Fatih Altaylı

Böyle birliktelik olur mu?

25 Şubat 2005
<B>FUTBOL </B>Federasyonu Başkanı <B>Levent Bıçakcı </B>bir kez daha sınıfta kaldı. <br><br>Milli Takımlar Teknik Direktörü <B>Ersun Yanal </B>hakkında türlü iddialar ortaya atıldı. Bunlar yenilir yutulur gibi değil.

Teşvik primi iddiaları korkunç. Şimdi herkes ‘inkár’ etse de, kamuoyu Cafer’in doğru söylediğine inanıyor.

Böyle bir teknik direktörün, Milli Takım’ın başında kalıyor olması yeterince ‘korkunç’; ama Levent Bıçakcı’nın durumu daha da korkunç. Çünkü bu yayınlar yapılmadan evvel, Star TV’nin Spor Müdürü Serhat Ulueren, Bıçakcı’ya bu yayını yapacağını söylüyor ve ‘Yap yap’ yanıtını alıyor. Belli ki Bıçakcı, Ersun Yanal’ın yıpranmasını istiyor.

İyi de, Yanal’la birlikte Milli Takım da yıpranıyor.

Bu yayının yapılmasını istiyorsan, sonrasında da gereğini yaparsın. Yayını yaptır, Yanal’ın rezil olmasını sağla; ama sonra çık ‘2006’ya kadar hocamızla devam edeceğiz’ de.

Bu ne demek, ben anlamadım.

Böyle bir şey olur mu?

Bir benzetme yapmak gerekirse, evli bir adam düşünün. Sağda solda eşinin ‘ahlaki davranışları’ konusunda konuşuluyor. Hatta konuşulmasını bizzat kendi istiyor.

Sonra da dönüp, ‘Benim eşim iyidir. Biz devam edeceğiz’ diyor.

Bana sorarsanız, federasyonun durumu bundan daha da vahim.

Çünkü diğeri karı-koca ilişkisidir, kimse karışamaz; ama burada hakkında konuşulan kişi sadece federasyonun değil, milli takımların teknik direktörü.

Hani okuma özgürlüğü vardı

ÇALIŞMA
ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu dün ilginç bir açıklama yaptı: ‘Gerekli işgücünü tespit edeceğiz ve üniversitelerde buna göre kontenjan ayıracağız. Mühendis lazım değilse mühendislik fakültelerinin kontenjanını kısacağız.’

Doğruluğu tartışılır bir karar.

İsteyen istediğini okur.

Üstelik de bu hükümetin mensuplarının en çok savundukları özgürlüklerden biri de bu değil miydi!

Ya bazıları da, ‘Yahu memlekette bu kadar ilahiyatçıya gerek yok. İlahiyat fakültelerinin sayısını azaltalım’ derse...

Ek protokol düğmesine basıldı

AB’nin 3 Ekim’deki müzakerelerin başlayabilmesi için şart koştuğu ‘Ankara Anlaşması’nın ek protokol ile yeni üyeleri de kapsaması’ meselesi hayata geçiyor.

Türkiye, Kıbrıs Rum Kesimi’ni tanıma anlamına gelecek bu konuda ‘hevesli’ davranmıyordu.

Ancak AB buradan geri adım atmayacağını, üstelik bunun ‘tanıma anlamına gelmeyeceğini’ söylüyordu.

AB’nin son bir ay içinde yaptığı uyarılar sonrasında Türkiye, ‘istemeden’ de olsa adımları başlatmak zorunda kaldı.

Ek protokolün imzalanması için görüşmeler 2 Mart’ta Brüksel’de başlıyor.

Görüşmeleri Türkiye adına Deniz Bölükbaşı ve Ertuğrul Apakan yürütecek.

Bölükbaşı, Irak Savaşı öncesi ABD ile yürütülen pazarlıklarda başroldeydi. Apakan ise Kıbrıs uzmanı.

Pazarlıkların ve ek protokolün yazılmasının 2 ay içinde bitmesi planlanıyor.

Bu iki aya, 8 dile çeviri ve bütün ülkelerce onaylanma da dahil.

Hükümeti en geç iki ay sonra zor günler bekliyor, demek yanlış olmaz.

Yargı kararı işimize gelmeyince

SEKA’nın İzmit fabrikasının kapatılması büyük olay haline geldi. İşçiler direniyor. Bazı gazeteler, bazı gazeteciler işçilere destek veriyor. Direnmek işçilerin hakkı. Tek kelime edemem.

Ama kapatılmaya karşı çıkan gazetelerin tavrı beni eğlendiriyor.

Niye mi? Yazayım.

İdarenin aldığı ‘kapatma’ kararına karşı sendika ve işçiler yargı yoluna başvurdular.

Yargı, fabrikanın kapatılmasında hukuka aykırılık olmadığı yolunda karar verdi.

Ve kapatmaya karşı çıkan yazar ve gazeteler, işte tam burada açığa düştüler.

Çünkü eğer ‘yüce yargı’ fabrikanın kapatılmaması yönünde karar verseydi, bu gazete ve gazeteciler, ‘Hükümet yargı kararlarını hiçe sayıyor. Yargının kapatılmaz kararına rağmen SEKA kapatılıyor’ diye manşet atacak ve hükümeti yargı kararlarına saygısızlıkla suçlayacaklardı.

Ama şimdi yargı, idareyi haklı buldu ve yargı önünde haksız duruma düşenler, kapatılma karşıtları ve onlara destek verenler.

Fakat işlerine gelmediği için yargının adını bile anmıyor, mahkeme kararı sanki yokmuş gibi davranıyorlar.

O zaman da olmuyor.

Çifte standart ortaya çıkıyor.

Herkes kendi işe gelen yargı kararını ciddiye alıyor, işine gelmeyeni yok sayıyor.

Yargı da eli kolu bağlı seyrediyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Sevgiyle nefret arasındaki ince çizgiyi çok zorlamadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Blair’den şaka ile karışık mesaj

24 Şubat 2005
<B>BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’</B>ın Başkan<B> Bush </B>ile yaptığı <B>‘sıcak’</B> sohbet, dün gazetelere yansıdı. Erdoğan-Bush-Blair üçlüsü birbirlerine takılmış, aile muhabbeti yapmışlardı.

Ancak bu sohbet sırasında ‘küçük bir ayrıntı’ herkesin gözünden kaçtı.

Blair, Başbakan Erdoğan’a ‘üstü kapalı’ bir sitemde bulundu.

Bu sitem, benim daha önce bu köşede yaptığım bir uyarının Blair tarafından dile getirilmesinden başka bir şey değildi.

Blair, sohbet sırasında Bush’a, ‘Başbakan Erdoğan bugünlerde biraz yoğun. Bir türlü bir araya gelip görüşemiyoruz’ dedi.

Kimse bu cümledeki ‘imaya’ dikkat etmedi.

Oysa İngiliz Başbakanı, Erdoğan’ı Londra’da görmeyi çok arzuluyor.

Çünkü, Türkiye’nin AB’yle müzakerelere başlayacağı ekim ayında AB Dönem Başkanlığı İngiltere’ye geçmiş olacak.

Blair, o gün gelmeden, o gün masaya gelecek sorunları çözmüş olmak istiyor.

Bunun için de acele ediyor.

Bir yandan İngiltere’de yaklaşan seçimler, diğer yandan Blair’in tartışılan liderliği ve tam bu dönemde AB Dönem Başkanı olma sıfatıyla artacak iş yükü nedeniyle o gün geldiğinde Türkiye’ye yeterince zaman ve ilgi ayıramamaktan korkan Blair, meseleleri erken ele almak amacında.

Ancak her nedense Türkiye pek oralı değil.

İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Westmacott bu ‘gereksinimi’ Dışişleri’ne hissettirmeye çalışıyor; ama galiba ‘hissedilmiyor’.

Son çare olarak Blair, Bush’un yanında şakayla karışık, ‘Görüşemiyoruz’ diyor.

Acaba Başbakan, Londra’ya gitmek için havaların ısınmasını, sisin kalkmasını mı bekliyor, bilemiyorum.

Ancak siyasetteki havalar ile sokaktaki havaların paralel ısınması şart değil.

Emniyetsiz ülke olduk

TÜRKİYE soyuluyor. Son birkaç yılda benim evim iki kez soyuldu.

Annem iki kez kapkaça maruz kaldı.

Çevremde evi soyulmayan, kendisi veya bir yakını kapkaç mağduru olmayan kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmez.

Büyük kentler giderek yaşanmaz hale geliyor, hatta geldi.

Gazeteler ‘geç kalmış’ bir tavırla haftalardır bu işin üzerine gidiyor.

Ama Emniyet Genel Müdürlüğü’nde hiçbir çalışma yok.

‘Laf olsun’ diye yapılan bilgilendirme toplantılarında ‘havadan sudan’ önlemler anlatılıyor.

Ama gerçekte yapılan hiçbir şey yok. (Bu arada Emniyet Genel Müdürü’nün adını bilip hatırlayan var mı? Ya da öyle birisi gerçekten var mı?)

Teke Tek’te bu konuyu ele almak istediğim için biraz araştırma yaptım.

Bir dönem dünyanın suç başkenti olan ve yaşanmaz haldeki New York’un Rudolph Guillani tarafından nasıl ‘tertemiz’ hale getirildiğini inceledim.

Yapılan projenin adı ‘zero tolerence’.

Yani ‘suça sıfır tolerans’ demişler, baştan başa yeni bir yapılanmaya gitmişler.

Bizde böyle bir çalışma yok. Bu kafalarla olamaz da.

Şimdi büyük ihtimalle suçu ‘CMUK Yasası’na ve ‘yargıya’ yıkıp işin içinden sıyrılmak isteyecekler.

Ve ortalık, yaşanmaz hale gelmeye devam edecek.

Şimdiki umudum Milli Güvenlik Kurulu.

Bu ayki kurulda bu konu gündem maddesi. Bakalım suçlulara ve suça yönelik bir ‘balans ayarı’ yapabilecekler mi?

Mutluluk düşmanları aynaya baksın

TÜRKİYE’
de yaşayanların ‘genelde’ mutlu olduğunu ortaya koyan araştırma, haftalardır Türk basını tarafından işleniyor.

Bazıları Türk halkının mutluluğundan ‘rahatsız’ olmuş görünüyor.

Bunlar aslında müzmin mutsuzlar. Ruhları kararmış.

Türkiye ortalamasının çok üzerinde para kazanıyor olsalar bile mutsuzluklarını yenemiyorlar.

Ve kendi durumlarını göz önüne almaları halinde ortaya çıkacak bir gerçeğe ulaşamıyorlar.

Bu ‘mutsuz’ yazarların yazılarındaki ortak görüş şu: ‘Kardeşim, ekonomi kötü. Milli gelir düşük. İşsizlik yoğun. Bu adamlar niye mutlu?’

Oysa yanıtları aynada saklı.

İşin var. Çok para kazanıyorsun. Şöhretlisin; ama mutsuzsun.

Demek ki, mutluluğun ‘parayla’, işle, güçle, milli gelirle, şan ve şöhretle alakası yok.

Bakın, Avrupa’nın en mutsuz milletleri hangileri.

Fert başına milli gelir fazlalığından çatlamak üzere olan İskandinav ülkeleri en başta geliyor.

Bu ülkelerde işsizlik yok. Bizdeki gibi yolsuzluk da yok. Para da çok.

Ama mutsuzlar.

Bazen doyuma ulaşmış olmak, beklentisiz kalmak, amaçsız yaşamak mutsuzluk nedeni olabiliyor. Rahat olmak, mutlu olmak anlamına gelmiyor, gelmeyebiliyor. Hatta bazen insana ‘rahat batıyor’.

Oysa bizim hep bir umudumuz, hep bir beklentimiz var.

İş bulmak, para kazanmak, müreffeh bir ülke olmak, yolsuzlukları, hırsızları azaltmak, ortadan kaldırmak, sağlık sisteminin düzeltilmesi, çocuğumuzu biraz daha iyi bir okulda okutabilmek...

Bunlar bizim beklentilerimiz. Bunun için çabalıyor, bunun için çalışıyoruz.

Ve bunlardan bazılarını elde etmek, bazılarına yaklaşmak bile bizi umutlu ve mutlu yapıyor.

Mutsuzluk tacirlerine ve mutluluk düşmanlarına bir tavsiyem var.

Aynaya bakın.

Siz niye mutsuzsanız, bu millet o yüzden mutlu.

Bu kadar basit.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Trafik ışıklarında yeşil yandığı zaman, sağa sola bakma gereği duymadan korkusuzca geçebildiğimiz zaman. S.A.
Yazının Devamını Oku

Anti-Amerikancı değil, anti-Bush’çu

23 Şubat 2005
<B>AMERİKA </B>Birleşik Devletleri, Türkiye’deki <B>‘anti-Amerikan’</B> akımdan rahatsız. Bunu da gizlemiyor. Amerikalı köşe yazarlarına Türkiye’ye mesaj olmak üzere <B>‘ısmarlama’</B> yazılar yazdırıp, <B>‘aba altından sopa’</B> gösteriyorlar. Bunları Başkan Bush’un veya Dışişleri Bakanı Rice’ın ağzından seslendirmeyecek kadar ‘uyanıklar’.

Yapılan anketlere göre Türkiye’de Amerika’nın izlediği politikalara karşı olanların oranı yüzde 80’in üzerinde.

Aslında bu köşenin okurları bilecektir, 2 yıl kadar önce bu köşede yayınlanan Amerikan kaynakları verilerde bu durum ortaya konmuş ancak kimse tınmamıştı.

Şimdi vaziyet kalıcı ve tırmanır hale gelince rahatsızlık arttı.

Amerikan yönetimi de Türkiye’yi suçlayıcı bir ton tutturdu.

Ancak Amerikalıların görmediği veya anlamadığı bir şey var.

Türkiye’de tırmanan Amerikan karşıtlığı değil. Türkiye’de ‘Bush karşıtlığı’ tırmanıyor. Eğer Bush karşıtı olmak Amerikan düşmanı olmaksa, ABD’de de Amerikan karşıtlarının oranı yüzde 50, hatta seçim hileleri göz önüne alınırsa daha bile fazla.

Eh Amerikalıların yüzde 50’si Amerikan düşmanı ise Ortadoğu’da Amerikan politikalarının ‘ceremesini çeken’ Türkiye’de bu oranın yüzde 80 olması son derece normal. Aslına bakarsanız, dünyanın diğer demokratik ülkelerinde de Bush karşıtlarının oranı Türkiye’dekinden farklı değil. Ancak Türkiye’de halk politikaları liderlerle özdeşleştirme alışkanlığında olduğu için Bush karşıtlığı ‘ülke karşıtlığı’ gibi dile getiriliyor.

ABD bu konuda Türkiye’ye ‘tehditler’ savuracağına, Bill Clinton döneminde Türklerin neden Amerikan hayranı olduğunu düşünse daha iyi eder.

Ya sabır!

SAĞLIK Bakanı Recep Akdağ SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na bağlandığı gün yaşanan ‘kargaşa’ ile ilgili olarak ‘sabır’ tavsiye ediyor. Komik bir tavsiye.

Çok şükür bir sağlık sorunu olmayanlar elbette sabredebilir.

Ama ya hastalar.

Adam ani ve dayanılmaz bir sancıyla hastaneye gelmiş.

Belki apandisi patlamak üzere, belki de midesi delinmiş.

Bırakın muayene olmayı, kapıya bile ulaşamıyor. Hadi bakalım bu adama ‘Sabret, birkaç günde düzelir’ deyin bakalım ne yanıt alırsınız. Halbuki karar çoktan alınmış. Yaşanması muhtemel rezalet biliniyor. Önlem almak, organize olmak yok ama sabır var. Oysa hastalar zaten uzun süreden beri zorda. Hastaneler birleşecek diye SSK uzun süredir alım yapmıyor. Pek çok hasta zaten uzun süredir sabrediyor. Bu işin mimarı ve organizatörünün elinden gelen ise biraz daha sabır talebinde bulunmak.

İhmalden değil, terörden

SPK’
dan aradılar. Önce Başkan Doğan Cansızlar, ardından Başkan Yardımcısı.

Uzanlar’ın ÇEAŞ’ta çevirdikleri dümeni 4 yıldır yazdığımı ve yeni dava açılıyor olmasını yanlış bulduğumu yazmış, ihmali bulunanlar hakkında da dava açılması gerektiğini belirtmiştim.

SPK buna yanıt verdi.

Bu durumla ilgili olarak 2000 yılında suç duyurusunda bulunduklarını ancak daha sonra bütün mahkeme kararlarına rağmen ÇEAŞ’tan belge ve bilgi alamadıklarını, merkezine sokulmadıklarını, bu nedenle de belge ve bilgi elde edemediklerini söylediler.

(Bu durumu da yazmış, hatta SPK avukatlarının koruma olmadan Uzan davalarına gidemediklerini belirtmiştim ve sapına kadar doğru olan bu yazım o günlerde SPK tarafından yalanlanmıştı.)

SPK’nın bana aktardığına göre ÇEAŞ’ın imtiyaz sözleşmesinin iptal edilmesinden ve belgelere devlet tarafından el konulmasından sonra SPK hukukçuları delillere ancak ulaşabilmişler ve bunlarla ilgili suç duyurularını yapabilmişler.

Yani gecikme ihmalden değil, Uzanlar’ın SPK üzerinde estirdiği terörden kaynaklanmış.

Milletvekillerinin organları değerli

GEÇTİĞİMİZ
haftalarda TBMM’de bir ‘Organ Bağışı Kampanyası’ yapıldı. TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın öncülük ettiği kampanyada amaç topluma örnek olmak ve organ bağışına hız vermekti.

Kampanyanın sonuçları dün elime ulaştı.

549 milletvekilinin bulunduğu Meclis’te organ bağışı kampanyasına katılarak organ bağışında bulunan milletvekili sayısı 26.

Yani Meclis’in yüzde 5’i bile değil. Daha da eğlencelisi kampanyanın öncüsü TBMM Başkanı Bülent Arınç da organ bağışı yapmamış. ‘Şimdilik düşünmüyorum’ diyerek.

Hayli eğlenceli bir durum. Tam kara mizah.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Taraflardan birine düşman olmanın adı tarafsızlık olmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

İlk Bush-Erdoğan görüşmesinin perde arkası

22 Şubat 2005
<B>BUGÜN </B>size tarihi bir gerçeği yazmak istiyorum. Üzerinden iki yılı aşkın zaman geçen ve herkesin farklı değerlendirmeler yaptığı bir gerçeği. Başkan Bush ile Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk kez baş başa görüştükleri günü.

Bu görüşmeyle ilgili olarak pek çok kişi Başbakan Erdoğan’ı suçladı. Bu görüşmede Irak’a asker yollanması ve Türkiye’deki üslerin kullanımı ile ilgili tutamayacağı sözler verdiği söylendi.

Size bu görüşmenin perde arkasını ve hangi sözlerin verilip verilmediğini aktaracağım.

Yazdıklarımın doğruluğu, aradan yıllar geçip bu görüşmenin tutanakları açıklandığı zaman ortaya çıkacak.

Tayyip Erdoğan, Bush ile görüştüğünde AKP seçimi yeni kazanmıştı.

Bush söze bu konuyla girdi.

‘Seçimi kazanmanıza çok memnun olduk. Çünkü sizinle çok ortak yönümüz var’ dedi ve ekledi:

‘İkimiz de Tanrı’ya inanan insanlarız. Siz de, ben de dine çok önem veriyoruz. Bu ikimiz arasında çok iyi bir taban oluşturacak.’

Başkan Bush’un bu girizgáhı, Başbakan Erdoğan’ı da, odada görüşmenin çevirisini yapan Türkleri de çok şaşırttı.

Bush’un bu ‘dini’ girişine Başbakan Erdoğan hiçbir karşılık vermedi ve klasik nezaket cümleleri sarf etti. Erdoğan’ın konuyu ‘es geçmesi’ ve mesafeli duruşu Bush’u şaşırttı.

Büyük ihtimalle danışmanları tarafından yanlış yönlendirildiğini düşündü.

Ardından Türkiye’nin AB üyeliği ile ABD’nin vereceği destekten söz etti Bush.

Ve sonrasında konuya geldi.

Irak’la yaşanan gerginlik büyük ihtimalle sıcak çatışmayla noktalanacaktı.

ABD’nin Türk topraklarını kullanma olasılığı, üsler, Türkiye’nin burada sağlayabileceği katkılar...

Hepsi Bush’un önündeki dosyalarda vardı.

Zannedilenin aksine, Başbakan Erdoğan bu konuların hiçbirine ‘balıklama’ atlamadı.

Hepsinde bunların görüşülebileceğini, taleplerin pek çoğunun Meclis’in yetkisinde olduğunu söyledi.

Hiçbir söz vermedi.

Bu talepleri geçmişe dayanan dostane ilişkiler ve müttefiklik kapsamında ele alacaklarını, Türkiye’nin bölgesel hassasiyetleri olduğunu aktardı.

Bush ve ekibi şaşırdılar. Açıkçası görüşmede bulunan Türk diplomatlar da en az Bush kadar şaşkındı. Erdoğan kırk yıllık diplomat gibi davranmıştı.

Görüşme böylece noktalandı.

Amerikan tarafı, AKP ile ‘mesafeli’ bir ilişki kurabileceğinin sinyalini daha ilk günden almıştı.

4 yıldır yazdık, neredeydiniz?

UZANLAR’
a dava açılmış. Halka açık bir şirket olan ÇEAŞ’ın paralarını, kendilerine ait Kıbrıs İmar Off Shore’da düşük faizle tutup halka açık şirketi zarara uğrattıkları gerekçesiyle.

Haberi görünce güleyim mi, ağlayayım mı bilemedim.

Çünkü bu köşenin okurları bileceklerdir, bu durumu ilk kez 4 yıl önce yazdım.

4 yıldan beri defalarca bu konuyla ilgili ‘suç duyurusunda’ bulundum.

Ama kimse tınmadı.

Hem SPK’ya, hem savcılara defalarca çağrıda bulundum.

Hiçbir sonuç alamadım.

Şimdi aradan yıllar geçti, dava açıldı.

Ama bence dava eksik açıldı.

Benim bütün ihbarlarıma rağmen bu davayı yıllardır açmayanlar, görevlerini savsaklayanlar hakkında da dava açılmalıydı.

Çünkü bu işte Uzanlar’ın suçu kadar onların da ihmali söz konusu.

Üniversite affı ilk kez mi çıktı!

ÜNİVERSİTE affı konusunda bir bardak suda fırtına koparılıyor.

Ben kendimi bildim bileli, iki üç yılda bir ‘üniversite affı’ çıkar.

İyi de olur. Binbir güçlükle üniversiteye giren; ama çeşitli nedenlerle bitirmeye muvaffak olamayan gençler için yeni bir umut kapısı açılır. Yanlış hatırlamıyorsam, Show Haber’in başarılı sunucusu Defne Samyeli de böyle bir af sonrası üniversiteye dönmüş, sonrasında ‘üstün başarı derecesiyle’ diplomasını almıştı.

Şimdi bu affı çıkaran AKP olunca ‘tantana’ başladı.

Yahu bu affı çıkarmamış tek bir hükümet var mı?

Neymiş, türbanlılara üniversite kapısı açılacakmış.

Başörtüsü takan çocuklara hiç değilse özel üniversite şansı tanımamak zaten başlı başına bir ayıp. Bunlara yönelik af da mı çıkmasın?

Kurallar değişmediğine göre, bu çocukların üniversiteye dönmesinde ne beis var?

İçlerinden bir bölümü, ‘eğitim daha önemliymiş’ diyerek başını açıp okula gelse, bazılarının fikirleri değişmiş ve zaten başını açmışsa okula geri dönse ne olur?

Bu çocuklar bizim çocuklarımız değil mi?

Türkiye’de yönetenleri eleştirmek hakkımız.

Ama en azından bunu tutarlılık içinde ve ‘insaf ölçülerinde’ yapmalıyız.

Aksi halde inandırıcılığımızı yitiriyoruz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Ağabeyliğin daha önce doğmuş olmakla değil davranışlarla hak edilen bir sıfat olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

İlk Bush-Erdoğan görüşmesinin perde arkası

22 Şubat 2005
BUGÜN size tarihi bir gerçeği yazmak istiyorum. Üzerinden iki yılı aşkın zaman geçen ve herkesin farklı değerlendirmeler yaptığı bir gerçeği. Başkan Bush ile Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk kez baş başa görüştükleri günü. Bu görüşmeyle ilgili olarak pek çok kişi Başbakan Erdoğan’ı suçladı. Bu görüşmede Irak’a asker yollanması ve Türkiye’deki üslerin kullanımı ile ilgili tutamayacağı sözler verdiği söylendi. Size bu görüşmenin perde arkasını ve hangi sözlerin verilip verilmediğini aktaracağım. Yazdıklarımın doğruluğu, aradan yıllar geçip bu görüşmenin tutanakları açıklandığı zaman ortaya çıkacak. Tayyip Erdoğan, Bush ile görüştüğünde AKP seçimi yeni kazanmıştı. Bush söze bu konuyla girdi. ‘Seçimi kazanmanıza çok memnun olduk. Çünkü sizinle çok ortak yönümüz var’ dedi ve ekledi: ‘İkimiz de Tanrı’ya inanan insanlarız. Siz de, ben de dine çok önem veriyoruz. Bu ikimiz arasında çok iyi bir taban oluşturacak.’Başkan Bush’un bu girizgáhı, Başbakan Erdoğan’ı da, odada görüşmenin çevirisini yapan Türkleri de çok şaşırttı. Bush’un bu ‘dini’ girişine Başbakan Erdoğan hiçbir karşılık vermedi ve klasik nezaket cümleleri sarf etti. Erdoğan’ın konuyu ‘es geçmesi’ ve mesafeli duruşu Bush’u şaşırttı.Büyük ihtimalle danışmanları tarafından yanlış yönlendirildiğini düşündü. Ardından Türkiye’nin AB üyeliği ile ABD’nin vereceği destekten söz etti Bush. Ve sonrasında konuya geldi. Irak’la yaşanan gerginlik büyük ihtimalle sıcak çatışmayla noktalanacaktı. ABD’nin Türk topraklarını kullanma olasılığı, üsler, Türkiye’nin burada sağlayabileceği katkılar... Hepsi Bush’un önündeki dosyalarda vardı. Zannedilenin aksine, Başbakan Erdoğan bu konuların hiçbirine ‘balıklama’ atlamadı. Hepsinde bunların görüşülebileceğini, taleplerin pek çoğunun Meclis’in yetkisinde olduğunu söyledi. Hiçbir söz vermedi. Bu talepleri geçmişe dayanan dostane ilişkiler ve müttefiklik kapsamında ele alacaklarını, Türkiye’nin bölgesel hassasiyetleri olduğunu aktardı. Bush ve ekibi şaşırdılar. Açıkçası görüşmede bulunan Türk diplomatlar da en az Bush kadar şaşkındı. Erdoğan kırk yıllık diplomat gibi davranmıştı.Görüşme böylece noktalandı. Amerikan tarafı, AKP ile ‘mesafeli’ bir ilişki kurabileceğinin sinyalini daha ilk günden almıştı. 4 yıldır yazdık, neredeydiniz?UZANLAR’a dava açılmış. Halka açık bir şirket olan ÇEAŞ’ın paralarını, kendilerine ait Kıbrıs İmar Off Shore’da düşük faizle tutup halka açık şirketi zarara uğrattıkları gerekçesiyle. Haberi görünce güleyim mi, ağlayayım mı bilemedim. Çünkü bu köşenin okurları bileceklerdir, bu durumu ilk kez 4 yıl önce yazdım. 4 yıldan beri defalarca bu konuyla ilgili ‘suç duyurusunda’ bulundum. Ama kimse tınmadı. Hem SPK’ya, hem savcılara defalarca çağrıda bulundum. Hiçbir sonuç alamadım. Şimdi aradan yıllar geçti, dava açıldı. Ama bence dava eksik açıldı. Benim bütün ihbarlarıma rağmen bu davayı yıllardır açmayanlar, görevlerini savsaklayanlar hakkında da dava açılmalıydı. Çünkü bu işte Uzanlar’ın suçu kadar onların da ihmali söz konusu. Üniversite affı ilk kez mi çıktı!ÜNİVERSİTE affı konusunda bir bardak suda fırtına koparılıyor. Ben kendimi bildim bileli, iki üç yılda bir ‘üniversite affı’ çıkar. İyi de olur. Binbir güçlükle üniversiteye giren; ama çeşitli nedenlerle bitirmeye muvaffak olamayan gençler için yeni bir umut kapısı açılır. Yanlış hatırlamıyorsam, Show Haber’in başarılı sunucusu Defne Samyeli de böyle bir af sonrası üniversiteye dönmüş, sonrasında ‘üstün başarı derecesiyle’ diplomasını almıştı.Şimdi bu affı çıkaran AKP olunca ‘tantana’ başladı. Yahu bu affı çıkarmamış tek bir hükümet var mı?Neymiş, türbanlılara üniversite kapısı açılacakmış. Başörtüsü takan çocuklara hiç değilse özel üniversite şansı tanımamak zaten başlı başına bir ayıp. Bunlara yönelik af da mı çıkmasın? Kurallar değişmediğine göre, bu çocukların üniversiteye dönmesinde ne beis var? İçlerinden bir bölümü, ‘eğitim daha önemliymiş’ diyerek başını açıp okula gelse, bazılarının fikirleri değişmiş ve zaten başını açmışsa okula geri dönse ne olur?Bu çocuklar bizim çocuklarımız değil mi?Türkiye’de yönetenleri eleştirmek hakkımız. Ama en azından bunu tutarlılık içinde ve ‘insaf ölçülerinde’ yapmalıyız. Aksi halde inandırıcılığımızı yitiriyoruz. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Ağabeyliğin daha önce doğmuş olmakla değil davranışlarla hak edilen bir sıfat olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Geleceği kirli olmak daha mı iyi!

21 Şubat 2005
<B>BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan</B>, Adana’da kürsüden CHP’ye doğru haykırıyordu: <B>‘Onların geçmişi kirli.’ Doğrudur. CHP’nin ‘yakın sayılabilecek’ geçmişi pek de temiz değil. 1989-94 arası CHP ‘pis’ bir dönem yaşadı. Belediye seçimlerinde elde ettikleri başarıdan sonra ortaya koydukları ‘başarısız ve kirli’ tablo CHP’yi çok yıprattı.

Tayyip Erdoğan’ı Refah Partisi’nin il başkanlığından Türkiye’nin tepesine taşıyan dalga da işte o dönemin eseridir.

CHP’yi ‘geçmişi kirli’ olmakla suçlayan Başbakan Erdoğan’ın kendi kafasında yanıtlaması gereken bir soru var:

‘Geçmişi kirli olmak kötüdür, ama ya geleceği kirli olmak?’ Başbakan Erdoğan yapacağı vicdan değerlendirmesinde ne sonuca ulaşacak bilmiyorum ama geleceği kirli olmak, geçmişi kirli olmaktan daha vahim bir durumdur.

Ve ne yazık ki, AKP için de tehlike çanları ‘şiddetli bir biçimde’ çalmaktadır.

2.5 yıldır iktidar koltuğunda oturan parti, ne yazık ki hızla kirlenmektedir. Başbakan’ın önünde pek çok bakan ve milletvekiline ait kimi ispatlı, kimi iddia halinde ‘dosyalar’ duruyor. İki bakan hakkında parti içinde dahi son derece ’kötü’ iddialar dillendiriliyor.

Bunların kim olduğunu Başbakan benden daha iyi biliyor.

Enerji Bakanlığı’nda ortaya çıkan skandalda partinin biri önemli, biri önemsiz iki adamı hakkında müthiş iddialar var.

Başbakan’a göre ‘geçmişi kirli’ CHP’den gelen Cemal Kaya’nın ‘kir dosyası’ hayli kabarık.

Buna kucak açmak pek temiz bir iş olmamış. Bugün hálá partide barınıyor olmasına izin vermek ise daha da vahim. Kaya’nın geçmişinde PKK ile bağlantılı olmak dahil pek çok ‘karanlık’ nokta var. CHP’nin bu adamı Meclis’e sokmuş olması bir rezalet, AKP’nin onu bağrına basmış olması ve bugün hálá basıyor olması daha büyük rezalet. Başbakan Erdoğan koltuğa oturduğu zaman Türkiye’deki en berbat durumdaki kurumlardan biri olan Gümrükler’e el atmış, son derece düzgün atamalar yapılmasını sağlamıştı. Ancak bugün o atananlardan hiçbiri kalmadı. Eski tas eski hamama dönüldü.

Başbakan bunu da mı görmüyor!

AKP büyük bir hızla geçmişin ‘yolsuzluk sonucu yok olan’ partilerine dönüşüyor.

Yok mu buna bir ‘Dur!’ diyecek.

Ben aynı yerde duruyorum siz neredesiniz

AKP içindeki dostlarımızın yakınmaları kulağıma geliyor: ‘Fatih Bey bizi severdi ama şimdilerde çok kötü bindiriyor. Ne yaptık?’ Ben kimseyi kara kaşı, kara gözü için sevmem, beğenmem.

Doğrudur, AKP’nin çok takdir ettiğim yönü vardı. Bir kısmı hálá var. Ama ben ‘doğruları’ sever, ‘doğruları’ takdir ederim. Bana sitem edenler, önce bir dönüp kendi partilerine baksınlar. Bugünkü AKP ile 1 yıl, hatta 6 ay önceki AKP acaba aynı parti mi? Gidişattan kendileri memnun mu? Yapılması gerekenler yapılıyor mu? Allah aşkına söylesinler, bir ülke ‘medya ile inatlaşarak’ yönetilir mi? Medya istiyor diye doğruyu yapmamak, medya istemiyor diye yanlışı yapmak iş mi?

Türkiye’nin umudu haline gelmiş bir partinin ‘sıradanlaşmasına’ göz yummak vatanseverlik mi? Hırsızlara göz yummak, parti içinde barınmalarına izin vermek partinin o çok iddialı adıyla bağdaşıyor mu?

Ya tutarsız dış politika hamlelerine, ikincisi düşünülmeden atılan birinci adımlara ne demeli!

Doğrudur, ben AKP’yi beğenirdim. Pek çok politikalarına destek vermekten ‘küfür yeme pahasına’ çekinmedim. Ama ortalıkta ‘destek verecek bir politika’ olması şartıyla... AKP’li milletvekilleri söylesinler, bugün acaba kendileri, kendi partilerine dünkü kadar destek verebiliyorlar mı?

En azından vicdanlarında.

Nerede o cesur Tayyip Erdoğan

BAŞBAKAN Erdoğan
diyor ki: ‘Yolsuzluk görenler bize ihbar etsinler, gereğini yapalım.’ Duyunca güldüm. ‘Cemal Kaya’ya ne yaptınız da, ihbar istiyorsunuz?’

Bu köşede ve birkaç meslektaşımın köşesinde daha yıllardır ne ihbarlar yapılıyor. Hangisinin gereği yapıldı! Üstelik de, biz bu bilgileri geceleri elimizde fener, üzerimizde siyah taytlarla birtakım gizli yerlere girerek elde etmiyoruz. Bizim yazdıklarımızın tamamı devletin elindeki belgeler, bilgiler.

Yani bizim ihbar ettiklerimizin tamamı devletin elinde bulunan, devletin yetkili kişilerinin bildiği şeyler.

Bizim yaptığımız bunları bulup halka duyurmak. Ben bazı bakanların, milletvekillerinin, bürokratların karıştırdığı haltları biliyorum da, Türkiye’nin bütün kuramlarından rapor alan Başbakan mı bilmiyor! Bilmiyorsa da en azından bizim yazdıklarımızı bir telefonla teyit edebilir, öğrenebilir. Ama bunun için önce ‘niyet’ gerekir, sonra da gereğini yapabilmek için ‘cesaret’. Üstelik de burada ciddi bir tutarsızlık var. Biz birine ‘kötü’ deyince Başbakan ‘Medya istedi diye görevden almam’ diyor. İhbar etmek bir alamda ‘Korumak ve dokunulmazlık sağlamak’ oluyor.

Ben Tayyip Erdoğan’ı ‘cesareti ve gözü karalığı’ nedeniyle çok severdim.

Ama koltuk onu da değiştirdi galiba.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Hatalı politikaların sorumluları, ortaya çıkan aleyhte sonuçtan başkalarını sorumlu tutmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

LPG’li araçlar El Kaide gibi

19 Şubat 2005
<B>LPG’</B>li araçlara <B>‘saatsiz bomba’</B> adını takmakta ne kadar haklı olduğum bir kez daha ortaya çıktı. <br><br>Önceki gün Ankara’da, dün de İstanbul’da LPG’li araçlardan ikisi daha <B>‘patladı’</B>. Ankara’daki olay ucuz atlatılırken, İstanbul’da 1 ölü, 8 yaralı var.

Aracın patladığı yer ise sanki Irak’ta bir mahalle.

Benim yazılara karşı Sanayi Bakanlığı’ndan gelen yanıtta ise ‘Yetkileri ona buna şuna devrettik’ gibi sorumluluktan kaçan ifadeler var.

Devrettiniz ama, demek ki devrettiğiniz kurumlar işlerini yapmıyorlar. O zaman ‘acil önlem’ gerek.

Öncelikle LPG’li bütün araçların hızla ‘denetimden’ geçirilmesi gerekiyor. Bunun için Trafik Muayene İstasyonları’nda bir birim oluşturulmalı ve LPG’li tüm araçların hızla bu birimlerden ‘Güvenlik Belgesi’ alması sağlanmalı.

Bunun için 2 ay gibi makul bir süre verildikten sonra, bu belgeye sahip olmayan LPG’li araçların ‘trafikten men edilmesi’ uygulamasına geçilmeli.

Hele hele LPG ile çalışan taksilerde bu güvenlik belgesi müşterinin görebileceği bir yere asılmalı.

Çünkü vatandaşlar gerçekten korku içinde. LPG’li taksiye bindiğimiz zaman ‘Azrail ile kol kola girdiğimiz’ hissine kapılmaktan kurtulmalıyız.

Kendi aracımız LPG’li değilse bile yanımızdaki otomobilin patlamayacağından emin değiliz.
Çoluk çocuğumuz, sevdiklerimiz bütün gün yollarda, bu araçlarla seyahat ediyorlar. LPG’li araçlar Irak’taki ‘direniş grupları’ kadar zayiat verdiriyorlar.

Ama kimse tınmıyor.

Yatırımcının güveni kalmadı

HÜKÜMETİN ‘özelleştirme’ yapması giderek güçleşiyor.

Bunda Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın hataları kadar, hükümetin uygulamaları da etkili oluyor.

Tekel’in ‘alkollü içkiler’ bölümü başarıyla satılmıştı.

Sigara tarafı ise ‘toptan’ satılmak istendiği için elde kalmıştı. Çünkü farklı üreticilerin farklı ürün gruplarına talepleri vardı ve bütününü almak kimsenin işine gelmiyordu.

Tekel tek parçada satılmak istenince, yabancı üreticiler ihaleye girmektense, daha ucuz yatırımlarla kendi ‘ucuz ve yeni’ markalarını yaratma yoluna gittiler.

Ancak yine de Tekel’in sigara bölümü parça parça satılması halinde hálá cazip.

Ancak benim duyumlarıma göre sigara üreticileri başta olmak üzere, özelleştirme ihalelerine girmeme havası yatırımcılarda giderek hákim olmaya başladı.

Bunun nedeni güvensizlik.

Biliyorsunuz, Tekel’in alkollü içkiler bölümünü satın alan konsorsiyuma büyük kazık atıldı.

Alkollü içkiler üzerindeki vergiler öyle bir artırıldı ki, 5 yılda geri dönmesi beklenen yatırım, şimdi en az 12 yılda geri dönecek. Bütün hesaplar altüst.

Oysa hükümetin vergilerle ‘fazla oynanmayacağı’ yolunda bir sözü vardı.

Şimdi yatırımcılar hükümete güvenmiyorlar.

Bu nedenle de, iki önemli satışta ciddi sıkıntılar olabilir.

Bunlardan biri Tekel’in sigara bölümü, diğeri ise Milli Piyango.

Milli Piyango İdaresi bugün için Maliye Bakanlığı’na bağlı.

Bu nedenle de diğer şans oyunlarına oranla daha fazla kayrılıyor.

Bu haliyle ‘cazip ve kárlı’ bir yatırım. Ancak özelleştirme sonrası Milli Piyango gelirlerine de büyük bir kesinti uygulanması her zaman bir olasılık. Yatırımcılar bu konuda hükümetten güvence almadan Milli Piyango satışına katılmayabilirler.

Aynı şey sigara için de geçerli. Orada da Maliye ile sık sık ‘takışan’ üreticilerin hükümete güveni yok.

Başarılı özelleştirmenin tek şartı ise güven.

İlaç sektörü yaralanmasınmış!

İLAÇ
patronlarının ortak çatısı ‘İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası’ ‘Roche işi sektörü yaralamasın’ demiş.

Okuyunca güldüm.

Ben kendi adıma gazeteciliğe başladığım günden beri ‘ilaç endüstrisini’ mercek altında tutarım. Ancak Roche rezaletine kadar ortaya somut bir şey koyamamıştık.

Roche olayında Vatan Gazetesi ile ben güzel bir çalışma yürüttük. Sonuç ortada.

Umarım şerefli savcılar ve hákimler gereğini yapacaklar.

Ancak ilaç patronlarının açıklaması komik.

Bu iş gerekiyorsa ilaç sektörünü yaralayacak.

Çünkü yıllarca olan bitene seyirci kaldılar ve hatta parçası oldular.

Soruyorum, ilaç patronlarına ilaç üreticileri yıllardan beri doktor muayenehanelerini dayayıp döşemediler mi, bazı ahlaksızlara yazılan ilaç başına komisyon ödemediler mi, ilaçlarını yazan doktorları dünya seyahatlerine götürmediler mi, sağlık taraması adı altında hayır işliyormuş gibi görünüp kasaba kasaba dolaşıp kendi ilaçlarını yazdırmadılar mı, ilaç karnelerini müsvedde defteri gibi kullanmadılar mı?

Bunların hepsi yapıldı.

Sektördekiler de, doktorlar da bu yazdıklarımın doğruluğunu biliyor.

Elbette hepsi yapmadı ama pek çoğu bu çarkın bir parçası oldu. Bunları bilip göz yummak bile ayıp değil miydi?

Türkiye her yıl ilaca devlet kesesinden, yani sizin benim cebimden milyarlarca dolar ödüyor.

Biz gazeteci olarak bunun üzerine gitmeyeceğiz de, baklava çalan çocukların mı izini süreceğiz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Sırtımıza saplanan hançeri çıkarıp saplayana saplamamız ihanet olarak algılanmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Bu kafayla mı Ortadoğu’nun lideri olacağız!

18 Şubat 2005
<B>LÜBNAN’</B>ın eski Başbakanı <B>Hariri’</B>nin ölümü Türkiye’de yeterince anlaşılamadı. <B>Hariri </B>yıllar önce de bu köşeye konuk oldu. Kendisini örnek başbakan olarak yazmıştım. Defalarca gidip, uzun sürelerle kaldığım Lübnan’da Hariri’nin ‘muhteşem’ kişiliğini yakından görme şansım olmuştu. Lübnan asıllı bir Amerikalı olan Hariri, iç savaş sonrası ülkesine gelmiş, cebinden 2 milyar dolar harcayarak savaşın izlerini silmeye çalışmış, ülkesinde barış ve huzuru sağlamıştı. İmkansızı başarmış, Ortadoğu’nun çıbanbaşlarından birini tedavi etmişti. Bu yüzden de çok seviliyordu. Hem etnik, hem de dini bir karmaşa olan Lübnan’ın ‘Tito’su gibiydi. Öldürülmesinin ardından Suriye suçlanıyor.

Ben kendi adıma Suriye’nin böyle bir şey yapmayacak kadar bilinçli olduğunu düşünüyorum. Sanki bu iş Suriye’nin üzerine yıkılmak ve Ortadoğu’da yeni bir ‘sorunlu nokta’ yaratılmak isteniyor. Gerçeğin ne olduğunu belki hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Ancak bana ‘garip’ gelen Türkiye’nin tepkisizliği.

Üç satırlık bir başsağlığı ve üzüntü ifadesinden başka hiçbir şey yapılmıyor.

Ortadoğu’da liderliğe soyunan bir ülkenin bu kadar ‘tepkisiz’ olması ve konuyu yorumlamakta aciz kalması anlaşılır gibi değil. Tabii hepsinden vahim olanı, Türkiye’nin son zamanlarda ortaya koyduğu ‘ProArap’ politikanın hiçbir işe yaramadığının hálá anlaşılmamış olması. Araplardan daha Arapçı bir tavır içindeyiz ama Arap ülkeleri ile ilişkilerimiz hálá son derece kötü. Üstelik de iyi olsa ‘kaç yazacak’ kimse hesaplamıyor.

Araplar ABD’ye ‘yaltaklanma’ yarışında, biz Araplar adına ABD’ye kafa tutuyoruz.

17 Aralık’tan bu yana AB ile ilişkiler ‘derin dondurucu’da.

ABD’de Türkiye giderek ‘güvenilmez’ müttefik pozisyonuna düşüyor. Hükümet ise olan bitenin farkında bile değil.

Ne zaman olacaklar bilemiyorum ama biraz geç olacağı kesin.

Bütün Türkiye teşvik kapsamına alınsın

BEN
bugüne kadar bugünkü hükümet gibisini görmedim. Nehirleri aşıyorlar, dere geçerken tökezliyorlar. Ülkede pek çok iş iyi giderken ve bunu başarı ile sürdürürken, gereksiz inatlaşmalar yüzünden dengeleri bozuyorlar.

Şimdi yine IMF ile gereksiz bir inatlaşma. Hükümet 49 ili teşvik kapsamına almak istiyor, IMF karşı çıkıyor, hükümet ipleri geriyor. Allah aşkına birisi söylesin bana, bu kadar fazla il teşvik kapsamına alınacak da ne olacak?

Buralara yatırım mı yağacak. Yağmayacağını herkes biliyor. Ama siyasi gösteri uğruna sayı artırılıyor. 49 ile teşvik demek, aslında kimseyi gerçek anlamda teşvik etmemek demek. Hükümetin başlangıçtaki planını da biliyorum.

Her bölgede ‘merkez’ iller seçip buraları teşvikle güçlendirmek, bu illeri çevrelerinin lokomotifi yapmak istiyorlardı.

Çok da doğru ve tutarlı bir plandı.

Ama sonrasında ‘her ile bir havaalanı’ projesi gibi, ‘her ile teşvik’ noktasına gelindi.

Olmayacak bir işe soyunuldu. Ve olmayacak iş için ekonominin dengeleri ile oynanıyor. Şuursuzca, anlamsızca bir iş.

Yazık.

Kıvrıkoğlu: Kürt liderler ABD’den cesaret aldı

BARZANİ ve Talabani’nin Türkiye’ye karşı değişen tavrı üzerine yazdığım yazıdan sonra önce Genelkurmay Başkanlığı ‘sert’ bir açıklama yaptı. Önceki gün de Eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu nazik bir mektup gönderdi.

Kıvrıkoğlu mektubunu ‘inci gibi’ bir el yazısıyla yazmış. İlgili bölümünü aktarıyorum:

‘Sayın Altaylı, gerek Güneydoğu’da, gerekse Kuzey Irak’ta görevlendirilen komutanlar bu görev için en uygun olanlar arasından seçilir. Kendilerinin daha önce bu tür görevlerde tecrübe ve başarı kazanmış olmaları, bölgeyi iyi tanımaları, konuların uzmanı ve liderlik özelliklerine sahip olmaları özellikle aranan nitelikler arasındadır. Bölgede pek çok defa görev yapmış bu komutanlar etkinliklerini her seferinde ispat etmiş ve Genelkurmay Başkanlığı’nca madalya ve nişanlarla taltif edilmişlerdir.

Kuzey Irak’ta görev yapan subay ve astsubaylar belli sürelerde rotasyona tabi olarak görevlerini yerine getirirler. ‘Kuzey Irak’taki uzman subayların yerine Barzani’ye parti lideri muamelesi yapan acemiler geldi’ iddianızı ağır bir suçlama ve gerçekleri yansıtmayan bir ifade olarak kabul ediyorum.

Bu iddianızda
‘Yanılmıyorsam Kıvrıkoğlu döneminde bölgeye etkisiz rütbeli komutanlar atandı’ diyerek bir bakıma şahsımı da suçluyorsunuz.

Şimdi size sormak istiyorum;

Bu rütbeli komutanları iyi tanıyor musunuz, görevleri sırasında etkinliklerini değerlendirecek kadar yakınlarında bulundunuz mu? Yoksa size bu bilgileri aktaran ve kendi yetenekleri irdelenmesi gereken birileri adına mı onları suçluyorsunuz?

Sayın Altaylı, Barzani’nin Türkiye’ye posta koyması (sizin ifadenizle), Irak’ın işgali öncesi ABD’nin Kürt liderlerle yakın işbirliğine girmesi ve bundan cesaret almaları ile başlamıştır. Bu olayda başka sebep aramak yanlıştır ve görevlerini başarı ile ifa etmiş kahraman ve fedakar Türk subaylarını suçlamak büyük bir haksızlık olmuştur.

En iyi dileklerimi sunar, başarılar dilerim.’


NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

40 yıllık kazanılan saygınlığı bir günde yok etmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku