Fatih Altaylı

Mutsuz evliliğin bitişinin perde arkası

17 Şubat 2005
<B>ERKAN Mumcu’</B>nun AKP ve hükümet ile kan uyuşmazlığı içinde olduğu bilinen bir gerçekti. <br><br>Daha önce de iki kez istifa noktasına gelmiş; ancak son anda durmuş veya durdurulmuştu. Ama bu kez, pazartesi günü yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında ipler koptu.

Daha önce iki kez ‘istifa eşiğini’ haber yaptığım ve sonrasında istifa gerçekleşmediği için bir ‘sulh’ sağlanma ihtimaline karşılık bu durumu haberleştirmekten kaçındım.

Gelin size, istifanın perde arkasını anlatayım:

Bakanlar Kurulu’ndaki tartışmanın fitilini ateşleyen konu, TÜROB Yasası oldu. Erkan Mumcu, turizmcilere söz verdiği yasayı hazırlatmış ve Bakanlar Kurulu’na getirmişti.

Ancak Başbakan taslağı aldı ve ‘Bunun acelesi yok. Önce bir bakayım, inceleteyim. Sonra etraflıca konuşuruz’ dedi.

Bunun üzerine Erkan Mumcu itiraz etti. Mumcu’nun itirazı Başbakan’ı sinirlendirdi.

Mumcu’ya, ‘Sürekli kafanıza göre işler yapıyorsunuz. Hiçbirinden doğru düzgün haberimiz olmuyor. Arazi tahsislerinden bile haberimiz olmadı. Nezaketen getirip göstermeniz gerekirdi. Bunu bile yapmıyorsunuz’ diye çıkıştı.

Mumcu zaten doluydu, ‘Bir yandan inisiyatif kullanmayan bakanlardan yakınıyorsunuz. İnisiyatif kullanınca da kafamıza göre iş yapmakla suçluyorsunuz. Yaptığım her şey kurallara, yasalara, yönetmeliklere uygundur. Her türlü hesabını vermeye hazırım. İstediğiniz gibi denetletebilirsiniz. En küçük bir yanlışlık yoktur’ diye itiraz etti.

Bu fitille ateşlenen tartışma büyüdü ve her iki taraf da eteklerinde uzun zamandır biriktirdikleri taşları döktüler, hatta birbirlerinin üzerine fırlattılar.

Sonunda Mumcu, bakanlıktan istifa kararını aldı.

Başbakan Erdoğan ise ‘Sadece bakanlıktan değil, partimizden de istifa etsin’ mesajını yolladı.

Mumcu’nun niyeti hemen istifa etmekti. Ancak yine araya girenler oldu. Fakat bu kez ara bulunacak gibi değildi.

Mumcu, salı sabahı istifasını sundu.

Aslında mutsuz bir evlilik sona erdi.

Milletvekili ihaleye girerse elbette şaibe olur

TEDAŞ
büyük bir ihaleyi AKP’li milletvekili Cemal Kaya’nın sahip olduğu Aram İnşaat’a veriyor.

Oysa ihalede en düşük teklifi veren Kaya’nın şirketi değil.

Haliyle diğer firmalar itiraz ediyorlar.

Kamu İhale Kurumu itirazları değerlendiriyor ve kendi yetkilerinin dışında bir ihale olduğunu bildiriyor.

Daha sonra itirazlar devam ediyor ve TEDAŞ, en düşük fiyatı veren kurumun çok fazla indirim yaptığını ve bu fiyata işi yapmasının mümkün olmadığını belirten bir yanıt yazıyor.

TEDAŞ haklı olabilir.

Türkiye’de böyle bir ádet var. Düşük fiyat ver, işi al. Sonra adamını bulup fiyatı artır ya da işi yarım bırakıp kaç.

Bu nedenle ben ihalenin en düşük fiyatı verene verilmemiş olmasını makul bulabilirim.

Ancak ikinci sırada olan ve işi alan firmanın AKP’li bir milletvekiline ait olması, kabul edilebilir bir durum değil.

Çünkü işi alan milletvekili, üstelik de iktidar milletvekili olunca, doğru olması muhtemel bir iş birdenbire eğrileşiyor.

Ve siyasete güven yıkılıyor.

Üstelik, Cemal Kaya isimli milletvekilinin durumu daha da karanlık.

Ortada telefon kayıtları, baskı yapıldığının göstergeleri de var.

İş o denli ‘arsızlık’ boyutuna gelmiş ki, milletvekili Cemal Kaya birileri için aracılık yapmıyor, doğrudan kendi şirketine iş istiyor.

Üst üste gelen bütün bu olaylar AKP için tehlike çanlarını çaldırıyor. AKP’nin kendine uygun bulduğu kısaltması ‘Ak’ hızla kirleniyor.

Vatandaşın gözünde ‘yokmuş bunların da bir farkı’ imajı oluşmaya ve oturmaya başlıyor.

AKP iktidarının hızla bir siyaset ile ticareti birbirinden ayıracak etik kurallarını belirlemesi ve bunları bir yasa haline getirmesi gerekiyor.

Bu kuralların en başında da milletvekillerinin kamu ihalelerine girmesinin yasaklanması geliyor.

Tabii hepsinden önce, Cemal Kaya’yı partiden atarak başlamak şartıyla.

Bir parti daha mı?

ERKAN Mumcu bir parti kuracak söylentileri var.

Yazık!..

Böyle bir başlangıçla kurulacak partinin başarılı olma ihtimali yok.

Mumcu’nun yapması gereken, DYP saflarına katılmak olmalı.

Parti kurmak bence siyasi hayatının sonu olur.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Büyük düşünmenin ön şartının anlamak olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

AB ile müzakereleri de Diyanet İşleri yürütsün

16 Şubat 2005
<B>ÖNÜMDE ‘akla ziyan’</B> bir haber duruyor. Hemen her konuda <B>‘bilirkişi’</B> olmaya soyunan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ucundan da olsa dine dokunan konularda ha babam <B>‘ahkam kesmesine’</B> alışmak üzereydik. Ama onlar Türkiye’deki her kurum gibi işin cılkını çıkarma yolunu gidince, bu yazı farz oldu. Gelin önümde duran haberi size aktarayım:

‘Diyanet İşleri Başkanlığı, bilgisayar oyunlarını, çoğunun şiddet içerikli olması nedeniyle çocuklara zararlı buldu ve ailelere ‘Bu tarz oyunları çocuklarınızdan uzak tutun’ uyarısında bulundu.’

Haber böyle başlıyor ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın uzun uyarılarıyla devam ediyor.

‘Yuhh’ dedim kendi kendime.

Sanırsın ki, Diyanet İşleri Başkanlığı değil, ‘Türkiye Pedagoji Kurumu’ ya da ‘Çocuk ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’.

Yahu bu işin dinle, diyanetle ne alakası var. Ayrıca bu konudaki ahkamı kesen kim?

İmam mı, mevlithan mı? Kim?

Bu işler de artık Diyanet İşleri Başkanlığı’na mı kaldı?

Yarın da IMF’yle masaya Diyanet İşleri Başkanı’nı oturtmayı mı düşünüyoruz.

Kafanıza 82 kiloluk taş düşsün e mi!

DEĞERLİ yazarlarımızdan Mehmet Barlas dün Sabah’taki köşesinde altına imza atmaktan zerre çekinmeyeceğim bir yazı kaleme almış.

Farklı seslere gösterilen tepkilerin, ülkenin gelişmesi önünde engel olduğunu söylüyor.

Ve biraz da ucunu bana dokundurarak, ‘Zaten o Sabetaycıdır, zaten o Nobel almak istiyor, zaten o zengin çocuğudur’ diyerek herkesin kendi gibi düşünmeyenleri bir şekilde ‘karaladığını’ ima ediyor.

Yüzde yüz elli haklı.

Ben de Barlas gibi en aykırı düşüncelerin bile dile getirilmesi ve konuşulmasından yanayım.

Ama bunun iyi niyetle, aydın tavrıyla yapılması şartıyla.

Aslında bu tartışmaların kaynağı benim Orhan Pamuk hakkındaki yazım.

Ben Pamuk’u eleştirdim. Çünkü Pamuk bir aydın tavrı sergilemedi.

Pamuk, tam da Barlas’ın eleştirdiğini yaptı. Türklerden söz ederken, ‘Zaten onlar 1 milyon Ermeni’yi, 30 bin Kürt’ü öldürdüler’ dedi.

Benim tepemi attıran da bu.

‘Türkiye tarihi ve geçmişiyle barışmalı. Türk Kürt 30 bin cana mal olan yakın geçmişteki olaylar da, Ermeni soykırımı olarak bilenen mesele de bütün boyutlarıyla ele alınmalı. Gerçek neyse, onunla yüzleşmekten kaçmamalıyız’ deseydi ‘aydın’ olurdu.

Ama o hakaret etti. Konuştuğu gazeteciye bile sanki Türkler aşağılık yaratıklarmış gibi, ‘Bak sen de bir Türk gazeteci gibi konuşuyorsun’ dedi.

Yetmedi. ‘Kimse söylemedi bari ben söyleyeyim’ diyerek 1 milyon 30 bin ölüden bahsetti.

Gerçek bir aydın, eğer 1 milyon 30 bin ölüden eminse bundan ‘bari’ diye bahsetmez. ‘Kimse bahsetmese de ben bahsetmeye mecburum’ diye bahseder.

Ama bu ülke ilginç.

Bazılarının ‘Bu filme gitmeyin’ deme hakkı var, benim ‘Böyle demek doğru değil’ deme hakkım yok.

Pamuk’un Türkleri ‘aşağılama’ hakkı var. Benim ‘Sen bizi aşağılayamazsın’ deme hakkım yok.

Ve bunu yapanların savunduğu şey ‘düşünce özgürlüğü’.

Türkiye’de düşünce özgürlüğünü savunanlar bile sadece kendi gibi düşünenlerin düşünce özgürlüğünü savunuyorlar.

Ne zavallı bir durum...

İngiliz basını gibiyiz

HÜRRİYET ’
in okur temsilcisi sevgili dostum Doğan Satmış’ın bu hafta derlediği ‘Okur şikayetleri’ ilginçti. ‘Ful çekmek’ manşetine takan okurlar, Türkçe’nin kaybolduğuna dikkat çekmişler. Ben de bu köşede yıllardır bunun mücadelesini veriyorum.

Türk basını ne yazık ki giderek Türkçe’yi bir kenara bırakıyor. İçimiz dışımız İngilizce. Biraz daha ‘züppeleştiğimiz’ zaman üzerine az Fransızca.

‘Life style’ köşeler, İngilizce isimli ekler ve daha bin türlü ‘acayiplik’. Bunların yanlışlığını yıllarca köşemde dile getirdim. Ama artık pes ettim.

Neden mi?

Çünkü Hürriyet Gazetesi ‘Hürriyet Medya Towers’ta hazırlanıyor. Oradan ‘Doğan Printing Center’a gidip basılıyor. Ben televizyon programlarımı ‘Doğan TV Center’da hazırlıyorum.

Böyle bir ortamda gazeteyi Türkçeleştirmek zor. En iyisi okurların İngilizce’yi ilerletmesi olacak.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Rakip gördüklerimize göre değil, doğrulara göre pozisyon aldığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Tekerlekli bombalar bakanların umurunda değil

15 Şubat 2005
<B>GEÇEN </B>hafta sokaklarda gezen <B>‘tekerlekli bombalardan’</B> yani LPG’li araçlardan bahsettim. Neredeyse tamamı kontrolsüz, hiçbir güvenlik standardına uymayan ve kentlerimizin caddelerini her an Bağdat’a çevirmesi mümkün araçlardan. Bu araçların LPG’ye çevrimi sırasında Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın, sonrasında ise İçişleri Bakanlığı’nın sorumluluğu var.

Biri yapımını, diğeri ise kullanımını denetleyecek.

Her iki kurumun da görevini yapmadığı, savsakladığı kendi rakamlarıyla ortada. Ben de bu durumu rakamlarla duyurdum. Ne Sanayi Bakanlığı’nın ne de İçişleri Bakanlığı’nın ‘umurunda’ olmadı. ‘Şu önlemi alacağız, şöyle böyle yapacağız’ demediler.

Herhangi bir çalışma içinde olduklarına dair bir emare de yok.

Bugün yarın olabilecek bir LPG’li araç faciasında ortaya çıkacak felaketin sorumlusu görevlerini yerine getirmeyen bu iki bakanlık ve bu iki bakandır.

Haberleri olsun.

Başbakanlık’ta iletişim koordinasyonu var mı?

BAŞBAKAN Erdoğan’ın Welt am Sonntag Gazetesi’nde yayımlanan röportajı, Başbakanlık’taki ciddi bir sorunu ortaya çıkardı. Bu sorunun adı ‘iletişim koordinasyonu’.

Avrupa’nın en ciddi gazetelerinden biri Başbakan’la röpotaj yapıyor, gazetenin ciddiyetine yakışır biçimde röportajı önceden Başbakanlığa yolluyor ama yine de işler çarşafa dolanıyor.

Niye mi?

Çünkü daha önce de yazdığım gibi Başbakanlık’ta bu konuda yapılmış ‘ciddi’ bir organizasyon yok.

Oysa bu son derece ciddi bir iş. Hem de öyle sonundan değil, başından tutulması gereken ciddi bir iş.

Başbakan’ın bir Alman gazetesine konuşurken farklı, bir Fransız gazetesine konuşurken farklı, bir İngiliz veya İtalyan gazetesine konuşurken farklı mesajlar vermesi gerekebilir.

Bunlara dikkat edilmiyor.

Bazı konular var ki, Avrupalı gazetelere konuşurken bunların açılmaması gerekiyor. Buna da bakan yok.

Başbakan’ın kime ne söyleyeceği, kime kaç dakika konuşacağı bile organize edilmeli.

Bunu yapan da yok.

Sonrası daha da rezalet.

Alman gazetesinden gelen metin Almanca diye, Almanca bilen Cüneyd Zapsu alıp okuyor ve ‘Tamamdır’ diyor.

Peki bu Zapsu’nun işi mi?

Değil. Bunun bir sistematiği olması lazım.

Başbakanlık’ta geniş bir ‘basın danışmanı’ kadrosu var.

Onlar görmeden, gerekirse verilen demeçle ilgili siyasi danışmanlardan fikir almadan basına yönelik kuş uçmaması lazım ama yapılmıyor. Bazen sözde kötü durmayan bir tek kelime, yazıda bir çuval inciri berbat edebiliyor. Bunlara dikkat etmek şart.

Başbakan Erdoğan eğer yanlarında gayet rahat durduğu Avrupalı liderler gibi olmak istiyorsa ‘basınla ilişkiler organizasyonunu’ gözden geçirmek zorunda.

Alaturka bir organizasyonla AB lideri olmak zor.

Irak’ta seçim huzur getirmeyecek

IRAK ’
taki gelişmeler beklendiği gibi oldu. Şiiler en fazla oyu aldılar. Kürtler ikinci sırada. Ülkeyi yıllardır yöneten Sünni Araplar ise seçimi protesto ettikleri için üçüncü sıradalar. Bu sıralamada şaşırtıcı olan Kürtlerin aldığı oy oranı. Sonuçtan çıkan tablo bu seçimin Irak’a ‘huzur’ getirmeyeceği. Çünkü seçim sonuçları, Irak’taki tabloyu yansıtmıyor. Böylesi ‘naylon sonuçlu seçimler’ demokrasisi oturmuş ülkelerde bile sorun yaratırken, Irak gibi zaten karışık bir ülkeye ‘barış’ getirmesi mümkün değil.

Üstelik Irak’ta geçmişe dönük hesaplaşmalar halen kapanmış değil.

Ülke yönetiminde geçmişte etkin olmuş, birikimli eski Baasçılar şimdi yönetimin ve siyasi kadroların dışında tutulmaya çalışılıyor.

Araplarda, Kürtlere yönelik tepki giderek artıyor. Kürtlerin seçim sonuçlarına güvenerek atacağı her adım, Irak’ta sönmesi zor bir fitili ateşleyebilir.

Türkiye ise yıllarca görmezden geldiği ve son 10 yılda hatırladığı Türkmenlerle Irak’ta nota tutturmaya çalışıyor ama seçim sonuçları da gösteriyor ki, organize olamamış Türkmen azınlık ancak zurnanın son deliği kadar etkili.

Türkiye’nin artık tek yapabileceği ABD’nin Irak’ta daha uzunca bir süre kalmasını ummak.

Yoksa yanı başımızda ciddi bir sorun olacak.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

En güzel duyguyu bir güne hapsetmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Hırsızlığın da cılkını çıkarmışlar

14 Şubat 2005
ANKARA İhtisas Hastanesi’nde geçen yıl 400 küsur milyar liraya ‘ihale edilen’ personel taşıma işi, bu yıl 42 milyar liraya yine ‘ihale yoluyla’ verilmiş. Haberi getiren arkadaşıma sordum: ‘Personel sayısında büyük azalma var mı?’‘Yok Abi’ dedi, ‘Hemen hemen aynıymış.’ Değişen tek şey hastane yönetimi. Şaşırdım. Neredeyse onda bir fiyata aynı iş. Üstelik de akaryakıt fiyatları bir yıl içinde en fazla artan ürünken. Türkiye’de artık ‘hırsızlığın’ da cılkı çıkmış. Eskiden yüzde 5-10 bir komisyon çalınırdı. Şimdi bire on çalıyorlar. Türkiye’nin en fazla yatırım yapan iki bakanlığından birinde uzun süre müsteşarlık yapmış, saygın bir bürokratla konuşuyorduk yıllar önce. Bakanına yaptığı bir tavsiyeyi anlattı. ‘Fatih Bey, Türkiye’de yapılan sözde yatırımların yüzde 80’i haybeye yapılır. Ne gerek vardır, ne ihtiyaç. Ne de bunun parası.’ Deyince şaşırıp sormuştum: ‘Peki neden yapılır?’Anlattı. ‘Komisyon için yapılırmış.’Diyelim ki, bir inşaat şirketi iş almak istiyor. Ve yine diyelim ki havalimanı yapmak istiyor.Hemen bir milletvekili ya da üst düzey bürokrat bulunur ve harekete geçirilir. İlgili bakanla temas kurulur. Önce ihtiyaç olduğuna dair DPT’ye baskı yapılır ve onay alınır. Ardından yatırım programa alınır. İhale yapılır ve iş başlar. Bu sürece emek verenlere toplam yatırım bedelinin en az yüzde 10’u, bazen de yüzde yüzünü bulan komisyonlar, daha doğrusu ‘avantalar’ ödenir. Sonra da kimsenin kullanmadığı havalimanları, barajlar, spor salonları, aynı ile 6 olimpik yüzme havuzu, bir ucu dağa dayanan ve tüneli olmayan yollar gibi ‘abukluklar’ ortaya çıkar. Bunları bana anlatan müsteşar, bakanına şöyle bir teklif yapmış: ‘Sayın bakan, birileri komisyon alacak diye işe yaramayan, tamamlanması mümkün olmayan, tamamlansa bile ülkeye hiçbir katkı sağlamayacak projeler üretiliyor, ihaleler yapılıyor. Hükümete bir teklif götürün. Örtülü ödenek gibi bir fon oluşturulsun. Böyle projeler geldiği zaman bunun yüzde 10’u kadar ilgili kişiye bir ödeme yapılsın. Hiç değilse yüzde 90’lık bir tasarruf sağlarız...’Bakan gülmüş. Teklifi de beğenmiş ama tabii ki bunu hayata geçirmemiş, geçirememiş. O nedenle de gelen geçen Türkiye Cumhuriyeti hazinesine ‘geçirmiş’.Bir ayı aşkın süredir Kanal D Haber’de ‘Havaya savrulan trilyonlar’ adında bir dizi haber yayınlıyoruz. 1990’ların başında Türkiye’de toplamı 200’ü bulmayan ‘yarım kalmış’ yatırım varken bugün bunların sayısı 5000’i buluyor. Bunlar için sokağa savrulan para miktarı ise tamı tamına 138 milyar dolar. Yani Türkiye’nin dış borcuna yakın bir miktar. Eğer müsteşarın dediği yapılsaydı 13 milyar dolarla kurtulacaktık. Yazık olmuş bu memlekete... NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Mesleklerinin utanç abideleri kendilerini övünç abidesi gibi göstermeye kalkışmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Helal olsun Enerji Bakanı’na

12 Şubat 2005
<B>ENERJİ </B>Bakanı <B>Hilmi Güler,</B> <B>‘örnek bir bakan’</B> tavrı sergiliyor. <br><br>AKP iktidar olduktan sonra Enerji Bakanlığı kadrolarında önemli değişiklikler yaptı. Kritik noktalara ‘kendi adamlarını’ getirdi.

Bunu normal buluyorum. Türkiye’de her iktidar bunu yapıyor.

Kimi Batı demokrasilerinde de benzer uygulamalar var.

ABD’de başkan değişince, yüz bine yakın kadro el değiştiriyor. Almanya’da da benzer bir durum var.

Türkiye’de bu liyakat göz önüne alınmadan ‘hoyratça’ yapıldığı için tepki topluyor ama herkesin yaptığı bu.

Ve bakanlar kendi getirdikleri bürokratları korumayı da bir adet haline getiriyorlar.

Bir anlamda bunlar siyasi kadroların işbirlikçisi gibi çalışıyorlar. Geçmişte bunun dışında gördüğüm tek bakan Enis Öksüz’dü.

Ancak Hilmi Güler bir adım öne geçti.

Kendi kurduğu kadrolar hakkında birtakım ‘iddia ve isnatlar’ olduğunu görüp, bunların ‘doğru olabileceğini’ hissedince hemen soruşturmayı başlattı.

ANAP döneminin aynı koltuğu işgal eden bakanları gibi ‘beklemedi’, ‘korumadı’, olayın ‘Jandarma marifetiyle ortaya çıkarılmasını’ beklemedi.

Ve hiçbir ‘komplekse kapılmadan’ kendi getirdiği adamların ipini kendi eliyle çekti.

Bu durumun partisine, hükümetine zarar verebileceğini bilmesine rağmen çekinmedi.

Hilmi Güler’i kutluyorum.

Darısı diğer bakanların ve ‘bazı’ bakanlarını koruyan Başbakan’ın başına.

Kara yazarı dava edeceğim

DÜN Orhan Pamuk’la ilgili yazdığım yazının pek çok okurumun yüreğinin yağını erittiğini gördüm.

Yüzlerce faks ve telefon ‘Eline ağzına, kalemine sağlık’ diyordu.

Pamuk’un hiçbir bilgiye, hiçbir araştırmaya, hiçbir tarihi gerçeğe dayanmadan ülkesini karalaması milletin ‘kanına dokunmuş’.

Pamuk,
tipik bir ‘tatlısu enteli’ olarak uluslararası çevrelerde kabul görmenin yolunun zaten var olmayan ‘gerçek’ birikiminden değil, kendi ülkesine sövmekten geçtiğine inanıyor.

Dün de dediğim gibi bu ‘sözde’ muhalif tavrıyla Türkiye’ye karşı zaten önyargılı olan Avrupalı entelektüellerin kalbini fethedip, bir ‘Nobel Edebiyat Ödülü’ alabileceğini umuyor. Kendince, ‘Nobel’i alırsam ulusal kahraman ilan edilirim ve her şey unutulur’ diye düşünüyor olmalı.

Geçtiğimiz haftalarda Amerikan NBC televizyonunda yayınlanan ‘24 Saat’ adlı dizide bir Türk ailesi terörist olarak gösteriliyordu.

Amerika’da yaşayan Türkler ve olayı haber alan yurttaşlarımız senaryonun bu bölümüne büyük tepki gösterdiler. Dışişleri Bakanlığı bile ayağa kalktı. Washington Büyükelçiliğimiz, NBC televizyonuna bir mektup yazarak ‘tepki’ gösterdi.

Oysa NBC televizyonu bir tarihi gerçeği saptırmıyor, hayali bir senaryo yazıyordu.

Orhan Pamuk’un yaptığı NBC’nin yaptığından katbekat büyük bir ayıp, karşılaştırılması bile mümkün olmayan bir ‘küstahlık’.

Biri senaryo yazıyor, diğeri bir ülkeyi ‘aşağılamak’ için tarihi gerçekleri saptırıyor.

Açıkçası merak ediyorum, NBC televizyonuna dava açmaya hazırlananların, Orhan Pamuk’la ilgili de bir adım atmaları gerekmiyor mu?

Bu ‘zavallıyı’ dava edip, öne sürdüğü tezlerini ‘mahkemede kanıtlamasını’ istemek yanlış mı olur?

Ben bir Türk vatandaşı olarak Pamuk’u dava etmenin yollarını arıyorum.

Ama bu ülkeyi temsil eden makamlarda oturanların da ‘aşağılanan’ bu millet adına aynı yolu seçmeleri gerekmez mi?

Her gazete ilkelerini açıklamalı

HINCAL Uluç’
la girmiş olduğumuz ‘gereksiz’ tartışmanın bazı yanlış anlaşılmalara neden olduğunu gördüm.

Sanki benim de ‘kimi’ gazeteciler gibi ‘beleş gezi’ peşinde koşan, oraya buraya gidip sonra da bunları yazan birisi olduğumu düşünenler olmuş.

Asla...

Uzun yıllardan beri Ferrari’nin bu otomobili iyi tanıyan ve değişik meslek gruplarından olabilen ‘sürücülerle’ yaptığı test sürüşleri dışında hiçbir geziye katılmadım. Bu testlerin nedeni gazeteci olmam değil, Ferrari áşığı olmam.

Ferrari’nin 50. yılı dolayısıyla dünyayı gezen ve Türkiye’ye de gelen otomobilini Türkiye’de ben kullandım. Bu otomobil üzerine attığım imzayla hálá Ferrari müzesinde ve dünyanın çeşitli yerlerindeki Ferrari showlarında sergileniyor. Bunun dışında ne bir geziye katılırım, ne bir davete.

Bu köşeyi okuyanlar hatırlayacaktır, yıllar önce burada gazetecilere yollanan yılbaşı hediyelerine bile karşı çıktım, pek çok meslektaşımla bu yüzden buradan atıştım.

Bugüne kadar bir tek kere olsun mesleğimi kullanıp birinden bir talepte bulunmadım.

Bulunduğum yer dolayısıyla bir şey alırken normal vatandaş gibi pazarlık bile yapamadım. Kazık yedim. Şunu da hatırlatmak isterim, birkaç yıldan beri Doğan Medya Grubu çalışanlarının uymak zorunda olduğu ilkelerimiz var.

Bu ilkeler doğrultusunda bu grupta çalışan bir gazetecinin ‘beleş gezilere’ katılması mümkün değil. Eğer uyulması gereken bir davet varsa, muhabir veya yazar arkadaşlarımız buna ancak masraflarının gazetemizce ödenmesi karşılığında katılıyor.

Hıncal Uluç’a ve diğer medya gruplarına da böylesi ilkeler koymalarını tavsiye ediyoruz.

Bir gün okurlarıma tavsiye etmek için 3000 dolarlık bir otel odasında kalmam gerekecekse, bunun parasını Hürriyet verir. Bilmem ne otelin sahibi değil.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Ağzıyla kuş tutanları, kanadını incitmekle suçlamadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Kara yazar

11 Şubat 2005
<B>ORHAN Pamuk’</B>u yazar olarak beğenmem. Sıkıcı, tekdüze bulurum. Daha başlayıp da bitirdiğim kitabı olmamıştır. Zaten uzunca bir süredir de kitaplarını almıyorum. Yine de yazar olarak ‘bir değer’ taşıdığına inanıyorum. Benim beğenmiyor veya okumuyor olmam, Pamuk’un yazarlığına zarar vermez. Ancak Orhan Pamuk’u bir entelektüel olma, aydın olma iddiasındaki bir kişi olarak kabul etmem. Hatırlayacaksınız, bir süre önce bu köşede Pamuk’un ABD’deki söyleşileri sırasında yaptığı bir konuşmadan söz etmiştim. Türkiye’yi karalayan, suçlayan bir konuşmadan. Pamuk hemen kendini savunmuş, ‘entel lobi’ ayaklanmış ve benim ‘yalan yazdığımı’ haykırmışlardı. Ancak önceki gün Hürriyet’te yayımlanan bir röportaj ‘kimin yalancı’ olduğunu netlikle ortaya koydu. ‘Korkudan’ Türkiye’ye gelemediğini söyleyen Pamuk, ‘Türkler 1 milyon Ermeni’yi ve 30 bin Kürt’ü öldürdü’ diyor.

Bir kısım fanatik Ermeni ve PKK’lı dışında kimsenin söylemediği, temkinli konuştuğu bir konuda romancı Pamuk, ‘Ben biliyorum, bu iş böyle’ edasında konuşuyor.

Bir aydın elbette ‘doğruların arayışı’ içinde olacaktır.

Elbette farklı düşünecektir. Ama ‘karalama’ adına kesinleşmemiş tarihi gerçekleri veya yakın dönemde yaşanmış ve bilinen gerçekleri saptırma hakkı, ‘gerçek’ aydınların kendilerine hak gördüğü bir durum değildir.

Ermeni meselesini tartışmak istemek, bu konudaki belgelere ulaşıp bunları yazmak başkadır, işkembeden, bazı lobilere yaranmak, Nobel jürisine göz kırpmak, üç beş kitap daha fazla satıp bir iki ödül daha alabilmek uğruna ‘bilmeden’ karalamak başkadır.

Entelektüel olarak bence Pamuk’un tavrı ‘aydınca’ değil, ‘düşmanca’dır.

Kendini önemsetmek için söyledikleri de ‘yalandır’.

Pamuk, ‘Ben AB’den yanayım. Ben Kıbrıs’ta çözümden yanayım. Bu yüzden Türkiye’de milliyetçiler beni karalıyorlar ve bana düşmanlar’
diyecek kadar ‘zavallıdır’.

AB konusunda benden daha AB’ci, Kıbrıs konusunda benden daha çözümcü değildir. Ama bunları isteyen Pamuk gibi birisi olunca, bu konuda zaten hassas olanların, karşı olması son derece normaldir. Bence bu adam ‘düşman olmaya bile değmeyecek’ kadar çaresizdir. Onu en iyi anlatan da ‘Kara Kitap’ isimli romanıdır.

İçinin karalığını, başlığına koyduğu kitap...

Orhan Pamuk’a bir an önce Nobel’i verseler de, Türkiye de rahatlasa.

TOKİ tamiratta

BİNGÖL’de depremzedelere kısa süre önce verilen konutlar dökülürken, Türkiye’nin Aceh’te 4 ayda deprem konutu yapma sözü vermesini eleştirmiştim. TOKİ Başkanvekili arayarak durumu aktardı.

Bingöl’de ortaya çıkan durumdan sonra ekipler hemen Bingöl’e gitmişler ve kimi inşaat, kimi de kullanıcı hatasından kaynaklanan sorunların giderilmesi için çalışmalara başlamışlar. Bana verilen bilgiye göre, 15 gün içinde eksikler giderilecekmiş.

İhale iptal

GEÇEN hafta SSK’nın yine adrese teslim bir ihale organize ettiğini yazmıştım. SSK’dan da ‘beylik’ bir yanıt gelmişti. Ancak bana ulaşan bilgilere göre, SSK benim yazıma konu olan ihaleyi iptal etmiş. Şartname yeniden hazırlanacak ve ihaleye ondan sonra çıkılacakmış.

Birilerinin yıllardır dönen tekerine çomak soktuğum için kendimi tebrik ediyorum.

Fındık yükselirse elimizde kalır

FINDIK fiyatları yükseliyor. Üretici memnun. Bu kadar büyük bir hata olabilir mi? Kendi bindiğimiz dalı kestiğimizi nasıl görmeyiz. Türkiye, dünyanın en büyük fındık üreticisi. Bu nedenle fındığın fiyatı üzerinde oynuyor. Hükümetler de üreticiye yaranmak için buna göz yumuyorlar. Sonuçta fındık, ‘ekonomik değerinin üzerinde’ bir fiyata yükseliyor.

Bunun sonucu ne olacak biliyor musunuz? Söyleyeyim: Her yıl elimizde kalan yüz binlerce ton fındığı ya yakacak, ya Karadeniz’e dökeceğiz. Çünkü fındık fiyatları arttıkça, fındık tüketen Avrupalı gıda üreticileri bu üründen kaçacaklar. Ki zaten başladılar bile. Bademi ve yerfıstığını giderek daha çok kullanır oldular. Hatta içinde fındık olmayan; ama fındık esanslı ürünler üretmeye başladılar.

Maliyetleri düşürmek için kabuğu ile hamurlaştırılmış fındık kullanıyorlar ve giderek tüketicinin damak zevkinden fındığı çıkarmaya çalışıyorlar. Fındık fiyatları ‘makul’ ölçülerin üzerine çıkmaya devam ettikçe fındık tüketimi azalacak ve ciddi bir ihraç malı elimizde kalmaya başlayacak.

Fındık fiyatıyla oynayanlar, bunun farkına bir an önce varmalılar.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Asıl tehlikeli olanın, yapmaya çalışıyormuş gibi görünüp yıkanlar olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Dışarıda itibar kaybı başladı

10 Şubat 2005
<B>AKP </B>iktidarı dış politikada çok önemli hamleler yaptı. Kıbrıs ve AB konularında çok <B>‘cesur’</B> ve yapıcı tavırlar sergiledi. Dışişleri müthiş bir özgüven kazandı. Ancak son dönemde üst üste hatalar yapılmaya başlandı.

Dış ilişkilerde, özellikle ABD ve İsrail gibi iki ‘önemli’ partnerle ilişkilerde bir ‘tonlama’ hatası ortaya çıktı.

Kapalı kapılar arkasında verildiği zaman sorun yaratmayacak mesajlar, siyasi amaçla yüksek sesle kamuoyu önünde verilir oldu.

17 Aralık sonrası, AB ülkeleriyle temaslar azaltıldı. Sıcak ilişki ve beraberlik atmosferi kayboldu.

Bir ülkeyle ilişkileri düzeltmek isterken, diğeriyle ilişkileri bozar hale geldik.

Büyük bir iddiayla ortaya çıkıp İsrail-Filistin ve hatta Suriye arasında arabuluculuk yapmak istedik. Olabilirdi de...

Ama tonlama hataları ve sonrasında bunları tamir için yapılan açıklamalarla ‘güven erozyonuna’ uğradık.

İsa’ya da yaranamaz hale geldik, Musa’ya da... İşte gerçek ortada.

Türkiye, Filistin ile İsrail arasında arabulucu olacaktı.

İsrail ile Filistin, Şarm el Şeyh’te buluştu. Türkiye olayın içinde değil, kenarında bile yok.

Ya Avrupa’nın en saygın gazetelerinden biri olan Welt am Sonntag’la yaşanan kriz.

Başbakan, Welt am Sonntag’a ‘amacını aşan’ sözler söylüyor.

Welt am Sonntag da bunları yayımlıyor.

Başbakan, Türk basınına karşı geleneksel politikacı anlayışı tavrını sergiliyor ve hemen yalanlıyor: ‘Ben böyle bir şey söylemedim.’

Ama Welt am Sonntag ısrar ediyor. Adamlar konuşmuş, her ihtimale karşı metni yollamışlar. Ama Başbakanlık’taki keşmekeş içinde Cüneyd Zapsu okuyup ‘Tamamdır’ demiş.

Bu gerçeğe göre hareket edileceğine, hemen yalanlama. Sonrası daha beter.

Avrupa basınında üç yılda kazanılan saygınlığı bir anda sıfırlamak bu kadar ucuz olmamalı.

Dış politikada gelinen nokta, bu kadar hızlı harcanmamalı.

Kar lastiğinin faydasını trafikçiler bilmiyor mu?

OKURLAR aradılar. ‘Ne zaman adam oluruz’da kar lastiği kullanın diyorsunuz; ama bunu bize değil trafikten sorumlu olan kişilere söyleyin. Kar lastiğimiz var, aracımız dört çeker; ama hálá ceza kesiyorlar’ diyorlar.

Haklılar; ama kime ne söyleyeyim.

İstanbul kara teslim olduğu gün yolda kalan araçların çoğu kar lastiği veya zinciri olmayan polis araçlarıydı. Gülelim mi, ağlayalım mı?

Medeni ülkelerde kış gelince sürücüler lastiklerini değiştirir ve kış lastiği takarlar.

Bu lastikler özeldir. Hem diş yapıları, hem kauçuklarıyla.

Normal lastikler soğukta sertleşir ve tutunma özelliklerini yitirirler.

Kış lastikleri ise soğukta yumuşar ve daha iyi tutunurlar.

Islak ve özellikle de karlı zeminlerde çok çok iyi performans sergilerler. Ama kuru havalarda da kullanılmazlar; çünkü yağışlı ve karlı havalarda yüzde 30-40, hatta bazen yüzde 80 oranında azalttıkları fren mesafesini kuru zeminde yüzde 20 oranında uzatırlar.

Medeni ülkelerde kent içinde ve otoyollarda zincir takarsanız ceza yersiniz. Çünkü hem yolu bozarlar, hem de kopup kırıldıkları zaman tehlike yaratırlar.

Kış lastikleri sadece buzlu zeminde büyük fayda sağlamaz; çünkü buz için ayrı bir lastik gerekir; ama çok özel şartlar dışında o kadarına gerek yoktur.

Okurlar şikáyet ediyorlar. Ama biliyorum ki, benim bu bildiklerimin tamamını İstanbul Trafik Denetleme Şube Müdürü de biliyor. Hatta bu konuda detaylı bir araştırma bile yaptırmış.

Peki biliyor da niye hálá ceza kesiliyor?

Eee, burası Türkiye. Olacak o kadar.

NOT: Bir de yaşanmış örnek ekleyeyim. Karın en yoğun olduğu pazartesi sabahı, benim üzerinde kar lastikleri bulunan Audi Quattro otomobilimle işe gittik. Kanal D Genel Müdürü Murat Saygı da benimle geldi. Salı günü yollar çok daha iyiydi. Murat Saygı da üzerinde kar lastiği olmayan Audi Quattro otomobiliyle kendi başına işe gitmeye çalıştı. Ancak evden dört kilometre gitmeden yoldan çıktı ve kendisini ben geçerken yoldan aldım. Şimdi o da otomobiline kar lastiği taktırdı.

Genelkurmay’ın açıklaması

GENELKURMAY
Başkanlığı önceki günkü yazımla ilgili bir açıklama yaptı. Açıklamayı aynen yayınlıyorum:

‘8 Şubat 2005 tarihli bir gazetede yer alan köşe yazısında İç Güvenlik Harekatı kapsamında ‘Bölgeye etkisiz rütbeli komutanlar atandığı’ şeklinde bir yorum yer almıştır.

Türk Silahlı Kuvvetleri sorumluluk alanı içerisindeki tüm atamalarda uzmanlık ve liyakat ölçütlerine uygun görevlendirmeler yapmaktadır. Bu görevlendirme ölçütleri Irak’ın kuzeyi ve Irak’a yakın bölgelerde geçerli olduğu gibi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görev ve sorumluluk alanındaki her bölge için de geçerlidir. Her rütbedeki personel zorluk derecesine bakmaksızın kendilerine verilen her görevi direktifler doğrultusunda, hakkıyla ve dirayetle yerine getirmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin karakteri; görev, liyakat, uzmanlık, bağlılık ve cesaret kavramlarıyla tanımlanır.

Tüm dünyanın gıptayla baktığı Türk Ordusu’nun nitelikleri söz konusu köşe yazarına bir kez daha anımsatılırken, aynı zamanda, kendisine Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sınırları aşan eleştiride bulunmasından dolayı basın etiğinin gereklerini de anımsatmak, bu tutumunun esefle karşılandığını belirtmek Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sorumluluğudur.’

Özür

DEĞERLİ
okurlarım, Hıncal Uluç’un sataşmalarına iki yanıt verdim. Bunlar için hepinizden özür diliyorum. Bu köşenin düzeyi bu değil; ama dostum Hıncal Uluç telefonda söyleyeceklerini köşesinde yazınca yanıtı da aynı yöntemle vermek gerekir diye düşündüm.

Aslında bir yanlış yapıp köşeyi, ’Babamın malı gibi’ kullandım.

‘Verdiğim geçici rahatsızlıktan ötürü özür dilerim.’

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Uzun sürede inşa edilen binaların bir hata yüzünden yerle bir olabildiğini unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Dört yanımız saatsiz bomba dolu

9 Şubat 2005
<B>TÜRKİYE’</B>nin her yanında LPG’li araçlar birer bomba gibi patlıyor. İnsanlar ölüyor. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı da, İçişleri Bakanlığı da <B>‘uyuyor’. Çok da güvenilir olmayan verilere göre Türkiye’de 1 milyon 500 bin LPG’li araç var.

Bunlardan yüzde 80’i, yani 1 milyon 200 bini tehlikeli. Çünkü bunların ‘gaz sızdırmazlık’ kontrolü yapılmamış.

Oysa her LPG’li aracın mühendis ve gerekli teknik ekipman denetiminde bu belgeyi alması gerekiyor.

Kanal D Haber ekipleri, bir LPG’li araçta yüksek basınca dayanıklı hortum yerine ‘çamaşır makinesi hortumu’ kullanıldığını belgeledi. Yine de ses seda yok.

Gaz sızdırmazlık belgesi almadan yola çıkanlar sorumsuz.

Peki ya bunların ‘fenni muayenelerini’ yapanlar.

Bu belge olmadığı halde bu araçların pek çoğu rutin fenni muayeneden sorunsuzca geçebiliyor.

Ankara’da 110 bin LPG’li araçtan sadece 12 bin 946’sında sızdırmazlık belgesi var.

İstanbul’da da 120 bin LPG’li araçtan 30 bini ‘gaz sızdırmazlık belgesi’ne sahip.

Durum vahim değil mi?

Durun daha, en vahimini okumadınız.

İstanbul’da hepimizin, çoluğumuzun çocuğumuzun, sevdiklerimizin bindiği taksilerin büyük bölümü LPG’li. Hadi sayı vereyim, 18 bini LPG ile çalışıyor.

Bunlardan sadece 4 bini gaz sızdırmazlık denetimi yaptırıp ‘güvenlik belgesi’ almış.

Gerisi ‘saatsiz bomba’; çünkü ne zaman patlayacakları belli değil.

LPG’li araçlar da kontrol edilmiyor, LPG montajı yapan firmalar da.

Sanayi Bakanlığı, araçlara rasgele firmaların LPG sistemi monte etmesinden şikáyetçi.

Haklılar da.

Onlar şikáyet mercii, denetimi ve uygulamayı ise ben yapacağım. Bakanlığın işi mi?

Çalışma Bakanlığı’na göre 193 LPG montaj tesisinden sadece 9’u yasalara uygun. Yani uluslararası standartta ekipman ve parça kullanıyor.

Durum bu değerli okurlar.

Şu anda yüz binlerce LPG’li saatsiz bomba aramızda dolaşıyor.

Ve biz onlarla birlikte seyahat ediyoruz.

Allah hepimizi korusun. Çünkü başka ilgilenen yok.

Hıncal Ağabeyimiz yine abartmış

HINCAL
Ağabeyimiz bana yanıt verdi. Açıkçası son günlerde aşk sarhoşu olduğunu bilmiyordum. Sabah’ta okuyunca, onun adına sevindim. Bu nedenle ‘Ağabeyimiz, sevgilisiyle uğraşsın, benimle değil’ diye düşündüm; ama ‘suçlamalarına’ bir yanıt vermeden bırakmak da istemedim.

Benim kendisine, ‘Ben 3000 dolarlık otel odasında kalıp sonra da bunu bütün okurlarıma tavsiye etmiyorum’ demem üzerine, ‘Senle beraber Monaco’ya Ferrari test sürüşüne gittik. Hem de batık Zeytinoğlu Grubu’nun davetlisi olarak’ yanıtını vermiş, ‘Ben 3000 dolarlık oda tavsiye ettim. Sen 500 bin dolarlık Ferrari’ demiş ve benim o geziyi sayfa sayfa yazdığımı söylemiş.

Hıncal Ağabeyimiz gerçekten yaşlanmış.

Kendisine birkaç hatırlatma.

O gezi sırasında Zeytinoğlu Grubu henüz batmamıştı. İkincisi, Esbank hortumdan değil, kötü yönetimden battı. Bunu devlet de bildiği için sahibi, senin patronun gibi Kartal’a atılmadı.

Ferrari meselesine gelince. Türkiye’de beni biraz tanıyan herkes, Ferrari ile olan ilişkimi bilir. Bu ilişki Zeytinoğlu Grubu, Ferrari’nin distribütörü olmadan önceye dayanır. Yıllardan beri her yeni modelin piyasaya verilmesinden önce İtalya’ya, Ferrari fabrikasına davet edilir ve bu otomobilin uzmanı olan birkaç kişiyle birlikte otomobili test ederiz. Binlerce dolarlık otelde değil, Modena’da küçük bir otelde kalırız.

Zaten sen o davetlere gelmez, o düzeyde otelde kalmazdın. Zaten geldiğin davette Türkiye ralli şampiyonu Volkan Işık’la ben otomobili test ederken, sen yanımızda oturdun.

500 bin dolar dediğin o Ferrari’nin (360 Spyder) Avrupa’daki fiyatı 140 bin Euro civarında.

Türkiye’de ise 220 bin Euro. Pahalı mı? Pahalı; ama sen onu bile abartmışsın.

Ve son bir hatırlatma, ben o geziyle ilgili Hürriyet’te tek satır yazmadım. Sadece otomobille ilgili Auto Show Dergisi’ne yazdım. ‘Herkes bir tane almalı’ diyecek kadar da asla saçmalamadım.

Hıncal Ağabeyim. İçinde bulunduğun durumu aşk sarhoşluğuna veriyorum. Allah mesut etsin.

Kal sağlıcakla...

Yemek davetine gelince.

Ben gazeteci gibi çalışıyorum. Haberler, dosyalar... Vaktim olunca sizin yemekleri kaçırmadığımı bilirsin.

Ellerinden öperim.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kendimizi de sevmeyi unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku