2 Haziran 2007
PİYASA oyuncularının dar görüşlülüğü, daha doğrusu "kısa vadeciliği", zaman zaman insanı çileden çıkarır. Ancak piyasanın mantığı böyle işler. Piyasa oyuncuları için hedef "önlerindeki bilanço" dur. Yani en fazla 3 aydır. Elbette yaşadıkları yılın sonunu da görmek isterler, ya da önlerindeki yıla ilişkin olarak da bazı fikirleri olsun isterler ama asıl odaklandıkları vade, önlerindeki bilanço dönemidir.
Önlerindeki bilançonun dibinde yazacakları "kár" rakamıdır, onların asıl hedefleri. Bu kárı maksimize etmek için ellerinden geleni yaparlar. Alırlar, satarlar, bazen kötümser bazen iyimser havaya bürünürler, ama dışarıya gösterdikleri tavır, hissettikleri değil, karlarını maksimize edeceklerine inandıkları tavırdır.
İşte bu nedenle "yahu bu da mı risk değil?" dedirtecek vurdumduymazlıklarıyla ya da "bu kadar da olmaz" dedirten abartılı olumsuz algılamalarıyla, zaman zaman piyasa oyuncuları insanı çileden çıkartabilirler.
Ancak profesyonel performanslarının bilanço sonu kar rakamıyla değerlendirildiğini, bazılarının bu rakama göre ücret ya da prim aldıklarını unutmamak lazım. Yani piyasa oyuncularının motivasyonu buna göredir.
Eğer patronlar da ileriyi düşünen, elemanlarına sadece kısa vadeyi hedef gösteren patronlarsa, yani elemanların orta ve uzun vadeye bakma gibi bir motivasyonları hiç yoksa, bu oyuncuların kısa vadeciliğini de makul karşılamak gerekir.
Piyasa oyuncularının yaptıkları işin gereği böyle davranmaları, ağırlıklı olarak kısa vadeye odaklanmaları doğaldır. Ancak bu mantık diğer alanlara, özellikle de siyaset alanına hakim olursa, işte o zaman işler tümüyle karışır. Hele hele bir de devleti yöneten politikacılar piyasa mantığıyla davranmaya başlayıp, sadece kısa vadeli bir bakışa odaklanırlarsa, işte o zaman o ülkenin geleceği tehlikeye girmiş demektir.
AKP Hükümeti, iktidarı döneminde "piyasa dostu" bir tavır izledi. Gerçi bu dostluğun ötesine geçen, daha içiçe geçmiş bir ilişkiden de sözedilebilir ama sonuç olarak piyasaların beğendiği bir tavır ortaya koydu. Bu nedenle de piyasa oyuncuları tarafından epeyce sevildi.
GERİLİM OY KAZANDIRIYOR AMA
AKP Hükümeti, son birkaç aylık siyasi performansıyla, piyasayla dostluğunu ve onun mantığını, abartılı biçimde algıladığını gösterdi. İşte piyasa mantığının yani kısa vadeciliğinin siyasete indirgenmesi, giderek ülke geleceği için tehlikeyi artırır bir hal aldı.
AKP Hükümeti Cumhurbaşkanlığı seçimiyle başlan siyasi krizi, bilerek derinleştirmeye devam ediyor. Daha önce de nasıl olup da böyle davranabildiğini, sonuç olarak bu tavrın özellikle büyük şehirlerde partiye oy kaybettireceğini tahmin ettiğimizi yazmıştık.
Halbuki son günlerde gelen anketler, aslında neden böyle davrandıklarını ortaya koyuyor. Gerilimi artırıp, "Hakimiyet milletindir" sloganını "mağduriyet ilanı" için kullanan AKP’nin bu tavrının epeyce taraftar bulduğu anlaşılıyor. Çeşitli anketler bu gerilimden sonra AKP’nin oylarının yeniden yükselmeye başladığını ortaya koyuyor.
"Artan siyasi gerilimin sonuç olarak hakimiyeti istenen milleti mağdur edeceği" gerçeğini unutturup, sadece önümüzdeki seçimde alacağı oyu artırmak için giderek gerilimi artırıp, siyasi popülizmin dozunu yükseltmek, piyasanın kısa vadeli bakışının siyasete yansıtılmasının en iyi örneği. Piyasa oyuncuları bu işi önündeki bilançoda karını daha yüksek çıkarmak için, AKP hükümeti de ilk seçimde oy oranını artırmak için yapıyor.
İyi de, ülke bu kadar kısa vadeli bakış ve çıkar ilişkisiyle yönetilemez, siyaset bu kadar kısa vadeli bakışla yapılamaz ki... Kárı artıran yöneticiyi patron atmaz ama kısa vadeli kár için işletmenin geleceğini tehlikeye atan elemanını, akıllı patron görür.
Halk da belki kısa vadeli çıkarlarına göre oy verir ama halkın kısa vadeli çıkarlarına rağmen ülkeyi düşünerek politika yapan siyasetçi kalıcı olur, ülkesinin geleceğine katkıda bulunur.
Kısa vadeli kaygıyla siyaset yapıp, ülkeyi bunalımlara götüren politikacılar ise zarar verir.
Yazının Devamını Oku 
31 Mayıs 2007
SİYASETTE yaşanan, bir türlü bitmeyen çatışmalar ekonomiye ilişkin umutları da karartıyor. Siyasetteki tıkanma devam ederse, küresel likiditedeki risk iştahı ne kadar lehimize olursa olsun, bırakın ekonomideki büyümeyi, istikrarı bile koruyamayacağız. TBMM’de yaşananlar, AKP’nin hırs ve kızgınlık kokan uzlaşmaz tavrı, buna karşılık karşı tarafın taviz vermez tutumunun devam etmesi, insana ister istemez bunları düşündürtüyor.
Taraflar bir pozisyon belirlediler bu pozisyonlarından geri adım atmaya yanaşmıyorlar, o nedenle de uzlaşma umudu görünmüyor. Halbuki çağ uzlaşma çağı ve hem siyaset hem de ekonomik dengeleri yönetmenin anahtarı uzlaşma...
Geçen hafta sonunda gerçekleştirilen TOBB Genel Kurulu’nda Başkan Rifat Hisarcıklıoğlu, gelinen noktayı "son birkaç ayda olup bitenlerin Türkiye’nin ufkunu karartmaya başladığı" biçiminde özetledi.
Yaşananların, çağdaş ekonomik ve toplumsal yapının gerisinde kalan milletin beklentilerini karşılamayan siyasi ve idari yapıdan kaynaklandığını, bu yapılarda köklü reformlar yapılması gerektiğini kaydeden Hisarcıklıoğlu, şu değerlendirmeyi yaptı:
"Şimdi diyalog üretecek, uzlaşma üretecek, sorunlarımıza çözüm üretecek yeni bir siyaset anlayışını oluşturma zamanıdır. Diyalog ve uzlaşma ancak bunlara zemin sağlayan bir sistemde mümkündür. Siyasi ve idari sistemde reform yapmadan ekonomik reformlara devam etmemiz mümkün değildir."
Örneğin hukuk sisteminin mevcut altyapıdaki gelişmeleri artık taşıyamadığını herkes kabul ediyor. Herkes bu sistemin değişmesi, çağdaş, gelişen yapıya uygun hale getirilmesini, adil ve hızlı çalışmasının sağlanmasını istiyor. Ama buna cesaret eden de olamıyor.
AKP yönetiminin ülkede köklü bir hukuk reformu yapmaya kalkıştığını bir düşünsenize...
Hani Başbakan "toplumsal mutabakat tamam da kurumsal mutabakat sağlanamadı" diyor ya... Başbakan o kurumsal mutabakatı sağlaması gereken kendisi değilmiş, sanki kendi dışında birilerinin bunu sağlaması gerekiyormuş gibi konuşuyor.
Bunun üzerine hukuk sistemini radikal biçimde değiştirmeye kalkıştığını düşünsenize... Bizce böyle bir şey mümkün değil.
Çünkü güven yok, AKP yönetimi tek başına yeniden iktidar olsa yine bu güveni sağlayıp da köklü idari reformlara girme şansı, bizce yine çok zayıf olacak.
MERKEZ PARTİLERİN OYU
"İyi de AKP dışındaki partiler, değişiklik yapacak kadar fazla oy alamıyor" diyebilirsiniz. Haklısınız da... İşte bu nedenle siyasi sistemde de reform gerekiyor. Hisarcıklıoğlu, açıkca bunun adını koymamış ama bizce mutlaka dar bölge sistemine geçilip, merkezdeki partilerin de zorunlu olarak halkın içine girip çalışmaları, yani değişiklik yapacak kadar fazla oy alacak bir çalışma sistemi içine artık girmeleri gerekiyor.
Bizce bununla birlikte adına Türkiye milletvekilliği ya da senato deyip, yan bir yapının oluşturulması, bölgeden gelenlerin bakan olmasının önüne geçilerek "devletten nemalanan siyaset" sisteminin kurutulması da şart.
Projesi olan bunu anlatıp oy almalı, lider vekilliği yerine halkın vekilliğine geçilmeli, siyasi sistem mutlaka bu revizyona tabi tutulmalı.
Bununla birlikte küreselleşmenin gereği olan bağımsız kurumların, atama yöntemleri rasyonel hale getirilip, kurumsallaşmaları hızlanmalı, siyasetten iyice uzaklaştırılmalı.
Bununla birlikte tabii ki, artık korkulara kapılmadan, baraj mutlaka indirilmeli.
Hisarcıklıoğlu, "Türk halkı cumhuriyetin kazanımlarından vazgeçmeden kendi değerlerine saygılı ve dünya standartlarında bir demokrasi istiyor. Türk halkı kapılarını dünyaya kapamak istemiyor. Dünya ekonomisinden daha fazla pay almak istiyor. Türk halkı kamu yönetiminde şeffaflık ve sorumluluk istiyor, sisteme inancını zayıflatan adaletsizlikleri ve yolsuzlukları, artık daha fazla görmek istemiyor" demekte haklı değil mi?
O zaman uygulamada hep "dayatmacı" olan, aslında demokrasiyi katleden tek parti iktidarları yerine koalisyon hükümetleri de bu ilerlemeyi rahatlıkla sağlayacaktır. Aklın yolu bir ama...
Yazının Devamını Oku 
28 Mayıs 2007
DÜN gerçekleştirilen Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Genel Kurulu, her yıl olduğu gibi yine "siyasi parti liderlerine gösterilen teveccühün ölçüldüğü bir platform" niteliğindeydi. Bu kez seçimin yaklaşmış olması, liderlerin konuşmalarındaki siyasi dozu da artırmıştı. Buna karşılık her zaman merkez sağın kalesi olarak bilinen TOBB Genel Kurulunda bu kez siyasi partilere olan ilginin tek partide birleşmek yerine dağıldığı gözlendi.
Toplantı salonu TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun konuşması sırasında tümüyle doluydu. Daha sonra kürsüye çıkan Başbakan Tayyip Erdoğan konuşurken salonda yer yer boşluklar oluşmaya başlamıştı. DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın konuşmaları sırasında ise salon neredeyse yarı yarıya boştu.
Otururken etrafındaki kimseyle temas kurmayan, hayli gergin görünen Başbakan Erdoğan’ın ürkek tavırları dikkat çekiciydi. Ancak Erdoğan kürsüye çıkınca ürkekliğini atıp yine iyi bir hatip olduğunu gösterdi ve vurgularıyla salondan sık sık alkış aldı. En çok da "milli irade" ve "demokrasi" vurgusu yaptığı zaman genel kuruldan olumlu tepki gördü. Bu arada yanında oturan Gelirler Genel Müdür Vekili Osman Arıoğlu ile birlikte Erdoğan’a gelen alkış furyalarınıı başlatan Sanko Yönetim Kurulu Başkanı Abdülkadir Konukoğlu gibi bazı işadamları gazetecilerin dikkatini çekti. Birkaçı dışında, üst düzey bürokratların Başbakanı hararetle alkışlamaları daha önce sıkça rastlanmayan, gazetecilerin dikkatini çeken başka bir tavırdı. Çok sayıda işadamı Erdoğan’ın konuşmasının bitiminde kalkarak ayakta alkışladı.
Başbakan Erdoğan yine "2001 krizini " kullandı ve o zamandan buyana neler yapıldığını anlattı. Ekonomide yapılanlar alkış alırken, diğer konularda yaptıklarını söylediği sözler pek alkış görmedi. Erdoğan’ın "milli irade" sözlerinin bu kadar sıkça alkış alması, bizce seçim döneminde Anadolu’daki mitinglerinde hangi argümana yükleneceğini de ortaya koydu.
DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar ise Erdoğan’ın konuşup bakanlarıyla birlikte salonu terketmesinden sonra yaptığı konuşmada, daha çok AKP eleştirisine girdi. Ağar’ın en çok alkış alan sözleri ise DYP Genel Kurulu delegelerine, "Yaptığınız en küçük eleştirilirden sonra bile maliye memurları peşinize takılmıyor mu?" diye sorması üzerineydi.
EN ÇOK EKONOMİ KONUŞAN BAYKAL’DI
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ise bir sol partinin TOBB Genel Kurulunda şimdiye kadar görmediği kadar büyük ilgi gördü. Baykal’ın konuşmasını ekonomi ağırlıklı kurması dikkat çekiciydi. Kurallı piyasa ekonomisinden sözetti, AKP’nin artık 2001 krizini kullanmaktan vazgeçmesi gerektiğini söyledi ve "2001’deki kriz başkaydı ona göre önlem alındı, ama şimdi başka önlemler lazım.Çünkü şu anda reel sektörü sıkıntıda" dedi. Bunun aşılması için meslek okullarında sanayi ağırlıklı eğitime geçileceğini söylemesi, teşvik politikasının gözden geçirilip sanayileşmeye geçileceğini kaydetmesi çok alkış aldı. Baykal’ın AKP’nin övünmesine karşılık son 4-5 yıl içinde diğer gelişmekte olan ülkelerin bizden çok daha iyi ekonomik performans gösterdiğini rakamlarla açıklaması da, bizce artık ekonomiye ağırlık verdiğini, bundan sonra da bu yönde yoğunlaşacağını gösteren ipuçlarıydı. Baykal’ın "ticaret ile siyaseti ayıracağız. Şu çok kazanıyor ben de biraz kazanayım diyen siyasetçi olmaz" sözleri de büyük alkış alan sözleri arasındaydı.
TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun konuşması ise mesaj bolluğu içeriyordu. Siyasi partiler ve seçim yasalarının değişmesi, Anayasanın yeniden ele alınmasını isteyerek kurulacak Meclisin "Kurucu Meclis" gibi çalışmasını istedi. Hisarcıkloğlu’nun suç oranlarının işsizliğe bağlı artışı üzerine yaptığı vurgu, yine Başbakanın yüzünü ekşitti ama delegelerden büyük alkış aldı. Hisarcıklıoğlu, özetle 2001’dekine benzer bir dönüm noktasına yeniden geldiğimizi, siyasi ve idari sistemde reform yapmadan ekonomik reformlara devam etmenin imkanının kalmadığını söyledi.
Özetle dünkü TOBB Genel Kurulu bundan sonra seçim sürecinde tartışılacak konuları açığa çıkaran bir meydan oldu. İlgi ise partiler arasında dağınık gözüküyordu...
Yazının Devamını Oku 
26 Mayıs 2007
AKP Hükümeti hálá bir ekonomik program uygulandığını, tümüyle unutmuş gözüküyor. Mali disiplinin giderek bozulduğu gözlenirken, işler öyle bir hale geldi ki, daha önce mali disiplindeki bozulmaya göz yuman IMF bile "uyarı" yapmak zorunda kaldı. Şimdiye kadar çok konuşulan ama hem IMF’in hem de teknisyenlerin karşı çıktığı KDV indirimleri, seçim yaklaşınca pat diye açıklanıverdi. İşte bunun üzerine dün Reuters’a bir açıklama yapan IMF Türkiye Temsilcisi Hugh Bredenkamp Türkiye’nin yapmayı tasarladığı KDV indirimleri konusunda kendilerine danışılmadığını ve KDV indirimi ile sektörel teşviklerin "taahhütlerle uyumlu olmadığı"nı söyledi. Bredenkamp, KDV tabanını bozacak bu girişimlerin hükümetin IMF destekli programına ters olduğunu söylemiş. IMF, hükümetten KDV indirimleriyle ilgili bilgi beklediklerini de eklemiş. Son aylarda KDV tahsilatının zaten azaldığını da unutmayalım...
Yani sabır taşı haline gelen IMF bile, hükümetin son girişimleriyle birlikte çatlamış görünüyor. Bunun da ötesinde KDV indirimlerinin ertesinden ÖTV indirimleri beklentisi oluştuğunu, turizmde ve gıdada KDV indirimini duyan diğer sektörlerin sıraya girdiğini, yani bir seçim öncesi yeni indirim kararlar çıkabileceğini de unutmamak gerekiyor. Maliye Bakanlığı yetkilileri "sektörel indirim olmaması" için, yani verdikleri sözü, sözde yerine getirmek için "konaklama vergisi inecek" diyorlarmış. Yani sorulduğu zaman "sadece turizm tesislerine vermedik tüm konaklamalara verdik" demeye hazırlanıyorlar. Bunun ancak bir kandırmaca olduğunu herkes biliyor ama bakalım IMF ne diyecek?
Özetle, bir süredir başlayan seçim ekonomisi uygulamaları tam gaz devam ediyor. Seçim ekonomisi uygulamaları KDV indirimleri ile başlamadı ama bizce indirimler son olmayacak. Seçim yaklaştıkça, özellikle de seçim anketleri gelmeye başlayınca, bizce hükümetten yeni yeni popülist kararlar beklenebilir. Bu ne anlama geliyor derseniz; mali disiplinin giderek bozulduğu anlamına gelir. Bilindiği gibi enflasyonda ciddi bir problem ortaya çıktı. Yılbaşından buyana, giderek, enflasyonun ineceğine ilişkin güven kaybolmaya başladı. Merkez Bankası açık enflasyon hedeflemesine geçti ikinci yılını yaşıyor ama hükümetin harcamaları artırması nedeniyle hedefini tutturamadığı için büyük güven kaybetti. Başkan Durmuş Yılmaz sonunda dayanamadı "harcamalar bu kadar artmışken faiz indirilmez" deyiverdi.
MALİ DİSİPLİNDEKİ BOZULMA VE SİYASİ GERİLİM
Önceki yıllarda yani istikrarın sağlandığı yıllarda en önemli dayanak, mali disiplin idi. Faiz dışı fazla hedefi (FDF) bir simgeydi ve FDF hedefleri tutturulmanın ötesinde aşılıyordu. Geçen yıl başlayan gevşeme, artık bu yıl çok bariz bir hale geldi. IMF’nin beklenenin altındaki gelirler ve harcamaların öne alınması nedeniyle nisan hedeflerinin tutmayacağı tahminine, bir de KDV indirimleri eklenince, mali piyasalarda da bir tedirginlik oluşmaya başladı. Unutmayalım ki; AKP Hükümeti Kemal Derviş zamanında güçlendirilen ekonomik programı uygulamaya devam ettiği için başarılı oldu. Şimdi seçimlerde meydanlara çıkıp en çok bu ekonomik istikrar ve büyüme ile övünecek, bu başarıyla oy isteyecek. Küresel likiditedeki uygun koşullar mali disiplinle birleştiği için, diğer gelişmekte olan ülkelerle birlikte Türkiye’ye büyük fon akışı oldu. Hükümet bu uygun dış faktörü iyi mi kullandı, tartışılır. Ancak bu başarının altında mali disiplinin korunması yatıyor. Şimdi birkaç aydır bir türlü durulmayan siyasi gerilimin üzerine, bir de mali disiplindeki bozulma da eklenmiş olacak. Gerçi seçime az bir süre kaldı ama küresel likiditede yarın ne olacağını bile kestirmek mümkün değil. Yani yarın bir dış kaynaklı bir sermaye kırılması olursa, mali disiplindeki bozulma, bu kırılmanın içerdeki etkisini çok ağırlaştıracaktır. AKP Hükümeti siyasi tansiyonu belli ki, daha fazla oy alacağını düşündüğü için sürdürmekte kararlı gözüküyor. Mali disiplindeki bozulma da bu gergin iklime ekleniyor.
Yazının Devamını Oku 
24 Mayıs 2007
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, bir süredir yaşanan, artık herkesin yakındığı siyasi gerginliği bitirmek niyetinde gözükmüyor. Hatta tam "üzerinden zaman geçiyor, tansiyon düştü" derken yeni açıklamalar yaparak, siyasi tansiyonun yeniden yükselmesine neden oluyor. Dün yapılan toplantıda TÜSİAD Başkanı Arzuhan Yalçındağ, daha önce de anayasa değişikliklerinin aceleye getirilmemesi gerektiğini belirttiklerini hatırlatıp, Cumhurbaşkanını halkın seçmesini kapsamlı bir değişiklik ile birlikte ele almak gerektiğini tekrarladı. Yalçındağ, haklı olarak, bunların, yeni bir siyasi sistem dizaynı içinde, siyasi partiler ve seçim yasasında yapılacak değişiklikler ile birlikte düşünülmesi gerektiğini de kaydetti.
Ancak Başbakan Erdoğan aynı toplantıda, bu değişiklikler ile ilgili daha önce belirttiği görüşleri tekrarlayarak, bu değişikliğin yapılacağını söyledi. Hatta daha ileri giderek, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i, inceleme süresinin bitimini beklediği için sert bir dille eleştirdi. İstendiği takdirde Cumhurbaşkanının kararı erken verip, iki sandığın birden milletin önüne konulabileceğini belirterek, bu tür gecikme ve geciktirmeleri "art niyetli" olarak nitelendirdi. "Herhalde Cumhurbaşkanı da Cumhurbaşkanını halkın seçmesini istemiyor" diyen Başbakan Erdoğan, kendilerini ise bu tavırları nedeniyle "samimi" olarak niteleyip, yollarına devam ettiğini söyledi. Erdoğan, konuyla ilgili olarak "Dere yatağında akar. Er geç dere yatağını bulacaktır" şeklinde konuştu. Yani gerginliği tırmandıracak sözler etti.
Başbakan Erdoğan’ın bu sözleri gerçekten şaşırtıcıydı. Erdoğan’dan siyasi gerilimi bitirmek için bir açılım bekleyen işadamları da, beklediklerinin aksine, bu sert tutumu ve siyasi tansiyonu daha da artıracak sözleri hayretle izlediler.
Şimdiye kadar Cumhurbaşkanının kendisine gönderilen yasa ve hükümet kararları için, çoğunlukla, inceleme süresinin bitiminde karar verdiğini; titiz inceleme yaptığını bilen bir gazeteci olarak, Başbakanın bu sözlerinin haklı bir yönü olduğunu düşünmüyorum. Bu tavrı Başbakanın kendisi de çok iyi bildiği halde, bu sert sözleri etmesi, bizce seçim öncesinde AKP’nin gerilim politikasına, bilinçli olarak devam edeceğini gösteriyor.
ÇAĞLAYAN’IN AÇIKLAMASI
Geçtiğimiz hafta sonu bu sütunlarda, Ankara Sanayi Odası (ASO) Başkanı Zafer Çağlayan’ın AKP’den milletvekili aday adayı olmasına şaşırdığımı, daha önce konuyla ilgili kendisiyle aramızda geçen konuşmaya dayanarak, yazmıştım.
Çağlayan bu yazımla ilgili Genel Yayın Yönetmenimiz Ertuğrul Özkök’e bir mektup göndermiş. Şimdi bu mektuptan bazı bölümleri size aktarmak istiyorum.
Çağlayan "Serbest piyasa ekonomisine kurum ve kurallarına tam inanan biri olarak Akparti’ye olan ilgimin nedeni yukarıda belirttiğim gibi, özellikle ekonomi politikaları oluşturmaktadır. Büyüme, enflasyon, kamu maliyesi özelleştirme gibi konularda bu Hükümetin başarıları herkes tarafından kabul edilmektedir.Başta dış dünya ve finans çevreleri olmak üzere büyük sermayenin temsilcisi kuruluşlar ve holdingler, iş alemi bu hükümetin ekonomi politikalarına alkış tutmaktadır.Hatta Sayın Sağlam’ın yazılarında da, son zamanlarda artan yanlı görüşleri dışında, ekonomi politikalarının benimsendiğinin işaretleri görülmektedir" diyor.
Çağlayan "Beni tanıyan herkes, kamuoyu, benim demokrasiye, Atatürk’e, Atatürk ilke ve inkılaplarına , laikliğe, insan haklarına, cumhuriyet ve cumhuriyetin kazanımlarına ve ülkenin bölünmez bütünlüğüne olan tutkumu, inancımı ve vazgeçilmezlerimi yakınen bilir. Bu konularda bugüne kadar olan hassasiyetlerim ve tavrım hiçbir zaman değişmez ve değişemez.Ben ve ailem her zaman demokrat, liberal ve merkezde olmuştur" diye yazmış.
Çağlayan mektubunu, "Şimdi de Sayın Başbakanın daveti ile Akparti saflarında politika yapma aşamasındayım. Bu Parti’nin içinde olsam da olmasam da, özellikle istikrarlı ve kararlı politikalarının arkasındayım. Önümüzdeki 22 Temmuz seçimlerinde de halkın bu Hükümete devam vizesi vereceği inancındayım" şeklinde sonlandırmış. Yorum okuyucunun...
Yazının Devamını Oku 
22 Mayıs 2007
SÜREYYA Serdengeçti’nin "IMF’in önemli bir çapa olmaktan çıktığı" tezine katılmamak mümkün değil. Hele son niyet mektubu, yani 6. gözden geçirmeye ilişkin geçen hafta sonunda yayımlanan mektubu okuyunca, bunun artık somut bir gerçek olduğunu anlayabilirsiniz. Bu konulardan anlayan, IMF’le ilişkileri bilen hemen herkes, "bir niyet mektubunda bu kadar özürün birarada yer alamayacağını" söylüyor. Söz verilip de yerine getirilmeyen bu kadar çok kriterin hepsinin birden bir niyet mektubunda görülmesi, Türkiye’nin tarihinde herhalde bir ilktir. Başka ülke deneyimleri çok iyi bilinmediği için, IMF’in tarihinde böyle bir örnek var mı bilmiyoruz ama, Türkiye’nin tarihinde olmadığı kesin. Eski bürokratlar, bir niyet mektubunda ancak bir-iki konuda özür bulunabileceğini, özürün 3-4’ü geçmesi halinde böyle bir niyet mektubunun kabul edilmediğini, bunun ekonomide tarihinde sık sık rastlanan bir durum olduğunu söylüyor.
Özetle, seçim nedeniyle IMF’in tavrı daha da yumuşadı ama bu artık yumuşak tavrı da geçti. Dolayısıyla, "Ekonomi için IMF’in çapa olmaktan çıktığı" tezi giderek doğrulanıyor.
Niyet mektubunu inceleyen bir iktisatçı, "ilk kez niyet mektubundan ilk 3 aylık temel göstergelerin tutmayacağını öğrenmiş bulunuyoruz" diyor. Bu durum aynı zamanda piyasaların şeffaf olarak bilgilendirilmediğini de ortaya koyuyor.
Yapılan incelemede özür dilenen, vazgeçilmesi talep edilen kriterler şöyle belirlendi:
-Nisan sonuna ilişkin; konsolide kamu sektörü faiz dışı fazlası, KİT’ler hariç konsolide kamu sektörü faiz dışı fazlası, merkezi yönetim ve sosyal güvenlik kuruluşlarının faiz dışı harcamaları, sosyal güvenlik kuruluşlarının dengesine yönelik performans kriterleri.
Daha önce söz verilen bu kriterlerin tutturulamadığı anlaşılıyor.
- Yanısıra dış borca ilişkin performans kriteri de vazgeçilen performans kriterleri içinde yer alıyor. Veriler henüz çıkmamış olsa da, bu hedefin tutturulduğu tahmin ediliyor.
- Gelir vergisi reformunun kabulüne ilişkin gecikme ve vergi idaresinin gelir ve harcamaları çapraz kontrole tabi tutabilmesine ilişkin yetkilerini artıracak olan hükümlerin düzenlemede yer almadığı gözüktü.
YENİ SÖZLER DE VAR
Maktu vergiler ile KİT fiyatlarına ilişkin sürekli yapısal kriter, KİT fiyat ayarlamaları program varsayımlarının gerisinde kaldığından, yerine getirilemeyen kriterler arasına girdi. Yine, sosyal güvenlik reformuna ilişkin düzenlemeye yönelik Anayasa Mahkemesi kararı sonucu TBMM’de onaylanan Sosyal Güvenlik Kurumu’na tıbbi tedavi ve ilaçlardaki katkı paylarını değiştirme yetkisi veren yasal düzenlemenin uygulanabilirliği de kalmadı.
Niyet mektubunda IMF’e verilen sözler de çok. Örneğin, sosyal güvenlik yasa tasarısının, yeni yasama döneminin başlamasından hemen sonra TBMM’ye sunulması ve sunulduktan sonra altı ay içerisinde uygulamaya geçirilmesi sözü verildi. Yine sosyal güvenlik prim tahsilatının iyileştirilmesi amacıyla büyük işverenlerin, çalışanlarının maaşlarını banka hesapları aracılığıyla ödemesini gerekli kılacak yasal çerçevenin 2007 yılı Haziran sonuna kadar tamamlanması öngörüldü. SPK’nın ipotekli konut finansman kuruluşlarının yanı sıra ipotek teminatlı menkul kıymet ve borçlanma senetlerinin işlevsel şartları için gereken düzenlemeleri, Haziran 2007 sonuna kadar yayımlayacağı, BDDK’nın finansal kiralama ve tüketici finansman kuruluşlarının ipotekli konut finansmanı lisansı alabilmeleri için gereken şartları tespit edeceği sözleri verildi.
Sigortacılık Kanununun, bu yıl Haziran sonuna kadar TBMM’den geçirileceği sözü niyet mektubunda yeralırken, TMSF’nin devraldığı bankalardan kalan varlıkları 2007 sonunda elinden çıkarmış olacağı, 2008 yılı içerisinde ilk üç elektrik dağıtım şirketinin özelleştirileceği konuları da niyet mektubunda yer verilen diğer sözler oldu.
Bakalım bu sözler yerine getirilebilecek mi, getirilmezse IMF ne yapacak?
Yazının Devamını Oku 
21 Mayıs 2007
TÜRKİYE kendi ekonomik programını yapabilecek mi? Bu soru, "Türkiye’nin şimdiye kadar uyguladığı ekonomik programların hepsinin kendisine dayatılmış, dışarıda hazırlanarak getirilip de burada uygulanmış programlar olduğu" görüşüne dayanmıyor. Uzun yıllardır ekonomiyi ve uygulanan programları yakından izleyen bir gazeteci olarak, böyle bir tezin kesinlikle doğru olmadığını biliyorum.
Bu sorudan kastım o ki; Türkiye IMF’le anlaşma olmadan ya da stand-by gibi bağlayıcı bir anlaşma olmadan, kendi istikrar hatta sanayileşme programını yapabilir mi?
Aksi takdirde 2000 yılında uygulamaya konan, 2001’de güçlendirilen, hala içinde yaşadığımız ekonomik programın dizaynında bizim bürokratlarımızın katkısının ne kadar büyük olduğunu biliyorum. AKP Hükümeti döneminde uygulamada başarılı olundu ama bu programa hiçbir katkıda bulunulmadı, eskiden dizayn edilen programa, akıllı davranılarak, uyuldu.
Türkiye’de ekonomik programları izlediğim kadar, ekonomi konusunda siyasetçi davranışlarına ve ekonomik programa müdahalelerine de şahitlik etmiş bir gazeteci olarak, "Türkiye’nin özellikle IMF çapası olmadan, güçlü bir program uygulamasının çok güç olduğu" kanısındayım. Ancak bütün bu deneyime karşılık, son zamanlarda artan "Artık kendi ekonomik programımızı yapmalı, sanayileşme stratejisi oluşturup bunu uygulamalıyız" arayışını da hak veriyorum. Merkez Bankası eski başkanı Süreyya Serdengeçti’nin de, yıllardır paraya ilişkin teori ve uygulamaların içinde olmuş bir bürokrat olarak, "kendi programımızı yapalım" çağrısını da bu nedenle çok ciddiye alıyorum. Bugünkü Referans Gazetesi’nde Serdengeçti’nin gündeme ilişkin görüşlerini yansıtan bir söyleşi bulacaksınız. Serdengeçti, IMF çapasının çok önemli olduğunu istikrarın kazanılmasına büyük katkı yaptığını belirterek, "ama IMF çapası giderek zayıfladı" diyor. Şimdiye kadar ekonomiyi bağladığımız iki çapadan diğeri olan AB çapasını ise o kadar etkili bulmayan Serdengeçti, "Siyasi bir süreç olduğu için ekonomi açısından o kadar kuvvetli bir çapa olmadığı" görüşünde. Seçimlerden sonra yapılacakların belli olduğunu, enflasyonu, bozulan mali disiplini de yeniden kurarak düşürmek zorunda olduğumu kaydeden Serdengeçti, tek parti iktidarı da olsa, koalisyon iktidarı da olsa, ekonomide yapılması gerekenlerin aynı olduğunu söylüyor. "Seçimlerden sonra ülke ekonomisinde istikrarı kalıcı hale getirmeye kararlı isek, o zaman niye kendi kuvvetli çapamızı kendimiz oluşturmayı düşünmüyoruz ?" diye soran Serdengeçti, kendi sorusuna yanıtını ise, "Bu yapılabilir. İstenirse" diye veriyor.
SANAYİLEŞME STRATEJİSİ İHTİYACI
Serdengeçti’nin de dillendirdiği bu arayışın, son dönemde çok geniş kesimlerlerce paylaşıldığı ortada. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da, bu arayış içinde olan kişilerden biri. Bizce Faik Öztrak başta olmak üzere çok iyi bir ekip kurup, yeni bir sanayi stratejisi oluşturma imkanı da artık var. Ancak bunu yaparken, yakın izleme anlaşması gibi anlaşmalarla IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşların uygulanacak programa onayının alınması, kredibilitesi sağlam bir program olduğunun ilgili tüm kesimlere benimsetilmesi gerekiyor. CHP nezdinde, sadece programı hazırlamak değil, kabul ettirmek konusunda da deneyimli bir ekip oluşuyor.
Serdengeçti’ye CHP’den aday olup olmayacağını soruyoruz, "şimdiye kadar birçok partiden teklif geldiğini, gururlandığını" belirtip, ancak hiçbir partiye başvurusu olmadığını kaydediyor.
Serdengeçti’nin siyasi tartışmalara rağmen piyasalarda yaşanan sakinliğe ilişkin yorumu da ilginç.Yaşadığımız sakinliği "göreli sakinlik" olarak nitelendiren Serdengeçti, buna çok fazla aldanmamak gerektiğinin altını çizip, "İstikrar için yapmamız gerekenleri yapmamaya devam eder, siyasi istikrarı da sağlayamazsak, içinde bulunduğumuz sürecin sonunda, bugünkü göreli sakinliği ararız" şeklinde konuşuyor. Bizce de haklı, artık siyasetin durulması gerekiyor..
Seçimlerden sonra da enflasyonu indirme ve büyümeyi kalıcı kılacak bir programa ihtiyaç var.
Yazının Devamını Oku 
19 Mayıs 2007
SİYASİ partilerin bugünlerde en önemli derdi, milletvekili aday listelerini oluşturmak. Bu kez "vitrin telaşı", her zamankinden çok daha yoğun yaşanıyor. Çünkü siyasi partiler, bu seçimlerde her zamankinden daha fazla, "nasıl değiştiklerini", ya da "nasıl toplumun tüm kesimlerini kavradıklarını" göstermeye çalışacaklar. Gelinen noktada kutuplaşmanın artık had safhaya ulaşmış olması, siyasi partileri "biz merkez partiyiz ve her kesimi kucaklarız" görüntüsü vermeye itiyor. Çünkü herkes biliyor ki; gerilim yaratan, toplumun her kesimini kavramayan, merkezin dışında görünen siyasi partiler, geniş halk kesimlerinden oy alamayacaklar...
İşte bu nedenle siyasi partiler bu kez, vitrin telaşını her zamankinden daha fazla yaşıyorlar.
Kimsenin şüphesi olmasın ki, vitrin telaşı, aday listelerinin oluşumu ile bitmeyecek. İster istemez bu telaş nedeniyle, kendisini uzun zamandır partilerine adamış, çalışmış şimdi milletvekili olmaya çalışan kişilerin çoğu devre dışı kalacak.
Bırakın yeni aday olacak partili milletvekili adaylarını, bizce şu andaki milletvekillerinin büyük bölümü de liste dışında kalabilir.
İşte bu nedenle, siyasi partilerde kırgınlıklar yaşanacak, seçim sürecinde önemli performans beklenen bazı partililer küstürülecek, bunlara "iktidar olunduğu takdirde" denip, şimdiden milletvekilliği dışında yeni taviz sözleri verilip, ortalık yumuşatılmaya çalışılacak. Bu arada bazı yörelerde, parti yöneticilerinin liste tepkilerinin basına yansıdığını da göreceğiz.
Bütün bu sıkıntılar her seçim döneminde yaşanır. Herkesi birden memnun etmenin imkanı yoktur. Ancak bu kez vitrin telaşının geçen seçimlere kıyasla daha yoğun yaşanması nedeniyle, partili olmayıp da sırf vitrin için listelere konacak kişilerin sayısının çok olacağı, bunun getireceği örgüt tepkilerinin de daha fazla yaşanacağı görüşündeyiz.
Bu kez vitrin kaygısının öne çıkmasının nedenlerinden biri de, seçime çok kısa bir süre kaldığı için, seçim bildirgeleri, parti programlarının hazırlanması ve halka anlatılması için fazla bir sürenin kalmaması. Yani vitrine konacak kişiler, bir anlamda da uygulanacak politikaların göstergesi olacak. Tanınmış kişiler, daha önceki fikirleri, uygulamaları bilinen kişiler, uygulanacak politikaların da teminatı gibi görülecek.
İşte bu nedenle vitrin telaşı, bu seçim için, her zamankinden daha yoğun yaşanıyor.
ÇAĞLAYAN VE ŞİMŞEK BAKAN MI OLACAK?
Bu arada siyasi partilerin "şimdiye kadar o partiden kesinlikle değilmiş" izlenimi veren, ya da tarafsız görünüp de aslında o partiler için yardımcı olmuş bazı tanınmış kişileri bile aday yapmaya çalıştıkları gözleniyor. Partiler tamam da, şimdiye kadar, özellikle o partilere karşı izlenim vermeye çalışan kişilerin, aday listelerine girmesi şaşırtıcı oluyor.
Örneğin; Ankara Sanayi Odası Başkanı Zafer Çağlayan’ın, AKP listesinden milletvekili adayı olacağına ilişkin haberlere, şahsen çok şaşırdım.Kendisini aradım, haberin doğru olup olmadığını bizzat soramadım ama yakın çevresinden gelen bilgiler, bu haberi doğruluyor.
Niye şaşırdım biliyor musunuz? Yaklaşık 10 gün önce Ankara’da bir davette birlikte olduğumuzda, kendisine şakayla karışık "AKP’den aday olursun herhalde" dediğimde, çok sert bir yanıt aldım. Aynen, "AKP’li olanın da, AKP’den aday olanın da, AKP’den aday oluyor diyenin de... Tamam mı?" dedi. Bende kendisine "Tamam" dedim ama ardından da ekledim: "Tamam da, kısa bir süre kaldı, hep birlikte göreceğiz" yanıtını verdim...
İşte daha yeni yaşadığımız bu konuşma nedeniyle, aday olacağına şaşırmam doğal herhalde...
Bu arada adaylar belli oldukça, kulislerde çeşitli söylentiler de dolaşmaya başlıyor. Bu söylentiler özellikle parti koridorlarında hızla, üstüne eklemelerle dolaşıp, duruyor.
İşte "Çağlayan’ın Sanayi Bakanlığı sözü alıp aday adayı olduğu" da bu söylentilerden biri. Bu arada Londra’dan gelecek iktisatçı Mehmet Şimşek için de "kendisine Babacan dışışleri bakanlığına geçince Hazine’den sorumlu bakan olacağı sözü verilmiş" söylentileri dolaşıyor. Hem de bu söylentilerin asıl kaynağı Londra’daki finans çevreleri... Bakalım, göreceğiz..
Yazının Devamını Oku 