mertek sanan bir zümre de sözde düşünce körelecek diyerek mealciliği teşvik yazıları yazıyor.
Nakli esas alan ilk üç asrın İslam alimlerinin beyinlerinin her zerresi bir güneşti. Zira onlar hem kaynağa yakın ve hem de haramlara bulaşmamış mübarek zatlardı. Günümüzde ise hem kaynaktan uzaklaşılmış ve hem de haramların bin bir çeşidine bulaşılmış bir ortam mevcut.
Dolayısıyla öncekiler, Kuran’ı Kerim’in ayetlerine güneş ışığı ile bakarken, şimdikiler zifiri karanlıkla bakmaya yelteniyorlar.
Bunlardan hangileri gerçeği (murad-ı ilahiyi) görür, hangileri dalalette debelenir?
Dalalette (sapıklıkta) debelenenlerin mealleri, her yanı ile küfür kusuyor; kimi medeni ayetleri inkâr ediyor kimi birçok ayetin Allah kelamı olmayıp, Hazreti Peygamberin sözü olduğunu geveliyor kimi de birçok ayeti-i kerimeyi toptan inkâr ediyor. Bu küfür kumkumalarının hedefi belli ki kendilerinin çıktığı gibi okuyucularını da dinden çıkarmak, mürted yapmaktır.
Paylaş