19 Nisan 2004
<B>SAVUNMA</B> çevrelerinde son dönemde konuşulan bir senaryodan sözetmek istiyorum. Ama baştan altını çizeyi; bu bir senaryo... Gerçek olup olmayacağını, zamanı gelince göreceğiz... Ankara’da askerlere, ‘ABD’nin Irak’a Türk askeri gönderilmesi konusunda bir talebi olup olmadığını’ sorduğunuzda, aldığınız yanıt ‘Şimdilik yok’ oluyor. Ama arkasından şunu ekleyenler var: ‘Haziran’daki Nato Zirvesinden sonra Temmuz’da böyle bir talep gelebilir’
Savunma çevrelerinde şimdi, ciddi ciddi bu senaryo üzerinde konuşuluyor. Askerler ‘Bunun siyasi otoritenin bir kararı olacağı’nın altını özellikle çizerlerken, resmi bir talep olmadığını ancak temaslardan edinilen izlenimin; Temmuz ayında ABD’nin böyle bir istekle gelebileceği yolunda olduğunu kaydediyorlar.
Ne olursa olsun, şimdilik bunun bir senaryo olduğunu tekrar söylememiz lazım.
Ancak buna rağmen ABD’den gelebilecek böyle bir talep ihtimaline karşı beyin fırtınaları başlamış durumda. ‘Irak’a gönderilecek askerin karşılığında yine maddi yardım’ konusunun gündeme geleceği de konuşuluyor.
Senaryoya göre; Türkiye’nin bir türlü kullanamadığı 8.5 milyar dolarlık kredinin önündeki engeller Türkiye’nin asker göndermeyi kabul etmesi halinde, kaldırılacak. Yanısıra, 8,5 milyar dolara ek olarak, bir o kadar, ya da 10 milyar dolar civarında ek yardımın sözkonusu olabileceği de konuşulanlar arasında.
Maliye Bakanı’nın ‘IMF’yle ilişkilerin ne olacağını temmuz ayında tartışacağız’ demesinin ardında, önceden konuşulan ve bu senaryonun da eklendiği planlar var mı bilmiyoruz ama, böyle bir yardımın gelmesi halinde, bir anlamda IMF geri ödemeleri de garantiye alınmış olacak. IMF ile ABD arasında bu denge nasıl kurulacak, IMF yönetimindeki Avrupa ülkeleri ne diyecek belli olmaz, o nedenle de ‘karşılıklı, basit bir borç değiş tokuşu’ olabileceğini pek sanmıyorum.
Ancak çeşitli bakanların çıkıp da, ‘IMF’e artık bence ihtiyaç yok’ demesinin ardında, bu tür yardım duyumlarının etkisi mi var, şüphelenilebilir ama bilmek mümkün değil.
Bildiğimiz bir şey var ki; ABD’nin 8.5 milyar dolarlık kredi yardımı için anlaşmaya koyduğu ‘Irak’a asker göndermeme’ şartı, sırf AKP hükümeti zor durumda kalmasın, zaten böyle bir şey fiili olarak sözkonusu değil diye, anlaşma metninden çıkarılabilir. Ancak daha önceki anlaşmada bir şart daha vardı ki; o da IMF’le anlaşmanın sürüyor olması idi. Bence bu şart değişmez.
Bu senaryo gerçek olacaksa, önce, Haziran ayında İstanbul’da gerçekleşecek, Başkan Bush’un da katılacağı Nato Zirvesi’nde, Almanya’daki Nato birliklerinin Türkiye’ye taşınması ve bölgeye karşı Türkiye’nin bir üs olarak belirlenmesi gerekecek. ABD’nin bunun için, tabi ki AB’yi de ikna etmesi gerekecek. Ancak Büyük Ortadoğu Projesi artık gerçekleşmeye başlayacaksa, Hükümetin de istemesi halinde, Türkiye bölgeye karşı bir üs olacak.
Yani bir anlamda, ‘güvenlik satan bir ülke’ haline gelecek....
Bu konuda karar vermek, Hükümet için zor olacak. Ancak daha önce Hükümetin bu konuda ABD’ye söz verdiğini, o aşama geldiğinde pazarlık yapıp, bunun bedelini maddi olarak almaya çalışacağını söyleyenler de var...Ama, yine de, ‘İslam alemine karşı Türkiye’nin bir üs haline getirilmesi kararı’, AKP iktidarı için bence çok zor bir karar olacak.
Yanısıra, AB’nin tam üyelik müzakerelerine sıcak bakmasında, ‘Türkiye’nin, istemeden Irak savaşında ABD’ye yardımcı olamayışı’nın yattığı, dolayısıyla Temmuz ayında Irak’a asker gönderme işlemi başlarsa, AB’nin bunu nasıl karşılayacağı da herhalde hesaba katılacaktır.
Irak’taki karışıklığın giderek arttığı, İspanya, Portekiz gibi ülkelerin Irak’tan asker çekme eğiliminde oldukları gözönünde tutulursa, ABD’nin, özellikle de seçime girecek olan Bush’un, Türk askerine ne kadar ihtiyacı olduğu da kendiliğinden ortaya çıkar. Bir seçim öncesi Bush böyle bir itibar karşısında, ‘bedelini ödemek’ten de, bence, kaçınmayacaktır.
Bu şimdilik, sadece bir senaryo, Hükümetin işi zor, asker buna göre hesap yapmaya başladı...
TMSF’nin yeni başkanının söyledikleri
TASARRUF Mevduatı Sigorta Fonu Başkanı Ahmet Ertürk, Meclis’teki Araştırma Komisyonuna ilginç şeyler söylemiş. Ertürk, kurul üyeleri üzerinde baskı olduğunu, bu baskıların karar alınmasını zorlaştırdığını kaydedip, ‘Kurul üyeleri hakkında doğrudan soruşturma açılmasının önünde engel yok. Baskılara karşı koyabilmek ve özellikle tahsilat işlemlerinde daha iyi ve hızlı olabilmek için bazı güvencelere ihtiyacımız var’ demiş.
Söylendiğine göre; milletvekilleri de yasa tasarısı hazırlanırsa destek vereceklerini söylemişler. Şimdi çok merak ediyorum; göreve geldiğinde geçmişi karalayan, tahsilat yapılmadığından yakınan Hükümet üyeleri ve TMSF Başkanı’nın aklı, yeni mi başına geliyor? Eski yöneticiler için bir sürü soruşturma, araştırma hatta mahkemeler başlıyor, bu adamların suçu neydi?
Geçmiş Meclisten kalan şimdiki AKP’li milletvekilleri, o zaman ‘güvence’ diye önlerine gelen maddeleri şiddetle reddedip, ‘bunlar kendilerine dokunulmazlık alıyor’ demediler mi?...
Ertürk, personeline daha fazla maaş da isteyip, ‘işlemlerin sağlıklı yürütülebilmesi için, iyi yetişmiş, konusuna hakim, büyük paraların konuşulduğu ortamlarda dahi ahlakını bozmayacağından emin olunan, eğitimli ve vefakar personelin temini lazım. Bu bağlamda personelin ücret ve özlük haklarında önemli iyileşme lazım. TMSF’nin başarısı tümüyle buna bağlı’ da demiş... İnsana ‘günaydın’ derler...
Sayılan niteliklere sahip, hem de az para alarak çalışan profesyonellerin hemen hemen tümü, BDDK ve TMSF’deki görevlerinden alındı, haberiniz yok mu. Şimdi bunlar, aynı şartlarda çalışmış iş yapmışlar diye mahkemelere taşınıyor. Karşı dava açmak için de para bulamıyorlar. Üstüne üstlük, bunların yaptıkları profesyonel işleri de gelir gelmez bozdunuz.
Örneğin Aralık’taki varlık satışı işi IMF niyet mektubunda açıkca ‘TMSF yönetimi yapmamıştır’ diye yeralıyor ve Haziran sonuna kadar bu varlık satışının yapılacağına ilişkin söz veriliyor. Niyet mektubu neredeyse büyük bölümüyle TMSF’nin bir türlü yapmadığı işlere ayrılmış, plan program için takvim koyuyor. Kamuoyuna şeffaf açıklamalar için yapısal kriterler koyuyor, varlık satışı için şartlar koşuyor. Bütün bu maddeler eski yönetimle IMF niyet mektuplarına girmezdi, çünkü kendiliğinden zaten yapılırdı, IMF istedi diye değil, gereken bu olduğu için BDDK istedi diye planlanır, IMF’e kabul ettirilirdi. Şimdiki TMSF yönetiminde, eskiden BDDK personelinin özlük hakları taleplerine, bağımsızlığa, maaş artışlarına, yasal korumalara şiddetle karşı çıkan kurul mensupları ve kişiler bulunuyor. Yani o zaman karşı çıktıkları şeyleri, şimdi iş yapmak için şart koşuyorlar... Olmaz böyle şey...
Siz, zor şartlarda, ‘ülke için’ iş yapanları atın, mahkemelere verin, şimdi bunları söyleyin, insaf...
Niyet Mektubu’nda şeffaflık ayıbı
NİYET Mektubu’nu okuduğunuzda, AKP hükümetinin ekonomi yönetiminde şeffaflıktan uzaklaştığını hissediyorsunuz. Hazırlanacak bankalar yasası taslağını, TMSF’nin hesapları ve yapacağı işleri kamuoyuna açıklama şartları getiriliyor. Bence en büyük ayıplardan biri Hazine’nin ‘açıklamak zorunda bırakıldığı’ rakamlara ilişkin. Merkez Bankası’yla birlikte şeffaflığın ekonomi yönetiminde sembolü olmuş, bu gerekliliği felsefik bütünlüğü içinde ortaya koyup uygulamaya koymuş Hazine’ye ilişkin böyle şartlar getirilmesinden, hicap duymamak mümkün değil. ‘Nisandan başlanarak aylık faiz dışı fazla gerçekleşmelerine ilişkin ayrıntıların, bütçe dışı fonların toplulaştırılmış hesapları ile sosyal güvenlik kuruluşların hesaplarının aylık bazda ve KİT’lerin hesaplarını da üçer aylık bazda Hazine internet sitesine konacağı’ hükmü niyet mektubuna girmiş. Yanısıra Merkez Bankası ile Hazine eşgüdümüne ilişkin şartın niyet mektubuna girmesi de, bence utanç verici, özellikle de ‘gizli saklı çalışan’ Hazine açısından... Kurumlar gidiyor. IMF bu şartları, rakamlarını açıklamayan ya da yanlış veren ülkelere karşı, uluslar arası kuruluşlar görsün diye koyardı. Eskiden bizde niyet mektuplarına böyle şartlar konulmazdı...
Yazının Devamını Oku 
17 Nisan 2004
<B>DOLAR </B>kuru 1 milyon 300 bin liranın da altına inecek yargısı hakimdi. Merkez Bankası’nın, bu düzeyin altına inme girişimlerini ancak milyarlarca dolarlık müdahalelerle önlemesi, kurların daha da aşağı gideceği tahminin tüm piyasalarda hakim olmasını sağladı. Ancak birdenbire işler tersine döndü. Günlük döviz alımını 140 milyon dolara kadar çıkartan Merkez Bankası, arzın kesilmesi üzerine alımları neredeyse yarıya düşürdü. Ancak kurlardaki artış devam ediyor...
Geçtiğimiz hafta hemen herkes bu hareketin nedenlerini tartıştı. Genel kanı o ki;Piyasaların ileriye dönük risk algılaması değişti... Yani tehlikeleri algılamaya başladı...
Hem Kıbrıs, hem AB hedefinin gerçekleşmesinde önemli pürüzler ortaya çıkarken, yaşanan olumlu havada çok önemli etkisi olan uluslar arası konjonktürün değişme tehlikesi arttı.
En iyi ihtimalle Kıbrıs referandumunda Türk tarafından ‘evet’, Rum tarafından ‘hayır’ çıkması bekleniyor. Bu takdirde KKTC’nin AB’ye girişinin önü kesilirken, bundan sonrası için senaryo çok olsa da, belirsizlik hakim. AB ve ABD’nin Rum tarafını tehditlerinin artık çok geç olduğu, KKTC’nin resmi olarak tanınmasının çok zor olacağını herkes görüyor. Ayrıca, Kıbrıs’ın istenen formülle çözülemeyişi, Türkiye’nin AB macerasına nasıl etki edecek, bu da net değil.
Bu arada Fransa’dan gelen; Türkiye’nin AB üyeliğine karşı resmi demeçler, Almanya’da seçimi kazanması muhtemel Hristiyan demokratların Türkiye’ye ters tutumu, Aralık ayında Türkiye’nin AB’den müzakere süreci almasının önünde çok büyük engeller olarak görülmeye başladı.
İşte daha önce görülemeyen bu riskler, somut olaylar ortaya çıkmaya başladıkça, piyasalar tarafından da görülmeye başladı. Piyasalar ‘AB çıpası’na büyük önem veriyordu ve bu çıpanın tehlikeye girmesi, piyasaları ciddi biçimde korkutmaya başladı.
Piyasalardaki risk algılamasını artıran en önemli nedenlerden biri de uluslararası konjonktürdeki değişim için gelmeye başlayan kuvvetli sinyaller. Artık ABD’nin, ortaya çıkan veriler ışığında, yıl sonundaki seçimleri beklemeden faiz artırımına gidebileceği yönündeki tahminler artmaya başladı. Aylar önce Ercan Kumcu Greenspan’ın yılın ilk yarısında bir artırıma başlayabileceğini söylemişti ama piyasalar öyle bir havadaydı ki; kimse böyle olumsuz bir haberi algılamadı bile. Zaman zaman yazılan, söylenen, bir dolu uyarı ve risk işaretini algılamadığı gibi...
Şimdi konuşulan ağırlıklı senaryo; yüzde 1 olan ABD’deki kısa vadeli faiz oranlarının 2005 yılı sonuna kadar yüzde 3,5’a kadar yükseleceği yönünde...Yani 2,5 puanlık artış...
RİSK ALGILAMASI
Bu faiz hareketi zaten başlayacak ama kısa süre içerisinde, yani seçimler beklenmeden başlaması halinde, Kıbrıs ve AB endişeleri ile birleştiğinde, risk algılamasını çığ gibi büyütebileceğini hesaplamak beklemek gerek. Herkes biliyor ki; ekonomideki iyileşmede özellikle de ABD’deki faiz oranlarının düşüklüğü, kısa vadeli sermayenin diğer gelişmekte olan ülkeler gibi Türkiye’ye gelmesi önemli rol oynadı. Şimdi, yaklaşık 20 milyar dolar olarak söylenen bu sermaye geri dönerse ekonomik dengeleri zorlar. İçerideki dengelerin düşük kura dayandığını unutmayalım..
Peki, Hükümet dışardan gelecek bu risklere karşılık piyasalara, ‘kendi dengesini kuracağı’ konusunda güven veremiyormu ki; risk algılaması tümüyle dışarıya göre değişiyor.
Maalesef, Hükümet bu güveni vermiş değil. Hükümetin verdiği güven ‘IMF’le ilişkilerin sürdürülmesi’ ile sınırlı. Piyasalar, eğer IMF’le stand-by anlaşması gelecek yıl da devam ediyor olsaydı; belki de bu kadar telaşlanmayacaktı. Ama 2004 sonrası IMF’le stand-by anlaşmasının sonuna geliniyor ve bundan sonra ne olacağı belli değil. Piyasaları asıl korkutan da bu. IMF olmadan Hükümetin ne yapacağını kestiremiyor. Piyasadaki bütün aktörler, işlerine geldiği için şimdiye kadar tersini söyleseler de, yapısallar başta olmak üzere Hükümetin ekonomik reformları sürdürüp, istikrarı kalıcı hale getireceğine, pek inanmıyor. Bu nedenle artan risk algılamalarını önleyecek tek şey, Hükümetin hemen, IMF’le ilişkilerin 2004 sonrasında ne olacağına kesinlik kazandırmasıdır. Ancak bu takdirde piyasalardaki telaş önlenebilecek, ya da azaltılabilecektir...
Yazının Devamını Oku 
15 Nisan 2004
<B>MALİYE</B> Bakanı <B>Kemal Unakıtan</B>, 3 aylık bütçe sonuçları için, <B>‘beyana dayalı vergilerde yüzde 45 artış sağlanırken, tahsilat artışının geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 113 arttı’</B> demiş.Unakıtan, bu artış için ‘Vergideki artış çıkardığımız kuru gürültü sayesinde oldu. Zarar beyan eden gelip, hesap verecek’ demiş.
Bakan’ın ‘kuru gürültü’yü yanlışlıkla söylediğini tahmin ediyoruz, çünkü kuru gürültü ‘yapmayacağı şeyi yapacak gibi göstererek’ yapılır. Eğer gerçekten mükellefin üzerine gidilmeyecek de gidilecek gibi gösterildiyse, o zaman bunu duyanlar geri kalan ödemeleri savsaklatacaklardır. İşte ‘kuru gürültü’ sözünü bu nedenle yadırgadık.
3 aylık bütçe performansı rakamlarının bu kadar iyi olmasında ‘henüz kesinleşmemiş kamu bankaları kárlarından alınan 1.2 katrilyon liralık temettü’nün büyük rol oynadığını yazmıştık. Bunun muhasebeleştirilmesinde bazı sorunlar yaşanmış. BDDK, Hazine ve Maliye arasında epeyce tartışma yaşanmış ama bürokratlar yine yolunu bulmuş. Mühim olan bu kárın alınması değil, hatta başından beri kamu bankalarının olması gerekenden fazla sahip oldukları kamu kağıtları nedeniyle aşırı kár yaptıklarını, bu kárların sistemi bozacak sübvansiyonlara bu bankaları ittiğini, bu nedenle kárların alınması gerektiğini yazmıştık. Burada yapılması gereken ‘şeffaf biçimde, performansın dayanakları, dolayısıyla kamu bankaları kárının genel kurul yapılmadan önceden bütçeye alındığı’nın kamuoyuna kendiliğinden açıklanması idi. Bunu yapmadılar.
Maliye’nin yapmadığı bir başka şeyi daha öğrendik ki; o da geçen yılın vergi tahsilatı ile bu yılın vergi tahsilatının kıyaslanmasında, sistem değişikliği nedeniyle, yaşanan zorluk. Çünkü bazı vergiler geçen yıl 3 taksitte alınırken, bu yıl aynı vergiler 2 taksitte alınıyor. Yani mart ayı itibariyle geçen yılki tahsilat ile bu yılki tahsilat aynı bazda değil. Bildiğimiz kadarıyla gayrimenkul sermaye iratları dahil beyana dayalı hemen bütün gelir vergileri, geçen yıl 3 taksitte ödenirken bu yıl taksit tutarı 2’ye indirildi. Yani geçen yıl ocak-mart döneminde bu vergilerin üçte biri tahsil edilirken, bu yıl aynı dönemde ikide biri, yani yarısı tahsil edilmiş durumda. Yani özellikle tahsilat açısından geçen yılla bu yılın ocak-mart dönemi kıyaslanabilir durumda değil. Beyana dayalı vergi tahsilatı için söylenen yüzde 113’luk artışta bu fark var.
Kabaca yapılacak hesaplamalar baz farkını göstermesi açısından yanlış olabilir. Farkın çok yüksek olduğunu sanmıyorum ama Maliye Bakanlığı’nın ayıklamaları yapıp, sağlıklı biçimde hesaplaması gerek. Daha da önemlisi bu hesaplamayı kamuoyuna açıklamak durumunda. Çünkü, buna göre hesap yapanlar yanlışa düşüyor. Örneğin Maliye Bakanı ‘tahsilatta yüzde 113 artış var’ derken, beraberinde bu baz farkı nedeniyle doğan farkı vermezse, kamuoyu yanıltılmış oluyor.
Bu tabii ki bir anlayış yanlışı. Bence bu fark çok fazla olmayacak ama bu farkı siz kendiliğinizden kamuoyuna açıklamazsanız, kendi kendinize hesaplarınız üzerinde şaibe yaratmış oluyorsunuz.
Tahakkuk bazında bakılınca; geçen yılla bu yıl arasında baz farkının olmaması gerekir. Bu nedenle tahakkuk bazındaki yüzde 45’lik artış daha sağlıklı bir rakam. Ancak bu yılki toplam gelirlerin içinde geçen yıl olmayıp bu yıl erken alınan ‘kamu bankalarının 1.2 katrilyon liralık kárı’ var. Eğer kamu bankaları yönetim kurulları, ‘Maliye’ye oluşacak kár üzerinden şu kadar avans veriyoruz’ kararı aldıysa, kamu bankaları Hazine’ye kredi vermiş olur ki; bu mevzuata ne kadar uygun tartışılır...
Yani Maliye detay açıklamayarak, kendi başarısını bile bile gölgelemiş oluyor. İşte anlayış farkı...
Yazının Devamını Oku 
13 Nisan 2004
<B>7.</B> gözden geçirmenin IMF İcra Kurulu’nda görüşülme tarihi 16 Nisan olarak saptanırken, şimdiden Mayıs ayında başlaması beklenen 8. gözden geçirmenin gündemi de kabarmaya başladı. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, IMF’yle ilişkilerin 2004’ten sonra ne olacağına ilişkin sorulara ‘Temmuz ayında oturup konuşacağız’ yanıtı veriyor ama 8. gözden geçirmenin kapsamı içerisinde, ‘bu ilişkinin geleceğinin’ tartışılacağını öğrendik. IMF yetkilileri ve Hazine’den sorumlu Bakan Ali Babacan’ın işalemine, 8. gözden geçirme çalışmaları sırasında 2004 sonrasının konuşulacağını, yapılacak anlaşmanın o zaman belirginleşeceğini söylediğini duyuyoruz. Hükümet en hafif ihtimalle ‘program sonrası izleme’ ile IMF’le ilişkiyi sürdürecek. Ancak piyasaların beklentisi, yoğun dış borç ödeme dönemi nedeniyle, ya yeni bir stand-by yapılması ya da daha büyük ihtimalle ‘önleyici stand-by’ anlaşması yapılacağı yönünde.
Bu anlaşmanın ne olacağının biran önce belli olması ve en geç yıl ortasında piyasaya açıklanması gerekiyor. Bakan Babacan’ın bu görüşte olduğu belirtilirken, kuvvetli bir anlaşma kararı alınması halinde bunun özellikle faizlerde indirimi beraberinde getirebileceği . Dolayısıyla Maliye Bakanı’nın verdiği tarih olan temmuz ayından önce, Türkiye IMF ilişkilerinin gelecek yıl ne olacağının belirginleşmesini bekliyoruz.
Bu arada geçen hafta ‘stand-by anlaşmasının uzadığı’ yönünde haberler ve ardından bu uzatmanın 1 aylık bir uzatma olduğunun belirtilmesi piyasadaki oyuncuların kafasını biraz karıştırdı. ‘Hükümetin yeni bir stand-by anlaşması ya da mevcudun uzatılması yönünde bir kararı varsa bunun biran önce açıklanması ve haksız kazancın önlenmesi’ konuşulur oldu.
Bunun yanısıra 8. gözden geçirmenin gündeminde yeralacak konulardan biri kamu bankaları olacak. Kamu bankaları ve Vakıfbank için artık hem IMF, hem de Dünya Bankası’nın sabırsızlandığı gözlenirken, biran önce uygulanabilir bir planın ortaya çıkıp, bu konuda eylem planının açıklanması bekleniyor. 8. gözden geçirmede kamu bankaları mutlaka yeralacak.
Kamu bankalarının yanısıra yeni bankalar yasası da 8. gözden geçirmenin kapsamı içinde olacak. Bankalar Birliği’nden görüş alan BDDK yönetiminin yakında bir taslak oluşturup bunu açıklaması, bunun üzerinden tartışmanın başlaması bekleniyor. Yanısıra TMSF’nin gayrimenkul satışları ve tahsilatlarıyla ilgili de IMF’le yoğun müzakereler yapılması bekleniyor.
Dolayısıyla bankacılık sektörü reformu 8. gözden geçirmede önemli bir yer tutacak.
Yanısıra, vergi de bu gözden geçirme sırasında ağırlıkla tartışılacak konular arasında. Vergi İdaresi’nin daha özerk yapıya kavuşturulması, bunun için hazırlanan taslağın tartışılması gerekiyor. Vergi idaresinin etkinleştirilmesinin yanısıra, hükümetin sürekli yeni teşvikler peşinde koşması da bu gözden geçirmede ele alınacak konular arasında. Vergi ve SSK primlerinin indirimli uygulandığı illere yenilerini eklemeyi planlayan Hükümet, istisnaların genişletilmesi konusunda IMF’nin direnci ile karşılaştı.
Yine, Hollanda modeli adı altında yabancı sermaye için tanınacak teşviklerin de IMF ve Dünya Bankası ile tartışılması gerekecek. Daha önce vergi sistemi konusunda yapılan plandan sürekli sapmalar olması, bu kuruluşları rahatsız ediyor ve kapsamlı bir sisteme geri dönüşün tartışılması bekleniyor. Vergi tahsilatının artırılmasında sürekli günlük, zorlama yöntemlerin uygulamaya konması, IMF’in gözünden kaçmıyor ve mutlaka tahsilatın artırılması ve bunu sürekli kılacak sistemin kurulması amaçlanıyor.
Bu arada sosyal güvenlik reformunun da, nihai karara varılmasa bile, bu gözden geçirmede tartışılmaya başlanması bekleniyor. Kapsamlı bir sosyal güvenlik reformu için hazırlık yapılması, ardından yılın sonlarına doğru bir reform planının ortaya konması bekleniyor.
Dolayısıyla, 7. gözden geçirmenin ardından mayıs ayında beklenen 8. gözden geçirme çalışmalarının gündemi hayli yüklü olacak. Ekonomideki gelişmeyi sürekli kılacak, kalıcı sistem değişiklikleri ve yapısallar bu kez ağırlıkla ele alınacak. Bakalım hükümet bunlara ne diyecek?
Yazının Devamını Oku 
12 Nisan 2004
<B>BANKACILIK</B> Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), yeni Bankalar Yasası için, hiçbir çerçeve çizmeden, Bankalar Birliği’nden değişiklik önerilerini istedi. Onlar da geçen hafta önerilerini BDDK yönetimine sundu. BDDK Başkanı’nın dahil olduğu 5 kişilik komisyon bu önerileri inceleyip, yeni yasa tasarısında yer alacak maddeleri hazırlayacak. Bankaların istediklerinin dışında, AB normları, Basel Standartları’na uyumun, yanısıra mevcut sistemde aksayan yönleri giderici maddelerin de yasada yer alması bekleniyor. Banka sahipliği konusunun da artık netleşmesi gerekiyor...
Yeni tasarıda BDDK’nın bağımsızlığını pekiştirici, siyasetin bankacılık sisteminden elini çekmesini sağlayacak maddelere de yer verilmesi lazım. Teknik bir kurum olan (olması gereken) BDDK’nın aldığı, örneğin bir bankanın Fon’a alınmasına ilişkin bir kararın yargı aşamasına da bu yasa ile netlik kazandırılmalı. Örneğin; bir bankanın Fon’a alınmasından sonra yapılacak itirazların en geç 3 ay içerisinde çözümlenmesi gerektiği maddesinin bu tasarıya girmesini bekliyorum.
Halen Fon’a alınan bankaların eski sahipleri yargıya itirazlarda bulunup, bunlar aleyhine karar çıkartabiliyor. Bu karmaşanın giderilmesi, BDDK’nın aldığı kararların idari açıdan değil sadece hukuki açıdan doğru olup olmadığına bakılması gerekiyor. Aksi takdirde bankanın Fon’a alındığı tarihteki konjonktür de gözden kaçıyor, teknik konular Adalet Bakanı’nın bile yakındığı, bilirkişi mekanizmasında başka haller alabiliyor. Yargı süreci uzuyor, bankaların tasfiye ve satış süreci aksayıp zararları büyüyor. Devletin yükü daha da artıyor. Yeni yasa ile bu sakıncaların da giderilmesi lazım.
Bir banka düşünün; 2001 krizinden büyük ölçüde etkilenmiş, aktifi donuklaşmış, kredi portföyü geri dönmez olmuş, özkaynaklar negatife dönüşmüş, mevzuattaki sınırlamaları aşmak için idareyi yanıltıcı, hukuki durumu değiştiren ancak mali durumu değiştirmeyen işlemler yapılmış, bu işlemleri yaparken Grubuna ilave finansman imkanları sağlamış...
Sonuçta zarar onlarca trilyonu, sermaye yeterlilik rasyosu olan yüzde 8’e ulaşmak için gereken miktar yüzlerce trilyon lirayı bulmuş. Sermaye negatife dönmüş, hakim ortak sermaye artırım planı verememiş, şubat krizine yüzlerce milyon dolarlık açık pozisyon ile girmiş. Gruba doğrudan kullandırılan krediler onlarca trilyon lirayı bulmuş. Kendi yatırım bankasına yapılan depo yüzlerce trilyona ulaşmış. Neredeyse tümü grubun off-shore bankalarına ve şirketlerine kullandırılmış.
Özkaynaklarını kaybetmiş olan bu banka topladığı mevduatın önemli bir bölümünü yatırım bankasına, oradan da kendi grubuna aktarmış.Üstüne üstlük; grup ile banka arasında grup şirketlerinden bazılarının hisseleri tuhaf işlemlerle el değiştirmiş, grubun sattığı hisseler yüksek fiyatla, aldıkları düşük fiyatla olduğundan gruba kár yaratıldığı da ayrıca dikkat çekmiş.
Yatırımını kaynaklarına göre yapmayan, açık pozisyonu olmadığını beyan edip, fiktif işlemler sonucu fiilen açık pozisyonda çalışıp buradan yüksek kár elde etmek isteyen, grubun uzun vadeli yatırımlarını bankanın zararına kısa vadeli mevduatla finanse etmek isteyen bankaların, yüksek zarar etmesinden kendi yönetim ve sahipleri sorumlu değil mi?
İşte bu şartlarda bankası Fon’a alınmış bu Grup, şimdi tüm zararın kamu tarafından üstlenilip, sermaye tutarını alacak olarak talep edebiliyor. Buna imkan veren bir sistem olabilir mi? Bu kadar açık bir vakada, teknik yönü bilinmeden, hukuki değil de teknik yorumlara girmek imkanı olmamalı, bu durum düzeltilmeli.
Bütçeyi, kesinleşmeyen kamu bankaları kárı kurtardı
MALİYE Bakanı üç aylık bütçe sonuçlarını açıkladı ve faiz dışı fazla dahil büyük başarı sağlandığı belirtildi. Başarıda vergi gelirlerindeki artışın etkisi kadar, vergi dışı gelirlerin de etkisi oldu. Şubat sonuçları kötü çıkınca, Maliye’nin, henüz kesinleşmeyen kamu bankaları kárını genel kuruldan sonra alacağına, avans olarak mart ayında aldığı ortaya çıktı. Öyle küçük bir rakam da değil, 1.2 katrilyonluk kamu bankaları kárı, martta bütçeye dahil edildi.
Vergi gelirlerindeki artışa gelince; herkes bunun Maliye’nin zorlamasıyla yapıldığını biliyor. Bir tür ‘salma’ yöntemi uygulanarak, herkesi zorlayarak matrah artırımlarına ve vergi tahsilatında artışa gidildi. Yani; vergide zorlama ile artış var. Bu verginin bir dahaki taksitlerinin zamanında ve aynen ödenip ödenmeyeceği belli olmaz. Bu durumdan IMF de dahil, herkes rahatsız. İleriye dönük bir sistem oluşturulması isteniyor ama Hükümet hep sistem kurmaktan yan çizip, sürekli yeni teşviklerle sistemi bozup, zorla ve dönemsel olarak vergi toplamayı tercih ediyor. Bunun, ilelebet sürecek bir denge olmadığı açık.
Kamu bankaları kárlarına gelince. Henüz bu bankaların genel kurulları yapılmadığı halde Ziraat’ten 800 trilyonu aşkın, Halk Bankası’ndan da yaklaşık 350 trilyonluk kár alınıp bütçeye kondu. Olacak iş değil ama nisanda yapılması beklenen bu bankaların genel kurullarında eğer bu kárların Hazine’ye aktarılması kararı alınmazsa ne olur? Bu olacak bir iş değil, bu kararı alacak olan Hazine ama yapılan şeyin hoş olmadığı kesin. Maliye ‘oluşacak kára mahsuben avans olarak’ kamu bankalarından bunu alıyor. Bunun ötesinde Halk Bankası’nın kaynağı bulabilmek için mevduat faizlerini yukarı çektiği belirtiliyor. Yani ‘al çaka-yer çaka’ dönemine geri dönüyoruz. Bu bankalara fazla kağıt verildiğini, kárlarının mutlaka Hazine’ye alınması gerektiğini daha önce de yazdım. Bu kárın bütçeye alınması olumlu ama yöntemi hiç de ‘normal’ değil.
Yapılan işlemi kamuoyu bilmeli, bütçe sonuçlarının neden iyi çıktığı açıkca görülmeli ki; gelecek hesapları sağlıklı yapılsın.
Şeffaflık çağdaş anlayışın ürünü
EĞER Hazine’nin eski yönetimi olsaydı, Bakan dinlemez, mutlaka yapılan işlemi açıklardı. Buradaki anlayış ‘kamuoyunun detay bilgiyi, çabuk alması’ olurdu. Sağlıklı bir piyasa ekonomisi için bunun ‘olmazsa olmaz bir şart’ olduğu bilinir, siyasetçiler istemese de, rakamlar detaylarıyla açıklanırdı. Sağlıklı bir piyasa ekonomisi, mümkün olduğunca çok verinin, hızlı, herkese eşit biçimde dağıtılmasından ve bu verilerin değerlendirilip piyasanın ona göre hareket etmesiyle oluşabilir. Birçok ülkenin saklanan, çarpıtılan veriler nedeniyle krizlere girdiğini gören IMF de bu şeffaflığa büyük önem veriyor. Eski bürokratlar IMF bastırmadan, çağdaş ekonomi yönetimi anlayışıyla zaten bunları kendiliğinden açıklardı. Ancak AKP’yle anlayış biraz değişti. Veri saklamak, gelişmeleri mümkün olduğunca dar bir kadro içinde tutmak, ‘gizlilik kültürü’nden gelen bu anlayışın sonucu olarak ortaya çıkmaya başladı. IMF’nin staff raporlarının yayınlatılmaması, borçlanma dahil programların geç açıklanması, önemli kararlara mümkün olduğunca dar kadro alınıp, işin niteliğinin uzmanların tartışmasıyla daha da artacağı gözardı edilerek, işler ‘mümkün olduğunca gizlilik’ içinde yürütülmeye başladı.
Yazının Devamını Oku 
10 Nisan 2004
<B>IMF</B> 1. Başkan Yardımcısı<B> Anne Krueger</B>’ın Türkiye’deki programa ilişkin övücü sözlerinin yanısıra, kamu bankaları ile ilgili eleştirel bir demeci yayınlandı. Bu demeç, IMF’nin de artık kamu bankaları konusunda oluşan rahatsızlığını yüksek sesle dile getirmeye başlayacağının bir işareti.
Önümüzdeki 8. gözden geçirme çalışmalarında kamu bankaları planının üzerinden geçileceği, Dünya bankası ve IMF’nin kapsamlı bir ‘taahhüt’ alacağını, bu nedenle müzakerelerin çetin geçeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Çünkü Hükümet, rahmetli Turgut Özal’ın gelişmiş değil de, kamu bankaları için kullandığı ilk yöntemleri örnek almışa benziyor ve bu bankaları kullanmak için elde tutup, özelleştirmelerinden kaçınmaya çalışıyor. Bu eğilim iyice kendini göstermeye başladı.
Bu arada BDDK ve TMSF icraatları konusunda da rahatsızlıklar olduğunu biliyoruz. TMSF, IMF zoruyla gayrimenkul satışları başlattı. Gerçekten samimiler mi, yoksa‘sadece IMF istedi diye satışa çıkıp, sonuçta düşük fiyat diye satmayacaklar mı’, bunu da yaşayıp göreceğiz.
Kamu bankalarında bir şey yapmayan otorite, TMSF’nin inisiyatifindeki özel bankalara yaptığı atamalarda da, bence birçok hata yapıyor. Yapı Kredi Bankası’na yapılan atamaların biçimi, alınan kişiler ve yerlerine yapılan atamalar, piyasada birçok soru işaretini de beraberinde getirdi.
YABANCININ SORDUKLARI
Türkiye’ye yatırım yapmak için gelen yabancı foncuların sordukları soruların başında Kıbrıs ve AB gelişmeleri ile IMF’yle ilişkilerin alacağı şekil başta geliyor. Ancak yanısıra ‘Hükümet gerçekten yolsuzluklarla mücadelede kararlı mı?’, ‘Batık banka patronları ile samimiyetleri, onları kurtarmaya çalışmaları rahatsızlık yaratmıyor mu?’, ‘Halk, AKP’nin tabanı bu ilişkilere tepki göstermiyor mu?’ gibi sorular da geliyor.
Seçim öncesi Tayyip Erdoğan’ın batık banka patronları ile yaptığı görüşmeyi, yabancılar da unutmamışlar ve son olayları, bunu hatırlatarak şüpheyle değerlendirme eğilimindeler.
TMSF’nin Yapı ve Kredi’ye yaptığı atamalar, ardından da ‘Çukurova Grubu ile anlaşmaya şimdi daha yakınız’ biçimindeki açıklamalar, bu soruların yoğunlaşmasına neden olmuş durumda.
Her şeyden önce TMSF ve BDDK’nın bu atamaları neye göre yaptıklarını açıklamaya gerek var. Bu atamalar için bu kuruluşların yönetimlerinde yoğun tartışmalar yaşandı mı, bunu bilmek hakkımız, yoksa herkes Başkana biat edip, gidiyor mu? Bazı üyelerin zaten bu gruba ilişkin tavırlarını, daha önceki tutumlarından biliyoruz, diğerleri ne yapıyor?
Yapı ve Kredi Bankası yönetimi geçen yıl‘2 yıllığına’ atanmıştı. Genel Kurulda ‘ayrılan üyeler yerine yapılan atamalar’ denildi. Bu üyeler istifa mi etti yoksa 2 yıllığına seçilmiş olmalarına rağmen, neye dayanarak bir yıl sonra görevlerinden alındılar? Görevden alınmaları için 14-1 madde denilen‘Banka yönetim kurulu üyelerinin bazılarının veya tümünün gerek görüldüğünde değiştirilmesi’ maddesi uygulandı mı, bunun için gerekli Kurul kararı var mı, kamuoyunun bunları bilmesi gerekir. Eğer 14-1 uygulanmadı ise, eski üyeler de istifa etmedilerse neye göre atama yapıldı, 14-1 uygulandı ise eski yönetimin icraatları genel kurulda neden ibra edildi?
1983’ten beri bu bankanın yönetim kurulunda olan, 15 yılı aşkın süredir de Yönetim Kurulu Başkanlığı yapan, işaleminde büyük saygı duyulan, adı banka ile özdeşleşmiş Rona Yırcalı, hangi gerekçelere göre bu görevinden alındı da, Kurul adına patronun ve onun kamudaki işlerini götüren kişinin en yakın adamı, Yırcalı’nın yerine getirildi. Sadece murakıp olması mı yeterli idi, yoksa başka nedenlerde mi söz konusu? Murakıplığın durumu İmar Bankası’nda görülmedi mi?
Prof. Dr. Hasan Ersel, Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi iktisatçılardan biri. Yurtdışından gelen bütün yabancı kuruluş ve kişiler kendisinden görüş sorar, uluslararası iktisat toplantılarının aranan adamıdır. Bırakın Türkiye’yi, bu bankanın itibarını büyük ölçüde katkı yapan bir bilim adamı, entelektüel bu kişi, nasıl olur da görevinden alınır da, yerine AKP’nin kurucusu atanabilir?
Eski yönetimin bütün zorluklara rağmen bankayı ayakta tutup, geliştirdiğini, personel motivasyonu ile büyük başarı sağladığını biliyoruz. Peki bütün bunlar neden yapılıyor?
Yazının Devamını Oku 
8 Nisan 2004
MERKEZ Bankası dün Mart ayına ilişkin enflasyon değerlendirmesi ve ‘görünüm’ raporunu yayımladı. Merkez’in değerlendirmesinde yoğun kullandıkları kredilerin riski nedeniyle tüketicilere, başta yapısal tedbirler olmak üzere, yapılması gerekenler konusunda da Hükümete uyarılar var.Bu arada Merkez Bankası’nın Mart ayına ilişkin değerlendirmesinde, belediyelerin kendi hakim oldukları fiyatlarda, seçim öncesi indirimlere gittikleri saptanarak, ‘Özellikle yerel yönetimler tarafından kontrol edilen su fiyatlarının Ocak-Mart döneminde yüzde 4,8’lik düşüş göstermesi dikkat çekicidir. Bu noktada Nisan ayı ve sonrası için doğalgaz ve su fiyatlarının seyri önem kazanmaktadır’ denildiÖnümüzdeki iki ay daha yıllık enflasyonda düşüş görülüp, daha sonra geçen yılki yüksek fiyatların devreden çıkmasıyla bu yılın enflasyon oranlarının biraz yükselmeye başlayacağı hatırlatılan raporda, buna rağmen yıllık enflasyon hedeflerinin tutturulacağı belirtildi. Kira artışlarında bir miktar düşüş olduğu ancak yeterli olmadığı, kiranın da dahil olduğu hizmet fiyatlarının mal fiyatları gibi enflasyona uyumlu hale gelmesi gerektiği belirtilen raporda, ‘TEFE’deki artışın önemli bir bölümünün petrol ürünleri ve ana metal sanayi sektörlerinden kaynaklanması ve daha da önemlisi bu artışların devam etme olasılığı, ilerleyen aylarda, enflasyon üzerinde genel olarak maliyet kaynaklı baskıların oluşabileceğine işaret etmektedir’ denildi. Metal fiyatlarındaki artışların Çin’deki yoğun talepten kaynaklandığı, bunun geçici bir durum olarak değerlendirilmediği belirtilerek, ‘Aynı şekilde, petrol fiyatlarındaki artış eğiliminin bir süre daha belirgin şekilde tersine dönmesi beklenmemektedir. Ancak bu gelişmeler, döviz kurundaki göreli istikrarın devam ettiği ve iç talebin kontrol altında tutulduğu temel varsayımı altında, henüz 2004 yılı enflasyonunu tehdit edebilecek düzeyde görülmemektedir’ denildi ve bu öngörünün ‘mali disiplinden sapma olmaması’ önkoşuluyla yapıldığının da altı çizildi.Mali piyasaların istikrarı açısından bankaların mali yapılarının güçlü olması ve karlılıklarını koruyabilmelerinin gerektiği belirtilen raporda, enflasyonun düşüş eğiliminde olduğu ve faiz marjlarının daraldığı bu dönemde, bankaların, maliyetlerini azaltmaya çalışmaları ve kredi kullandırırken risk yönetimine ağırlık vermeleri gerektiğinin de altı çizildi ve ‘Bankalar, faiz marjlarındaki daralmayı pazar paylarını ve müşteri sayılarını artırarak telafi etmeye çalışırken, faiz ve kredi risklerine de dikkat etmelidir’ denildi Öte yandan tüketici kredisi faizlerinin geçmiş yıllarla kıyaslandığında hızla gerilemekle beraber, hedeflenen enflasyon oranları dikkate alındığında halen yüksek seviyelerde bulunduğu hatırlatılarak, ‘Bireylerin reel gelirlerinde yüksek artışlar olmasının beklenmediği bir dönemde, tüketicilerin tüketimlerini gerçekleşen enflasyona kıyasla reel faizi hala yüksek, enflasyonun düşüş eğilimini sürdüreceği dikkate alındığında ise beklenen reel faizi daha da yüksek olan tüketici kredileri ile finanse etme eğilimleri rasyonel bir davranış olarak algılanmamaktadır. Tüketici kredilerindeki artış şimdiye kadar belirgin bir enflasyonist baskı yaratmamış olmakla birlikte, Merkez Bankası, gelecek dönemde de tüketici kredilerindeki artışları yakından takip etmeye devam edecek ve bu gelişmelerin enflasyondaki düşüş sürecini engelleyecek veya mali piyasalardaki istikrarı bozabilecek potansiyel riskler konusunda piyasalara gerekli uyarıları yapacaktır’ denildi.HİZMET SEKTÖRÜÖnümüzdeki dönemde hizmet grubu enflasyonunun mal grubuna doğru yaklaşması ve enflasyondaki düşüş sürecinin 2005 yılında da devam edebilmesi için hizmet sektöründeki katılığın asgariye indirilmesi gerektiği belirtildi. Bunun da; bekleyişlerin doğru yönetimi, kamu fiyatlama ve gelirler politikasının enflasyon hedefi ile tutarlı olarak yürütülmesi, iç talepteki canlanmanın kontrollü gerçekleşmesi ve daha da önemlisi, piyasa kurallarına dayalı ve rekabete açık bir üretim sürecinin oluşturulmasıyla, bir diğer deyişle yapısal reformlarla, yakından ilişkili olduğu kaydedildi.Yapısal reformların son derece önem kazandığı bir dönem yaşandığı hatırlatılan raporda ‘Zira önümüzdeki yıl enflasyondaki düşüş sürecinin yüksek büyüme hızı ve istihdam artışı ile aynı anda gerçekleşmesi, bir çok alanda başlatılmış olan yapısal reformların en kısa zamanda fiilen hayata geçirilmesi ile elde edilecek genel verimlilik artışı ile mümkün olacaktır’ uyarısına yer verildi.
button
Yazının Devamını Oku 
6 Nisan 2004
<B>GAZETELERE</B> baktığınızda Türkiye’nin gündeminde<B> ‘CHP tartışması’</B> öne çıkıyor ama ekonominin gündeminde CHP’nin geleceği pek yer tutmuyor. CHP, ekonomik aktörlerin gündemine, ancak ‘AKP’ye alternatif arayışları’, bu çerçevede ‘Kemal Derviş ne yapar?’ sorularıyla geliyor. Derviş’in ‘lider olmayacağım’ demeçlerine rağmen, CHP’nin liberal bakışla yeniden organize olması ya da sağda yeni alternatif arayışı iş kesiminin de, ileriye dönük olsa da, gündeminde...
Bu tartışmalar Türkiye’nin siyasi gelişimi, gerçekten çağdaş bir ülke olması açısından bence de çok önemli, ama ekonominin gözü kulağı, şu sıralarda dış gelişmelere kitlenmiş durumda.
Herşeyden önce 24 Nisan’da Kıbrıs’ta, hem Rum hem Türk kesiminde yapılacak referandumlarda çıkacak sonuçlar merak ediliyor. En çok da Türk tarafındaki referandumdan ne çıkacağı. Rauf Denktaş’ın ‘hayır’ kampanyası yürüteceği, artık hemen hemen kesinleşti. Denktaş’ın ne kadar etkili olacağı, Kıbrıs’taki Türklerin AB üyesi olmak için ne kadar istekli olduğu, bu referandumda ortaya çıkacak.
Ekonomik aktörlerin bu referanduma, özellikle de Türk tarafında yapılacak referanduma gözlerini çevirmesinin ardında ‘AB’yle tüm üyelik müzakerelerinin başlayıp başlamayacağı’nı kestirme merakı yatıyor. Rum tarafında yapılacak referandumda hayır çıksa bile Türkiye’nin üyelik müzakerelerine başlayacağı varsayımıyla hareket edildiği için, şimdi gözler Türk tarafında. Ekonominin aktörleri bu konuyu o kadar merak ediyorlar ki; bazı yabancı finans kuruluşlarının iktisatçıları Kıbrıs’ta, özellikle de Türk kesiminde ‘nabız tutma’ turlarına bile başladılar. Görüşebildikleri resmi yetkililerle görüşüp, muhalefeti dinleyip, halkın arasında gezip, bir anlamda kamuoyu araştırması yapıyorlar, raporları için izlenim ediniyorlar.
Bütün bunlara bakarak Türkiye’ye yatırım yapacak, özellikle de kısa vadeli sermaye getirecek yatırımcılara yol gösterecek raporlar yazılacak. Bu izlenimler önemli, çünkü önümüzdeki dönemde TL’nin değerinin yani faizin ne olacağı, kurun ne olacağı, daha çok Kıbrıs ve dolayısıyla AB’ye ilişkin katedilecek gelişmelere bağlı olacak. Bence akıllı bir iş yapıyorlar.
HÜKÜMET ‘EVET’İ ZORLAR
Şu sıralarda gözden uzak tutulan bir başka önemli, hatta hayati dış gelişme de, haziranda İstanbul’daki NATO Zirvesi’nde yaşanacak. ABD’nin Türkiye’yi ‘Ortadoğu’ya sınır bir üs yapma’ niyeti, Almanya’daki NATO birliklerinin Türkiye’ye taşınma fikri, zaten belli. Bu kapsamda ABD’nin, Fransa başta olmak üzere Avrupa ülkelerini ikna etmesi gerekiyor. Bu yolda ilerlemeler olduğu, ABD’nin bu konuda kararlı olduğu, ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ kapsamında Türkiye’ye önemli roller biçileceği de, netlik kazanmasa da, yazılıp çiziliyor.
Bence AKP Hükümeti, bu hayati NATO Zirvesi ve Türkiye’nin burada netleşecek uluslar arası rolüne de bağlı olarak, Kıbrıs’ta, özellikle de Türk tarafında yapılacak referandumdan ‘evet’ çıkması için işi zorlamaya devam edecektir.
Aynen İsviçre’de olduğu gibi, Kıbrıs sorunun çözümü için çabalamak zorunda. Bu zorlama nasıl olur, referandum öncesi çıkıp, ‘Evet oyu çıkmaz, AB’yle bütünleşme sağlanamazsa bizim bu ekonomik koşullarda size yardım olanağımız kalmadı’ mı denir, başka yollar mı bulunur, şimdilik bilinmiyor. Hükümet ‘biz taraf olmayacağız’ diyor ama, yöntemi ne olursa olsun bence taraf olmaya devam edip, referandumdan evet çıkmasını sağlamaya çalışacaktır.
Çünkü NATO kanalıyla ABD’nin Türkiye’ye biçtiği rolün gerçekleşmesi için de, bu tür sorunların giderilmesi gerekiyor... Zaten ABD’nin, Yunanistan ve Rum kesimi üzerinde kurduğu baskının da önümüzdeki günlerde daha da artması bekleniyor.
Bu aşamada Türkiye’nin sadece ABD’nin çizdiği rolle yetinmesi, ülkenin geleceği için büyük talihsizlik olur. Bırakın başka nedenleri, sırf ABD’yi dengelemek için bile, AB’ye üyeliğin daha da zorlanması, müzakere sürecinin başlatılması gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 