4 Mayıs 2004
<B>BAZI</B> kurumların,bazı mesleklerin tipik sayılabilecek davranışları vardır. Örneğin; oldum olası DPT’ciler ithalatın kısılması, cari işlemler açığının büyümesi konusunda hassastırlar ve bu konularda bir alarm işareti gördükleri zaman, ilk istekleri, ‘Kaynak Kullanım Destekleme Fonu (KKDF) primlerinin artırılması’ olur. Hazine ve Merkez Bankası ise genellikle işin sadece bununla çözülmeyeceği, ek mali tedbirler gerektiğini söylerler. Politikacılar ise genellikle, ‘ekonomiyi soğutma dönemleri’ geldiğinde telaşlanır, mümkün olduğunca ekonominin canlı gitmesini istedikleri için, bu tür önlemlere karşı çıkarlar...
Şimdi benzer bir senaryo daha sahnede...
Bu kez Merkez Bankası içtalebin kontrolü ve tüketici kredilerinin sektörü olumsuz etkileyeceği görüşüyle, KKDF artırımını bir süredir destekliyor. Hazine ise başında eski bir DPT’ci bulunduğu için, yani o bakış açısı Hazine’ye de hakim olduğu için KKDF artırımından yana... Bu kez BDDK da devrede ve duyduğumuz kadarıyla bu kurum da sektörün sağlığı açısından tüketici kredilerindeki patlamanın yumuşatılması görüşünde...
Maliye Bakanlığı ise bu kez, artırıma biraz direniyor gibi gözüküyor. Belki de kaygıları ithalattan aldıkları vergilerin azalmasıdır, kimbilir...
Politikacıların ne yapacağı ise gördüğümüz kadarıyla hala net değil. Hafta sonunda yapılan toplantılarda, tüketici kredilerindeki KKDF’nin artırılması üzerinde mutabık kalındığını yazmıştık. Ancak gelen sinyaller bu kararın uygulamaya girmesinin biraz sıkıntılı olacağını gösteriyor.
Çünkü tipik politikacı davranışı devreye giriyor ve canlanmaya başlayan ekonominin soğutulmasına karşı çıkmalar var.
SON SÖZ ERDOĞAN’IN
Bu nedenle, KKDF artırımı biraz tehlikeye girebilir gibi gözüküyor. Dün bazı bakanlar ekonominin soğutulmasına, tüketici kredilerinin yavaşlatılmasına gerek olmadığını söylediler ama bunlara bakıp ‘olmayacak, yapmayacaklar’ da diyemeyiz. Çünkü son kararı Başbakan Tayyip Erdoğan verecek.
Erdoğan, KKDF artırımına olur derse, bence ‘olumlu bir karar’ almış olacak.
Ancak ezelden beri KKDF artırımının tek başına yeterli olamayacağını savunan biri olarak, önümüzdeki dönem ekonominin çok daha yakın takibe alınması gerektiği,başka önlemlerin hızla devreye sokulmasının zorunlu olacağı dönemlerin gelebileceğini düşünüyorum. Zamanında tavır koymanın, küçük de olsa ‘tedbir’ havası verilmesinin gerekliliğini son krizde gördük.
Bence; herşeyin başı mali disiplinden geçiyor. Hükümet ‘biz ekonomiyi şöyle iyi düzelttik’ havasından çıkıp, ‘değirmenin suyunun dışarıdan geldiğini’ görmesi gerek. Asıl olarak da, bu suyun başka yerlere gitmesini engellemeye, gitmesi kaçınılmaz olduğunda buna karşılık alınacak önlemleri şimdiden saptamaya çalışmalı. Bu yol da, ‘mali disiplin’den geçiyor. Gerekirse dışarıya sermaye çıkışını dengeleyecek sağlam vergi gelirleri bulmak zorunda kalınacağını unutmamalı. Mali disiplinden vazgeçilmeyeceği imajını vermek için, IMF’le anlaşmanın önemini kavramalı, AB’den olumsuz sinyallerin de geldiği bu dönemi rahat aşabilmek için, gerekirse IMF’yi erken çağırıp, ‘tedbiri’ de olsa yeni bir stand-by anlaşması yapacağını duyurmalı.
Bu arada bazı bakanların sık sık çıkıp ‘ek tedbire gerek yok’ diye demeçler verip, buna karşılık yapılan toplantılarda KKDF artışını savunması, piyasaları kandırma isteğinden başka bir şey değildir.
Ekonomiyi yönetenler, piyasaları kandırmaya kalkışarak aslında kendilerini kandırır, ekonomiye zarar verirler. Bunun örneklerini çok gördük.
Yazının Devamını Oku 
3 Mayıs 2004
<B>DÖVİZ</B> fiyatlarında yaşanan son gelişmeler ekonomi yönetimini alarme etti. Cumartesi günü Maliye Bakanlığı’nda yapılan toplantılarda, <B>‘artan tüketim artışına fren ihtiyacı’ </B>tartışıldı. Yapılan toplantılarda FED’in faiz artırım beklentisi ve bunun üzerine çıkan sıcak para miktarı da ele alındı. Yaklaşık 20 milyar dolarlık bir sıcak paranın hisse senedi, bono ve repoda olduğu, son 15 günde bunun yaklaşık 2-2,5 milyar dolarının, yaptıkları yatırımlardan çıkıp, dövize dönerek sermayeyi ülkelerine götürdükleri anlaşılıyor. Bunun, Türkiye gibi diğer gelişmekte olan ülkelerde de görüldüğü ve fon yöneticilerinin belirsizlik nedeniyle, girdikleri ülkelerden çıkarak likit kalmak için böyle bir harekete girdikleri, bunun Türkiye’yi de etkilediği konuşuldu.
Maliye Bakanlığı’nda yapılan toplantılarda uluslararası ekonomik gelişmelerin bundan sonra alacağı şekil ve bu gelişmelerin Türkiye’yi nasıl etkileyeceği de tartışıldı.
Hafta sonunda stabilite kazanan kurların önemli bir şey olmazsa önümüzdeki hafta sakin seyretmesi bekleniyor. Buna karşılık yurtdışından kaynaklanan döviz talebinin artabileceği ihtimali üzerinde de durulurken, bu takdirde alınacak önlemler de masaya yatırıldı.Bu arada bazı bankaların Merkez Bankası’nın uyarılarına rağmen açık pozisyon tuttuklarının, son dönemde arttırdıkları döviz talebi ile ortaya çıktığı son kur artışlarında bunun da etkisinin görüldüğü konuşuldu.Bu arada sadece bankaların değil reel sektörün açık pozisyonu üzerinde durulup, bu konuda dikkat çekilmesi istendi.
Cari işlemler açığının dalgalı kur politikası uygulansa bile, paniği artırdığı saptanırken, Şubat ve Mart aylarında cari işlemler açıklarının 1.5’ar milyar doların üzerinde çıkacağının anlaşıldığı, bu nedenle piyasalarda artabilecek tedirginliğin önlenmesi için çalışılması kararlaştırıldı.
Ekonomide soğutma ihtiyacı
HIZLA artan döviz fiyatlarının doğuracağı sonuçların yanısıra, bu hareketle birlikte faiz oranlarında meydana gelen artış da dikkat çekici. Faizlerin son iki haftada yüzde 22’den 25’e geldiği gözlenirken, bu oranların daha da artması halinde özellikle bankacılık kesiminde sıkıntı çıkıp, bankalar zarar yazacakları için zaten eksik olan özkaynaklar daha da eriyebilir.
Reel faizlerin zaten yüksek olduğu, düşmesi gerekirken daha da arttığı dikkate alınarak bunun için ekonomide soğutma işlemenin zaman geçirilmeden başlaması gerektiği üzerinde de konuşuldu. Bunun için Hazine’nin daha az borçlanması, onun için de kamu harcamalarının kısılması gerekiyor. Bu nedenle Maliye Bakanlığı’nın kamu harcamalarında daha da kısıntı yapalabileceği kalemlere bakması gerekecek.
Ekonomi yönetiminde bütün bu riskler ve alınabilecek önlemler ele alınırken, hükümete bu konuda bir brifing verilmesi ve kararın Hükümete bırakılacağı öğrenildi. Cumartesi günü yapılan toplantılara Maliye Bakanlığı yetkililerinin yanısıra hazine, DPT, Merkez bankası ve BDDK yetkilileri de katıldı. Toplantıda önümüzdeki hafta gelişmelere bakılması, ‘ince ayar’ gerekecek kararlar için dikkatli olunması kararlaştırıldı.
Tüketici kredilerinde KKDF artıyor
ARTAN ithalatta tüketici kredilerindeki artış nedeniyle otomobil gibi malların ağırlığının arttığı, bu arada yatırım malı ithalatının da dikkat çekici boyutlara ulaştığı kaydedildi. Bu nedenle otomobil ithalatının kaynağı haline gelen tüketici kredilerinin pahalandırılması üzerinde duruldu.
Önümüzdeki günlerde tüketici kredilerindeki patlamanın yumuşatılması ve bu kredilerin hem bankacılık kesimi için risk olmaktan çıkarılıp, hem de ithalattaki artışın frenlenmesi için tüketici kredilerinin pahalandırılması kararlaştırıldı.
Merkez Bankası, son iki aydır kamuoyuna açıkladığı duyurulurda tüketici kredilerindeki artışa dikkat çekiyor ve uyarıyordu.
Bu nedenle önümüzdeki günlerde tüketici kredilerinden kesilen Kaynak Kullanım Destekleme Fonu (KKDF) kesintisinin artırılması kararlaştırıldı. Böylece hem ithalattaki artışın frenlenmesi hem de içtalepteki artışın daha dengeli biçime sokulması amaçlanıyor.
Tüketici kredilerinde KKDF artırımının yanısıra bazı ek tedbirlerin daha gündeme gelmesi, tüketici kredilerindeki artışın kesilmesi görüşü benimsendi.
Tüketici kredilerindeki artışta kamu bankalarının hızlı faiz indiriminin etkili olduğu kaydedilirken, kamu bankalarının bu kredileri daha fazla indirmesinin önüne geçilmesi, hatta tüketici kredilerinde yeniden faiz artırıma gitmesi de önümüzdeki günlerde gündeme gelecek.
Bu arada kısa süre önce sıfırlanan yurt dışından kullanılan kredilerdeki KKDF’nin yeniden konması üzerinde de duruldu. Ancakr şimdilik bu konuda bir önlem düşünülmüyor.
Tüketici kredilerindeki artışın pahalandırılmasının yanısıra, gümrüklerde daha sıkı kontrol yapılması ve bu yolla ithalatın biraz daha frenlenmesi de toplantılarda konuşuldu.
Güven için IMF erken çağrılabilir
BU arada piyasalara güven verebilmek için, Türkiye’nin 2004 sonrasında IMF’le ilişkilerinin ne olacağının biran önce netleştirilmesi gerekiyor. Bu nedenle IMF Heyetinin erken çağrılması ve 8. gözden geçirmenin biran önce tamamlanması piyasalarda konuşulmaya başlandı. Cumartesi günü yapılan toplantılarnda bu konunun gündeme gelmediği öğrenildi. Ancak önümüzdeki günlerde panik havasının sürmesi halinde, piyasalar Hükümetin ve ekonomi yönetiminin IMF’i erken çağırabileceğini konuşuyorlar. Çünkü 8. gözden geçirme bitiminde IMF’le 2004 sonrası ilişkilerin ne olacağının da kamuoyuna açıklanarak rahatlatılmasının gündeme gelebileceği belirtiliyor.
Bu kararın Hükümete ait olacağı ama AB’den müzakere sürecinin başlatılması konusunda gelen olumsuz demeçlerin artmasının piyasaları tedirgin ettiği, bu nedenle IMF çıpasının devam etmesi gerektiği konuşuluyor.
Ancak IMF’le ilişkilerin hangi tür bir anlaşma ile yürüyeceği konusunda Hükümet kararını henüz netleştirmiş değil. Sıkıntıların devam etmesi ve AB’den müzakere süreci ile ilgili olufmlu sinyaller alınmaması halinde, Hükümetin tedbiri ya da normal stand-by anlaşması yapılmasına daha sıcak bakacağı, piyasaların beklentisinin de bu yönde olduğu görülüyor.
Akaryakıt ve doğalgaz zamlanabilir
TOPLANTILARDA ele alınmadı ama piyasalarda yurt dışında yükselen petrol fiyatlarına ek olarak, kurlarda meydana gelen hızlı artışın özellikle akaryakıt ve doğalgaz fiyatlarında ayarlama ihtiyacını doğurduğu konuşuluyor .Önümüzdeki günlerde artan maliyetlerin akaryakıt ve doğalgaz fiyatlarına yansıtılmasının kaçınılmaz olacağı anlaşılırken, bu artışların Merkez Bankası’nın enflasyon hedefini sıkıntıya sokmayacak ölçü ve biçimde yapılması gerekiyor. Bu nedenle küçük artışlar, DİE’nin fiyat aldığı dönemlere zamların denk getirilmesi gündeme gelebilir.
Bu arada akaryakıt ve doğalgaz fiyatlarında zam gerekirken, elektrik fiyatlarının bir süre daha bu seviyelerde götürülebileceği tahmin ediliyor. Elektrik fiyatlarında hesap yapılırken, kurun yüksek tutulduğu,bu nedenle kurun bu seviyesinde bir zamma ihtiyaç olmadığı ama ileride buna da gerek duyulabileceği konuşuluyor. Sanayicilerin özellikle elektrik fiyatlarına duyarlı oldukları kaydedilirken, bunda şimdilik artış ihtiyacı olmaması sevindirici bir gelişme sayılabilir.
Yazının Devamını Oku 
1 Mayıs 2004
KIBRIS ve AB ile uğraşan Hükümet, bir süredir ekonomiyi boşlamış durumda. 7. gözden geçirme çalışmaları ve bu sırada alınan önlemlerin ardından Hükümetin hemen hemen hiç ekonomiye eğilmediği görüldü. Ama şimdi zamanı geldi, ekonomiye biran önce eğilmek zorunda.TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Almanya’daki temasların ardından yaptığı değerlendirmede bu konuya eğilerek Hükümetin biran önce ekonomiye dönmesi, yapısal tedbirleri hızlandırması gerektiğini, IMF için değil ülke için bunların biran önce yapılması gerektiğini söyledi.Bence, yaşanan son gelişmeler, Hükümetin biran önce ekonomiye odaklanması gerektiğini, çarpıcı biçimde ortaya koydu. Çok geç olmadan, ekonominin masaya yatırılması gerekiyor.Yaşanan son gelişmeleri, ne hafife almak ne de fazla abartmamak gerekiyor. Bu süre içerisinde İstanbul’da belli kesimlerde panik havasının doğduğuna şahit olduk. Yine bu süre içerisinde dikkat çeken yönlerden biri; özellikle Devlet Bakanı Ali Babacan’ın sık sık verdiği demeçlerin piyasayı sakinleştirmeye yaramadığı, aksine bir etki yaratması oldu.Kendisine de daha önce özel sohbetlerimizde söylediğimiz için, şimdi rahatlıkla tekrarlayabiliriz ki; ekonomiden sorumlu bakanların bu kadar sık konuşmamaları gerekiyor. ‘Beklenti yönetimi’ sadece ‘hiçbir sorun yok’ demekle olmaz, gerektiğinde olası riskleri ortaya koyup, alınacak önlemleri de beraber söyleyip, piyasaları alıştırmak, olası sert hareketleri yumuşatmak gerekir. Babacan, umarız bu son gelişmelerde bunu gerçeği görmüştür. Özellikle IMF’le ilişkiler konusunda net olmayan, birbiriyle çelişik demeçler vermesi, yaşanan uluslararası gelişmeleri ‘umursamaz ve küçümser’ görünmesi, piyasalardaki paniğin artmasında etkili oldu.YABANCI ÇIKIŞLARIBence; doğan panik havasında asıl etken FED faizlerinde artış beklentisi nedeniyle yabancı çıkışları oldu. Sıcak para tüm gelişmekte olan piyasalardan olduğu gibi, Türkiye’den de çıkmaya başladı. Yabancılar bu hareketin gerekçesini, ‘belirsiz bir ortama giriyoruz, bu ortamda likit kalmak istiyoruz’ diye açıklıyorlar. Yabancı alımlarının asıl etken olmasının yanısıra, bazı bankaların açtıkları pozisyonlarını kapama telaşına girmeleri de döviz talebini artırdı.Cari işlemler açığının panikteki etkisi bence o kadar büyük olmamalı. Bakan yapmıyor ama biz piyasaları şimdiden alıştırmaya çalışalım; Ocak ayı cari işlemler açığı Şubat ve Mart aylarına kıyasla düşük çıktı. Şubat’ta 1.7 milyar dolar, Mart’ta da bir o kadar cari işlemler açığı bekleniyor. Yani Şubat ve Mart aylarında yüksek açıklara hazır olalım. Bu açıklar yıl sonunda açığın 9-10 milyar doları aşacağı anlamına gelmiyor. Bunu iyi bilip, panik olmamak gerek.Ancak cari işlemler açığındaki artışın ve yabancıların çıkışının panik yaratmaması için, ekonomi yönetiminin duruma hakim olduğunu piyasalara göstermesi lazım. Bu hakimiyeti göstermek artık lafla olacak iş değil, eylemle, gerekirse alınacak önlemlerin ucunu göstermekle olur. Yani durumu masaya yatırıp, ‘güven verecek’ rötuşlara başlamak gerekebilir.Bu arada piyasaların cari açık ve yabancı çıkışıyla panik olmasını engellemenin en iyi yollarından biri, ‘önümüzdeki dönemde yapılacak dışborç geri ödemeleri’ konusunda piyasaları rahatlatmaktan geçiyor. Piyasaların bu konuda rahatlaması için ise IMF’le ilişkilerin biran önce netleşmesi gerek. Siz Hükümet olarak kararınızı alıp, 3 yıl daha yeni bir stand-by anlaşması yapacağınızı, ödemeleri yaydığınızı açıklarsanız, inanın piyasalar aniden rahatlar. Bunun için bakanın sevdiği deyimle ‘ihtiyari’, yanlış çevirisi dediği haliyle ‘tedbiri’ stand-by anlaşması yapmak ve bu kapsamda gerektiğinde kullanılacak fon oluşturulması da yetecektir. Piyasaların rahatlatılması için böylesine köklü bir kararın artık alınması lazım. Çünkü herkes biliyor ki; Hükümet kendi başına gerekenleri yapacağı konusunda maalesef güven vermiş değil. Unutmayalım ki; AB’den müzakere süreci alınması konusunda da ciddi endişeler belirdi ve bütün bu gelişmelerin ekonomiyi olumsuz etkilemesinin en iyi yolu böyle bir açıklama...Bu arada yapısal tedbirler ve bankacılık gelişmeleri, hala yeni risk unsurları olarak devrede...
button
Yazının Devamını Oku 
27 Nisan 2004
<B>TEKSTİL</B> İşverenleri Sendikası’nın Antalya’daki<B> ‘Çin tehditi’</B> toplantısı sırasında DİSK Başkanı <B>Süleyman Çelebi</B> ile sohbet imkanı bulduk. Çelebi, kriz döneminde esnek tutumuyla işçilerin durumunun daha da ağırlaşmamasını sağlamış, işverenle diyaloga açık olmuş bir sendikacı...
Bu toplantıda da özellikle üzerinde durduğu konu, Çin’i bahane ederek, Türkiye’deki zaten düşük olan işçiliğin daha düşürülmesine çalışılmaması gerektiği, kayıtdışı işçiliğin önlenerek içerideki haksız rekabetin önüne geçilmesi gerektiği oldu.
Çelebi’nin Kıbrıs’ta çözümden yana tavır koyması, AB üyeliği için çaba sarfetmesi, Rum kesimindeki toplantılara katılması, hem ‘çağdaş sendikacılık’ adına, hem de muhafazakar bir sol yerine çağdaş, batı anlamında bir sol tabanın oluşturulması açısından olumlu bir tavır. Tabi ki kendi tabanında da bu politikalara tepki gösteren kişiler var ve tepki çektiği oluyor ama doğru bildiği yolda gidiyor. Yani solculuğun milliyetçilikle taban tabana zıt olduğunu, solculuğun asıl karakterinin ilericilik ve enternasyonalizm olduğunu bilen, bir sendikacı, aydın....
Çelebi, birkaç aydır yaşadıkları bir olaydan söz etti ve Türkiye’de yabancı sermayeli bir şirkette örgütlenme için önlerine çıkarılan engelleri, uluslararası sendikacılık dayanışması kanalıyla engellerin nasıl aşıldığını anlattı. Olayı Çelebi’nin anlattığından özetleyeceğim. Bu olay işçilerin AB’yi ve yabancı sermayeyi neden istemesi gerektiğini anlatan, çarpıcı bir örnek...
DİSK’e bağlı Birleşik Metal Sendikası, Bursa’daki Alman Grammer şirketinde örgütlenme başlatmış. Şirket yöneticileri önce işçilerin sendikadan istifalarını istemiş, sonra 19 Mart’ta 7 kişiyi işten çıkarmış. Bunun üzerine sendika, hem şirketin Almanyadaki merkezine, hem de uluslararası sendikalara durumu bildirip yardım istemiş. 22 Mart’ta işten çıkarılan işçi sayısı 58’e ulaşmış, bunların yerine cami hoparlörlerinden duyurularla, köylerden yeni işci alımı başlatılmış. Duruma Almanya’daki IG Metal el atmış ve Uluslararası İlişkiler Avrupa Sorumlusu Klaus Priegneiz devreye girmiş, Almanya’daki ana şirketle ilişkiye girilmiş. 26 Mart’ta İstanbul’da şirket yöneticileri DİSK Başkanı Çelebi ve Sendika Başkanı Adnan Serdaroğlu ile birlikte oturup anlaşmaya varmışlar. Birleşik Metal taraf olarak kabul edilip, atılan işçilerin geri alınması kararlaştırılmış.
GENEL MÜDÜRÜ YEMİŞLER
29 Mart’ta herşey normalleşme sürecine girerken protokole uyulmayıp, atılan işçilerin geri alınması yerine mevcut işçilerin Türk Metal’a üye yapılması için şirket yönetimi devreye girmiş.
Türk Metal Sendikası yöneticileri işverenin daveti üzerine geldiklerini söylemişler. İdari kadronun ve yeni işçi alınıp hepsinin Türk Metal’e kaydı yapılmaya çalışılmış. Ancak Birleşik Metal’a üye olan işçiler istifa etmemişler. Bu durum da uluslararası camiaya iletilmiş ve destekler gelmeye başlamış. 14 Nisan’da Bursa’da sendika ‘Grammer işçileriyle dayanışma gecesi’ düzenlemiş. Bu geceye IG Metall yetkilisi Preigneiz de katılmış ve işçilere IG Metall’in arkalarında olduğunu söylemiş. Aynı toplantıda DİSK Başkanı iç hukuka da uygun olmayan örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanmasını eliştirip, Türk Metal’i referanduma davet etmiş.
Bu süreçte 13 işçi daha işten atılmışken, IG Metall’in girişimleri sonucu Grammer’in ana şirketi ‘atılan 71 işçinin geri alınması’ kararını vermiş ve bu işçiler geri çağrılmış.
Bu arada Türk Metal sendikasını devreye sokmak için gayret gösteren fabrikanın Genel Müdürü Kerim Apak da, ana şirketin aldığı kararla görevinden alınmış. Perşembe günü sürecin tamamlanması, işten atılan 71 sendikalı işçinin göreve başlaması bekleniyor. Dolayısıyla DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası uluslararası dayanışma ile bu mücadeleyi kazanmış görünüyor. Şimdi DİSK yabancı sermayeyi sevmesin de ne yapsın?.
İşçilerin, onları temsil ettiğini söyleyen solcu partilerin, AB’ye ve yabancı sermayeye, ‘ideolojik kalıpları’ sorgulayıp, kendi çıkarları açısından, olumlu gözle bakmaları gerekmiyor mu?
Yazının Devamını Oku 
26 Nisan 2004
<B>KIBRIS</B>’ta yapılan referandumdan sürpriz sonuç çıkmadı. Bence sürpriz, Rum kesimindeki hayır oylarının bu kadar yüksek oluşuydu. Rumlar, şartlar ne olursa olsun, ideolojileri ne olursa olsun, milliyetçi yanlarının ağır bastığını, bir kez daha gösterdiler.
İç piyasada Kıbrıs referandumu merakla bekleniyordu. Bugün piyasalar açıldığında Kıbrıs faktörü, en azından bir süreliğine devreden çıkmış olacak. Çünkü, zaten piyasalarda böyle bir sonuç bekleniyordu ve bu satın alınmıştı. Türk tarafından hayır çıkması işleri kötüleştirir, Rum tarafından evet çıkması ise piyasaları coştururdu. Şimdi bir değişiklik olacağını sanmıyorum.
Piyasalar bundan sonra Kıbrıs’ta yapılacak diplomatik atakları takip edecek, AB ve ABD’nin tavrını izleyecekler. Ancak kısa sürede KKTC adına çok fazla bir şeyin değişeceği de beklenmemeli. Rum kesiminin, 1 Mayıs’ta AB’ye girene kadar yumuşak mesajlarının devam etmesi beklenirken,daha sonra takınacağı tutum ise merak konusu. Bence asıl hatasını Rum kesimini şartsız alarak yapan AB ise, iş işten geçtikten sonra hatasını düzeltmeye çalıştı ama beceremedi. Bundan sonra da AB’den bu konuda çok fazla bir şey beklememek gerekiyor.
KKTC adına asıl atağın ise ABD’den gelmesi bekleniyor. Milliyet’ten Yasemin Çongar ABD’nin BM’den gelecek raporu da gözönünde tutarak, KKTC ile turizm ve ticaret alanında işbirliğine gideceğini, IMF ve Dünya Bankası kanalıyla mali yardımların gündeme geleceğini yazıyor.
Gerçekten de, şimdi artık Kıbrıs referandumunun piyasaları nasıl etkileyeceğini bir tarafa bırakıp, KKTC’nin ne olacağının tartışılması gerekiyor. Başta Denktaş olmak üzere, çıkan sonucu başarı olarak görenler, KKTC’nin ayrı devlet olarak varolacağını söyleyenler var. Şahsen, kısa sürede ambargolarda yumuşama olsa bile KKTC’nin resmen tanıyacak ülkenin olacağını pek sanmıyorum. Bu nedenle KKTC’nin işi, bir süre daha çok zor olacak.
Kıbrıs Türk bankacılık sistemini de etkileyecek
BDDK ‘nın ne ölçüde haberdar olduğunu bilmiyoruz ama Türk bankacılık sistemi ile KKTC bankaları arasındaki ilişki çok yoğun. Yani KKTC’deki bankacılık sistemini rehabilite etmeye kalkıştığınızda, bundan mutlaka Türk mali sistemi de çok etkilenecek O nedenle hiç vakit geçirmeden çalışmalara başlamak gerekiyor. IMF ve Dünya Bankası’nın özellikle bankacılık kesiminin rehabilitasyonu için devreye girmesi, bence şart. Zaten İsviçre’de, henüz Annan, Planı’na son şeklini vermeden Rum kesiminin KKTC’deki bankacılık sistemini BM’ye şikayet ettiğini duyduk. KKTC’deki bankaların çoğunun mali açıdan ekside olduğunu, bir çoğunun kapatılması gerektiğini, burada doğacak zararların çok büyük olacağını, bunun birleşme halinde çok büyük yükler getireceğini söylediklerini duyuyoruz.
BM’nin bu konularda başvuracağı adres ise IMF ve Dünya Bankası’dır. Her ne kadar eskisi kadar yoğun olmasa da, Türk bankalarının KKTC’deki off-shore bankalarının durumu, rehabilitasyona başlanması halinde masaya yatırılacaktır. Bu konuda belki de İmar Bankası için kurulan ve yabancıların liderlik edeceği komisyonun da faydası olacak, Türk bankalarının KKTC ile ilişkileri ve riskleri de, daha objektif olarak su yüzüne çıkarılabilecektir.
KKTC’deki bankacılık sisteminin temizlenmesi, buradaki zararların net olarak açığa çıkması ve çağdaş bir sistemin kurulması şart. Bu arada Türk bankalarının, resmi tanınma aşaması uzun süreceği için, şimdiden direk olarak KKTC’de şube ya da yeni banka açacaklarını da sanmıyoruz.
Batık banka sahipleri kendi borçlarını satın alabilecekler mi?
NİYET mektubunda yazılı bir ibare dikkatimizi çekti. Mektubun 17. maddesinin ikinci fıkrasında TMSF’nin varlık satışında yaşanan başarısızlık anlatılıp, aynen şöyle deniyor:
‘TMSF’nin yeni kurulu TMSF varlıklarının satışına ilişkin stratejiyi tekrar değerlendirmektedir. TMSF Kurulu (i) eski banka sahiplerinden hak ve alacakları dahil müdahale edilen bankaların varlıkları ile (ii) İmar Bankası’nın eski sahiplerinden devralınanlar dahil, elindeki hisse ve şirketleri:çözüme kavuşturmak için gözden geçirilmiş stratejilerini 2004 yılı Nisan ayı sonuna kadar açıklayacaklardır. (yeni bir yapısal kriter). İlk varlık satış ihalesi 2004 yılı Temmuz ayı sonuna kadar tamamlanacaktır’
Kısacası: IMF, varlık satışına yanaşmayan TMSF’yi varlık satışına zorunlu kılıp, tarih koyuyor.
Ancak anlamadığımız bir şey var... Eski banka sahiplerinden hak ve alacaklar, şimdiye kadar ayrı değerlendiriliyor, 6183 sayılı yasa kapsamında yani kamu alacaklarının tahsili hakkındaki yasa uyarınca işlem görüyordu. Bu nedenle hakim ortakların borçlarının satışında, bu ortakların ihaleye girip de borçlarını doğrudan ya da dolaylı olarak satın alma hakları yoktu. 6183 sayılı yasa gereği bu yetki sadece TMSF’ye aitti. TMSF bu alacakları tahsil ediyordu.
Yani bir varlık satışına çıkıldığında bu borçlar satılan paket içinde yeralmıyordu. Aksi takdirde bir banka sahibi 100 liralık borcunu, çok ucuza kapatma imkanı bulacaktı. Yani varlık yönetim şirketinin satın alacağı paket içinde bu borç varsa ve örneğin şirket 100 liralık bu borcu 20 liraya satın aldıysa, eski banka sahibi 25 lira verip varlık şirketinden bu borcunu satın alabilirdi.
İşte bu sakat durumu önlemek için, bu eski banka sahiplerinin borçlarının takibi hem de 6183’e göre takibi yetkisi sadece TMSF’ye aitti ve varlık satışı içinde bu borçlar yeralmıyordu.
Şimdi soru işaretleri çoğaldı. Acaba bu ibare, TMSF’nin eski banka sahiplerinin borçlarının tahsilini 6183’den çıkarıp, sadece TMSF’nin tahsil yetkisinden çıkarılmasını, yani satılabilir bir borç haline getirilmesini içeriyor mu? Eğer böyle bir imkan tanınıyorsa, eski banka sahibi 100 liralık borcunu 25 liraya geri alma imkanına kavuşmuş olmayacak mı? Böyle bir imkandan, ‘hortumcu’ edebiyatı yapan Hükümetin haberi var mı, ya da Hükümetin talimatıyla mı bu madde konuyor? Verilen bu imkanın kamuoyu vicdanında yaratacağı etkiler ne olacak?
KKTC ekonomisinde köklü değişiklikler
ŞİMDİ KKTC tek başına... ABD’den gelecek yardımlar olsa da, AB’nin tavrı yumuşasa da, ikinci bir referandum için girişimler olsa da, KKTC’nin kendi başına ekonomisini disipline etmesi, tek başına ayakta kalacak bir ekonomik sistem kurması gerekecek.
KKTC ekonomisinin başında, Kıbrıs kökenli, çok deneyimli bir Türk bürokratı var. Ayşe Dönmezer Türkiye’de uygulanan ekonomik programda büyük katkısı olmuş, Hazine Müsteşar yardımcısı iken Kıbrıs ekonomisinin düzeltilmesi için samimi programlar hazırlamış, bunları hayata geçirmeye çalışmış bir kişi. Şimdi KKTC ekonomisinin başına geçti ama Dönmezer’in gerçekten bir şey yapabilmesi için KKTC’deki koalisyonun bozulmaması, üstüne üstlük Hükümetin ‘tek başına ayakta kalma’ iradesini göstermesi gerekiyor.
Eğer KKTC Hükümeti böyle bir iradeyi ortaya koyarsa ancak o zaman IMF ve Dünya Bankası’nın desteği istenebilir, Türkiye’nin yardımlarıyla ayakta kalmaktan vazgeçip, kendi ayakları üzerine dikilebilir. Bence ileride AB’ye girse de girmese de, Rum kesimi ile birleşse de birleşmese de, Türkiye ile ilişkisi ne olursa olsun, böyle bir ihtiyaç, şimdi eskisinden çok daha fazla kendini hissettiriyor.Söylenen ‘Tayvan Modeli’ ise KKTC için tartışmalı bir model...
KKTC’de herşeyden önce kayıtdışı ekonominin önlenip, piyasa ekonomisinin kurumsallaşması için gerekli tedbirlerin alınıp mekanizmaların kurulması, personel rejiminin gözden geçirilip, belki çok sayıda kişinin devlet kurumlarından çıkarılması, sübvansiyonların yeniden gözden geçirilmesi, doğru dürüst bir bütçenin oluşturulması gerekiyor. Bunlar çok zor işler...
Belki de en acil önlemler mali kesimle ilgili alınmalı. KKTC’de bankacılığın nasıl işlediğini çok iyi bilen Dönmezer’in yapılacak bankacılık reformuna ilişkin kafasında çok şey olduğunu biliyoruz ama Dönmezer’e bu fırsatın verilip verilmeyeceğini merak ediyoruz.
Yazının Devamını Oku 
24 Nisan 2004
<B>Bağımsız</B> kurumlar, ekonominin temel alanlarında, kural ve uygulamaların siyasetçinin inisiyatifinden alınması için kuruldu. Aslında daha önceki bağımsız kurumlar da, sonra kurulanlar da dışarıdan gelen baskılar sonucu oluştu. Bu kurumların gerekli olduğu açık... Bazıları abartılmış olabilir ama temel ekonomik alanlarda, hele ki Türkiye örneğinde, mutlaka politikacının elinin günlük uygulamalardan çekilmesi gerekir.
Bunun en eski örneği Merkez Bankası’dır. Tüm dünyada Merkez bankalarının bağımsızlığının gerekliliği artık iyice anlaşılmıştır. Bu nedenle Merkez Bankalarının bağımsızlığı hiçbir ülkede tartışılmaz. Bizde, Merkez Bankası’nın ilk kuruluşunda bile bu tartışmalar yapılmış ve gününe göre çağdaş bir yapı oluşturulmuştur. Ancak daha sonra politikacılar ve onlara yalakalık yapan bürokratlar bu bağımsızlığın zaman içerisinde geri gitmesinde önemli rol oynamışlardır. Rüşdü Saracoğlu döneminde bağımsızlık kavramı iyice işlenmiş, kısmen uygulamaya sokulmuştur. Hükümetlere ‘enflasyon oluşturmak’ için yardımcı olanları da gördükten sonra, son ekonomik programın ana unsurlarından biri Merkez Bankası bağımsızlığı olmuş, ve başarı kanıtlanmıştır. .
Buna rağmen, Hükümetin kimseye sormadan bu bağımsız kuruma atamalar yaptığını maalesef izliyoruz. Burada da doz kaçmak üzere, umarız görüyorlardır...
Hükümet bağımsız kurumlara karşı tavır izliyor. İktidara gelmeden bu tür söylemlere girip, bağımsız kurumların kararlarını eleştirmişler, buralara karışacaklarının işaretlerini vermişlerdi. Daha sonra, bırakın normal bürokrasiye, bu kurumlara bile parti yönetiminden atamalar geldi ve şimdi bu bağımsız kurumların gerçekten bağımsız olup olmadıkları tartışma konusu edilir oldu.
Enerji Piyasası Üst Kurulu’nda, İhale Kurumu’nda, ‘siyasetin bu alanlardaki etkinliğini azaltıyor’ diye, müdahaleler oldu, hálá devam ediyor.
Yani Türkiye bağımsız kurumları içine sindiremedi, AKP Hükümeti hiç sindiremedi.
BDDK’DAKİ SON DURUM
Programın olmazsa olmaz koşullarından biri de bankacılık sektörünün rehabilitasyonu idi. Rehabilitasyonu politikacıların gerektiği biçimde yapamayacakları ortada olduğu için, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) oluşturuldu. BDDK, kuruluşu geciktirilse bile dışarıdan gelen baskıların etkisiyle sonunda oluşturuldu. Kurulur kurulmaz da çürük bankaları elinde buldu, asıl düzenleme ve denetleme yapması gerekirken, bu bankaların fona alınması ve varlıklarının yönetimi ile uğraşır oldu. Bu öyle bir iş ki; herkesten tepki çeker, kimseyi memnun edemezsiniz. Son döneme kadar, her yandan tepki alan bir yönetim vardı ki; bu, bence işi gereği gibi yaptıklarını gösteriyordu.
Ancak, o dönemde de eleştirdiğimiz gibi, Kemal Derviş’in gelişiyle birlikte yasa değişikliği bahanesiyle tüm kurul üyelerinin değiştirilmesi, bağımsızlığa vurulan büyük darbeydi.
Kısacası; diğer kurumlardaki bürokratlar, politikacı ile iş götürmeye alışmış iş alemi ve politikacılar, sürekli karıştıkları, zamanında nemalandıkları bir alandan ellerini çekmek istemiyor, hala da direniyorlar. İşte bu nedenle koalisyon döneminde yapılan ‘üç partinin ayrı ayrı kurula üye ataması’ yapması, bu atamalarda partiye yakınlığın gözetilmesi, önceki gün BDDK Kurul üyesi Kemal Çevik’in rüşvet aldığı iddiasıyla Emniyete alınmasına kadar giden yolu açmıştır. Çevik’in, bazı teknik altyapısı sağlam kararlara, tek başına karşı çıkması hep dikkat çekmiştir. Atamalarda, partiye veya bir tarikata yakınlara değil, gerçekten o işin ehli ve saygınlığı olan kişilere yer verilmeli. Bu kurumlar ancak o zaman asıl işlevlerini yerine getirir, küreselleşme ve hazırlandığımız AB içerisinde yer, ancak böyle alınır.Aksi takdirde ileride de, şimdi yapılan siyasi atamaların ceremesini çok çekeriz. Son olay, umarız mevcut politikacılara ders olmuştur...
Yazının Devamını Oku 
22 Nisan 2004
<B>HAZİNE</B>’den sorumlu Devlet Bakanı <B>Ali Babacan, ‘ABD Merkez Bankası’nın (FED) faiz artırımının bizi etkilemeyeceğini’ </B>söylemiş. Ardından da, ‘Bizde önemli olan iç borçlanmadaki reel faizlerdir. Bizim kamu borç yapımız yurtdışındaki değişmelere karşı göreceli olarak daha korunaklı durumda. Herhangi bir faiz değişimine karşı borç dinamiklerimizde büyük bir değişiklik olacağını tahmin etmiyorum’ demiş.
Umarım, Babacan gittiği IMF bahar toplantılarında yapılacak tartışmalara, ikili müzakerelere bu görüşlerle girmez. Umarım, aslında FED’in faiz artırımının bizi nasıl etkileyeceğini biliyordur.
FED daha faiz artırmadan, artıracağının sinyalini verir vermez, ‘Biz’ etkilenmeye başladık, bile...Babacan, Türkiye’deki reel faizlerin düşüşünün FED’in faiz artırımı ile yakından ilgili olacağını, bunun da ötesinde, ‘düşük faiz-düşük kur’ dengesinin bozulması halinde bütçe dengelerinin değişeceğini umarım biliyor, buna göre hesap yapıyordur.
Dolar-Euro paritesinin değişimiyle petrol fiyatlarında olası gelişmeler, parite değişiminin dış ticaret dengesine yapacağı etki, bütün bunların harcamaları ve ödemeler dengesi bilançosunu nasıl etkileyeceği, umarım yapılan hesaplar içinde vardır...
Zaten satın alınan Kıbrıs’taki gelişmeler, ancak çok radikal demeçlerle piyasayı etkiler. Piyasalarda son dönemde yaşanan gelişmelerin, büyük ölçüde FED’in faiz artırım sinyaline bağlı olduğunu herkes kabul ediyor. Dolar kurunun neredeyse 1 milyon 400 bin liraya vardığı, 1 milyon 450 bin liranın üstünün, artık tehlikeli bir seviye olduğu, umarım biliniyordur.
Bunun da ötesinde, bankacıların yaptığı hesaplara göre, yurt içinde çeşitli yatırım araçlarına yapılan yabancı yatırımı 17.5 milyar dolar ile 20 milyar dolar arasında değişiyor. Bu paranın tümü ‘ha deyince’ çıkacak para değil. Örneğin hisse senetlerindeki yabancı parası ancak parça parça çıkmak zorunda, aksi halde zararı büyür. Hazine Bonosu’nda hareket kabiliyeti biraz daha yüksektir ama yine de temkinli bir çıkış olur. Ancak repoda bekleyen yabancı parasını da hesaba katarsak, ‘ha deyince’ çıkacak paranın 4-5 milyar doları bulacağı unutulmamalı.
FED’in faiz artırım sinyali üzerine eurobondlarda çözülme olduğunu, bu paranın ABD Hazine kağıtlarına kaymaya başladığını, herkes görüyor. Umarım ekonomiyi yönetenler, bankacılığı denetlemekle yükümlü olanlar, eurobond’lara bağlı türev işlemlerin hacim ve niteliklerini iyi biliyorlar ve Eurobond değerleri belli seviyenin altına düştüğünde, geri çağırmaların başlayacağını, bunun çıkış hareketinde ve kur üzerinde çığ etkisi yaptığını, biliyorlardır.
Umarım Babacan ve ekibi, şimdiye kadarki güllük gülistanlık ortamda dış konjonktürün çok büyük etkisi olduğunu, yabancı çıkışlarının hızlanması halinde, bu hareketin sözünü ettikleri, zaten yüksek olan, reel faizleri artıracağını biliyorlardır.
Son Hazine ihalesinde çıkan yüksek faizleri umarım gereğince değerlendiriyorlar, piyasada bu faize rağmen fazla para bıraktıkça, işlerin daha da karışabileceğini biliyorlardır.
Merkez Bankası, kurun seviyesine bakarak günlük döviz alım miktarını daha da düşürebilir ya da sıfırlayabilir. Ancak son günlerdeki kur hareketinin Merkez Bankası alımıyla ilgili olmadığı açık. Artık yabancı girişi, yani döviz arzı azalmaya başladı. Önümüzdeki dönemde döviz talebinin arzın üstüne çıkabileceği, Merkez Bankası müdahalelerinin belli seviyeleri korumakta kullanılabileceği ama müdahalelerin de etkili olamayacağı aşamaların gelebileceğini, umarım biliyorlardır.
Bütün bunları, ‘olacak şeyler’ diye yazmıyorum. Aksine bence, son hareketleri ‘tehlike işareti’ saymak için, henüz erken. Ama dediğim o ki; FED’in faiz artırımı bizi etkilemez görüşü yanlıştır. Mühim olan bu senaryolara hazırlıklı olmak, piyasaları doğru bilgilendirmektir. Yapılması gereken: tabloyu doğru görüp, IMF’yle yeni bağlayıcı bir anlaşma ve yapısalların çözümü gibi, ekonomiyi dış etkilere karşı dayanıklı kılacak işleri hızlandırmaktır.
Yazının Devamını Oku 
20 Nisan 2004
<B>MALİYE </B>Bakanı bürokratlarına, <B>‘belediyelerin borçları için neler yapılabilir bir bakın’ </B>talimatı vermiş, yapılan çalışmalarda toplam borç 18.5 katrilyon, tahkime girecek borç 17 katrilyon civarında saptanmıştı. Daha sonra Maliye Bakanı, işin zorluğunu gördü ve ‘tahkim konusunun Hazine’nin işi olduğunu’ söyleyerek, sorulardan kaçmaya başladı. Hazine’de de böyle bir çalışma yapıldığını biliyoruz. Hazine çalışanları geçmişteki tahkimlerin krizlerdeki etkisini çok iyi görüyorlar ama yukarıdan yani Hükümetten bir zorlama sözkonusu, Müsteşar da buna uyuyor.
Bir yandan bu çalışmalar yürüyüp, hazırlanan çerçeve yasa taslağına belediyelerin birbirleri ve kamu kuruluşlarına olan borçlarının temizlenmesi, kısaca tahkim maddesi konuluyor.
Ancak bu arada Başbakan Tayyip Erdoğan’ın konuyla ilgili, tahkim yapılmayacağını hissettiren demeçlerini de izlemeye başladık. Tahkim isteyen belediye başkanlarına ‘bunu yapamayız’ anlamına gelecek yanıtlar verdi. Ancak işin aslı nedir, nabız mı yoklanıyor, bilemiyoruz.
Yapılan hazırlıktan eminiz ama yakında belediye borçlarının temizlenmesi için bir tahkim çıkar mı çıkmaz mı, adına tahkim dememek için sivri formüller mi ortaya atarlar, bilemiyoruz. Ancak bildiğimiz bir şey var ki; eğer tahkim olmayacaksa, IMF bu işe al atmış demektir...
TAHKİMİN ÖNÜ AÇIK
Niyet mektubuna bu gözle baktık ama IMF’e verilen sözler içinde, açık açık ‘tahkimin önünü kesecek’ maddelere rastlayamadık.
Ancak kamu reformu ve belediye reformu kapsamında mutlaka halkın herşeyi açık seçik görüp, teknik yetersizliği bilinen belediye kadrolarının yetiştirilmesi ve denetimi mutlaka şart koşulmalı aksi takdirde tam bir kaosa girilir. Bir de belediyelere borçlanma yetkisi tanınır Hazineye yine garanti verdirtilirse, işin ucu alınamaz. Bu yasa taslaklarında mali ayağın eksik olduğu, kaynak ve harcamalara ilişkin detayın bulunmadığını biliyoruz. Sanıyorum ki; IMF de bunu gördü ve bu yasaların ekonomiyi bozmasını engellemek için devreye girecek. Belki Dünya Bankası da...
Niyet mektubunda, çıkarılacak yasaların ‘Kamu mali yönetim ve kontrol kanunu’ ile uyumlu olmasının şart koşulması ise bence bunun bir işareti. Çıkan bu yasa strateji öngörülmesini, performans kriterlerini, 3 yıllık bütçeyi, içkontrol mekanizmasını getiriyordu yani mali disiplin açısından üzerinden uzun zamandır çalışılan önemli bir yasaydı. Kamu yönetim reformu ve belediye reformunun bununla uyumlu olması, bence olumlu bir adım olacaktır.
Niyet mektubunda bu konuda, kamu yönetimi temel kanununun kısa süre içerisinde TBMM’den geçmesinin beklendiği kaydedilerek, ‘Merkezi idarenin yetkilerinin bir kısmının yerel yönetimlere devredilmesi sürecini kolaylaştırmak amacıyla, yerel yönetimlerle merkezi idare arasında mali ilişkileri inceleyecek bir çalışma grubu kurulmuştur. Ayrıca kamu maliye yönetim ve kontrol kanunu ve kamu yönetimi temel kanunu ile tutarlı düzenleyici kurumlara ilişkin bir çerçeve kanun da hazırlanmaktadır’ deniliyor.
Kısacası; çıkacak bu kanunlara müdahale edileceği böylece ortaya çıkmış oluyor.
KORKUNÇ HATA
Bence; eğer IMF ve Dünya Bankası tahkim niyetine müdahale etmedilerse, son derece korkunç bir hata yapıyorlar demektir. Hükümet adına başka bir şey deyip, süsleyerek bu tahkimi önlerine getirebilir ve bu bir-iki yıl sonunda ekonominin sonu olabilir...
Niyet mektubunda dikkat çeken bir konu da İmar bankası ile ilgili idi. Mektupta ‘İmar Bankası olayına ilişkin inceleme ve değerlendirme çalışması, çalışma başkanının atanması ve iş tanımının onaylanması ile çok yakında başlayacak olup, sözkonusu çalışmanın bulguları 2004 Ağustos ayı sonuna kadar kamuoyuna açıklanacaktır’ deniyor. Bu açıklama yeni bir performans kriteri olarak belirtilirken, çalışma başkanının atanması için de ‘yedinci gözden geçirme için önkoşul’ ibaresi yeralıyor. Yani hep diyorduk ya, bazı önkoşullar var, onlar daha sonra ortaya çıkacak diye, işte onlardan biri bu başkanın atanmasıymış. TMSF açıklamaları da öyle...
Görünen bir şey daha var; IMF önkoşullar yerine gelmediği halde, Hükümete yine kıyak çekti...
Yazının Devamını Oku 