5 Nisan 2008
SANKİ ekonomide ortalık güllük gülistanlıktı, her şey yolunda gidiyor, gerekenler yapılıyordu da, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı AKP’nin kapatılması için dava açınca, ekonomi birdenbire kötü oldu, bu nedenle felakete gidiyoruz. Yok böyle bir şey...
AKP’ye yakın basın organlarının bu yöndeki yayınlarını anlıyoruz; onlar ekonomiden ve piyasadan anlayan uzman gazeteciler bile istihdam etmeyip, misyon gazeteciliği yapıyorlar. Ancak kendilerine demokrat deyip, bu nedenle liberal ekonomiyi de bildiklerini zanneden bazı yazar büyüklerimiz de, son iki haftada her gün aksi ispat olmasına rağmen, bu argümanı kullanmaya devam ediyorlar....
Şimdi mart ayı enflasyonu çıkınca, yeniden bu argümanı ortaya atıp, AKP karşıtlarına sözde bu gerekçeyi kullanmaya kalkışıyorlar. Bu arada bazıları da işalemine "Bakın ekonomi bu nedenle kötüye gitmeye başladı" demenin gayreti içinde. Çünkü onlar, yeniden AKP’yi benimsetip, iktidarda kalması gerektiği konusunda işalemini ikna edip, sözde demokrat ve AB yanlısı olan hükümetin varlığını sürdürmesini sağlamak istiyorlar.
Ama işalemi, özellikle de ekonomiyi öğretmeye çalıştıkları büyük işadamları, neyin ne olduğunun, ipin ucunun nerede kaçtığının çok iyi farkındalar. Akıl vermeye kalkışacaklarına oturup o işadamlarını dinleseler, hiç olmazsa ekonomi ve piyasanın işleyişini öğrenebilirler. Eğer samimi oldukları işadamları varsa, onlara hükümetin ekonomi ve iş dünyası üzerinde nasıl baskı kurduğunu anlattırsınlar ki; kendi demokrasi anlayışları çerçevesinde mevcut uygulamaya demokrasi mi yoksa başka bir şey mi denileceğini bir kez daha görsünler.
Kendi meslektaşlarına son 5 yılda yapılanları bildikleri halde bunu hala demokrasiye ters görmüyorlar ama işadamları üzerindeki baskıyı dinledikten sonra, kendilerinin demokrat dedikleri sistemin adına asıl ne diyeceklerini, bir de onlardan dinleyelim.
Bakalım o zaman da "benim faşistim daha iyidir" mi diyecekler?
Özetle; bilmedikleri konuları siyasi emelleri için kullanmasınlar. AKP’ye kapatma davasının piyasalar üzerinde etkisi marjinal. Hala en önemli etken küresel piyasalar...
GEÇEN YILDAN BU GÖRÜNÜYORDU
Küresel krizin geldiğini, Türkiye’nin bundan etkileneceğini, bu arada enflasyonun önlem alınmadığı takdirde yeniden yükseleceğini, mali disiplinin korunması gerekirken, hükümetin seçimden yeni çıkmasına rağmen, bunun aksine "bana bir şey olmaz" havasında harcamaları artıran formüller aradığını, geçen yıldan beri yazıyoruz. Sadece biz değil, bizim gibi çok sayıda ekonomi gazetecisi ve ekonomist de bunu söylüyordu. Eylül Ekim aylarından beri bu gidişat belliydi ve uyarıların dozu giderek arttı. 10 Aralık’ta bu köşedeki yazımızda "Son beklenti anketi hem enflasyonda hem cari açıkta, beklentilerin son dönemde ne kadar bozulduğunu açıkca ortaya koydu. Biz zaten yüzde 8’in altına inemezken, dışarıdan gelecek etkinin, enflasyonu yeniden çift haneli rakamlara çıkarması kaçınılmaz olur" demişiz.
Ama Hükümet, "bir şey olmaz" deyip, ekonomide önlem alacağına, aksine mali disiplini bozan kararlara imza attı, bununla da yetinmedi siyasi havayı gerdikçe gerdi.
Durum böyleyken; hükümetin ekonomiyi kötü yönettiğini, gerekli tedbirleri almadığını, bu nedenle gelen artı olumsuzlukların ekonomiyi daha da kötü hale getirdiğini söylemek varken, hükümetin hiç suçu yokmuş gibi, dava açanlara ekonomi üzerinden tehdit, olacak iş değil.
Elbette siyasi gerginlik ekonomiyi etkileyecektir, önümüzdeki dönem bu etki artacaktır. Ama bu saptamanın içinde bile "siyasi havayı kimin gerdiği?"sorusuna yanıt aramak gerekmez mi.
Bu argümanı sık sık ortaya atanlar, korkarım ki yakında, "Küresel krizi de AKP’ye karşı olanların çıkardığını" veya "küresel krizin demokrasiye aykırı" olduğunu söyleyeceklerdir.
Bunun adı piyasa ekonomisi; demokrasi dediğinizin temeli yani. Yani siz istediniz diye herhangi bir argümanı, hele gerçek olmayan bir argümanı satın almaz.
Yazının Devamını Oku 
3 Nisan 2008
AKP yönetiminin son birkaç gündür, "siyaseti daha fazla germeme" yönünde bir eğilime girdiği gözleniyor. Parti yönetiminde kapatmayı etkileyecek anayasa değişiklikleri görüşülüyor ama bizce sonunda bu yola gidilmesi, AKP’nin böyle bir karar vermesi çok zorlaştı. Biliyoruz ki; parti içinden de, sayıları azımsanmayacak kadar milletvekili hatta parti yöneticileri ve hükümet üyelerinden bazıları, bu formüle şiddetle karşı çıkıyorlar.
Elbette AKP yönetimi, elinde bir pazarlık gücü olsun diye, "anayasa değişikliği ve referandum" silahlarını masanın üzerinde tutmaya devam edebilir. Ancak şahsen, böyle bir yola gittiğinde istediği 320 milletvekili sayısını bulamayabileceğini söyleyebilirim.
Peki, AKP yönetimi ne yapacak?
Bence işin sıcaklığı geçtikçe iki tarafta da sağduyu hakim olmaya başlayabilir. Yani işaleminin çağrısı anında tepki görmüş gibi gözükse de, bu çağrının sonuçta adresine ulaşıp, sonuç alınabileceğini söyleyebiliriz. Ancak bir ortayol bulunması için aranacak çareler, işaleminin çağrısından farklıymış gibi gösterilmeye çalışılacaktır.
YUMUŞAMA GÖRÜNTÜSÜ
Yani AKP yönetimi en azından 6 ay devam edecek bu süreci daha da olumsuz etkilememek için biraz yumuşama görüntüsü verecektir. Bu arada elbette formüller ve müzakereler denenecektir. Bu arayışlardaki tek amaç ise AKP’nin kapatılmaması ve özellikle Başbakan Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasaklı haline getirilmesini önlemek olacaktır.
Bu nedenle AKP yönetimi, iktidarını korumak adına, taviz vermeye de, ortayol için adım atmaya da bence yanaşacaktır. Siyasetin gereği olarak bunu yapacaktır ve normaldir.
Ancak sadece bununla sağlanacak yumuşama da yetmez. Başta işalemi olmak üzere birçok kesim, yumuşama sürecinin en önemli göstergelerinden birinin "reformlara devam edilmesi" olduğunu söylemeye başladılar. Yani AKP yönetiminin bu ortamda bile reformlara devam etmesini, bu takdirde yumuşama sürecine katkı yapacağını söylüyorlar.
MERKEZ DİKKAT ÇEKİYOR
Bu reformlar nedir derseniz, bizce AB reformları başta gelmektedir ve bütün bunlar bellidir. Bunun yanında bence gözden geçirme şartları hemen tamamlanıp, IMF’le biran önce hangi tür anlaşma yapılacaksa yapılmalı ve piyasalara güven verilmelidir.
Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz da dün yaptığı bir konuşmada bu reformların hayati önemine taşıdığına değindi. Dalgalanmaların kalkınmakta olan ülkelerin risk primini artırdığını belirten Yılmaz, bu ülkelere Türkiye’nin de dahil olduğunu söyledi. Yılmaz, "makroekonomik düzenlemeler ve yapısal reformların tamamlanmaması halinde önümüzdeki dönemde Türkiye’nin risk priminin artabileceğine" dikkat çekti.
Türkiye’nin önünde ağır bir reform gündemi olduğunu belirten Başkan Yılmaz, bu gündemin bir takvime bağlanması gerektiğini belirterek, "Reform gündeminin zamanında gerçekleştirilmesini sağlamak gerekiyor. Bunun için bir takvim ve performans kriterleri ortaya konulmalı ve uygulamada da bu kriterlere bağlı kalmalıyız. Herhangi bir şekilde gecikme olursa gerekli mekanizmaların kullanılması, böylece politika yapıcıların halkın karşısına çıkıp neden başarısız olunduğunu açıklamaları sağlanmalıdır" şeklinde konuştu.
Merkez Bankası bir anlamda, enflasyon hedefine neden ulaşılamadığının da bir açıklamasını yapıyor. Yani reformların yapılması halinde enflasyon hedeflerine ulaşılacağını söylüyor.
SORUN PARTİ KAPATMA DEĞİL
Dün piyasada yaşadığımız durum gösterdi ki, temel faktör hala dışarısı ve AKP yandaşı gazetecilerin söylediği "parti kapatma davası ekonomiyi mahvetti" sözü doğru değil. Bu nedenle ekonomiyi kurtarmak için küresel krize karşı ekonomik önlemler almak gerekiyor.
Ülkesini ve ekonomiyi düşünen bir Hükümet, bu dönemde de reformlara ağırlık verebilir.
Yazının Devamını Oku 
1 Nisan 2008
TÜRKİYE İstatistik Kurumu (TÜİK) dün 2007 yılı milli gelir rakamlarını açıkladı. Türkiye ekonomisi geçen yıl yüzde 4.5 büyürken, milli gelir 658 milyar dolara yükseldi. Kişi başına milli gelir ise 9 bin 333 dolar olarak açıklandı.
Halbuki bundan birkaç ay önce kişi başına milli gelirimiz 6 bin 680 dolardı...
Bu açıklanan rakama bakarak, AKP Hükümetinin, 2012 yılı için belirlediği kişi başına 10 bin dolarlık milli gelir hedefine şimdiden ulaştığı bile söylenebilir.
Başbakan Tayyip Erdoğan büyük ihtimalle bu rakamı kullanarak, "Kişi başına milli geliri 9 bin 300 dolara çıkaran bir parti kapatılamaz" diyecektir. Bu ekonomik gelişme elbette bir iktidar partisi için büyük bir argüman, ancak bu artışın altına biraz bakmakta da fayda var...
Milli gelirde son birkaç ayda yaşanan artış yüzde 45 civarında...
Böyle bir milli gelir artışı büyük ihtimalle dünya rekorudur, hem de açık ara rekordur...
Yani hiçbir ülkede bir-iki ay içerisinde bu kadar milli gelir artışı olamaz, kişi başına milli gelir artışı ise hiç olamaz...
Çünkü Türkiye son birkaç ayda hem milli gelir, hem de nüfus rakamlarını değiştirdi.
Bizden önce başka ülkeler de milli gelir rakamlarını değiştirdiler, yeni standartlara göre revize ettiler. Ancak hiçbir ülkenin milli gelirindeki artış bizimki kadar yüksek olmadı. Bizimkinin yarısı kadar artış gösteren ülkelerin rakamları bile bazı uluslar arası otoriteler tarafından kabul edilmedi, revize rakamları düşürmek zorunda kaldılar...
Bununla birlikte Türkiye, nüfus rakamlarını da yeniledi. Yapılan araştırmalar sonucunda 73.9 milyon olan Türkiye nüfusu, 3 milyondan fazla düşürülüp, 70.6 milyon kişiye indirildi.
Yani nüfus revizyonu yapılmasa, milli gelir rakamları değiştirilmese, geçen yıl sonunda 6 bin 680 dolar kişi başına milli gelirimiz olacakken, bu değişiklikler sonucu kişi başına milli gelirimiz 9 bin 333 dolar oldu. İşte bu artışın dünya rekoru olduğu kesin...
ÖNEMLİ OLAN İSTİKRARI SÜRDÜRMEK
Rakamlar değiştirilmese bile, Türkiye’nin son 5-6 yıldır sağladığı büyüme rakamları önemli rakamlar. Bunun yanısıra uygulanan program gereği, bu sürede dolar kuru da çok düşük kaldı hatta düştüğünü bile söyleyebiliriz.
Özetle; zaten iyi olan dönem, rakamlar revize edilip süper hale getirildi.
Bu rakamlara bakıp, rahatlıkla "O zaman 2008 yılında kişi başına milli gelirde 10 bin dolar rakamını geçeriz" denebilecektir. Ancak bu, o kadar kolay olmayacak gibi...
Her şeyden önce büyüme rakamlarında hedeflenen yüzde 5 rakımına ulaşmak, bu yıl bir hayli zor görünüyor. Geçen yıl bile, yüzde 6 hatta daha üzerinde rakamlar telafuz edilirken, gördük ki, büyüme rakamı yüzde 4.5’de kaldı. Ki, son çeyrekteki büyüme rakamına baktığımızda ekonomik büyümenin yüzde 3.4’e düştüğünü görüyoruz.
Yani bu yıl yüzde 3-4’lük büyüme rakamları sürpriz olmamalı...
Bunun yanında, bizce kişi başına milli gelir için en önemli darbe kurlardan gelebilir. Kurlarda bu yıl artış kaydedilmesi, kaçınılmaz görülüyor. Bunun boyutları bilinmiyor ama 5-6 yıldır değerlenen YTL’nin bu yıl değer kaybetmesi, o oranda kişi başına milli gelir rakamını dolar bazında düşürecek demektir.
Halbuki Türkiye’nin yüksek büyümeyi sürdürmeye ihtiyacı var. İşte bu nedenle yaklaşık 6 aydır, Türkiye’nin küresel krize karşı önlem almasını, yeni program hazırlamasını istiyoruz. Hükümet bunu yapmadığı gibi, siyasi gerginliği tırmandırarak, işleri iyice zorlaştırdı...
Yani dünya rekoru kırdığımız milli gelir artışı, bu yıldan itibaren tehdit altında...
Yazının Devamını Oku 
31 Mart 2008
BUGÜN büyük ihtimalle Anayasa Mahkemesi, AKP’nin kapatılması için açılan davayı kabul edip, görüşmelere başlayacak. Zaten Mahkeme’nin fazla bir inisiyatifi bulunmuyor. En fazla "evrakların tamamlanması"nı isteyebilir, ki bu bile çok küçük bir ihtimal. İşte bu nedenle piyasaların bu hafta içinde çok kötü olmasından kaygı duyuluyor.
Ancak piyasa yetkilileri ile görüştüğümüzde, geçtiğimiz Cuma günü zaten Mahkemenin davaya başlayacağının öngörülüp bu gelişmenin büyük ölçüde satın alındığını söylediler.
Yani bugün piyasalar biraz yukarı çıksa bile, daha sonra bunu düzeltebilir diyorlar.
Özellikle kurlarda, bu nedenle çok fazla artış olmayacağı tahmin ediliyor.
Ancak piyasaların bu tahminleri kısa vadeye; bir güne, bir haftaya, en fazla da bir aya ilişkin olarak yapılan tahminler.
AKP’nin kapatılması davasının "Hükümetsiz kalınacak bir dönem"e kadar gidebileceği, yani krizin çok büyüyebileceği beklentisi oluşmaya başladı. Bu nedenle de kısa vadede etkisi az olsa da, "orta ve uzun dönemde yaşanan bu siyasi krizin faturasının ekonomiye ağır biçimde çıkacağı" kaçınılmaz bir gerçek. Ancak, dediğimiz gibi; piyasalar şimdi kısa vadeye bakıyor. Orta ve uzun döneme ilişkin ise elbette hazırlıklar, planlar yapılıyor ama bu vade henüz satın alınmıyor.
"Ne olur ne olmaz, bakarsınız bir formül bulunur da ortalık yumuşar" umudunun da hala korunduğunu, bu nedenle henüz orta vadenin satın alınmadığını da söyleyebiliriz.
Tabi sadece içerideki siyasi hava değil, belki bundan da fazla, küresel krizin alacağı şekil bilinmediği için de orta ve uzun dönem satın alınamıyor.
Piyasa yetkilileri ABD hisse senedi piyasalarının Cuma gününü eksi 1 gibi bir düşüşle tamamladığını hatırlatarak, bunun da bu sabahki piyasa açılışına olumsuz etki edeceğini söylüyorlar. Yani sadece içerideki siyasi kriz değil dışarıdan da kaynaklı bir olumsuz açılış da söz konusu olabilir.
GERİ ADIMIN ÖNEMİ
Ancak güne kötü başlansa bile, gün içerisinde yumuşama yaşanabileceği, daha doğrusu fazla bir olumsuzluk olursa düzeltmenin geleceğini kaydediyorlar. Bunun gerekçesi olarak da yabancıların ve bankaların açık pozisyonları bulunmamasını gösteriyorlar.
Buna karşılık özel şahıs ve şirketlerin döviz satmak için bekledikleri, ancak bunun daha ileriki aşamalarda gerçekleşmesi, yani satış için daha yüksek kurların bekleneceği görüşündeler. Özetle; küresel kriz kaynaklı çok dalgalı bir dönem yaşanacakken, buna bir de içerdeki siyasi krizden etkilenecek dalgaların eklenmesi artık kaçınılmaz görülüyor.
Bunu düzeltmenin yani içeriyi sakinleştirmenin, hatta dışarıdaki krizi fırsat haline dönüştürme imkanımızın hala kaybolmadığını da söyleyebiliriz.
Ancak bu umudun giderek azaldığını, özellikle Başbakanın demeçleri ve muhalefetin tavrına bakarak söyleyebiliyoruz.
Gördüğünüz gibi; sivil toplum "geri adım" diye bas bas bağırıyor ama siyasilerin bu çağrıları duymaya pek niyetleri yok. Herkes "geri adım ne ki?" diyor. AKP, kapatma ve Başbakanın yasaklı olmasını önlemek için sorunu iyice içinden çıkılmaz hale getirebilecek adımları atmaya kararlı görünüyor. Muhalefet de, AKP’nin işi buraya getirdiğini, şimdi yargı ile baş başa kalıp sorunu kendisinin çözmesi gerektiğini söylüyor.
Siyasi krizin asıl faturası orta ve uzun dönemde çıkacak. Bunu piyasalar da, bizce siyasiler de görüyor ama herkes geri adımı karşısından bekliyor. Bu nedenle de tarafların birer adım geri çekilip, ortada bir uzlaşma zemini yaratmaları, şu anda çok zorlaşmış görünüyor.
Yazının Devamını Oku 
29 Mart 2008
BANKALARIN araştırma birimleri artık ekonomik analizleri bırakıp, siyasi analizler yayınlamaya başladılar. Araştırma birimlerinin hazırladığı raporlar, banka yöneticilerine ve bazı banka müşterilerine gönderilir. Yani yatırım yapan müşterilerine, ileride karar alacakken göz önüne almaları gereken başlıca unsur olarak artık siyasi yorumları ve neler olabileceğini anlatıyorlar.
Bu eğilim, artık piyasaların gözünü içerideki siyasi gelişmelere çevirdiğinin çok somut bir göstergesidir. Piyasaların bu eğilimi önümüzdeki dönem artarak devam edecektir.
Bu aşamaya gelinmesinin başlıca nedeni, iktidar partisi başta olmak üzere, siyasetin sorumsuz ve çatışmacı davranışlarıdır. İktidar partisinin görevi, ne olursa olsun, ortamdaki gerginliği azaltmak iken, gerginliği artıran en önemli unsur olarak ortaya çıkmaktadır.
Gelinen aşamada toplumun tüm kesimleri tedirgin olmuş durumda. Bu nedenle başta işalemi ve işçi örgütleri olmak üzere, sivil toplum kuruluşları siyasetçilere "sağduyu çağrısı" yaptılar ancak siyasilerin hala bu çağrıyı algılamadıkları anlaşılıyor.
Muhalefet partileri yapılan çağrılara "somut değil, ne istediklerini açıkca söylesinler" dediler.
Başbakan Tayyip Erdoğan da önce olumlu bir çağrı olarak yorumladı ama ardından "herkes geri adım atsın" çağrısına, "Niye geri adım atacağım ki" diye yanıt verdi...
Halbuki sivil toplum kuruluşları, tarafların tam gaz karşı karşıya geldiğini, çatışma havasının doruğa ulaştığını ve yeniden durup bir yerde uzlaşmayı sağlayacak zeminin kaybolduğunu söylüyor. Yani herkes geldiği uç noktadan bir adım geri atsın ki; uzlaşma için yeniden bir zemin oluşturulsun, bu zeminde oturulup konuşulsun demeye çalışıyor.
Bu ülkeyi sivil toplum kuruluşları mı yönetiyor, iktidar partisi mi?
Sivil toplum tehlikeyi görüyor, kavga çıkacak o nedenle, burun buruna geldiniz, bir adım geri atın ki, yeniden bir tartışma imkanı olsun diyor. Sivil toplum size adımınızı nasıl geri atmanız gerektiğini, geri dönerek mi, arka arka gelerek mi geri çekileceğinizi söyleyemez ki...
BU ANLAYIŞLA GERİLİM YUMUŞAMAZ
"Geri adımın ne olduğunu anlamadım. Böyle bir şey söz konusu değil. Ortak akıl oluşturulmasında hemfikirim, bir araya gelinmeli konuşulmalı. Neden geri adım atacağım? Açıklamaların hedefi ne? İktidar nasıl adım atmalı? Anlatsınlar da öğrenelim."
Bu yanıtı veren, türbanı gündeme getirmek için 5 yıl beklediğini belirten Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kendisi. Böyle bir anlayışla uzlaşma olabilir mi?
Yani Başbakan demek istiyor ki; ben parti kapatmayı önlemek için Anayasa değişiklikleri yaparım, gerekirse bu işi referanduma da götürürüm, ama geri dönmem...
Yapılacak referandum "laiklik referandumu"na dönüşecekmiş, rejim krizi haline gelecekmiş, bu hale geldiğinde çok sert kırılmalar yaşanacakmış, pek umurunda değil.
Bence Başbakan parti kapatmaya razı olmasının beklenmesini, geri adım olarak nitelendirilmesi ihtimaline karşı şimdiden önlem almaya çalışıyor. Yani yine kendisi değil karşı tarafın geri adım atmasını istiyor. Başbakan’a göre parti kapatılamaz, eğer o parti kendi partisiyse hiç kapatılamaz, kendisi de siyasi yasaklı yapılamaz...
Bu aşamada hangi politikacı olsa, bu konuda geri atar mı, derseniz, Başbakana haksızlık etmeyelim, bu durumda böyle bir geri adımı kabul eden politikacı pek çıkmaz...
Ancak geri adımın ille de bu olması gerekmiyor ama bir geri adım atılması da şart. Bunu bulmak, yeniden tartışma zeminini yaratmak da başta Başbakan olmak üzere siyasilerin görevi... Geri adım atın diye sivil toplum, bu adımı tarif etmek zorunda değil...
Yani sağduyu çağrısının henüz yerine ulaşmadığını görüyoruz. Bu da piyasaları tedirgin etmeye başladı. Önümüzdeki dönem bu tedirginlik iyice artıp, ekonomik istikrarı tehdit eder boyutlara ulaşabilir. Ortak zemin yaratmak için geç kalınıyor...
Yazının Devamını Oku 
27 Mart 2008
ÖNCEKİ gün TÜSİAD, dün de Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) önderliğinde 7 sivil toplum örgütü, "sağduyu çağrısı" yaptı. Hemen ardından bugün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün CHP, MHP ve DSP başkanlarını kabul edeceği duyuruldu. Başbakan Tayyip Erdoğan da bu sağduyu çağrısına katıldığını belirterek, bir uzlaşma için hazır olduklarını kaydetti.
Bizce şu aşamada herkesin şimdiye kadar ne olduğunu bırakıp, bir uzlaşma ortamı sağlamak için çaba harcaması gerekiyor. Çünkü tüm kesimler bir tedirginlik içinde ve Türkiye’nin bu siyasi çatışma havası sürdüğü takdirde geleceğinden kaygı duyuyor. İşte bu nedenle çağrıya her kesimin uyması, gerginliği azaltmak için elinden geleni yapmaya çalışması gerekiyor.
Bir daha söyleyelim ki; bu çatışmanın kazananı olmayacak. Birileri bu işin sonunda kendini galip ilan edecek ama, o da orta uzun dönemde kazanan değil kaybeden olabilecek.
Bir formül bulunup, bu gerginliğin azaltılması gerek. Türban konusunda siyasi hava kızışmış ama Cumhurbaşkanı Gül o dönem, çağrılara rağmen bu soruna el atmamıştı. Şimdi Gül’ün soruna çözüm için harekete geçmesi olumlu ama devamının gelmesi lazım.
Yine söylüyorum; yaşanan gerginlikte tabii ki taraflar var ama ülkeyi yönetmekle görevli olan iktidar partisi bu gerginliği azaltma konusunda başlıca sorumludur. Bu sorumluluğu yine mağduriyet edebiyatına çevirmeden, samimi olarak sorunun çözümü için uğraşmak zorundadır. Gerginliğin sorumlusu, Başbakanın dediği gibi hiçbir zaman medya olmamıştır çünkü medya sadece ayna tutmaktadır. Aynadaki görüntüye bakıp, herkesin kendine çeki düzen vermesi gerekiyor. İktidar gibi muhalefet partileri de bizce aynı aynaya bakıp, ülkeyi düşünerek kendine çeki düzen vermek zorunda.
TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun dün 7 sivil toplum kuruluşa adına yaptığı çağrıya bence herkes bir kulp takmayı bırakıp, çağrının içeriğine bakmalı ve buna göre davranmalı. Hisarcıklıoğlu’nun daha önceki türban gerginliği konusundaki girişimini bahane edip, kimse bu çağrının birilerinin isteği üzerine yapıldığını sanmamalı. Şahsen, Hisarcıklıoğlu’nu iyi tanıdığımı sanıyorum ve bu girişimlerinin ardında gerçekten ülkesini düşünen, samimi olarak gerginliği azaltma çabaları olduğunu biliyorum. Ortaya çıkan görüntüyü oraya buraya çekiştirmeyi bırakıp, çağrının samimiyetine herkes güvenmeli ve ona göre davranmalı.
ÇAĞRILAR SAMİMİ
Dünkü çağrıya, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Kamu-Sen, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), Türk-İş, Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu (TESK), Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) ve Hak-İş imza koydu, TÜSİAD destek verdi.
Özellikle işalemiyle yaptığımız görüşmeler bize gösterdi ki; sağduyu çağrısına katılan kuruluş ve kişiler bununla sınırlı değil. Konuştuğumuz bütün işadamları, bütün piyasa aktörleri, biran önce bu gerginliğin azaltılmasını, aksi takdirde sonucun kötü olacağını söylüyor.
Hisarcıklıoğlu, uluslararası finansal krizi hissetmeye başladığımız şu günlerde istikrar yerine sağduyu aramanın bir talihsizlik olduğunu belirterek, Türkiye’nin işsizlik başta olmak üzere iktisadi ve sosyal önlemlere odaklanması gerektiğini vurguladı. Mevcut politik sürecin ekonomik ve sosyal istikrarı tehlikeye attığına işaret eden Hisarcıklıoğlu, sivil toplum kuruluşları olarak bu zor zamanda sağduyu ve serinkanlılıkla Türkiye’nin sorunlarının çözümüne katkıda bulunmaya hazır olduklarını söyledi. Hisarcıklıoğlu, "Türkiye bir an önce kavga ve kaos ortamından çıkmalı. Kimsenin, ama kimsenin Türkiye’nin istikbalini karartmaya hakkı yoktur" dedi.
Toplantıdan sonra soruları yanıtlayan Hisarcıklıoğlu, "Eğer uzlaşma isteniyorsa, diyalog isteniyorsa herkes almış olduğu mevcut pozisyondan bir adım geri atmalı. Bunu yapmaya mecburuz" ifadesini kullandı. Hisarcıklıoğlu temsil ettikleri kitlenin, aileleriyle birlikte Türkiye nüfusunun yarısından fazlasını oluşturduğunu kaydedip, "Biz ülkemizi, her konumuzu tartışabilmeli, ama karşının kaygılarını da dikkate alıyor olmalıyız. Birbirimize ’öteki’ diye bakmamalıyız. Bunun zararını hepimiz görürüz" şeklinde konuştu. Haksız mı?
Yazının Devamını Oku 
25 Mart 2008
SON günlerde yaşanan siyasi iklimi, bazı yorumcular "rejim krizi" olarak açıklıyorlar. Şahsen de, henüz o aşamaya gelinmemiş olsa dahi, gelinmek üzere olduğunu hissediyoruz. Bizce hükümetin takındığı tutum, bu kaygıların doğmasında en önemli etken. Elbette bir çatışma ve bu çatışmanın tarafları var. Ancak her zaman söylediğimiz gibi; çatışmayı çözmek, gerginliği yumuşatmak asıl olarak hükümetin görevidir. "Yönetmek" böyle bir şeydir...
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın her gün bir yerleri dolaşıp, kürsüye çıkıp, "gerginlik var diyorlar, kutuplaşma diyorlar doğru değil" deyip, çatışmayı sürekli artıran konuşmalar yapması, zaten sorumluluğun büyüğünün iktidarda olduğunu da gösteriyor.
İşaleminin de gelinen bu aşamayı kaygıyla izlediğini, doğacak siyasi ve ekonomik sonuçlar konusunda duyduğu kaygının her geçen gün büyüdüğünü, daha önce defalarca yazmıştık.
İşalemi artık sesini daha yüksek sesle duyurma gereği duydu. Dün bir açıklama yapan TÜSİAD, "Rejim krizine yol açabilecek bir ayrışma ve kutuplaşma içine girilmesinden kaygı duyduklarını" söyledi.
İşalemi bu uyarıyı yapmakta haklı; çünkü rejim sıkıntısı olduğu zaman bundan belki de, en fazla zarar görecek olan işalemidir. Sokaktaki adamın rejim krizinde kaybedeceği bir arabası ya da evi olabilir ama işalemi, rejim krizinde işyerlerini, fabrikalarını, ticarethanelerini ve en önemlisi servetlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya demektir.
İşte bu nedenle işalemininin bu konudaki kaygılarını dile getirmesi çok doğal ve haklı.
TAVRI YAPILACAKLAR BELİRLEYECEK
Bence TÜSİAD yaptığı bu uyarıyla, başta hükümet olmak üzere, tüm kesimlerden gerekli özeni göstermelerini istiyor ve bu açıklama, gerginliğin bu doğrultuda gitmesi halinde, ileride yapılacak daha sert açıklamalar ve takınılacak tutumlar için de belirli bir zemini oluşturuyor.
TÜSİAD Yönetim Kurulu olarak yapılan açıklamada, "Başta iktidar partisi olmak üzere tüm siyasi partilerin, kurumların ve toplumun tüm kesimlerinin itidal ve sağduyu içinde hareket etmesi gerektiğine inanıyoruz" deniyor. Mevcut durumun ancak diyalog ile ve gerilimi düşürerek tam demokrasiyle, hukuka koşulsuz saygıyla aşılabileğini kaydeden TÜSİAD, "Toplumsal huzura bu şekilde yeniden ulaşabileceğimizi düşünüyoruz" diyor.
Mevcut kutuplaşmanın adım adım tırmanarak "toplumsal travma"ya dönüşmek üzere olduğu kaydedilen açıklamada, kutuplaşmanın taraflarının, attıkları her adımla, aldıkları her inisiyatifle ve gösterdikleri her tepkiyle durumu daha da endişe verici hale getirdiğinin altı çizildi. "Siyasi faaliyet, durumun gerektirdiği asgari sorumluluk anlayışından uzaklaşan bir yaklaşım ve söylemle sürdürülmektedir" denilerek, siyaset alanına siyaset dışından yapılan müdahalelerin de, Türkiye’nin evrensel demokratik kurallarla yönetilen bir ülke görünümüne kavuşmasına engel olurken, daha ileri demokratik standartları yerleştirme fırsatın da heba edilmesine neden olduğu kaydedildi.
Açıklamada iktidar ve demokrasi ilişkisi için şu değerlendirmeye yer verildi: "İktidarın, ülkenin refah ve huzuruna odaklı bir gündemi benimsemesi, demokrasiyi dar siyasi bakışla, yani çoğunlukçu bir anlayışla yorumlamaktan vazgeçmesi, bunun yerine çağdaş çoğulcu demokrasinin ışığında, hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrımı ilkelerine bağlı kalarak hareket etmesinin, Türkiyemizin geleceğinin şekillendirilmesi açısından elzem olduğu kanısındayız."
"Yaşadığımız bu sürece, TÜSİAD olarak seyirci kalmamız mümkün değildir" denilen açıklama, dediğimiz gibi; bundan sonra takınılacak tutum için de zemin oluşturuyor.
Umarız TÜSİAD ve diğer kesimlerin daha sert tavır almasını gerektirecek duruma gelmeyiz...
Yazının Devamını Oku 
24 Mart 2008
BANKALAR Birliği Başbakan Tayyip Erdoğan’ın isteği üzerine, "İstanbul’un finans merkezi olması" konusunda bir araştırma yaptırdı ve bunu kamuoyuna açıkladı. Ardından kamu bankaları genel müdürlüklerinin bu amaçla İstanbul’a taşınması için, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Toplu Konut Fonu’na kararlar çıkarttırıldı. Yine aynı kapsamda, kendi yönetimi istemediğini açıklamasına rağmen, Merkez Bankası’nın da İstanbul’a taşınması konusu gündeme geldi ve Başbakan Erdoğan "olacak" dedi...
Bu tür gelişmeler yaşanırken bankalar, uygulamaya geçen enflasyon muhasebesine uygun vergilerini vermişken, Maliye Bakanlığı çıktı bankalardan ek vergiler aldı, kendi çıkarttığı karara uymadı. Bunun üzerine bankalar konuyu mahkemeye götürdüler ve Maliye’nin kendilerinden haksız vergi aldığını onaylatıp, paralarını geri almak istediler.
ÖDE, MAHKEMEYİ BİTİR
Bunun üzerine Maliye, eşi görülmemiş bir yasa çıkartıp, bankalar dahil vergi konusunda mahkemede olduğu özel sektör şirketlerine sözde "istenilen paranın üçte ikisini ödeyerek mahkemeyi bitirme" imkanı verdi. Halbuki bankalar teker teker davaları kazanıyordu ve bu kanunun asıl amacı bankalara bu paranın tümünü vermekten kurtulmaktı. Ama bankalar mahkeme gereği bu paranın hepsini alabilirler, niye üçte ikisine razı olsunlar değil mi?
Burası Türkiye ve oluyor... Çünkü Maliye, amiyane deyimiyle "kol büküp" bu parayı ödemiyor. Yani, ileride başına gelebilecekleri görüp, bankaların verdiğine razı olmasını istiyor. En büyük alacaklı Akbank’tı geçenlerde Maliye’nin formülünü kabul etti. Yani diğer bankaların da "Maliye’nin isteğini seve seve kabul etmesi"nin yolu açılmış oldu.
Bu arada Maliye, yerli bankaların yurtdışı şubeleri ve off-shore bankaları ile verdikleri kredileri incelemeye aldı ve bir sürü ceza kesti.
Halbuki yabancı bankalar aynı krediyi veriyor ve hiçbir yükümlülükleri olmadan yani haksız rekabet ortamında istediklerini yapıyor. Olsun, Maliye’nin paraya ihtiyacı vardı ve bankalar da her zaman olduğu gibi yine "kümesteki kazların en besilisi" olarak görülüp, bunlara ek vergiler, cezalar kesildi.
Tabi bunun zincirleme etkileri var... Örneğin bankalar yeminli murakıpları geliyor, inceleme yaparken henüz kesinleşmese de Maliye’nin kestiği cezayı görüp, bunlar için de karşılık konulmasını istiyor.
Bu durum da hem banka karlılıklarını etkiliyor, hem de sermaye yeterliliği açısından ek külfetleri gündeme getiriyor.
Maliye murakıpların da sıkıştıracağını bildiği için, yüklendikçe yükleniyor...
Bu arada "yabancı banka karşıtı" olarak sık sık demeçler veren Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) durumu seyrediyor ve "artık yerli bankalar ile yabancı bankalar arasındaki bu haksız rekabeti bitirmek için bir şey yapın" demiyor...
YUMUŞAMA BEKLENİYORDU AMA
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, Bankalar Birliği’ni son ziyaret edişinde, arada yaşanan bu mahkeme sıkıntısı nedeniyle, bankalar "aranın yumuşayacağını" düşünüyorlardı. Ama Unakıtan, hem mahkemede hak etmelerine rağmen bankalara alacakları paranın üçte ikisini vereceğini söyleyip bankalardan bunu kabul etmelerini istedi, hem de yurtdışı şubeler aracılığı ile verilen krediler için cezaların kesinlikle affedilmeyeceğini, paranın alınacağını söylemiş.
Yani Maliye bir yandan aba altından sopa gösterip, bankalardan mahkemece saptanan hak ettikleri paraları almamalarını istiyor, öte yandan bildiği halde haksız rekabeti engellemiyor.
Bu anlayışla İstanbul finans merkezi olabilir mi? "Olacak" diye buyursanız da, anlayış devam ettiği sürece, kim ne zaman başına ne geleceğini bilmezken, finans merkezi olabilir mi?
Yazının Devamını Oku 