19 Temmuz 2007
SEÇİM sonuçlarına ilişkin birçok anket ortalıkta dolaşırken, görünen o ki; ya AKP’nin tek başına iktidarı, ya da CHP-MHP koalisyonu gelecek. Sayıları 30’u bulacak bağımsızların, tam anlamıyla kilit konuma gelmesi halinde, biraz daha belirsiz bir durum ortaya çıkabilir. Şu anda imkansız görünüyor ama; bu durumda birinci parti olmasına kesin gözüyle bakılan AKP’nin MHP ya da CHP ile, ya da ikisiyle birden koalisyon kurma ihtimali ortaya çıkıyor ki; bu ihtimal işleri en fazla karıştıran sonuç olarak öne çıkıyor.
Öyle ya da böyle seçim sonuçları bir hükümet çıkaracak. Sonuç ne olursa olsun, hiçbir partinin, iktidar olsa bile, tek başına Anayasa’yı değiştirecek bir çoğunluğa sahip olmayacağını ise, şimdiden söylemek mümkün.
Halbuki; Türkiye’nin gündemindeki öncelikli sorunun adı Anayasa...
Son birkaç aydır yaşanan gelişmeler Anayasa’nın, artık mutlaka kapsamlı bir değişiklikten geçmesi gerektiğini, açıkça ortaya çıkardı. Bununla birlikte "Cumhurbaşkanını halkın seçmesi" gibi, şimdi gündemde olmasa da seçimden sonra önümüze gelecek, devasa bir siyasi sorunla daha karşı karşıyayız.
Mevcut sistem devlet yönetiminde, iyi ya da kötü yönleri olan, belirli bir dengeyi temsil ediyordu ama Cumhurbaşkanını halkın seçmesi bu dengeyi tümüyle altüst edecek. Şimdi Başbakan Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, siyasiler çıkıp, rahatça "Cumhurbaşkanının yetkilerini azaltırız" diyorlar ama bu iş o kadar kolay değil. Yani Cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle, sil baştan bir devlet yönetimi modelinin ortaya konulması gerekiyor. Bununla birlikte ne gelecek, devlet içindeki siyasi dengeyi artık kim kuracak, ikili bir Meclis sistemi kurmak gerekecek mi, bütün bunların tartışılması gerekecek.
Yani bir yandan Cumhurbaşkanı seçmek için gerekli çoğunluğu bulmak adına uzlaşma gerekirken, öte yandan yine Cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle birlikte yapılacak değişiklikler için de, Anayasayı değiştirecek çoğunluk yani uzlaşma gerekiyor.
DEVLET POLİTİKASI GEREKEN KONULAR
Bizce bu birbirinin içine girmiş iki sorun da, çözülmeyi bekleyen çok büyük sorunların başında geliyor. Bunlar için mutlaka tüm partilerin biraraya gelip uzlaşmaları, bazı ilkesel mutabakatlara varmaları gerekecek. Bununla birlikte yeni Meclis Başkanı seçimi de birbirinin içine girmiş siyasi sorunların içine dahil olacak.
Özetle; böyle bir uzlaşma şart. O zaman masaya oturulurken, çok daha geniş kapsamlı bir uzlaşmayı masaya koymak gerekiyor.
Çünkü bu değişikliklerin ardından siyasi partiler ve seçim yasalarının değiştirilmesi gerekiyor. Artık hiçbir parti bundan kaçmamalı; sistemi zorlayan baraj gibi sorunları ortadan kaldırmalı. Bunun için de seçim sonrası en uygun zamandır, vaktin geçmemesi gerekiyor.
Bizce bu siyasi konularla birlikte temel ekonomik reformlar konusunda da artık geniş kapsamlı bir uzlaşma zemininin hazırlanması gerekiyor. Doğru dürüst bir sosyal güvenlik reformu için, belli oldu ki; Anayasada konuyla ilgili değişikler yapılması gerekiyor. O zaman Anayasa değişiklikleri yapılırken bu reform da masaya gelmek zorunda.
Sadece yasal değişiklikler değil, uygulamalar için de, tüm siyasi partilerin biraraya gelmesi, gerektiği konularda askeri de içine alacak yani "devlet politikası" oluşturacak kadar geniş kapsamlı mutabakatlara ihtiyaç var.
Örneğin enerjide Türkiye bir üs olacaksa, AB kartını, Rusya, İran ve ABD oyunlarını buna göre oynayacaksa, o zaman enerji politikasının artık devlet politikası olması lazım. Aynı şekilde sanayinin etkin teşvikle yönlendirilmesi, istihdam sorununun çözülmesi, hep yakınılan "uluslararası Türk şirketleri" yokluğu, bankacılık sistemindeki yabancı payı için, yazılı olmasa da devlet politikası haline gelecek geniş kapsamlı uzlaşmalara ihtiyaç var. Belki de anayasa için zorunlu olarak masaya oturulurken, bunların bir paket halinde gelmesi gerekecek...
Yazının Devamını Oku 
17 Temmuz 2007
İŞ ALEMİNİN, bu hafta sonu yapılacak seçimlerden sonra oluşacak yeni Hükümetten beklentisi çok yüksek. İşalemi, yeni kurulacak Hükümetten gerekli anayasa değişikliklerini yapmasını, siyasi partiler ve seçim kanununu değiştirmesini, kamu idari reformunu gerçekleştirmesini, hukuk reformuna artık el atmasını, bunların yanısıra bekleyen ekonomik reformların da biran önce hayata geçirilmesini istiyor.
Türkiye Odalar ve Borsalar birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, artık anayasa değişikliği başta olmak üzere, siyasi ve idari reformların da ekonominin önünün açılması için acil hale geldiğini söyledi. Hisarcıklıoğlu, yeni hükümetin kurulmasından sonra, ilk 6 ay içerisinde bunların hepsini yapılması gerektiğinin üzerinde dururken, daha sonraya kaldığında işlerin savsaklandığı görüşünde.
Dün CNN Türk’te yayınlanan "Referans Noktası" programında konuk ettiğimiz Hisarcıklıoğlu, seçimi kim kazanırsa kazansın, hangi parti veya partiler Hükümet kurarsa kursun, aslında yapılacakların belli olduğunu söylüyor.
Temel ekonomik konularda bütün siyasi partilerin aynı noktaya gelmesi ve yapılacaklar konusunda önemli bir görüş ayrılığı bulunmamasının çok olumlu olduğunu kaydederek, yeni Meclis’in Cumhurbaşkanını biran önce seçip, Türkiye’nin gündeminde bulunan çok sayıdaki acil reformlara hemen başlamasının hayata öneme sahip olduğunu ifade ediyor.
SOSYAL GÜVENLİK REFORMU
Rifat Hisarcıklıoğlu, eğitim reformu üzerinde de önemle duruyor. Sanayinin ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücünün yetiştirilemediğini, bunun için meslek liselerine mutlaka ağırlık verilmesi gerektiğini kaydeden TOBB Başkanı, "Şu andaki nüfus yapımız gözönünde bulundurulduğunda, hemen eğitim reformuna girmenin, ülkenin geleceği açısından çok önemli fırsatları bize sunacağını" söylüyor. Türkiye’nin şu andaki en büyük sorununu işsizlik olarak niteleyen Hisarcıklıoğlu, bu nedenle eğitim reformunun biran önce başlaması gerektiğini kaydediyor.
Bunun da yetmeyeceğini, değişim nedeniyle ortalamanın üzerinde artan orta yaş işsizliğine çözüm olması için, Avrupa’nın başlattığı "ikinci eğitim"e de geçilmesi gerektiği düşüncesinde. Hisarcıklıoğlu, artık gelinen noktada bir ömür boyu eğitimin sözkonusu olduğunu kaydederek, şu anki sistemin ihtiyacın çok gerisinde kaldığını söylüyor.
Ekonomide gereken reformların başında ise sosyal güvenlik reformunun geldiğini, Türkiye’nin faiz ödemelerinden sonra en büyük ikinci harcama kaleminin 17 milyar doları bulan sosyal güvenlik açığı olduğunu belirten TOBB Başkanı, sonuçları uzun süre sonra alınacak için bu sorunu biran önce çözmek gerektiğini söylüyor. Bu konuda Anayasa Mahkemesi’nin memurlar lehine verdiği kararı örnek gösteren Hisarcıklıoğlu, sosyal güvenlik reformunu yapmak için anayasa değişikliğine ihtiyaç duyulduğunun da altını çiziyor.
Enerji başta olmak üzere altyapı hizmetlerinin biran önce rekabete açılması gerektiğini, bununla verimlilik artışı sağlanacağını kaydeden Hisarcıklıoğlu, telekom, nakliye, demiryolu taşımacılığı, liman işletmeciliğinin de aynı kapsamda değerlendirdi. Rifat Hisarcıklıoğlu aksi takdirde örneğin enerjide büyük bir tıkanmanın bize beklediği görüşünde.
1930’larda çıkan ticaret yasasıyla ticaretin düzenlendiğini, halbuki o döneme kıyasla herşeyin değiştiğini hatırlatan Rifat Hisarcıklıoğlu, o gün e-ticaretin adının bile bulunmadığının altını çizerek, "hızla değişen koşullara, yeni doğan ihtiyaçlara göre bir ticaret yasası gerektiğini" söyledi. Hisarcıklıoğlu, bu konuda gerekli bir çalışmanın yapıldığını hatırlatarak, yeni Meclisin bu yasayı da biran önce çıkarması gerektiğini kaydetti.
Özel sektörün rekabet edebilmesi için sanayi, turizm ve tarım stratejilerine ihtiyaç olduğunu kaydeden TOBB Başkanı, tüm ısrarlarına rağmen hala sanayi envanteri çıkmadığını söyledi.
Hisarcıklıoğlu, artık Türkiye’nin ortalama yüzde 5 büyüme hedefinden vazgeçip, yıllık yüzde 7’yi hedeflemesi gerektiğini, ancak bu şekilde 10’uncu büyük ekonomi olacağımızı söylüyor.
Yazının Devamını Oku 
16 Temmuz 2007
İRAN’la yapılan doğalgaz anlaşması, sağlanan büyük başarıyı temsil ediyor. Ancak bu başarının devamı gelmeli, başarı mümkün olduğunca, ilgili her alana yayılmalıdır. Türkiye bu anlaşma ile küresel bir enerji oyuncusu olma yolunda çok büyük bir adım atmış oldu. Bu adımın devamının gelmesi halinde, Türkiye bundan çok büyük yararlar sağlayabilir. Yani çocuklarımıza çok daha fazla refah sağlayacak bir imkanı kazanmış olabiliriz.
Ancak gelinen aşamada bunun tam tersi de geçerli. Bu aşamaya geldikten sonra girdiğimiz oyunu iyi oynayamazsak, başarılı olamazsak, Türkiye’nin çıkarları zedelenir, gelinen noktadan daha geriye düşme tehlikesi bile doğmuş demektir.
Özetle; Türkiye’nin iyi yönetime, şimdi, her zamankinden daha fazla ihtiyacı var.
İyi yönetimin bizce en önemli şartlarından biri mümkün olduğunca geniş, uzlaşmaya dayalı olmasıdır. Yani devleti idare edenler mümkün olduğunca geniş kesimlerin katıldığı politikalar oluşturmalı, günlük siyasi çıkarların peşinde koşmaktan vazgeçip, hazırlanan politikalar için mümkün olduğunca geniş mutabakat sağlamaya çalışmalıdır. Çünkü ancak böyle bir uzlaşmayla, dış dünyaya karşı eli çok daha güçlü olarak ortaya çıkabilirler.
İçine girdiğimiz oyun çok hassas bir oyun. Dünyadaki varolan ve değişecek dengelerin çok iyi idare edilmesi, bu satrancın bilerek, belirli stratejiye dayalı olarak, ileriki adımları planlayarak oynanması gerekiyor.
İşte bu nedenle önümüzdeki hafta yapılacak genel seçimler, çıkacak sonuç , partilerin ne sonuç çıkarsa çıksın ülke çıkarları için birlikte hareket etme ihtiyacı duymaları, bizce hayati öneme sahip.
Türkiye eğer uluslar arası oyunu iyi oynayacaksa, küreselleşme nedeniyle giderek bozulan ülkeler arasındaki gelir dağılımında büyük payı alan ülkeler arasına girecekse, artık siyasi partiler de eski alışkanlıklarını bırakmak zorunda. Kim kazanırsa kazansın, toplumun diğer kesimlerini temsil eden siyasi partilerle hatta sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği içinde olmaya özen göstermelidir. Bunun da ötesinde artık devletin tüm kurumları arasında ahengi sağlamak, devlet içinde çatışma havasını kesinlikle ortadan kaldırmak, devleti idare ederken kesinlikle partizanca davranmamak zorundalar.
Kısacası; Türkiye’nin küresel rekabette öne çıkması için iyi yönetim olmazsa olmaz şart.
HALK BANKASI KİMSEYE AYRICALIK YAPMAYACAK
Geçen gün Başbakanın miting sonrası uçağına aldığı bir işadamının sahibi bulunduğu, Adana’daki bir şirkete ayrıcalık tanınacağına ilişkin haberleri yorumlamıştık. Başbakanın talimat verdiği söylenen bankalardan biri olan Halk Bankası’nın Genel Müdürü Hüseyin Aydın arayarak, gelişmeler hakkında bilgi verdi
Genel Müdür Aydın, her şeyden önce kendilerinden ayrıcalık istenmediğini kaydederek, kesinlikle hiçbir firmaya ayrıcalıklı muamele yapmalarının sözkonusu olamayacağını, herkesin bu konuda rahat olması gerektiğini kaydetti.
Bu şirketin 1996 yılında İş Bankası tarafından satılan bir şirket olduğunu, kendilerinin 1998-99’da devreye girdiklerini, İş Bankası’nın şirketten en büyük alacaklı konumda bulunduğunu hatırlatan Aydın, zaten bir süredir şirket için İş Bankası ile birlikte hareket ettiklerini söyledi.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK)nun koyduğu kurallar içerisinde tüm bankaların hareket etmek zorunda olduklarını, kamu bankası olsalar da, kendileri için de kuralların geçerli olduğunu hatırlatan Genel Müdür Aydın, bu nedenle şirkete yapılan muamelenin mutlaka bu kurallar içerisinde kalacağını söyledi.
Zaten kullandırdıkları kredileri, yani paralarını almak için tüm bankaların şirketlere ellerinden gelen kolaylığı gösterdiğini kaydeden Aydın, buradaki ölçünün; işletmenin ileriye dönük bu parayı geriye ödeyebileceği konusunda umut verip gerekli kararları alması olduğunu söyledi.
Genel Müdür Aydın’ın dediği gibi, şirket eğer yaşamak istiyorsa, şimdiye kadar almadığı bazı radikal kararları almalı. Çünkü ayrıcalıklar beraberinde kötü yönetimi getiriyor...
Yazının Devamını Oku 
14 Temmuz 2007
BAŞBAKAN seçim propagandası için yaptığı bir şehir mitinginden sonra, o şehirde şirketi zor durumda olan bir işadamını "resmi uçağı"na alıyor, sıkıntılarını dinliyor, ardından şirketin borçlu olduğu iki bankayı arıyor ve "bu şirkete kolaylık sağlanmasını" istiyor. Bunun üzerine bankalar harekete geçiyor ve özel kolaylıklar hazırlıyorlar. Bu arada Başbakan’ın partisinin genel başkan yardımcısı, şirketi zor durumda olup iktidar partisi tarafından kıyak çekilen şirket sahibi ile oturup, "Başbakan’ın ne kadar iyi bir iş yaptığını" basına açıklıyorlar.
Evet, yanılmadınız, burası Türkiye...
Hani piyasa ekonomisi uygulamasını artık seçime giren her partinin temel ekonomik tercih olarak ortaya koyduğu, AB’ye girme müzakereleri yapan, küreselleşmeye entegre olup, 10-15 yıl içinde "dünyanın en büyük 10 ekonomik gücü" arasına girmeyi kendine hedef almış ülke.
Bu olay batılı çağdaş başka bir ülkede olsa, yani bir hükümet "özel şirket kurtarma" yapsa, seçim öncesinde, övünerek, bir şirkete rakiplerine kıyasla özel bir ayrıcalık tanısa ne olurdu?
Kimsenin şüphesi olmasın; batılı çağdaş bir ülkede kesinlikle böyle bir hareket yapılamaz, hele ki, basının gözü önünde övünerek, hiç yapılamazdı. Yapılsa bile gizli yapılır, sonradan açığa çıktığında bunu yapan hükümet görevinde kalamazdı...
Ama Türkiye’de böyle bir girişime bırakın karşı çıkmayı, alkış tutuluyor...
Özal döneminde de oldu, daha önceki hükümetler döneminde de oldu ve hepsine karşı çıktık. O dönemlerde, son AKP hükümeti döneminde de şirket kurtarma hareketleri oldu ama bu kurtarmalarda bile, her ne kadar kapsama girecek şirketler belli olsa da, yine genel prensipler saptanır, bu kapsama giren herkese aynı kurtarma uygulanırdı.
Bu örnekte olan ise tek bir şirkete özel, Başbakan emriyle yapılan ayrıcalıklı muamele..
Hem de bu ayrıcalıklı muamele kamu kaynakları kullanılarak yapılıyor. Çünkü Başbakan’ın talimat verip şirkete kolaylık sağlanmasını istediği bankalar Halk Bankası ile Vakıflar Bankası. Yani sermayelerinin büyük bölümü kamuya ait, kamu adına hükümetin yönetime hakim olduğu bankalar. Yani kamu kaynakları kullanılıyor.
Aynı sektörde, aynı şartlarla çalışan rakip bir firma, bu firmaya ayrıcalık yapıldığı için itiraz etse, kamu kaynakları kullanılarak haksız rekabet oluşturuluyor dese, haksız mı?
Bu tür yazıların sevimli olmadığını, "ilkesel yaklaşım"la, popülist olmayan, aykırı düşünceler belirtildiğinde çok kızıldığını, daha önce aldığım tepkilerle çok iyi biliyorum. Ancak birilerinin, sevimsiz görünse de bunları söylemesi gerektiğini düşünüyorum.
BAŞBAKAN’IN GÜCÜ
Bu o kadar önemsiz bir şey değil. Her şeyden önce kamu bankalarının neden özelleştirilmeleri gerektiğini, "özelleştirmeyeceğiz" diyen partiler da anlamalı, özelleştirmelere karşı çıkan çok kesimler de... Çünkü kamu kaynakları işte böyle kullanılıp, kara delikler oluşuyor.
Bir Başbakan özel bankaya telefon açıp "şu şirkete kolaylık sağlayın" diyemez, dese bile mevzuata aykırı olduğu için uygulanmaz. Bir bankanın zaten ödeme kabiliyeti olsa bir şirkete kolaylık göstermeyeceğini, şirkette batacak parasını almak için uğraşmayacağını, düşünebiliyor musunuz? Yani zaten yapılacak bir şey olsa bankalar kendiliğinden yapar, çünkü parasını geri almak ister. Ancak o parayı almaktan umudunu kesmiş, şirkette gelecek göremiyorsa, zararını biran önce azaltmaya çalışır. Zaten kanunlar, BDDK kuralları da vardır ve alacak tahsilinde buna uymak zorundadırlar. Şimdi bu kamu bankalarının yöneticileri işi zorlayacak. Olmadı "Başbakan söz verdi " diye kurallar esnetilir, gerekirse mevzuat değişiklikleri yapılmaya çalışılırsa, kimse şaşırmasın. Daha önce yaşamadık mı?
Bu örneğin bize gösterdiği başka bir şey de "demokrasinin olmadığı" gerçeğidir. Hani seçim mitinglerinde yapılan "demokrasi, demokratlık" tartışmaları var ya...
Şimdi bir düşünün; hangi demokratik ülkede, çağdaş batılı demokraside bir Başbakan’ın bu kadar gücü vardır. Rakip firma korkup itiraz edemiyorsa, demokrasiden söz edilebilir mi? Yani; piyasa ekonomisi ve demokrasinin de, "sözde değil özde benimsenmesi" gerekir.
Yazının Devamını Oku 
12 Temmuz 2007
BİZCE son dönemlerin en olumlu haberi, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, "seçim sonrası oluşacak Meclisin yeni Cumhurbaşkanını seçeceğini" açıklamasıydı. Elinde listeyle partilere gidip uzlaşma arayacağını söylemesi de, seçim sonrasına ilişkin olarak oluşan belirsizliklerin giderilip, haberin olumluluk düzeyini artırmıştı.
Son birkaç aydır yaşanan çatışmalardan sonra böyle bir haber, herkesin özlediği bir haberdi.
Ancak hemen ardından "Meclis içinden mi olur, dışından mı olur?" tartışması başladı.
Bizce bu tartışmaların o kadar önemi yok. Meclis içinden veya dışından, elde listeyle mi gidilir, önkoşulsuz mu uzlaşmaya oturulur tartışmalarının, seçim öncesi partilerin oy kaygısıyla yaptıkları, aslında önemsiz ağız dalaşları olduğunu düşünmek daha doğru.
Başından beri AKP’nin "Peki Meclis 367 ile bundan sonra nasıl Cumhurbaşkanı seçecek" tezine ve bu teze inanılarak yapılan yorumlara karşı olduğumuzu belirtiyoruz. Seçim sonucu ne olursa olsun, yeni oluşacak Meclisin, ne yapıp edip yeni Cumhurbaşkanını seçeceğine, uzlaşmaya zorunlu olarak yanaşacağına inanıyorduk.
MECLİS’İN FESHİ
Çünkü siyasetin gereği bu ve yeni milletvekili olmuş hiç kimse, kendi varlığını tehlikeye atıp, Meclisin feshini gerektiren bu uzlaşmazlık havası içine giremez.
Yani kendi çıkarları gereği, milletvekilleri yeni Cumhurbaşkanını seçmek için zorunlu olarak uzlaşacaklar. Böyle bir çoğunluk arzusuna hiçbir lider ve siyasi parti yönetimi de kayıtsız kalamaz.
AKP’nin Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı karşısında yaptığı propagandaya inanıp, "Meclis artık Cumhurbaşkanı seçemez" diye yorumlar yapan aydınlarımız da, Başbakanın son açıklamasından sonra, "Naif duygularının etkisinde kaldıklarını", umarız anlamışlardır.
Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı karşısında AKP’nin yaptığı "mağdur edebiyatı"nın oy toplamak uğruna ülkenin kurumlarını ne kadar yıprattığını, AKP’nin aynı Anayasa Mahkemesinin yeni kararından sonra nasıl alkışladıklarını görüp, umarız, oy uğruna siyasetçinin her değeri nasıl kullanabildiğini, asıl dertlerinin ne olduğunu görmüşlerdir.
Özetle; siyasi çatışmanın nihayet yumuşaması açısından verilen son demeçler, gelinen nokta çok olumlu. Bundan sonrası için, yani seçim sonrası oluşacak Hükümet kompozisyonları için de umut veren bir gelişme oldu.
TEMEL SORUNLAR GENİŞ UZLAŞMAYLA ÇÖZÜLECEK
Bundan sonra ne olacak derseniz, bizce büyük bir ihtimalle artık siyasi ortam yumuşayarak gidecektir. Yani şimdi hala verilmeye devam edilen karşılıklı sert demeçler unutulacak, çıkacak seçim sonuçlarına göre uzlaşma arayışları başlayacaktır.
Şuna inanın; bütün partiler seçimi kendilerinin kazandıklarını açıklayacaklar ve birinci parti olan partinin lideri seçim gecesi çıkıp, "Herkesi kucaklayacağız" diyecektir.
Önemli olan gelecek bu doğal siyasi yumuşama değil, Türkiye’nin geleceği açısından nasıl bir iktidarın yararlı olacağı, daha doğrusu nasıl bir iktidarın Türkiye’nin yaşamakta olduğu, bir süre ara verilen değişim sürecini daha iyi yöneteceğidir.
ÇÖZÜM BEKLEYEN SORUNLAR
Türkiye’nin önünde çözmesi gereken gerçekten ciddi sorunlar var.
Kuzey Irak, Kıbrıs gibi acil çözümler gerektiren kararlarda olduğu gibi, AB konusunda çok daha planlı programlı gitmeye ihtiyaç var. Bununla birlikte ekonomide istikrarın korunup, biran önce düşürülecek enflasyonla birlikte faiz oranlarında düşüşe ihtiyaç var.
Bununla birlikte geciken yapısal reformların hemen birkaç ay içinde yapılması, biran önce "sıcak para olmadığında yüksek büyümenin nasıl devam ettirileceği"nin hesaplanması, buna göre stratejik bir plan oluşturulması gerekiyor.
Yine, son birkaç ayda yaşadıklarımızın bize öğrettiği gibi; acil olarak anayasa değişikliklerine, siyasi parti ve seçim yasası değişikliklerine ihtiyaç var. Artık altyapı reformları hemen tamamlanıp, hukuk gibi daha zor reformlara başlanması gerek.
Türkiye’nin girdiği ve gideceği yol bellidir. Kimse bu yoldan geri dönemez. Ancak bütün bu temel sorunlar sayısı kaç olursa olsun, sadece iktidar partisiyle çözülmez, geniş uzlaşma şart.
Yazının Devamını Oku 
10 Temmuz 2007
ANKARA son dönemde yine, yabancı bankacıların akınına uğradı. Özellikle Londra gibi uluslar arası merkezlerde çalışıp, Türkiye’ye bakan iktisatçı ve dealer’lar seçim öncesinde uğrayıp, hem seçim nabzını tutmaya çalışıyorlar, hem de siyasi parti temsilcileri ile görüşüyorlar. Bizim izlenimimiz o ki; AKP’nin tek başına iktidar olması ihtimalinde fazla bir endişeleri bulunmuyor ama yavaş yavaş başka iktidar ihtimalleri çıkması halinde önemli sorunlar olmayacağını da görmeye başladılar.
Önce bu dışarıdaki piyasa oyuncularının tahminlerine değinelim. Bildiğimiz kadarıyla çok sayıda ortak bahis oynanan finansçı grubu var. Edindiğimiz izlenime göre; bu bahis sonuçlarına göre dışarıdaki piyasa oyuncularının çok ağırlıklı bir bölümü, tekrar tek başına AKP iktidarı geleceğini tahmin ediyor. Bunların içinde çok büyük bölümü de Hükümet kurma sayısının biraz üstünde bir milletvekili sayısıyla AKP’nin tek başına iktidar olacağını, yani şimdiki milletvekili sayısını bulamayacağını tahmin ediyor. Çok az bir bölümü AKP’nin şimdiki milletvekili sayısına yakın bir çoğunlukla iktidar olacağını düşünüyor.
Buna karşılık yani AKP’nin tek başına iktidarının karşısında ise CHP-MHP koalisyonuna şans veriliyor. Ancak bu ihtimale şans verenlerin oranı yüzde 15-20’yi geçemiyor.
Bu oranların içerdeki piyasa oyuncuları arasında da aşağı yukarı geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Hem içerdeki hem dışarıdaki piyasa oyuncuları, kamuoyuna fazla açıklanmayan kamuoyu anketlerini de yakından izliyorlar. Görüşlerini de bu anketler ve yaptıkları temaslara göre oluşturup, tahminlerde bulunuyorlar. Bu arada banka ve aracı kurumların özel anketler yaptırdıklarını da biliyoruz.
Peki temaslarda bulunduktan sonra bu piyasa oyuncuları ne diyor?
Uygulanacak ekonomi politikaları konusunda AKP hakkında bir endişeleri bulunmuyor. Özellikle CHP’de ise muhatap bulmakta biraz zorluk çekiyorlar. Temasa geçmeye çalışıyorlar ama pek sıcak karşılanmadıklarını söylüyorlar. Bu durum da ister istemez CHP hakkında oluşturdukları fikirlere yansıyor, raporlarında bu çekimserliğe değiniyorlar.
Buna karşılık MHP konusunda ise son dönemde bazı isimlerin öne çıkıp kendileriyle yakından ilgilenmeleri, parti için tedirginliklerini gidermeye çalışmaları olumlu karşılanıyor.
Öte yandan Londra’daki piyasa oyuncularının kendi aralarından çıkan Mehmet Şimşek’in AKP’nin ekonomi kurmayları arasına katılması, AKP hakkında oluşturdukları olumlu görüşte epey etkili oluyor.
Fikirlerini bildikleri Mehmet Şimşek’in AKP kurmayları arasında yeralması bizce de olumlu ama acaba Başbakan Tayyip Erdoğan ve çevresi, Şimşek’i dinleyecek mi?
Dün CNN Türk’te partilerin ekonomi programlarını sorgulamak için yapılan programa katıldık ve konuk Mehmet Şimşek’ti. Açık söylemek gerekirse Şimşek, giderek siyasete ısınmaya başlamış. Ancak hala teknisyen yönünü gösteren açıklamalar yapıp, görüşler de belirtiyor. Umarız Şimşek bu teknisyen yönünü, siyasi yönüne, ileride de feda etmez.
Şimşek’in verimlilik üzerinde durması, mikro reformlara ağırlık vermesi, teşvik sisteminin değiştirilmesi gerektiğini söylemesi, bizce çok olumlu.
Şimşek’in, bakan olamasa bile tek başına iktidar olması halinde AKP’nin ekonomiyi yöneten ekibinde aktif olarak yer alacağı tahmin ediliyor.
Nerede olursa olsun, Şimşek’in sözünü dinletmesi, farklı bir fikir olarak ortaya çıkıp, doğruların bulunmasında rol oynaması, bizce ekonominin gidişatı açısından da önemli.
Ancak bizce buradaki asıl soru; Şimşek Başbakana ve çevresine açık açık konuşabilecek mi? Sorunun ikinci aşaması ise Başbakan Şimşek’i dinleyecek mi? Çünkü mevcut ekonomi yöneticileri, Bakan Babacan ve Unakıtan dahil, "Başbakan kızar" diye herşeyi açık açık konuşamadılar. Onun da ötesinde söylense de, örneğin şimdi "yanlış" dedikleri teşvik sistemini bizzat Başbakan inat edip devreye soktu. Bakalım bundan sonra ne olacak?
Yazının Devamını Oku 
9 Temmuz 2007
SİYASİ partilerin vitrine koyduğu isimler epey tartışma konusu olmuştu. Seçim yaklaştıkça tartışmalar yoğunlaşırken, vitrine konan yeni isimler de şimdiden unutulmaya başladı. AKP’ye baktığınız zaman Başbakan Tayyip Erdoğan, tartışmasız vitrinin ana unsurunu, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de yardımcı unsurunu oluşturuyor. Gül, Başbakan’la ve Başbakan’sız neredeyse tüm parti mitinglerini ve toplantılarını dolaşıp, kendisinin nasıl mağdur edildiğini, nasıl olup da Cumhurbaşkanı seçtirilmediğini anlatıyor.
Anayasa Mahkemesi’nin son kararından sonra "haksızlık etmişim" dedi ama belli ki seçime kadar mağdur edebiyatı devam edecek ve bunun başaktörlüğünü yine Abdullah Gül yapacak.
Gül, televizyon ve gazeteleri teker teker dolaşıp, kendisinin halk çocuğu olduğu için seçtirilmediğini söylüyor ve ardından "mitinglere, toplantılara baktığınız zaman halkın beni Cumhurbaşkanı olarak istediğini görüyorsunuz" diyor.
Bizce Cumhuriyet mitinglerinde doğrudan Gül’ün adaylığı değil, dayatmayla çıkan AKP’nin adayı hedefti. Ancak Gül’ün son söylemlerinden sonra bizce bu kesimlerin hedefi artık Gül olmaya başladı. O nedenle ne kadar kendini mağdur göstermeye çalışıp sempati toplamaya gayret gösterirse, kendisine olan tepkiyi de artık büyütüyor.
Gül, her şeyden önce, asker kökenliler dışındaki, tüm geçmiş Cumhurbaşkanlarımıza, kendisini mağdur göstereceğim derken, büyük haksızlık etmiş oluyor....
Kısacası, vitrin olarak Erdoğan ve Gül AKP’nin başaktörleri. Ekonomide baktığınız zaman ise "eskinin devamı" teması üzerinde durulmasına rağmen, özellikle Devlet Bakanı Ali Babacan’ın vitrine çıkmadığını görüyoruz. Parti kararı mıdır bilmiyoruz ama ekonomiyle ilgili toplantılara daha çok Londra’dan transfer Mehmet Şimşek katılıyor. Şimşek, seçim bildirgesinin ekonomi bölümünün yazımına katıldı ama DPT kökenli birçok milletvekili adayı da aynı çalışmalara katıldı. Kaldı ki bildirgenin büyük bölümü DPT tarafından hazırlandı. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın son dönemde, özellikle seçim konuşmalarında fazla ekonomiye girmemesini parti kararı olarak tahmin ediyoruz ama Ali Babacan’ın sadece çıkan veriler üzerine açıklamalar yapıp, seçim toplantılarından geri durması, bize ilginç geliyor.
CHP’NİN EKONOMİ VİTRİNİ KORKUTUYOR
AKP’nin vitrinine, sol kanattan diye konulan Ertuğrul Günay ve Zafer Üskül gibi isimleri ise sadece CHP’ye saldırı demeçleriyle basında görebiliyoruz. Belli ki işin özüne dönük, ne yapılacağına ilişkin oturup da partiyle, Başbakan’la tartışıp, mutabık kalmamışlar.
MHP’ye baktığınız zaman ise ekonomiyle ilgili Oktay Vural ve Doğan Cansızlar’ın vitrinde olduğunu görüyoruz. Bizce bu isimler MHP’nin özellikle piyasadaki sekter imajını düzeltmek için seçilen doğru isimler. MHP Lideri Devlet Bahçeli ise ne siyasi, ne de ekonomik konularda mitingler dışında zaten fazla bir şey konuşmuyor ve bunu bir strateji olarak kararlıkla izliyor.
CHP’ye gelince Lider Deniz Baykal, tartışmasız vitrinin ana unsuru olmaya devam ediyor.
Ekonomiyle ilgili olarak ise başarılı bir vitrin sergilemesi olduğunu görmüyoruz. Örneğin geçen gün Petkim’in satışıyla ilgili olarak CHP adına Genel Sekreter Yardımcısı Oğuz Oyan, partisinin iktidara gelmesi durumunda "Petkim’in özelleştirme sürecinin durdurulması ve devir işlemlerinin tamamlanmaması için gerekeni yapacaklarını" söylemiş. Bu da yetmemiş, yazılı açıklama yapıp, Petkim’in zamanlaması ve uygulaması bakımından şaibeli bir özelleştirme işlemine konu olduğunu öne sürmüş. Bizce söylem hiç doğru değil...
Bizce bu tür söylemler ve devletçiliği ile bilinen isimlerin verdikleri demeçler, piyasada CHP’ye ilişkin giderilmeye başlayan, "piyasa düşmanlığı" korkularını hortlatıyor. CHP’nin artık vitrine koyduğu piyasa dostu söylemleri ve geçmişteki başarılı uygulamaları ile bilinen yeni isimlerini vitrinde öne çıkarmaya başlaması lazım. Aksi takdirde piyasa üzerinde eski anlayışın devam ettiğini gösteren isimler ve demeçler, artık CHP’ye zarar veriyor.
CHP Lideri Deniz Baykal’ın piyasa ekonomisine yakın durması, küreselleşme içinde yapılacakların belli olduğunu düşünmesi yetmiyor, vitrini de artık buna göre dizayn etmesi gerekir.
Yazının Devamını Oku 
7 Temmuz 2007
ANAYASA Mahkemesi’nin kararı herkes için sürpriz oldu. Bizce AKP yönetimi de Anayasa Mahkemesi’nin böyle bir karar vermesini beklemiyordu. Hatta, Anayasa Mahkemesi’nden çıkacak karardan o kadar eminlerdi ki; seçim meydanlarında Anayasa Mahkemesi’ne çatmaya devam ediyor, bu karardan sonra "Bakın işte size Cumhurbaşkanı seçtirmemek için bu kararı da aldılar" demeye hazırlanıyorlardı.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, dün NTV’de Murat Akgün’le yaptığı söyleşide bu beklentilerini itiraf etti. Şahsen böyle bir karar beklemediğini, Anayasa Mahkemesi’nden çıkan kararın kendisi için sürpriz olduğunu söyledi.
Gül, meydanlarda çattığı Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bu kararı, bu kez de, "Türkiye siyasi tarihi, demokrasisi açısından dönüm noktası olacak bir karar" diyerek olumladı. Yani aynı Mahkemenin aldığı bir kararı yerin dibine batırıp, bir politikacının hiç söylememesi gereken sözler edeceksiniz, aynı Mahkemenin aldığı başka bir kararı ise göklere çıkaracaksınız... Bu olsa olsa, herhalde ancak Türkiye gibi çifte standartın bu kadar bol olduğu bir ülkede olabilir.
Şimdi çıkıp meydanlarda Başbakan Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ne diyecekler acaba? Ama bir yolunu bulurlar değil mi? Örneğin "bu kadarı da artık içlerine sinmedi herhalde" veya, "bakın biz zorladık artık öyle bir karar alamadılar" bile diyebilirler.
Her seferinde bir çifte standart söz konusu olmayacak mı, bu tür çelişkili demeçler sizce gerçekten demokrasi kaygısı nedeniyle edilen sözler mi?..
Bu aşamada asıl sorulması gereken sorular ise bundan sonra ne olacağı, bu kararla oluşan yeni kaosun nasıl çözüleceği, yeni çatışmaları beraberinde getirip getirmeyeceğidir...
Şurası bir gerçek ki; seçimle birlikte dinmesini beklediğimiz, daha doğrusu özlediğimiz, siyasi çatışma, gerginlik ve bunun yarattığı belirsizlik, seçim sonrasına da, kesinlikle uzamış oldu.
Bırakın ne olacağını düşünmeyi, bu belirsizliğin uzaması, hani Başbakan’ın hep sözünü ettiği ekonomiye zarar vermeyecek mi, o meşhur "Borsa endeksi"ne zarar vermeyecek mi?
Madem Genelkurmay Başkanı’na sitem edecek kadar ekonomiyi, piyasayı düşünüyorlardı, o zaman AKP yönetimi yeni bir kaos yaratacak bu Anayasa değişikliğinden neden vazgeçmedi?
YENİ MİLLETVEKİLLERİ ÇÖZECEK
Murat Akgün, "bundan sonra ne olacağını" da Abdullah Gül’e sordu ama aldığı yanıt kimseyi tatmin etmedi. Gül, parti hukukçuları ve başka anayasa hukukçularından konuyu araştırmalarını istediklerini, birkaç güne kadar tavır belirleyeceklerini söyledi.
Yani AKP yönetimi de, büyük katkı yaptıkları, gelinen siyasi tabloda, neler yapılabileceğini şimdilik bilmiyor. Daha sonra ne karar alacaklar, ne diyecekler, göreceğiz.
Şu anda Türkiye ekonomisinde içtalep kaynaklı, kademeli de olsa, bir yavaşlama eğilimi seziliyor. Bu yavaşlamanın daha da belirgin hale gelip gelmeyeceği, enflasyonla yapılan mücadeleye ve oluşan belirsizlik havasının giderilmesine bağlı. Yani yaratılan belirsizliğin uzun süre, seçim sonrasında da devamı halinde ekonomi bundan büyük zarar görecek.
Asıl belirleyici olan, herkesin de mutabık kaldığı gibi, 22 Temmuz seçimlerinde çıkacak siyasi tablodur. Bu tablo, 2 ay içinde yeni Cumhurbaşkanı’nın TBMM’de seçilip seçilmeyeceğini, halkın seçmesi halinde bu Cumhurbaşkanlığının ne zaman geçerli olacağını, hatta referandumun yapılıp yapılmayacağını bile belirleyecek güce sahip olacaktır.
AKP Hükümeti’nin referandumu öne çekmek için TBMM’yi böyle bir dönemde toplama yoluna gidebileceğini sanmıyoruz. Yani kaosu çözmek büyük ihtimalle yeni Meclis’e kaldı.
Bizce yeni TBMM’ye düşen görev, oluşan bu kaosu biran önce gidermek olmalıdır. Şimdiye kadar yapılanları bir kenara bırakıp, bu siyasi çatışmanın ve belirsizliğin biran önce giderilmesi için, yeni milletvekilleri, gerekirse partilerinin aleyhine de görünse, ülkeyi düşünerek hareket etmeliler.
Yaşadığımız, tüm kurumların yıprandığı, politikacıların çıkar ve hırsları için tüm değerleri ayak altına aldıkları, kamplaşmanın keskinleştiği süreç yaşadık. Bu süreçten ders alsak, bari...
Yazının Devamını Oku 