18 Mart 2005
<B>BAŞBAKAN Erdoğan </B>kapkaç ve diğer adi suç olaylarının basın tarafından abartıldığını söylüyor. <br><br>Zaten Sevgili Başbakanımızın son dönem söylemi bu. Başbakan Erdoğan’a sormak isterim, her gün onlarcası polise akseden, daha fazlası ‘Nasıl olsa yakalanmaz, zamanıma yazık’ diye polise aksettirilmeyen bunca olayı basın mı yapıyor?
Gazeteciler boş zamanlarında kapkaç mı yapıyorlar.
Yine sorarım Sayın Başbakan’a acaba sizin anneniz veya eşiniz de benim annem gibi iki kez kapkaça maruz kalsa, anneniz bir yıldır kapkaç sırasında bacağında oluşan darbeden ötürü ıstırap çekse yine ‘Basın abartıyor’ diyecek misiniz?
Tayyip Bey, bizim eşimiz, çoluğumuz çocuğumuz sizinkiler gibi yanlarında korumalarla gezmiyorlar.
Evlerimizin önünde polis kulübeleri yok (ki, evinin önünde polis kulübesi olan eski Başbakan Çiller’in bile evi soyuldu).
Bizim yakınlarımız, bu ülkede yaşayan vatandaşlar sokakta yalnız başlarına çevrelerinde bir koruma duvarı olmadan dolaşmak zorundalar.
Ve büyük kentlerde kapkaçla, hırsızlıkla karşılaşan vatandaşların oranı yüzde 30’ları bulmuş.
Bu oran az ise ‘Evet biz abartıyoruz’.
Bu oran çok ise siz ‘Durumu anlamıyorsunuz.’
Ki, bence en vahimi de bu.
Bir hırsızlık ve polisin tavrı
TAYYİP Erdoğan hırsızlık olaylarını basın abartıyor diyor. Ben de ona ‘kendi mahallesinden’ bir yaşanmış olay aktarmak istiyorum. Yer Kasımpaşa. Kasımpaşa’nın en işlek caddesindeki bir dükkan.
Gece hırsızların saldırısına uğruyor. Camı kırıp içeriyi talan etmek istiyorlar. Ama cam kırılsa bile dağılmıyor ve hırsızların girişimi başarısızlıkla sonuçlanıyor. Sabah olayı gören işyeri sahibi polis çağırıyor. Sivil bir ekip geliyor(plakası bende mevcut, isteyen yetkiliye verebilirim). İşyeri sahibi polisin yeterli olmadığını söyleyince şöyle bir yanıt alıyor:
‘Silah alın ve kendi işyerinizi kendiniz koruyun.’
Bu sözler üzerine işyeri sahibi sinirleniyor ve ‘O zaman siz ne işe yarayacaksınız?’ diye soruyor. Polislerin yanıtı eğlenceli:
‘1 Nisan’dan sonra hiçbir işe yaramayacağız. Yeni yasa yürürlüğe girsin siz bugünü bile ararsınız.’
Polisin bu tavrı, son günlerde artan hırsızlık olaylarında ‘Bilinçli bir ihmal mi var’ sorusunu gündeme getiriyor.
Sanki birileri yeni TCK’ya karşı bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyor.
Haysiyet cellatlığının cezası yok mu?
MUSTAFA Sarıgül aklandı. Danıştay, muhakemeye bile lüzum görmedi. Eee, ne olacak şimdi. Aylardır yürüttüğü ‘haysiyet cellatlığı’ Deniz Baykal’ın yanına kár mı kalacak.
Yönetiminde kendi atadığı adamlar olan İş Bankası’nı bile Mustafa Sarıgül’le rüşvet ilişkisi ile suçlayan, Kurultay’da bütün stratejisini Sarıgül hakkındaki yolsuzluk iddiaları üzerine kuran Deniz Baykal ne yapacak!
Çıkıp ‘Kardeşim Mustafa senden özür diliyorum. Ayıp ettim. Haksızlık ettim’ diyebilecek mi? Hiç sanmıyorum. Tam aksine bugün Mustafa Sarıgül CHP Disiplin Kurulu’nun karşısına çıkacak. Neden mi? Kurultay’da kendisine yönelik ‘yolsuzluk iddialarına’ sert tepki gösterdiği için. Kendisine ‘Hırsız’ diyenlerle kavga ettiği için. İyi de sorarım size, birisi size hak etmediğiniz suçlamalar yöneltse siz ne yapardınız.
Bugün CHP Disiplin Kurulu Sarıgül hakkında karar verecek.
Göreceğiz bakalım. Onlar da ‘haysiyet cellatlığı’ mı yapacaklar, yoksa Türkiye’nin ‘iktidar adayı’ olması gereken bir partisinin disiplin kurulu gibi mi davranacaklar. Kendilerini oraya getirene diyet mi ödeyecekler, yoksa onurlu bir davranış içinde mi olacaklar.
Bugün alınacak karar önemli.
Eğer o kurul gerçekten CHP’liyse, Sarıgül’ü partiden atmak bir yana, Genel Başkan’ı partili bir belediye başkanını haksız yere suçladığı için resen gündemine alır ve gereğini yapar. Ama o kadarını beklemek hata. En azından bir CHP’linin onurunu iade etsinler yeter. CHP’nin parti olup olmadığının kararını bugün disiplin kurulu verecek. Bakalım ne karar verecek.
Eğitim baştan sona dökülmüş
DÜNYANIN en iyi 500 üniversitesi belirleniyor. İçlerinde ‘bir tek’ Türk üniversitesi bile yok. Bu tablo benim YÖK Yasası’nın değiştirilmesini desteklerken öne sürdüğüm tezin doğruluğunu da kanıtlıyor.
‘YÖK’ün bu haliyle kalmasına karşıyım. Çünkü Türkiye’de üniversiteler bilim kurumu olmaktan çıktı’ diye yazmıştım. Salt AKP karşıtlığını marifet sayanlar tarafından ağır bir biçimde eleştirilmiştim. Yayınlanan liste benim haklılığımı ortaya koyuyor. Türkiye’de üniversiteler iyiye değil, kötüye doğru gidiyor.
OECD üyesi, AB üye adayı, dünyanın en büyük 18. ekonomisine sahip, genç nüfuslu Türkiye’nin bir üniversitesi bile dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasında yer alamıyor. Bizim üniversitelerimiz ise hálá anlamsız siyasi tartışmaların içinde debelenip duruyor. İşin vahim tarafı, geçtiğimiz aylarda ilköğretim ile ilgili hazırlanan bir rapor buradaki ‘rezaleti’ ortaya çıkarmış, ardından Meslek Eğitimi ile ilgili olarak uluslararası bir kuruluş tarafından hazırlanan rapor buradaki durumun da acınacak halde olduğunu göstermişti. Şimdi de, üniversitelerimizin durumu ortaya çıktı. Hal böyle olunca Türkiye’nin genç nüfusuna güvenmesinin ne kadar büyük bir yanlış olduğu da ortaya çıkıyor.
Eğitimsiz genç nüfus geleceğe güven değil, son günlerde yaşadığımız gibi suç artışı olarak yansıyor.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Görevimizi iyi yapmamanın bahanesi olarak yasaları göstermediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2005
<B>BATIK </B>banka patronlarından devlete geçen ve iktidarın kontrol ettiği medyayı <B>‘daha iyi fiyata’</B> satabilmek için bunların yüzde yüzünün yabancı yatırımcılar tarafından satın alınmasına olanak sağlayan yasa Meclis’ten geçti. Böylelikle Türkiye’de televizyonlar ‘yabancıların’ eline geçebilecek.
Yasa Meclis’ten geçerken sert tartışmalar oldu.
CHP yasaya karşı çıktı. AKP içinden azımsanmayacak bir grup milletvekili de yasanın bu haliyle geçmesinin yanlış olduğunu savunup parti yönetimine karşı bayrak açtı.
Peki bu yasa iyi mi, kötü mü?
Bu yasanın çıkmış olması, medya çalışanları açısından son derece olumlu.
Çünkü Türkiye’de medyada çok az sayıda patron var.
Gerçek anlamda gazetecilik yapılabilen grup sayısı iki, bilemediniz iki buçuk.
İyi yönetilirse kárlı bir yatırım olan medyaya Türk sermayesi ne yazık ki ilgi göstermiyor.
Bunun temel nedeni, ‘medya savaşı’ olarak lanse edilen tartışmalardan duyulan korku.
Oysa ‘namuslu, dürüst’ yatırımcının korkması için bir neden yok ama korkuyorlar.
Bu yasayla birlikte medyada bazıları yabancı kökenli de olsa ‘patron’ sayısında bir artış olması muhtemel.
Bu da çalışanlar açısından yeni ‘ekmek kapıları’ anlamına geliyor.
Asil Nadir’in büyük sermayeyle medyaya girdiği zaman medya çalışanlarının refah düzeyinde meydana gelen artış unutulacak gibi değil.
Patronlar açısından ise durum zorlaşacak.
Çünkü ‘çok paralı’ rakipler gelecek ve rekabet zorlaşacak. Bugün Batılı bir medya devinin yıllık reklam geliri, Türkiye’deki tüm medya kuruluşlarının toplam ‘değerinin’ üzerinde.
Her biri birkaç milyar dolarlık devler.
Bunların gelmesiyle birlikte rekabet şartları zorlaşacak. Patronluk da daha zor hal gelecek.
‘10 yıl içinde Türkiye’de yerli medya kalmaz’ diyenler var ama yasa bu kadarına izin vermiyor Allah’tan.
Peki, yabancıların Türkiye’de medyada bu şekilde var olması, ulusal çıkarlar açısından yanlış mı?
Öncelikle AB’ye girmeye çalışan bir ülkede bu tür sınırlamaları uzun süre elinizde tutamazdınız. Erken kalkmasının bir zararı yok.
Türkiye’yi yönetenlerin Türkiye’yi satmak gibi bir niyeti olmadıkça medyanın kimin elinde olduğu çok da önemli değil. Satma niyetleri varsa yine medyanın kimin elinde olduğu önem taşımıyor.
Ve en önemlisi, İngiltere’de basının büyük bölümü İngiliz vatandaşı olmayan bir yatırımcının elinde ama İngiltere’de ülke aleyhine bir gelişme olmuyor. Türkiye, İngiltere değil derseniz onda da siz haklısınız.
Ama yine de ben bu yasanın bir yerlerden döneceğine inanıyorum.
Yabancıya ev, arsa, tarla satılması Anayasa Mahkemesi tarafından engellenen bir ülkede yabancıya ‘televizyon’ satmak olacak iş değil gibime geliyor.
Suç artışı turizme de darbe vuracak
TÜRKİYE, yakın zamana kadar turistlerin ‘güvenle’ gelebildikleri ülkelerden biriydi.
Turistlere yönelik hırsızlık, soygun, cinayet gibi olaylara fazla rastlanmazdı.
Birkaç dolandırıcılık olayı hariç yurtdışından bakınca Türkiye’nin ‘suç cenneti ve sakınılması gereken ülke’ gibi bir imajı yoktu. Ancak üzülerek görüyorum ki, bu imaj giderek bozuluyor.
Dün İzmir’de iki Filipinli, bir taksi şoförü tarafından götürüldükleri ‘eğlence yerinde’ soyulmuş, dövülmüş ve bıçaklanmışlar. İçlerinden biri ölmüş.
Bir başka yerde iki Hollandalı turist kapkaç kurbanı olmuş.
Geçen hafta ekranlarda, havaalanında kapkaça maruz kalıp yerlerde sürüklenen turistlerin görüntüleri vardı.
Her gün önümüze benzer pek çok haber gelmeye başladı.
Turizm sezonunun başlaması ve turist sayısının artmasıyla beraber bu haberlerin çok çok daha fazlalaşacağı kuşkusuz.
Bu haberlerden birkaçının bile yabancı basına yansıması, onca tercih arasında büyük reklam kampanyalarıyla Türkiye’ye getirilen turistlerin destinasyonlarını değiştirmeleri konusunda belirleyici olacak.
Acaba böyle bir duruma sebebiyet vermemek için Türk basınının bu haberleri görmezden gelmesi ve ‘ispiyonculuk’ yapmaması mı gerekiyor, yoksa Türkiye’nin giderek güvensiz bir ülke haline gelmekten kurtarılması mı?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
En umutsuz durumda bile yanlışlara dur diyecek cesaretimiz kaldığı zaman.
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2005
<B>BAŞBAKAN Erdoğan’</B>ın keyfi kaçık. Partisine yönelik eleştirilerin dozu artmaya ve belirli bir çevrenin bildik alıştık eleştirilerinin dışına çıkıp <B>‘tutarlı’</B> bir söyleme oturunca <B>Tayyip Erdoğan’</B>ın asabı bozuldu. Ve ne yazık ki, Türk siyasetçisinin tipik ‘paranoya’ belirtilerini göstermeye başladı:
‘Birileri düğmeye bastı.’
Benzer bir ‘paranoya krizine’ geçmişte MHP lideri Bahçeli tutulmuş, Türkiye’yi bir erken seçime taşımış ve Türk siyasetini belki de sonsuza kadar değiştirmişti.
Ama ben Türkiye’nin öyle birilerinin düğmeye basmasıyla yönlendirildiğine hiç inanamadım nedense.
Belki bazı düğmeli ‘yazarlar’ veya ‘kanaat önderleri’ vardır ama en azından ben onlardan biri değilim. Bunu Başbakan da iyi bilir diye düşünüyorum. Hatta bunun ötesinde Başbakan’a ‘kişisel bir sempatim’ olduğunu bile söyleyebilirim. Yakın zamana kadar hükümet lehine çok yazılar yazdım. Fakat ‘düğmeme basılmadığı’ halde, son dönemde ben de hükümeti sert biçimde eleştiriyorum.
Başbakan ‘düğme paranoyasına’ kapılmak yerine ‘Biz dün neyi doğru yapıyorduk bugün neyi yanlış yapıyoruz?’ sorusuna yanıt arasa çok daha ‘doğru’ davranmış olacak.
Çünkü benim gibi ‘düğmesiz yazarlar’ aslında toplumun barometresi. Peki dün biz hükümeti niye destekliyorduk. Yanıt basit. Hükümetin elinde sağlam bir ajanda vardı. Ekonomik programda bir süreklilik sağlamış ve başarıya ulaşma yolunda mesafe kat ediyorlardı.
Kıbrıs gibi ‘kilitlenmiş’ bir konuyu cesaretle ele alıp, çözümlemeye çalışıyorlardı.
Avrupa Birliği’ne uyum konusunda cesaretli adımlar atıyorlardı.
Türkiye’yi demokratikleştirme konusunda ciddi bir irade sergiliyorlardı.
Allah var, bunların çoğunda önemli başarılar elde ettiler.
Biz de bunların tamamında onlara destek verdik. Çünkü Türkiye’nin kısır ideolojik tartışmalarla yerinde saymasından çok çekmiş bir nesildik.
Peki şimdi niye eleştiriyoruz. Yanıt basit. Hükümetin ajandası boşaldı.
Ne AB yanlılarını tatmin edecek yeni adımlar atıyorlar, ne kendi tabanları olarak düşündükleri kesimin beklentilerini karşılayacak cesareti gösterebiliyorlar, ne uluslararası ilişkilerde büyümeye başlayan sorunların üzerine gidebiliyorlar. Ekonomik programın sonuçlarıyla ilgili olarak toplumda başlayan huzursuzluğu da görmezden geliyorlar.
Hal böyle olunca ajandalarına yeni gündem maddeleri koyamıyorlar. Kim bilir belki de çok hızlı koştular ve yoruldular.
Belki biraz nefes almak istiyorlar ama bunu da açıkça söyleyemiyorlar, bilmiyorum.
Öyle bile olsa, bir sonraki merhale için önümüze bir şeyler koymak, bizim hevesimizi canlandırmak zorundalar.
Peki bu niye yapılamıyor. Nedeni de basit.
Başbakan’ın çevresinde ‘vizyon sahibi’ adam kalmadı. Hepsi bir nedenle az veya çok kırgın.
Erdoğan’ın tartışarak, konuşarak, dinleyerek yeni hedefler belirlemesi ise ‘yakın çevresi’ tarafından engelleniyor.
‘Halkın Başbakanı’ farkında olarak veya olmayarak ‘fildişi bir kulede’ yalnızlığa hapsediliyor.
Tayyip Erdoğan’ın bahsettiği düğme olsa olsa onu o fildişi kuleye çıkaran asansörün düğmesidir. Ama bilsin ki, o düğmeye biz basmadık.
Basın merkezi saçmalamaya devam ediyor
DAHA önce Başbakan’ın programını gösteren basın bilgi notlarında, eski orgenerallerle karıştırıp, MGK’nın sivil genel sekreteri Büyükelçi Yiğit Alpogan’ı orgeneral diye yazan, ünlü finans ve derecelendirme kuruluşu Morgan Stanley şirketinin ismini normal kişi sanıp, ‘Başbakan’ın Sayın Morgan Stanley’i kabulü’ diye yazan Başbakanlık Basın Merkezi bugün bir yanlışlığa daha imza attı.
Basın Merkezi, Erdoğan’ın konuğu Makedonya Başbakanı Vlado Buchkovski’nin ismini Erdoğan’ın programında yanlış yazdı. Programda Ankara’da bulunan ve resmi ziyaret yapan Makedon Başbakan yerine ülkenin Cumhurbaşkanı Branko Crvenkovski’nin ismi uygun görüldü.
‘Ne var canım insani bir hata’ diyeceklerdir.
Peki Başbakan Erdoğan’ın bir yabancı ülke ziyaretinde resmi bir yazıda ‘Cumhurbaşkanı Sezer’ deseler bu kendimizi kötü hissetmemize neden olmaz mı?
Bu kadar önemli bir görevde, bu hatalar normal mi?
Bu ne biçim kurul
ANITLAR Yüksek Kurulu İstanbul metrosunun Haliç geçişine ‘yeraltındaki tarihi değerlere zarar verebileceği’ gerekçesiyle izin vermemiş, metro inşaatı gelip tıkanmıştı.
Bu durum aylarca sürdü.
Yeni projeler, yeni planlar hazırlandı. Bunlar için büyük paralar harcandı. İnşaatın uzun süre durmasının getirdiği ek maliyet ve metronun hizmete girmesinin gecikmesinin İstanbul halkının sırtına yüklediği külfet de cabası. Ve şimdi aynı Anıtlar Yüksek Kurulu aynı metro inşaatının, aynı güzergah üzerinden yürütülmesine ‘onay’ verdi.
Peki bunca zaman kaybını, bunca para kaybını kim karşılayacak? Yazık değil mi bu milletin parasına ve zamanına. Yok mu bunun hesabını soracak birileri!
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Elbisesinin rengini bile değiştirmeyenlerin dünyayı değiştireceklerine inanmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2005
<B>BUGÜNKÜ </B>köşe, yanıtlara ayrılmış gibi oldu ama fikri takip bizim işte esastır. <br><br>Marmaray Projesi’nin inşaatına başlanmasıyla balık göçlerinin engelleneceğini yazmış ve <B>‘Hani bu proje çevreciydi’</B> diye sormuştum. Projeyi yürüten DLH’nin Genel Müdürü Niyazi Zalgı aradı.
‘İnşaatın başlaması kesin değil’ dedi ve anlattı.
Aynen benim de dediğim gibi proje aşamasında DLH, 9 Eylül Üniversitesi’yle işbirliği yaparak Marmara ve boğazlardaki balık göçlerini inceletip inşaat için uygun dönemi belirlemiş.
Üniversitenin yaptığı tespitlere göre bahar aylarında Marmara’dan Karadeniz’e, sonbahar aylarında ise Karadeniz’den Marmara’ya doğru bir balık göçü söz konusu olduğu için inşaatın bu dönemlerde yapılmaması uygun bulunmuş. Bu durum ihale şartnamesine de aynen koyulmuş.
Ancak ihaleden sonra üstlenici firma ve Japon ortağı, yeni bir rapor getirmiş.
Buna göre, inşaat yöntemi balıkları rahatsız edecek şekilde olmayacakmış ve inşaat sırasında sürekli gözlem yapılarak balıkların göçünün engellenmesi durumunda inşaat durdurulacakmış.
Bu rapor üzerine DLH, önce Tarım Bakanlığı ile görüşmüş.
Ardından 4 Mart günü İstanbul’da bir toplantı yapılmış ve bu toplantıya üniversitelerin yanı sıra Marmara’daki balıkçı örgütleri de çağrılmış. Görüşler alınmış.
Niyazi Bey, ‘Daha karar verilmedi. Araştırıp inceliyoruz’ dedi.
Araştırmak, incelemek iyidir de anlamadığım üstlenici firmaların tavrı.
Bahar aylarında inşaat faaliyeti yapamayacağın şartnamede yazıyor. Buna göre ihaleye girip alıyorsun.
Sonra da tam tersini yapmak için bir rapor getiriyorsun.
‘Peki o zaman fiyatta indirim yapacak mısınız?’ diye sormak lazım.
Parayı ödemişler ama sonra
GEÇEN hafta Devlet Meteoroloji İşleri’ndeki bir ‘rezaleti’ yazdım. Orman ve Çevre Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı ve DMİ Genel Müdürü’nün ve aynı kurumun bir uzmanının Helsinki gezisinden ve bu gezinin masraflarını karşılayan firmanın daha sonra aldığı bir ihaleden söz ettim.
Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Bünyamin Karaca’dan bir yanıt geldi.
Karaca, 500 kişilik bir konferansa katıldıklarını söylüyor ve şöyle diyor:
‘Söz konusu olayda, ilgili firmanın bizim iznimizi almadan bilgimiz dışında otel masraflarımızı ödediğini haber almamız üzerine gösterdiğimiz hassasiyetin bir sonucu olarak adı geçen firmanın Türkiye temsilcisini bakanlık makamına çağırarak adı geçen firmanın bakanlık görevlileri adına yatırmış olduğu bedel karşılığı 580 Euro’yu ilgili firmanın 25.06.2004 tarihli tahsilat makbuzu karşılığında ödedim. Bu olaydan sonra DMİ Genel Müdürlüğü’nce açılan ihalelerin bu konuyla uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmamaktadır.
Yazıda bahsedilen 76 adet otomatik istasyon ihalesi ödenek yetersizliğiyle değil bedeli yüksek bulunması sebebiyle makam tarafından uygun bulunmamıştır.’
Karaca, alınmayan cihazlarla Başbakan’ın uçağının atlattığı tehlike arasında bir ilinti bulunmadığını da belirtmiş.
Yanıt bu.
Otelde harcama yapıp parasını ödemeden ayrılmak ve bu paranın başkası tarafından ödendiğini Ankara’ya gelince anlamak hayli ilginç. Ayrıca yüksek bulunan bedelin de hangisi olduğunu anlayamadım.
Çünkü Vaisala firmasının verdiği teklif ile diğer teklifler arasında neredeyse yarı yarıya fark var. Ama yanıt yanıttır. Bilgilerinize sunarım.
İş yapma yaparmış gibi görün
DOLMABAHÇE kavşağındaki kapkaç olaylarıyla ilgili yazıma İstanbul Emniyet Müdürlüğü yaptığı bir açıklamayla yanıt verdi. Emniyet’in açıklamasına göre adı geçen bölgede 12 Mart günü 2 resmi ve 1 sivil ekip görevlendirilmiş. 12 Mart günü seyyar satıcı, dilenci ve cam silen 7 kişi, bir sonraki gün de alkollü olarak dilencilik yapan 1 kişi gözaltına alınmış. Yani Emniyet Müdürlüğü diyor ki, ‘Fatih Altaylı doğruları yazmıyor’.
Hadi ben doğruları yazmıyorum diyelim, pazar günü Vatan Gazetesi’nin İstanbul ekinde yayımlanan fotoğraf da benim yazdıklarımla aynı durumu göstermiyor mu?
Emniyet büyük bir ihtimalle bölgeye birilerini yolluyor ve 7 kişiyi toplayıp götürdükten sonra işinin bittiğini düşünüyor.
Bu mudur önlem, bu mudur caydırıcılık. Polisi görünce dağılanlar, polis gidince yine aynı yerde. Doğru olan, yapılması gereken böylesi hassas ve karanlık noktalarda sürekli bir ekip bulundurmak, en azından bir devriye koymak değil mi? O kadar mı zor?
Ama zaten Emniyet’in yanıtı, bakış açısını ortaya koyuyor.
İş yapma, işini yapıyormuş gibi görün. Amaç suçu ortadan kaldırmak değil. ‘Bakın biz 7 kişiyi gözaltına aldık’ demek.
Sonra birileri daha aynı yerde soyulursa elde ‘koz’ bulundurmak.
Vatandaşı değil, soruşturma ihtimaline karşı koltuğu korumak.
Bu kafayla büyük kentlerin güvenliğine bakınca, önümüze her gün onlarcası gelen soygun ve suç haberlerine şaşırmamak gerek.
Yine vatandaşımız ‘edepli’ de kan gövdeyi götürmüyor.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Rüyalarımızı gerçekleştirmek için risk almaktan korkmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2005
CUMA Kanal D Ana Haber’de çok ilginç görüntüler yayınladık. Muhabir arkadaşım İhsan Yıldız, İstanbul’da İnönü Stadı’nın hemen yanındaki Dolmabahçe kavşağında bir kapkaç olayını görüntülemişti. Hem de saniye saniye. Kapkaççılar otomobillerin çevresinde dönüyor, içeriyi ‘dikizliyor’, çalmaya değer bir şey gördükleri anda ellerindeki bujiyi cama vurup kırıyor ve çantaları alıp Gümüşsuyu’na doğru kaçıyorlardı.Olay anbean İhsan’ın kamerasına kaydediliyordu. İhsan Yıldız’ın kavşağı gözetim altına aldığı akşam saatlerinde yarım saat içinde aynı yerde iki kapkaç olayı yaşandı. İşin daha ilginci, bundan bir süre önce de aynı yerde bir kapkaç olayını görüntüleyip yayınlamıştık. Bu noktada pek çok kapkaç olayı olduğu belliydi. Kavşak kapkaççıların avlanma sahasıydı. Ve anlaşılan bizim ilk haberden sonra İstanbul Emniyeti burada bir önlem alma gereği duymamıştı. Kapkaçlar aynı hızıyla sürüyordu. Görüntüleri yayınladığımız günün ertesi muhabir arkadaşlarıma rica ettim, ‘Gidin bakalım bugün Dolmabahçe’de bir önlem var mı, polis var mı?’ dedim. Kanal D Haber muhbirleri gün boyunca aralıklarla Dolmabahçe kavşağına gittiler. Ve bir tek polise, en küçük bir önleme rastlamadılar. Ne olduğu belirsiz adamlar otomobillerin arasında cirit atıyor, özellikle kadın sürücüler korku dolu anlar yaşıyorlardı. Ama tek bir polis, nöbet bekleyen bir polis otomobili, bir devriye aracı yoktu. Kapkaççıların av sahası yine Allah’a emanetti. İstanbul Emniyeti’nin büyük bir vurdumduymazlık içinde olduğunu bir kez daha net bir şekilde gördük. Aslında yazmamız gereken İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın bu kentin yükünü taşıyamadığı ve yerine daha ehil birinin getirilmesinin gerektiği. Ama yazmayacağım. Çünkü biz yazınca Başbakan Erdoğan ‘Basın istedi diye Emniyet Müdürü değiştirmem’ diyecek. O yüzden tam tersini yazıyorum. İstanbul Emniyet Müdürü’nden çok memnunuz. Sakın görevden almayın. Zaten soyula soyula yakında kimsenin soyulacak bir şeyi kalmayacak. Rahata ereceğiz.Polis proje üretsin bahane değilNE zaman bir üst düzey Emniyet yetkilisiyle konuşup, polisin eksiklerinden, yanlışlarından söz etsek hep benzer yanıtlar, benzer bahaneler duyuyoruz: ‘Üç otuz para verdiğimiz adamlardan daha fazla ne bekleyebiliriz’den başlayıp, ‘12 saat aralıksız çalışıyorlar buna can mı dayanır, benzin veremiyoruz ki devriye gezdirelim, Avrupa’da kişi başına düşen polis sayısıyla bizdeki aynı mı?’ya kadar giden bahaneler. Bu söylenenler yalandır, yanlıştır, boştur demiyorum. Emniyet müdürleri bu söylediklerinde haklı olabilirler. Hatta haklıdırlar da. Ama bunlar çözüme katkı sağlayacak sözler değil. Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ve özellikle de İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerin emniyet müdürlerine düşen bir ‘proje’ hazırlamaktır. İstanbul Emniyet Müdürlüğü bir proje hazırlamalıdır. İstanbul’a kaç polis, kaç polis otomobili gerektiği, bu otomobillere hangi donanımın yerleştirileceği, kaç yeni karakol kurulmasının elzem olduğu, görev yapacak polislerin özelliklerinin ne olacağı, İstanbul’un güvenli bir kent haline gelmesinin parasal maliyeti gibi soruların yanıtlarının verileceği bir proje. Sonra bu projeyle ortaya çıkıp, ‘Bakın beyler, biz İstanbul’u güvenli bir kent yaparız. Ancak bunun şartları budur. Bu maliyeti karşılamalıyız’ demelidir. Benzer sorunları yaşayan bütün büyük kentler kendi şartlarına uygun projeleri hazırlamak zorundadır. Ondan sonra oturup bu proje üzerinden çözüm aranır ve sorun bir ‘düşünce’ sorunu olmaktan çıkar, bir maliyet sorunu haline gelir. Ve oturup hep beraber bu maliyetin nereden karşılanacağını hesaplarız. Büyük kentlere ‘güvenlik vergisi’ mi koyarız, Büyükşehir Belediyeleri’nin gelirlerinin bir kısmını burayı mı aktarırız, birlikte karar veririz. Ama hiçbir çözüm üretmeden salt bahaneler üretip arkasına saklanmak ne kısa, ne uzun vadede bir çözüm getirmez. Sadece umutsuzluğu artırır o kadar. NOT: Bana bu bahaneleri üreten emniyet müdürlerinden bazıları Emniyet Genel Müdürlüğü’ne, hatta İçişleri Bakanlığı’na kadar yükseldiler ama polisin sorunlarına hiçbir çözüm üretmediler. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?En fazla sallananların, hak edilmemiş koltuklar olduğunu kavradığımız zaman.
button
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2005
<B>ABD’</B>de yaşayan bir eski diplomattan bir e.posta geldi. <br><br>Türkiye’ye gündem pompalandığı yolundaki görüşlerime tamamen katıldığını söylüyor. Ve ekliyor:
Sayın Altaylı,
‘Türkiye’ye Gündem Pompalanıyor’ başlıklı (bugünkü) yazınızı okumadan önce size bu bulguyu göndermeye karar vermiştim. Siz de bu izleniminizi başlığa taşıyınca ileteyim istedim.
Pollock adlı gazeteci, sizin de belirttiğiniz gibi tanınmış biri değil. O tarz bir yazı yazılması için çalıştığı gazete ‘bir yerlerden’ dürtülmüş ve yazıyı yazma işi de Pollock’a düşmüş olabilir. Ama ayrıntılı bilgilerin kaynağının, ‘Ankara’da ikamet eden bazı Amerikalılar’ olduğu konusunda şüphem var. Bu, kote edilen Amerikalılar, böylesi ayrıntılar verecek acemilikte değillerdir sanıyorum.
Onlar yazıyı istemişlerdir, Pollock kardeşimiz de ‘görev aşkı’ ile işe sarılmış ve hani teniste smaçlık bir top gelir de siz topu ‘öldürmeniz’ gerektiğini bilirsiniz; ama o anda, şöyle sert vurayım, şöyle ters köşeye atayım derken fileye takarsınız ya, işte öyle olmuş galiba. Yani ‘over killing’. Yazısına koyarak ‘over-kill’ ettiği ayrıntıları ise yine ‘Ankara’da ikamet eden bir Türk gazeteci’ vasıtasıyla elde etmiştir sanıyorum. (Emekli diplomat burada Pollock’un dostu olan ve Ankara’da bir gazetenin temsilciliğini yapan birinin adını veriyor.)
Nereden beslenirse beslensin, Pollock’un kastı aştığı ortada.
Diplomat dostum daha sonra benzer yazılar kaleme alan De Borchgrave isimli yazarın ilişkide bulunduğu karanlık odaklarla ilgili olarak da bir araştırma yaptığını belirtiyor.
Anlayacağınız birileri bir oyun tezgáhlıyor.
Bizden birileri de buna alet oluyor.
En azından iddia böyle.
İthal içkilerde vergi kaçakçılığı
MALİYE yüksek vergilerle yerli içki üreticilerinin ‘anasını ağlatırken’ içki ithalatçıları da gümrüklerin ‘anasını ağlatıyor’.
Nasıl mı? Basit, vergi oranları arttıkça fiyatlarını düşük gösterip hep aynı oranda vergi ödeyerek.
İşte gümrük müfettişlerinin tespitleri.
İthalatçı firma, bir kasa Johny Walker Red Label viskinin değerini gümrüğe 14.36 sterlin olarak bildiriyor. Ama aynı viskiyi free shop’a 47.50 sterline satıyor.
Bir başka ithalatçı Jim Beam, bir kasasının fiyatını gümrüğe 41.50 dolar olarak bildiriyor ama aynı ürünü free shop’a 68 Euro’ya satıyor. Yine bir başka firma, Jack Daniels marka viskinin fiyatını gümrüğe 30.72 dolar olarak bildirirken bu malı free shop’a 91.56 dolardan satıyor. Yani açık ve net bir biçimde vergi kaçakçılığı yapılıyor. Fiyatlar küçültülerek bu mallarda ÖTV ve KDV kaçakçılığı yapılıyor. Çünkü malın asıl değeri, free shop’a satılan değer.
Diğeri ise uluslararası pazarlama firmasının Türkiye’de kendine ait firma üzerinden düşük vergi ödemek üzere kurduğu bir düzen. Bu düzene arada bir çomak sokanlar olsa da sistem işliyor ve Türkiye sadece ithal içkilerden dolayı yılda yüz milyonlarca dolarlık vergi kaybına uğruyor. Tabii Maliye de çok masum değil. Onlar da yüksek vergi oranlarıyla bazen sahteciliği, bazen de kaçakçılığı teşvik eder ve özendirir hale geliyorlar.
O da ayrı mesele...
Bu konuyla ilgili yazılarımız sürecek.
Sadece elçilik değil kent korunuyor
BİR avukat, Ankara’daki ABD Büyükelçiliği’nin çevresindeki güvenlik önlemlerini mahkemeye götürdü.
Hukukçu vatandaşımız, büyükelçilik arazisinin çevresine demir bariyerler dikilmesini ve elçiliğin önünden geçen yolda ‘kontrollü trafik’ uygulanmasını ‘hatalı’ buluyor ve bunun önlenmesi için yargıya başvuruyor Oysa dünyanın hemen her yerinde ABD büyükelçilikleri benzer bir biçimde korunuyor. Mesela, Londra’da ABD Büyükelçilik binasının bulunduğu bölge tamamen trafiğe kapalı.
Paris’te de durum farklı değil.
Avrupa’nın hemen her başkentinde ABD büyükelçiliklerinin çevresinde benzer ‘ağır’ koruma önlemleri alınmış.
Burada korunan sadece ABD Büyükelçiliği değil, aynı zamanda kentin huzuru ve yaşayanları da korunuyor. Çünkü bu önlemler ‘caydırıcı’ olduğu için bir şiddet eyleminde bulunulamıyor ve böylece herkes korunmuş oluyor.
Ankaralı hukukçu yurttaşımızın girişimini ‘beyhude’ bir uğraş olarak görüyorum.
Hani Marmaray çevreciydi
İSTANBUL’un iki yakasını denizaltından demiryoluyla bağlayacak Marmaray Projesi’ni yıllar önce Hürriyet’te ben duyurmuştum.
Çok doğru bulduğum bir projeydi. Projenin en önemli özelliklerinden biri de ‘çevreci’ olmasıydı.
DHL Genel Müdürlüğü’nden bu projeyle ilgili olarak bilgi aldığımda, ‘O kadar ki, inşaatın yapım aşamalarında balıkların göç hareketleri bile göz önüne alınacak. Balıklar rahatsız edilmeyecek’ denilmişti. Ancak şimdi öğreniyorum ki bu konuda sözler tutulmuyor. Projenin su altı bölümüyle ilgili olarak nisan ayında çalışmalar başlıyor.
Bu şu demek: Tam balıkların göç döneminde inşaat yapılacak.
Uzmanlardan aldığım bilgiye göre bunun anlamı şu: En az 5-6, belki de çok daha uzun bir süre için Karadeniz ve Marmara’da balıkçılık büyük yara alacak.
Projenin biraz geç başlamasında hiçbir sakınca olmayacağını düşünüyorum.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
En büyük güç kaynağının özgüven olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2005
<B>İKTİDARLAR </B>da değişse, ideolojiler de değişse, Türkiye’nin <B>‘kaderi’</B> yolsuzluklar değişmiyor. <br><br>Şimdi size aktaracağım gerçeklerde olduğu gibi.Osman Pepe, Çevre ve Orman Bakanı olduktan sonra kadrosunu oluştururken Bünyamin Karaca isimli bir vatandaşı ‘Orman Bakanlığı müsteşar yardımcılığına’ getirdi.
Karaca, Meteoroloji’den sorumlu müsteşar yardımcısı olarak göreve başladı.
Adnan Ünal ise Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürü yapıldı.
Bu iki vatandaş, 2004 yılının 6-10 Haziran tarihlerinde ‘davetli’ olarak Finlandiya’ya gitti.
Daveti yapan ve müsteşar yardımcısı ile genel müdürü Finlandiya’da ağırlayan Vaisala firmasıydı.
Bu firma meteorolojik aletler üretip satıyordu.
İki bürokrat Helsinki’de ‘Scandiz Marski Otel’de ağırlandılar.
Elimde bu ağırlamaya ilişkin faturalar mevcut. Mesela, Bünyamin Karaca 8 Haziran gecesi bir şişe köpüklü şarap içmiş. Ardından odasındaki televizyonda ‘Pay TV’ izlemiş.
Adnan Ünal ise sadece su içmiş.
Kaldıkları odanın geceliği 145 Euro. Bir Pay TV, bir köpüklü şarap ve birkaç şişe su dışında fazla ekstraları yok.
Otel faturalarıyla birlikte bunların bedelini de, kendilerini ağırlayan Vaisala firması ödemiş.
Ardından 2004 yılının ağustos ayında Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü, 10 adet havalimanı otomatik meteoroloji istasyonu alımı yapmış.
Peki sizce bu 10 adet otomatik istasyon kimden alınmış?
Evet bildiniz. Müsteşar yardımcısı ve genel müdürü ağırlayan Vaisala firmasından. Vaisala ile 4 Ekim 2004’te, 1 milyon 674 bin 590 Euro’luk anlaşma imzalanmış.
Yaklaşık 2320 Euro’luk ağırlamayla 1 milyon 650 bin dolarlık iş.
Olay bununla da kapanmamış.
Aynı dönemde 76 adet otomatik meteoroloji istasyonu için daha ihaleye çıkılmış ve teklifler alınmış.
3 firma teklif vermiş. En düşük teklif 1 milyon 600 bin dolarla Jinyang firmasından gelirken, en yüksek teklifi 2 milyon 376 bin dolarla Vaisala vermiş.
Peki ihaleyi kim almış?
Bilemediniz. Vaisala almamış; ama Vaisala alamayınca ‘ödenek yok’ denilerek ihale iptal edilmiş.
Bana bu bilgileri verenler diyor ki: ‘Alınacak istasyonlardan biri Esenboğa’ya konulacaktı. Bu istasyon yolsuzluk nedeniyle alınamadığı için Başbakan’ın uçağı uyarılamadı ve az daha düşüyordu.’
AKP’nin getirdiği bürokratlar yüzünden AKP Genel Başkanı ve Başbakan Erdoğan’ın uçağının düşme tehlikesi atlatması, acaba kaderin bir oyunu mu?
Yapılan yanlışsa medyanın suçu ne?
BAŞBAKAN medyayı ‘ispiyonculukla’ suçluyor.
Gerekçe, polis dayağının ekranlara getirilmiş olması ve Avrupa ülkelerinin polislerinin davranışlarına değinilmemiş olması.
Anlaşılan Başbakan’ın danışmanları ‘fos’ çıkmış.
Çünkü biz Kanal D Haber’de daha ilk gün ‘Yapılan yanlış; ama Avrupalılar da aynı yanlışı yapıyor’ diyerek İtalya, Fransa, İsviçre ve İrlanda’dan örneklerle Avrupalı polislerin adam öldürmeye varan görüntülerini yayımladık.
İtalya’da bir göstericinin polis kurşunuyla vurulmasını ve daha sonra cesedinin üzerinden polis otomobiliyle geçilmesini gösterdik.
Benim de ertesi gün bu köşede yayımlanan yazım aynı içerikteydi.
Diğer taraftan eğer ortada bir vaka varsa biz bunu yayımlarız.
Yapılan yanlışın düzeltilebilmesi için önce yanlışlığın ortaya koyulması gerekir.
Başbakan da yapılanın yanlış olduğunu kabul ettiğine göre, bunun ortaya konulmasından rahatsızlık duymaması gerekir.
Üstelik Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin ‘açık ve demokratik’ bir toplum olması için büyük çabalar göstermiş ve bu çabalarından dolayı alkışladığımız bir lider.
Acaba Başbakan bu çabalarından pişmanlık mı duyuyor!
Üstelik son günlerde sıkça basını suçlar oldu.
Ben yılların tecrübesiyle bilirim ki, basını suçlamaya başlayan siyasetçiler, özgüvenlerini kaybetmeye başlayan siyasetçilerdir.
Tayyip Erdoğan’ın özgüven kaybı başladıysa, biraz erken başladı demektir.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Yarın için bugünü feda etmeyi bir kısırdöngüye çevirmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2005
<B>TBMM </B>bünyesinde şike iddialarını araştıran komisyonun tutanaklarında doğru bulduğum tek cümle şu: <br><br><B>‘(Türkiye Futbol Federasyonu) kendisi hesap verebilen bir kurum olmadığı sürece, hesap sorabilen bir kurum da olamıyor.’</b> Rezaletin Meclis’te tutanaklara geçmiş hali anlayacağınız.
Peki bu ‘hesap verememe’ durumu neyle ilgili.
İddialara göre Türkiye Futbol Federasyonu ‘teşvik primi’ vermiş. Raporda bununla ilgili belge veya kanıt yok; ama çok çirkin cümleler var:
‘Özellikle Milli Takım’ın maçlarında teşvik primi verilmesi konusunda yaptığımız değerlendirmede aldığımız ifadeler veya yönelttiğimiz sorulara aldığımız cevaplar sonucunda Futbol Federasyonu’nun mali yapısı içinde bu tür bir paranın bir ülkeye veya kişiye ödenmesiyle ilgili bir bilgi tespit imkánı yok. (...) Bu şekilde bir 750 bin dolar olduğu ifade ediliyor. Sadece iddia üzerinde kaldı ve biz raporumuzda ülkemizin uluslararası kurumlar nezdinde yaşayabileceği sıkıntıları dikkate alarak bu konuda yorum yapmaktan kaçındık.’
Bunlar tutanaklarda var. Devamı da var.
Komisyon Başkanı diyor ki: ‘Konuyu İstanbul’a gittiğimizde şifahen söylediler. Bunun delilleri olması gerekir. Yoksa söylenmesi bile doğru değildir.’
Komisyon üyelerinden Ahmet Ersin haklı bir çıkış yapıyor:
‘O zaman nasıl sonuca varacağız? Zaten biz araştırdığımız konuların hiçbirinde delil, resmi kanıt bulamayacağız ki!’
Evet işte durum bu.
Meclis’teki Şike Tahkik Komisyonu’ndan bir sonuç bekliyorsanız daha çok beklersiniz.
Sahteciliğin cezası yok ki!
SAHTE rakı skandalı patladı. Şimdiye kadar 25 cana mal oldu.
Ardından sağda solda sahte rakılar, sahte votkalar ortaya çıktı.
Herkesin söylediği şu: ‘Yahu bu kadar kolaydı da, niye bu sahtekárlar daha önce yakalanmıyordu?’
Tabii işin aslı öyle değil.
Yakalanıyordu ama yakalanıyordu da ne oluyordu?
Hemen söyleyeyim; önceden de çok miktarda sahte gıda maddesi yakalanıyordu.
Örnek mi; yanılmıyorsam bir buçuk ay kadar önce Ankara polisinin yaptığı bir operasyonda 5 ton sahte rakı ele geçirilmişti.
Polis, sahte rakıları imal edenleri aldı ve delillerle birlikte mahkemeye sevk etti.
Mahkeme ne yaptı?..
Bir para cezası kesip serbest bıraktı. Çünkü Türkiye’de sahteciliğin cezası yok. Var ama laf olsun diye bir ceza.
Sahte rakı yapmanın hukuki karşılığı ‘marka taklitçiliği’.
Bunun, kişilerin sağlığıyla ilgili sonuçlar doğurabileceği hiç göz önüne alınmıyor.
Bir süre önce Sabah Gazetesi’nde bir haber vardı.
Polis, sahte ilaç imal edenleri yakalamıştı.
Bu ilaçları alan ölür mü, kalır mı, ya da hastalığı tedavi edilemediği için vahim sonuçlarla karşılaşır mı, bu hiç göz önüne alınmadan ‘marka taklitçiliği’ suçuyla mahkemeye çıkarılmış ve serbest kalmışlardı. Şimdi gördük ki, bu iş basit bir marka taklitçiliği değil ve zaten marka taklitçiliği de basit bir suç değil.
Şimdi umuyorum ki, acilen bir yasal düzenleme yapılır ve taklitçiliğe ağır cezalar getirilir.
Tabii inşallah birileri, ‘Haram olan bir şeyi içtiler. Beter olsunlar’ diye düşünmüyordur.
Sorun yoksa bu yazıları kim yazdırıyor?
AMERİKAN Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Richard Boucher, ‘Türk-Amerikan ilişkilerinde bir sorun yok. Amerikan basınının yazdıkları bizi ilgilendirmiyor’ diyor.
Ancak durum pek öyle görünmüyor.
Amerikalı bazı gazetecilerin yazdıklarına ve yazılanların ‘neviine’ bakılınca, bunların Amerikan yönetimince ve özellikle de ABD’nin Ankara’daki Büyükelçiliği tarafından yönlendirildiği çok açık.
Ayrıca Amerikan basınının yazdıkları Amerikan yönetiminin ‘düşüncesini’ ifade etmiyorsa, Türkiye’deki bazı gazete veya gazetecilerin yazdıklarının faturası nasıl oluyor da Türk hükümetine çıkartılıyor?
Üstelik Türkiye’de marjinal sayılabilecek gazetelerin ve bunların bazı yazarlarının Amerikan aleyhtarı yazıları Türkiye’nin siyasi konumlanmasını gösteriyor da, Türkiye’nin en büyük gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni’nin büyük bir cesaretle kaleme aldığı ‘Ben, ABD ile dostluktan yanayım’ yazısı Amerikalı gazeteciler ve fikir önderleri için niye hiçbir anlam ifade etmiyor.
Bana öyle geliyor ki, her iki tarafta da birileri Türk-Amerikan ilişkilerini bozmak ve bölgedeki dengelerle oynamak için bir oyun peşinde.
Bu oyunu bozsa bozsa iki hükümetin karşılıklı tavrı bozabilir.
Ancak her ikisi de bugünlerde bunu görecek noktada değiller.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Doğruların peşinde olmadıkça evrensel alanda başarılı olunmayacağını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku