5 Temmuz 2007
HAZİRAN ayı enflasyonu piyasalardaki beklentinin altında geldi. Haziran ayı TÜFE’si eksi 0.24 gerçekleşirken, yıllık TÜFE enflasyonu da yüzde 9.2’den yüzde 8.6’ya düşmüş oldu. Böyle olunca piyasa oyuncularının gözü hemen "faiz indirimi"ne çevrildi. Piyasalarda bu konuda farklı tahminler yapılıyor. Bazı bankacılar, bu enflasyon oranlarının ardından bu ay yayımlanacak beklenti anketlerine bakılıp, "Ağustos ayından itibaren faiz indiriminin başlayabileceğini" bile söylemeye başladılar.
Gerçi piyasaların genelinde bu kadar acelecilik görülmüyor ama bazı piyasa oyuncuları "faiz indirim beklentisi"ni hortlatmaya çalışıyorlar.
Biz bu faiz indirim beklentisi yaratma çabasını, erken başlatılmış bir çaba olarak görüyoruz.
Bu beklentiyi yaratmaya çabalayanlar, seçim sonrasında politik belirsizlikler ve gerginliğin azalması ve ekonomik programın devam edeceği varsayımını tabi ki, tahminlerinin sonuna ekliyorlar. Ancak bunu görmek için bile, en az 2-3 ayın geçmesi gerektiğini unutuyorlar.
22 Temmuz’da seçim olacak, ardından Cumhurbaşkanlığı ve Meclis Başkanı seçimleri yapılacak, onun ardından hükümet kurulup, hükümet programı oluşturulup TBMM’de onaylanacak... Bütün bunların tamamlanması, hiç aksilik olmadığı takdirde, herşey tıkır tıkır işlese bile, en erken Eylül ayını bulacak demektir.
Ki; bunun içinde AKP’nin yeniden tek başına iktidar olma ihtimalinin ağrılıkta olduğu da açık. Çünkü koalisyon olduğu takdirde, koalisyonun temel konularda uzlaşmayı sağlamaya çalışmaları, doğal olarak süreci uzatacaktır.
Erkenden faiz indirim beklentisi oluşturanların unuttukları başka bir unsur da, seçimden çıkan tablonun AKP’nin tek başına iktidarını, yani ekonomik programın devamını öngörme ihtimaline rağmen, AKP’nin eski milletvekili sayısını artık bulamayacağıdır. Yani, 276 sayısının üstünde ya da altında, bu sayıya yakın bir milletvekili sayısı bulunması, artık büyük ihtimal. Yani 276 üstü bulunsa bile, hükümet kurmak eskisi kadar kolay olmayacağı gibi, anayasa değişiklikleri konusunda uzlaşmanın aranacağı bir tablo şart gözüküyor. Böyle olunca da Cumhurbaşkanlığı ve Meclis Başkanlığı seçimleri için epey zaman harcamak gerekecektir.
BİRİKEN ENFLASYON
UNUTULUYOR
Diyelim ki; bu beklentiyi erkenden hortlatanların beklediği gibi herşey yolunda gitti, tek başına AKP Hükümeti rahatlıkla kuruldu. Uygulanan seçim ekonomisinin pisliklerini temizlemek, özellikle de enerjide biriken yüksek oranlı zamları hemen absorbe etmek mümkün olamayacak ki...
Özetle biriken bir enflasyon var ve bu enflasyon realize olacak. Bunun realize olmasını ne kadar geciktirirseniz, etkisi daha da büyür. Elektriğe zam gereği yüzde 20 iken, Devlet Bakanı Ali Babacan’ın dediği gibi yılbaşını bekleyecek olursanız, gereklilik çok daha büyük olur.
Öyle olunca da faiz indirimi çok daha gecikmeli olarak gelecek demektir.
Mevsim normallerinin üzerinde giden hava sıcaklıkları, gıdada yaz süresince yaşanacak fiyat indirimlerini haziran ayına toplamış olabilir. Yani bundan sonra gıdada beklenen indirimler gelmeyebilir, bu da yıllık enflasyonu artırabilir. Hizmet fiyatlarında bir miktar düzelme bekleniyor ama asıl turizm sezonunun seçimden sonra başlayacağını unutmayalım.
Yine beyaz eşya gibi tüketim ürünlerinde bir talep azalması ve bunun fiyatlara yansıması dikkat çekiyor. Etrafınıza baktığınızda özellikle küçük esnafın işlerin kötüleşmesinden yakındığını görürsünüz. Yani beyaz eşya gibi, düğünlerin de arttığı bir mevsimde, bu kadar talep azalması olması normal değil. Bizce seçim öncesi tüketim için bir bekleme havası oluştu ve bu Haziran’da enflasyona yaramış gözüküyor. Aynı şekilde döviz fiyatlarındaki düşüş de enflasyona çok önemli katkı yapmaya devam ediyor.
AKP Hükümeti biraz şansla biraz da fiyatları bastırarak, seçimlere düşük bir enflasyon oranıyla giriyor. Ancak enflasyonla mücadele için bilinçli yeni bir çabaya girişmek gerekiyor. Böyle bir ortamda faiz indirim beklentisi yaratmak, bizce tehlikeli sonuçlara yol açabilir.
Yazının Devamını Oku 
30 Haziran 2007
SON günlerde piyasa iktisatçıları ve Hazinecileri arasındaki moda tartışmalardan biri "enflasyonun yüzde 10’un altına inip inmeyeceği" oluyor. Önümüzdeki salı günü açıklanacak enflasyon rakamı ne olacak bilinmiyor ama, eksi ya da artı, sıfıra yakın çıkma ihtimali yüksek. Ancak daha sonrasında artık bir düşüş değil aksine artış bekleniyor.
Dolayısıyla yıl sonunda enflasyonun yüzde 10’un altında çıkma ihtimali bizce hiç yok. Mayıs sonu itibariyle yıllık TÜFE enflasyonu yüzde 9.23 olmuştu ama haziran rakamından sonra bizce artacak gözüküyor. Yani bu yıl içinde faiz indirimi de giderek hayal oluyor.
Her şeyden önce şunu söylemek lazım ki; kim gelirse gelsin, seçim sonrasında oluşacak Hükümetin yapacağı ilk icraatlardan biri birikmiş zamları yapmak olacak. Bu zamlardan kaçış imkansız olduğu için, gelecek Hükümetin başka çaresi bulunmuyor.
Zamların başında elektrik geliyor. Şu anda elektriğe zam gereğinin yüzde 20’yi bulduğu, teknisyenler tarafından açıkca söyleniyor. Seçim sonrasında kaç parça halinde gelir bilmiyoruz ama bir an önce bu zammın yapılması gerekiyor. Bunun yanı sıra doğalgazda da bir zam ihtiyacı bulunduğu ama şimdilik yüksek olmadığı söyleniyor. Petrol fiyatlarındaki artışın 6-9 ay gecikmeli doğalgaz fiyatlarına yansıdığı düşünülürse, şimdiki ihtiyacın üzerine, yıl sonuna doğru doğalgazda yeni zam gereğinin ekleneceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bunun da ötesinde uygulanan ve giderek hızlanan bir seçim ekonomisi mevcut. Yani mali disiplindeki bozulmanın enflasyon üzerine epeyce bir yük getirmesi de kaçınılmaz.
İşçilere yapılan seçim zammı, hububata verilen fiyat ve kuraklık nedeniyle getirilen kolaylıklar, her biri Merkez Bankası’nın uyardığı gelirler politikasına aykırı uygulamalar. Yani bir talep artışı ve bunun getireceği ek enflasyon yükü kaçınılmaz.
Özetle; yılsonunda enflasyonun tek hanede kalması hemen hemen imkansız gözüküyor.
IMF’DEN ENFLASYON UYARISI
Seçim sonrası gelecek Hükümetin bizce ekonomide ilk uğraşması gereken konuların başında enflasyonla mücadelenin yeniden tazelenmesi gelecek. IMF Türkiye Temsilcisi Hugh Bredenkamp’ın önceki gün TÜSİAD toplantısında verdiği mesajlar da çok açık. Büyüme hızının yeniden artırılmasının gerektiğini, bu arada "2007’den itibaren politikaların biraz daha enflasyonist baskılara karşı sıkılaştırılması gerektiğini" de söylemiş.
Bredenkamp’ın enflasyonla mücadelenin yeniden ele alınmasını isteyen bu sözleri ile birlikte "ekonomik hassasiyetlerin de ele alınmayı beklediğini" söylemesi, bizce ilginç. Çünkü bu sözler, seçim ekonomisi uygulandığı ve yeniden bir ayar gerektiği anlamına geliyor.
Bizce bundan daha ilginci, Bredenkamp’ın ilk kez Merkez Bankası’na ilişkin eleştiride bulunması. Bredenkamp, "Merkez Bankası’nın istikrarı sağlamakla birlikte artık, enflasyonla mücadeleyi yeniden daha güçlü bir şekilde ele alması gerektiğini" söylemiş.
Diplomatik dille yapılmış bu eleştirilerin asıl anlamı ise IMF’in "Merkez Bankası’nın enlasyonla mücadeleyi gevşettiği"ni saptamasıdır ve en hafif deyimle uyarıdır.
Bredenkamp’ın söylediklerinden yola çıkarak, seçim sonrasında yeni bir program ihtiyacının IMF tarafından da görüldüğünü söyleyebiliriz. Bu program IMF’le birlikte mi yapılır bilmiyoruz ama normal şartlarda borcumuz kalacağı için IMF’in gözetiminin devam edeceğini söylememiz gerekir. Eğer gelecek iktidar "Ben IMF’e borcumu öder, izleme programına da yanaşmam" derse, bizce çok büyük hata yapar.
Türkiye’nin kendine özgü, istihdamı artıracak yeni bir ekonomik program yapması gerektiği tüm partiler tarafından açıklanmaya başladı. Ancak partiler, aynı zamanda Türkiye’nin yeniden dış piyasalara güven verme ihtiyacı olduğunu da unutmamalı. Yani öyle bir program yapılmalı ki; ekonomide mali disiplin yeniden sağlanıp, aynı zamanda yeni bir atağa kalkışılabilsin. Bu iki ihtiyacı da bir arada ele alan bir program yapılmak zorunda.
Bu arada IMF’yle en azından "yakın izleme" anlaşması devam ederse, kendi programımıza destek sağlanırsa dışarıda, dolayısıyla içerde güven tazelenmesi çok daha kolay olacaktır.
Yazının Devamını Oku 
28 Haziran 2007
TAM seçim öncesine denk gelen, kamudaki işçilerin maaş zammı kararı, bütçeye ek yük getirerecek. Bu zammın KİT’lerdeki işçiler de hesaba katıldığında, kamuya getireceği ek yükün 1 milyar YTL’ye yaklaşacağı tahmin ediliyor.
Dolayısıyla maaş zammının bir kısmı bütçenin açığını artırırken, hemen hemen yarısı da bütçenin yanı sıra KİT açığını artıracak. Ancak bu yeni doğan açığın yarısı bütçe finansmanında gözükürken, kalan yarısı bütçe dışında gözükecek. Kamu açığının finansmanı için borçlanma gereği, yaklaşık 1 milyar YTL artmış olacak.
İşçi zamlarının yanı sıra, memur maaş zammının ek bir yük oluşturup oluşturmayacağı ise 3 Temmuz günü belli olacak. Çünkü Haziran ayı enflasyonu sıfırın üzerinde çıktığı takdirde, memurlara ek zam verilmesi gerekecek. Sıfır ya da altında çıktığı takdirde böyle bir gereklilik bulunmuyor. Ancak tam seçim öncesine denk geldiği için, Hükümetin bu takdirde bile memurlara da ek bir zam yapma ihtimali de göz ardı edilemez.
22 Temmuz öncesindeki yüzde 10-34 arasında değişen işçi zamları nedeniyle 2007 yılında bütçeye 460 milyon YTL ek maliyet geleceği tahmin ediliyor. Piyasa iktisatçılarının yaptığı hesaplamalara göre yapılan zam düşük ücretliler için yüzde 21-34 arasında olmasına rağmen, bu gruptakilerin sayısının 18 bin kişi gibi, toplam içinde düşük bir orana sahip olması, toplama yapılacak zam oranını küçültüyor. Bütçe uzmanları ortalama oranın yüzde 10’e denk geldiğini hesaplıyorlar.
Temmuz ayında memurlara yapılacak zam ise daha önceden belirlendiği seviyede kaldığı takdirde yüzde 4 olacak. Eğer sıfırın üzerinde bir aylık enflasyon oranı çıkarsa, bu oran artacak. Memurlara yapılacak zammın her bir puanının bütçeye getirdiği yük 300 milyon YTL olarak hesaplanıyor. Dolayısıyla, örneğin 2 puanlık ek artış gelirse, 600 milyon YTL ek yük anlamına gelecek. Bu takdirde işçilere yapılan zam için gelen 800-900 milyon YTL’lik ek yük üzerine, memurlara yapılacak zammın ek faturası da binmiş olacak.
SEÇİM EKONOMİSİ
Bakanlar ne kadar "seçim ekonomisi uygulanmadığını" söyleseler de, işçilere yapılan maaş zammı, "seçim ekonomisi uygulandığını" teyit ediyor. Çünkü işçilere yapılacak zam oranı bütçeye yüzde 4.9 oranında konmuştu. Yani önceden öngörülen zammın iki katı bir zam oranı saptandı. Bu da, bakanlar da takdir eder ki; seçim ekonomisi demektir.
Bütçe açığını etkilememesi için bu miktardaki bir ödeneğin, bütçenin başka kalemlerinden tasarruf edilip, buraya aktarılması gerekir. Halbuki herkes biliyor ki; bırakın diğer kalemlerden tasarruf etmeyi tüm kalemlerde de ödeneklerin aşılacağı şimdiden belli.
Dolayısıyla işçilere yapılacak zammın bütçe açığını artırması kaçınılmaz. Bunun yanısıra KİT açığını artırması da kaçınılmaz.
Dolayısıyla seçim ekonomisi nedeniyle mali disiplinin bozulduğu, işçi zamlarıyla disiplinin daha da bozulup, bütçe açığının daha da artacağı da ortada...
Bunun yanı sıra, yapılan bu zamlar Merkez Bankası’nın sık sık üzerinde durduğu "gelirler politikasına" da tümüyle ters. Yani enflasyon yaratması kaçınılmaz. İki yıldır enflasyon hedefinden zaten sapıldığı, bu sapmanın Merkez Bankası’nın kredibilitesini, dolayısıyla uyguladığı politikalara olan güveni zedelediği de açık. Merkez Bankası yönetimi de bunu açık açık söylüyor. Dolayısıyla yapılan zamlar, enflasyon hedefinden daha da sapılması anlamına geliyor. Yanı sıra enflasyon hedefinden daha fazla uzaklaşılması, Merkez Bankası kredibilitesinin daha fazla erozyona uğraması anlamına da geliyor.
Zaten "seçim ekonomisi" dediğimiz şey de bundan başka bir şey değil ki.
Hangi parti olursa olsun, bir seçim öncesi bu zamları verecek, seçim ekonomisi uygulayacaktı. Ancak şu anda kritik olan, her zamankinden farklı olan unsur siyasi çatışmanın devam etmesi. Böyle bir dönemde mali disiplinin bozulması, daha büyük tehlike demek.
Yazının Devamını Oku 
26 Haziran 2007
ARTIK teşvik sisteminin değişmesi kesinleşti. Hatta önümüzdeki dönem, detayları ne olur bilemeyiz ama, sektörel ve bölgesel teşvik sistemine geçileceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Bu kadar kesin konuşmamızı sağlayan unsur ise siyasi partilerin seçim beyannameleri. MHP ve CHP açıkladıkları beyannamelerde sektör ve bölgesel teşvik sistemine geçileceğini belirtirlerken, son olarak AKP de açıkladığı seçim beyannamesinin ekonomi bölümünde bu unsura yer verdi. İşte o nedenle söylüyoruz ki; seçim sorası kim gelirse gelsin, tek parti iktidarı da olsa, koalisyon hükümeti de kurulsa, teşvik sisteminin değişmesi kesin.
Açıklanan seçim beyannamelerinde özellikle de teşvikle ilgili bölümlerinde açık söylemek gerekirse, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) önemli etkisinin olduğu görülüyor. TOBB uzun zamandır ısrarla söylediği teşvikle ilgili unsurları, sonunda bütün siyasi partilerin programlarına dahil etmiş gözüküyor.
Bu arada detaylar belli olmadan, teşvik sisteminin tam olarak nasıl işleyeceğini bilmemiz pek mümkün değil. Örneğin TOBB’un son dönemde ısrarla belirttiği, bazı sektörlerdeki ithal aramalı yerine ikame edilebilecek, elektronik gibi yeni aramalı yatırımlarına devlet desteği verilecek mi, bilemiyoruz. Bu konuya açık olarak bir tek CHP, beyannamesinde açıkça yer vermiş durumda. Ama AKP’nin seçim beyannamesinde bu detay yok.
Dün CNN Türk’te Referans Noktası programında konuk ettiğimiz Devlet Planlama Teşkilatı eski Müsteşar yardımcısı, AKP’nin Karaman 1. sıra adayı Lütfi Elvan, teşvik sisteminin bölge ve sektör bazında yeniden düzenleneceğini, tekstil gibi geleneksel sektörlere ayrı teşvikler öngörüldüğünü, kümelenmeye ağırlık verileceğini yani belli bölgelerde belli sektörlerin yoğunlaşarak, ortak kullanımların artırılıp rekabet gücünün artırılacağını söyledi.
Bununla birlikte belki de yeni teşvik sistemine geçilirken, en önemli engellerden birini AB’nin oluşturacağı biliniyor. AB konusunda uzman olan, 5 kişilik çekirdek müzakere grubunda bulunan Elvan, "bölgesel teşvik sisteminin AB ülkelerinde de olduğunu ve bu yöndeki bir teşvik sisteminin AB’ye aykırı olmayacağını’ söyledi.
Bizce yeni teşvik sisteminin oluşturulmasında yine de AB müktesebatı bir ölçüde engelleme nedeni olabilir. Bu nedenle müktesebatın çok iyi incelenip, oluşturulacak sistemin buna uygun kurulması gerekecek.
UZLAŞMANIN UCU GÖRÜNSE..
Ancak bütün bunların yapılabilmesi için, her şeyden önce seçim sonrası tablonun ortaya çıkmasını beklememiz gerekecek. Bu arada Erdoğan’ın tüm eleştirilere rağmen, işlemeyecek bir teşvik sistemini uygulamaya koyup, şimdi eleştirenlerin noktasına geldiği de açık.
Seçim sonrasında nasıl bir tablo oluşacak, bir çoğunluk iktidarı olabilecek mi, olmazsa kim kimle koalisyon kurabilir, bütün bunların belirginleşmesi lazım. Bu da yetmeyecek, yeni Meclisin öncelikli işi olan Cumhurbaşkanını seçmek için gereken uzlaşmanın sağlanması gerekecek. TBMM’de bu iş için gereken 367 sandalyeyi tek başına sağlayacak siyasi parti görünmüyor. Bu nedenle de seçim sonrası bir uzlaşma ortamının mutlaka kurulması gerek.
Kaldı ki; bir ülkenin Cumhurbaşkanını seçmek için bu kadar geniş bir mutabakat araması, böylesine önemli bir iş için uzlaşmanın sağlanmasından doğal bir şey olamaz.
Ancak şu ana kadar yaşananlar, maalesef böyle bir uzlaşma için gereken ortamın yaratılamadığını, aksine çatışmanın körüklendiğini gösteriyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan, son olarak, Cumhurbaşkanı seçimi için uzlaşmaya gitmemesinin nedenini "Baykal’ın isim verip partinin içişlerine karışma eğiliminde olmasına" bağlamış. Böyle bir gerekçenin bizce hiçbir haklı nedeni olamaz.
Baykal’ın ismini verdiği Abdüllatif Şener, bu partinin kurucu çekirdek kadrosunda yeralan 4 kişiden biri değil mi? Niye böylesine çekirdek bir isim için uzlaşmaya varmadı o zaman?
Bizce gelinen siyasi nokta, ülkenin geleceği açısından çok olumsuz. Ekonomide herkesin belli bir sağduyuya geldiği belli ama uygulama için önce siyasi uzlaşmanın sağlanması şart.
Yazının Devamını Oku 
25 Haziran 2007
AKP Hükümetinin seçimlerdeki en önemli kozu bizce, "ekonomik istikrar". Özellikle işalemi, AKP Hükümetinin uyguladığı politikalar nedeniyle, ekonomik istikrarın kazanıldığını hatırlatarak, bunun devamını istiyorlar. Yine AB ile bütünleşme politikası, son zamanlarda savsaklanmış olsa da, aynı kesimlerin AKP’ye sempatisini artıran unsur oluyor.
Ancak aynı kesimler, AKP Hükümetinin uyguladığı politikalar nedeniyle, aynı zamanda siyaseten bir kutuplaşmaya gidildiğinin, en azından AKP’nin politikalarının yaratılan kutuplaşmada çok önemli payı olduğunun bilincindeler.
Özellikle geçen 4 yıl süresince varlıklarının değerini katlayan büyük işadamları ve önemli paralar kazanan piyasa oyuncuları, AKP’ye destek verilmesini isteyen kesimlerin başında geliyor. "Yaşananlara salt ekonomiden bakan kesim"ler bunlar. Bu kişiler kendilerine gerekçe oluşturmak için, aslında AKP’li görünmekten de çekindikleri için, "Türkiye öyle bir ülke ki, islam devleti haline gelmez, yaşam tarzını kimse değiştiremez" diyorlar...
Bunlara, hiç ekonomik kaygıları bulunmadığı halde, bazı aydın kesimler de destek veriyor.
Ancak şöyle bir gerçek var ki; bu işadamları ve piyasa oyuncuları AKP’ye destek verirken, özellikle eşleri ve anneleri, hatta babaları, Cumhuriyet mitinglerine katıldı.
Cumhuriyet mitinglerini küçümsemeye çalışanlar, özellikle yurt dışına dönük olarak olayı çarpıtmaya çalışanlar, ne kadar orada toplanan milyonları, "Batı görünümlü ama aslında Batıya karşı insanlar" ya da "statükosu bozulmaya başlayan kesimler" diye lanse etmeye çalışsalar da durum öyle değildi. Cumhuriyet mitingleri özellikle batılı yaşam tarzlarının değişmesinden korkan, AKP’nin buna tehdit oluşturduğunu düşünen insanların toplandığı barışcı eylemlerdi. Batılı yaşam tarzının, aslında batının değerlerinin benimsendiği, konjonktür olarak Batı ve ABD karşıtı görünseler, bu yönde sloganlar atsalar da, aslında Batının asıl müttefikleri olduğunu gösteren temel unsur olduğunu görmüyorlar mı?
İşte AKP Hükümeti de açıkladığı seçim bildirgesinde, özellikle bu son yıllarda yaşanan ekonomik istikrar üzerinde duruyor. Bizce çok doğru bir politika ile, mali disiplini bozacak popülist vaadlerde bulunmaktan kaçınıp, akıllı uslu, sistemin revizyonu anlamına gelecek vaadler veriyor. Bunların başında da herhalde, Başbakanın eleştirilerimize çok kızmasına rağmen uyguladığı mevcut teşvik politikasını değiştirmesi geliyor; ama...
GÜL’DEN TEHLİKELİ SÖYLEM
Diğer partilerin kaynağını göstermeden yaptığı vaadler bizce halk nezdinde de ters tepmeye başladı. AKP yönetimi, desteğini aldığı işalemi ve piyasa oyuncularının eline, "Bakın en rasyonel vaadler yine AKP’nin" dedirtecek kozları da, böylece vermiş oluyor.
Ancak AKP bir yandan ekonomide sağladığı istikrarı pekiştirmeye dönük mesaj verirken, öte yandan siyaseten, yine istikrarı bozacak, gerilimi artıracak söylemlere ağırlık vermekten kendini alamıyor. Üstüne üstlük bu gerilim söylemini, suçlama dozunu, seçim yaklaştıkça iyice artırdığı da gözden kaçmıyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, "Seçimden sonra gerilim var" demesi, bizce ancak marjinal parti tabanına dönük olabilir. Aksi takdirde işadamları ve piyasa oyuncuları nezdinde, "ekonomik istikrar diyor ama siyaseten tıkanmaya götürürse ekonomi de kalmaz" dedirten, AKP’ye verdikleri desteği sorgulamalarına neden olan bir söylem.
Yine Abdullah Gül’ün, hala seçimden sonra Cumhurbaşkanı olmakta diretmesi, son olarak da, "erkeklik edebiyatı"na başlaması, bizce kendisine yakışmadı. Kendisine yakışmadığı gibi, "AKP’de bir öc alma kompleksi oluştu, seçimden sonra işi çatışmaya götürebilirler" dedirten yani AKP’ye aydın kesimlerin verdiği desteği de sorgulatan bir söylem oldu.
Ekonomik istikrar tamam, şu anda AKP hala ekonomide en rasyonel kararları açıklayan parti, o da tamam... Ancak siyasi istikrar olmadan ekonomide istikrarı korumak mümkün değil.
CHP’nin bir süredir "uzlaşma" yönünde vermeye çalıştığı mesajlar bizce olumlu. AKP de eğer iktidar olmak istiyorsa, mutlaka mevcut gerilim üreten politikasını değiştirmeli.
Yazının Devamını Oku 
23 Haziran 2007
OYAKBANK’ın satışına ilişkin haber ve yorumları, verilen demeçleri izliyor musunuz? Bence hiç kimse işin aslı nedir, ne olması gerekir diye bakmıyor. Herkes Oyakbank’ın satışı üzerinden, artık "insaf" boyutlarını da aşan, kendi politikasını yapıyor.
Oyakbank’ın satışının bizce diğer satışlardan hiçbir farkı yok. Zaten olmaması gerekir de... Bundan önceki yabancılara banka satışlarına normal bakıp, bu satışa anormal bakmak, bizce böyle bakan gözlerin sorunu. Bunu "milliyetçilik" için kullanıp, "diğer bankalar satılsa bile bu banka satılmamalıydı" diyenler bile çıktı. Hadi, tümüyle yabancılara banka satışına kötü gözle bakıp, Oyakbank’a da aynen bakanların, görüşlerini en azından tutarlı kabul edelim. Başka banka satışlarına normal deyip, Oyakbank satışına anormal diyenlere ne demeli?
Efendim, "Ordunun bankası" satılıyormuş. Oyak Grubu’nun başındaki kişi, Coşkun Ulusoy açıkladı, "Ordunun bankası diye bir şey yok" dedi. Ordu mensuplarının oluşturduğu sandığın sahip olduğu banka var aynen çimento, otomomobil, demir-çelik sektöründe olduğu gibi... Yani bir işletme, profesyonel bir yönetim sözkonusu ve bu yönetim, kurulan sandığın çıkarına yani sandığa üye olanların çıkarına göre iş yapıyor. Yani bir ticari müessese faaliyette...
Yönetim de çıkarına görmüş ve hisselerine sahip olduğu bankayı satıyor. Başka bir girişimci sattığı zaman normal de, bu ticari işletme sattığı zaman niye anormal oluyor, anlaşılır değil.
Bizce toplumdaki kamplaşma nerede ne fırsat görse, bir tartışma konusu yaratır oldu. Özellikle emekli askerlerden çok sayıda telefon ve mailler geliyor ve Oyakbank’ın satışına karşı çıkıyorlar. Bunun gazeteleri etkilediği söylenebilir ama bu da doğru değil. İnsan "acaba bu satıştan emekli olanlar yararlanamıyor, mevcutları üye olduğu yararlanıyor, patırtı biraz da buradan mı kopuyor?" diye sormaktan kendini alamıyor.
Böyle bir kaygının olması da normal. Ama hamasi nutuklar atarak, bu banka satışına karşı çıkmak doğru değil. Bu sandığın bir yönetim kurulu var, bu yönetim kurulunda emekli olmuş askerler de bulunuyor. Siz bu karar alınırken, mevcut askeri bürokrasiye, silahlı kuvvetlerin bu işle ilgili yetkililerine sorulmadığını, onay alınmadığını düşünebilir misiniz?
KÁR VARSA ALINIR DA SATILIR DA
Türkiye’de yabancıların bankacılıktaki payı ne olmalı, hangi orana kadar satış devam etmeli, bunlar tartışılabilecek, hatta tartışılması gereken konular. Ancak Oyakbank’ın satışına sadece Oyakbank olduğu için karşı çıkmak kadar yanlış bir şey olamaz.
Bu arada Başbakan da bu tartışmalara katılmış ve bizce hiç olmayacak bir açıklama yapmış. Herhalde seçim havasına fazla girmiş olacak ki; böylesine ciddi, tümüyle ekonomik bir konuda Oyakbank’ı Hollandalılara satan banka yönetimine şunları söylemiş:
"Beyefendi, ’bankayı aldığımızda 37 milyona satamıyordum, şimdi bu paraya sattık’ diye övünüyor. Sen kendine bir şey çıkarma. Bu ülkedeki iktidarın ekonomik şartları nereden nereye getirdiğine bak, onun bereketi. Erdemir satılırken, ’Biz Erdemir’i yabancılara kaptırmayacağız, bu millidir, yine biz alacağız, milli olması lazım’ diyordu. Böyle bir kampanya da başlattılar. Peki şimdi niye böyle davrandılar. Demek ki doğru davranan biziz. Paranın dini, imanı, milliyeti olmaz."
İyi de zaten paranın dini imanı olmadığı için bu parayı görünce, kárlı diye satıldı. "Ordu pazarları"na karşı çıkan, "Ordunun bankası olmaz" diyen siz değil miydiniz? Pazarlar da kapandı, banka da satıldı, şimdi bunu da mı eleştiriyorsunuz? Siz mi sattınız bankayı?
Coşkun Ulusoy’un, görüntüler nedeniyle, maksadını aşmış görüntüsü veren, sonuçta bir bayi toplantısı olan organizasyonun ardından, "kár görmezseniz, bu tesisleri alır mısınız?" diye sorduğumuzda aldığımız yanıt, "Olmaz bu ticari iş, ancak kárlı görürsek alırız" olmuştu. Kárlı görülünce alındı, üstüne kár katlandı, kárlı görüldüğü için banka satıldı. Bu iş bu kadar basit.
Başbakan "ekonomik milliyetçilik" diyordu ya, işte bu böyle bir örnek.
Ama siz Oyak’ı kullanıp, başka yerlere çatmak, gerginliği tırmandırmak, askerle çatışma görüntüsünü pekiştirip oy kazanmak niyetiyle bunları söylüyorsanız, bu da olacak iş değil.
Yazının Devamını Oku 
21 Haziran 2007
MALİYE Bakanı Kemal Unakıtan, biz seçim ekonomisi uygulandığını söyleyip, bunun örneklerini verdikçe kızıyor, "Ben sonuca bakarım " diyor. Peki AKP Hükümeti, seçim ekonomisi uygulamıyor mu?
Tabi ki uyguluyor. Kendisinden önceki Hükümetler de uyguluyordu, AKP Hükümeti de uyguluyor. Bunun en son örneğini, dünkü Referans Gazetesi’nden Hacer Boyacıoğlu’nun haberinde okudunuz. Kuraklık nedeniyle, 40 ile yardım yapılacak, çeşitli aflar getirilecek.
"Kuraklık oldu, seçim olmasa da bu kadar destek verilirdi" denecektir. Ama kimsenin şüphesi olmasın ki; normal bir yılda olsak, yani ekonomik program uygulanan yıllardan birinde olduğumuz hatırlasak, böyle bir kapsamlı kuraklık desteği asla verilemezdi.
Yetkililer, verilecek desteğin en az 1 katrilyon olacağını söylüyorlar. Bizce 1 katrilyonla kalması pek mümkün değil, 2 katrilyona, hatta daha fazlasına kadar çıkacaktır.
Kimse verilecek desteğin 40 ille, sadece hububatla sınırlı kalacağını da düşünmesin. Seçim olana kadar, kim, hangi tarım ürününde bir bahane ile gelecek bilmiyoruz. Ancak gelen ek taleplere karşı Hükümetin direnmesi, bu destekten sonra, artık düşünülemez.
Bundan önceki yazılarımızda, her ne kadar seçime kısa bir süre kalmış olsa da, seçim ekonomisi uygulanacağını, hatta anketler kötü sonuçlar vermeye başladığı takdirde, seçim ekonomisinin dozunun iyice artacağını söylemiştik.
Çünkü daha önceki seçim yıllarında aynen böyle oldu. Bu nedenle diyoruz ki; tarıma verilen kuraklık desteği bununla sınırlı kalmaz, fatura çok daha büyür.
Yani Maliye Bakanı Unakıtan hiç kızmasın, bunun adı bal gibi seçim ekonomisidir...
Bilindiği gibi ilk 5 ay itibariyle, geçen yıl 1 katrilyonluk açık varken, açık 2007 yılında 4 katrilyon liraya çıktı. Kuraklık desteği, anketler giderek daha kötü sonuçlar verirse, memur ve işçilere yapılacak yüksek oranlı zamlar, bu açıkları daha da artıracaktır.
MAZOTUN FİYATINI İNDİRME MODASI
Dün İzmir’de vergi Denetmenleri Derneği İzmir şubesinin düzenlediği "Kayıtdışı Ekonomi ve Bağımsız Denetim" paneline katıldık. Panelde, vergicilerin deyimiyle "üstad" gazeteci Uğur Dündar,"üstad" vergici Veysi Seviğ ve Dernek Genel Başkanı Aykut Güleç ile birlikte yeraldık. Panelde kamu açıkları ve bunların finansmanı üzerinde dururken, ister istemez söz uygulanan seçim ekonomisine geldi. Yanı sıra son günlerde iyice dikkat çekmeye başlayan "Mazotun fiyatını 1 YTL’ye indirme modası"na değindik. Genç Partinin başlattığı bu modaya bütün partiler katıldı, en son Demokrat Parti Genel Başkanı Mehmet Ağar çıktı ve "mazotu 1 YTL’nin de altına indireceğim" dedi. Aynen, bu kez onların "üstad"ı olan Süleyman Demirel’in, zamanında "Kim ne verirse 5 TL fazlası benden" dediği gibiÖ
Yıllar önce söylenen bu söz, daha sonra popülizmin sembolu olmuş ve politikacılar bile son dönemde artık bu sözleri eleştirir olmuştu. Ancak son dönemde bir gerileme sözkonusu.
Uzun yıllardır iktisat gazeteciliği yapmış biri olarak, popülizm kavramını,"kaynağı olmayan harcama olmaması gerektiğini" anlatamadığımız için, açıkcası kendimize de suç buldum. Ancak vergi denetmenleriyle de paylaştığım gibi, siyasi parti söylemlerinde, seçim bildirgelerinde farkında mısınız bilmiyorum ama artık "faiz dışı fazla" hedefi veriliyor. Yani bir anlamda mali istikrarın sürmesi için gerekenlerin yapılması gerektiği de, artık kabul edilmiş oluyor. Tabi ki bu hedefi, eleştirilen mevcut yüzde 6.5’luk oranın düşürüleceğini söylemek için bildirgelerine koyuyorlar ama böyle bir kavramın siyasi parti lügatlarına girmiş olması bile, olumlu yönden bakacak olursak bir kazançtır.
Özetle; 2007 yılı kaybedilmiş gözüküyor. Umarız alınacak yeni popülist kararlar 2008’i ve sonrasını da kaybetmemize yol açmaz. Bunun için bizce herkesin milletvekili adaylarına, mazot fiyatı gibi vaadlerde bulunduklarında, hemen kaynağını sormaları gerekiyor
Bizce istikrar arayışı her alanda herkes tarafından dile getirilmeli. Siyasi istikrar için de ortamı bu hale getirenlerden "uzlaşma " talebinde bulunulması şart.
Yazının Devamını Oku 
19 Haziran 2007
LONDRA’dan televizyonlardaki ekonomi programlarına konuk olan iktisatçılar ve dealarların, hálá Türkiye gerçeğinden uzak kalmış, yanlış ve eksik görüşler içinde olduklarını görüyoruz. Dışarıdaki finans çevrelerinin bakışı olarak aktarılan görüşlere göre; AKP’nin tek başına iktidar olacağı ama bugünkü milletvekili sayısının azalacağı varsayılıyor. Böyle bir sonucun iyi olacağı, AKP’nin uzlaşmaya yanaşacağı kaydediliyor. Yanısıra zaten AKP’nin kendi içinde uzlaşma sergileyen bir yapıda olduğu, buradan yola çıkarak tek başına iktidar halinde bile, çeşitli kesimlerin bu iktidarda temsil edilmiş olacağı kaydediliyor.
Böyle bir mantığın doğru olamayacağı açık. Tek seçici Başbakan Tayyip Erdoğan ve partiye yeni girenler, baştan Erdoğan’ın dediklerini kabul edecek kişilerden seçildi. O kadar işadamına davette bulunuldu ama gelmediler. Ancak söz tutacak işadamları ile siyasi kariyer arayanlar AKP’ye girerek milletvekili adayı oldular. "Merkez ve çoğulcu vitrin" dendi ama bilindiği gibi Erdoğan’a karşı çıkan merkezdeki isimler, milli görüşçülerle birlikte tasfiye edildi. Özetle uzlaşmanın olduğu bir AKP listesi değil, "Erdoğan’ın seçim için hazırladığı renkli bir liste" sözkonusu.
Böyle bir sonucun dışarıdaki finans çevrelerinde iyi karşılanacağını belirten Londra’daki finanscılar, kurulacak koalisyona ise sıcak bakılmayacağını çünkü muhtemel koalisyonun CHP-MHP koalisyonu olacağını söylüyorlar. CHP konusunda artık bir tedirginlik olmadığını kaydeden bir yabancı kuruluş iktisatçısı, "MHP’ye ise koalisyon dönemlerinden kalma bir çekimserlik olduğunu, MHP’li koalisyonun piyasaları tedirgin edeceğini" söyledi.
Bizce, dün Bülent Eczacıbaşı’nın Milliyet Gazetesi’nde yer alan demecinde söylediği gibi; hiçbir partinin ekonomik istikrarı bozma lüksü yoktur ve hiçbir parti iktidar olduğunda, temelde çok farklı ekonomik politikalar uygulayamaz.
Ancak kurulacak bir koalisyon, Londra’dakilerin görüşlerinin aksine, Türkiye’yi rahatlatacak bir sonuç olacaktır. Bu, belli bakanlıkları almamak kaydıyla, AKP’li bir koalisyon da dahildir.
Londra’daki finanscıların Türkiye’den uzak kaldıkları, Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde "kriz olabilir" diye uyardığımızda, "Olmaz, Erdoğan makul olanı yapar, iş krizsiz atlatılır" diye dayatmalarıyla ispatlandı. Şimdi de diyoruz ki; koalisyon hükümeti Türkiye’nin önünü açar.
MHP’NİN EKONOMİ POLİTİKASI
Ancak bu takdirde devlet içindeki çatışma önlenebilir, bazı kritik bakanlıklardaki mevcut kadrolaşma ve tarikatcı örgütlenmeyi temizleyecek bir hükümet gelmezse, çatışma çok sertleşir.
Yani seçimin bir çözüm olması isteniyorsa, Londra’daki finanscıların görüşlerinin aksine, bir şekilde koalisyon çıkması, devlet içinde uzlaşma sağlanması daha iyi olacaktır. Böyle bir tablo aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı seçimi için de gerekli uzlaşma ortamını yaratacaktır.
"Küreselleşmenin geldiği boyutun, artık siyasi partilerin bu gidişata ters bir ekonomi politikası uygulamasını imkansız kıldığını", dolayısıyla siyasi partilerin uygulanacak ekonomik politikalar konusunda fazla bir manevra alanı bulunmadığını, söyleyip duruyoruz.
Bu görüşü, "başkası gelirse ekonomik bozulur" propagandası yapan AKP dışında, TBMM’ye girmesi muhtemel iki partinin liderleri de bir şekilde zaten dile getiriyorlar.
Dün CNN Türk’te Referans Noktası programında konuk ettiğimiz MHP Genel Başkan Yardımcısı Oktay Vural da, küresel gerçeklere uygun hareket edeceklerini açıkca söyledi. Vural, kendi ekonomik programlarını yapacaklarını, üretime ağırlık vereceklerini, milli sermayenin güçlendirilmesine çalışılacağını belirtirken, yapılacak program için IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlarla da görüşüleceğinin altını çiziyor.
Vural, amaçlarının ’üreten bir ekonomi, hakkaniyetli bir piyasa ekonomisi’ olduğunu söylüyor. MHP ücretlerde indirimli tarifenin de yer aldığı, daha adil bir vergi sistemi kuracağını belirtip, teşvik politikasının bölge ve sektör bazında selektif hálá getirileceğini söylüyor.
Yazının Devamını Oku 