5 Mayıs 2008
GEÇTİĞİMİZ Cumartesi günü iki bakanın birden açıkladığı ve adına "orta vadeli ekonomik program" dedikleri metine sadece ve sadece "mali tablo revizyonu" denilebilir. Böyle bir metin orta vadeli ekonomik program sayılamayacağı gibi, mali program metni bile sayılamaz. Her şeyden önce günlerdir beklenti yaratıp, bunu orta vadeli ekonomik program diye sunmak, bence ciddilikten uzak bir yaklaşımdır. Hele hele Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in dediği gibi, bu revizyonu IMF programının yerine geçecek "Türkiye’nin yeni çıpası" diye nitelendirmek, ekonomik aktörlerin bilgi ve deneyimleriyle dalga geçmek anlamı taşır. Bir bankacı Hükümetin bu metni ekonomik program diye sunması konusunda şunları söyledi: "Bence IMF’le programın bittiğinin ilk ve en somut kanıtı bu açıklama. IMF’le ilişki sürseydi böyle bir metni ekonomik program diye açıklanmasına izin vermezdi. En azından bu varsayımların büyüme, enflasyon ve faiz verileri olmadan açıklanmasına izin vermezdi."
Aynı bankacı, enflasyon ve büyüme varsayımları olmadan, sadece faiz dışı fazla, bütçe açığı faiz harcamalarının milli gelire oranlarını vermenin önemli bir anlam taşımadığını söyledi. Bakanların yaptığı açıklamada bazı verilerin eski milli gelir, bazılarının yeni milli gelir serisine göre verildiğini belirten bankacı, "bu da gayri ciddilik değilse, kafa karıştırmak istemek, verileri çıkarına göre eğip bükmek anlamı taşır" şeklinde konuştu. Büyüme ve enflasyon serisi olmadan, yani bunları kamuoyuna açıklamadan üzerine kurulan dengenin hem de milli gelire oranla açıklanması, aslında şeffaflığa da aykırı...
Çünkü piyasadaki oyuncular, bu senaryonun temelini oluşturan büyüme, enflasyon, faiz verilerini görmeden önlerini göremezler ki... Önlerini görmeden çıpa olarak nasıl alsınlar?
Bu verileri vermezseniz, şimdi araştırmacılar, iktisatçılar ellerindeki ekonomik modellerine girip, sizin açıkladığın verilerle, vermediğiniz verileri bulmaya, tahmin etmeye çalışacaklar.
İlk hesaplamalarına göre bazı çelişkiler de bulmaya başladılar. Yani öyle veriler var ki; bu verilerin gerçekleşmesi için, ekonominin önümüzdeki iki yıl güllük gülistanlık olması gerek.
Bu hesaplamalara ve tartışmalara daha sonraki yazılarda değineceğiz...
HARCAMALAR ARTACAK ENFLASYON AZACAK
Bu açıklamayı yapanlardan biri de Maliye Bakanı Kemal Unakıtan. Faiz Dışı Fazla (FDF) hedeflerini nasıl üst üste indirdiklerini açıklayıp, ardından da "faiz dışı fazla düştü mali disiplinde gevşeme oldu" şeklinde "basit yorumlar"a gidilebileceğini hatırlattı ve burada yanlışa düşüldüğünü asıl mali disiplinin bozulup bozulmadığına görmek için bütçe açığına bakmak gerektiğini hatırlattı. Yani ön alıp, eleştirileri önlemeye çalışıyor.
Biz "basit yorum" yapıp, yanlışa düşüp, FDF hedefinin düşürülmesinin mali disiplinde gevşeme anlamına geldiğini söylüyoruz. Aynen daha önce de yaptığımız gibi; FDF ile birlikte bütçe açığı ve mali disiplinin kalitesine bakılması gerektiğini de ekleyerek...
Zaten iki bakan da ortak açıklamalarında bu revizyonla mali disiplinin gevşeyeceğini başka bir dille itiraf ediyorlar. Yeni milli gelire göre oranın düştüğünü ama GAP’a, enerji ve ulaştırma altyapı yatırımlarına kaynak aktaracakları için FDF hedefini daha da düşürdüklerini belirtiyorlar. Ondan sonra da "iyi iktisatçı" bakanımız Şimşek, yatırımlara kaynak aktarmayı artıracaklarını ama enflasyonla mücadeleye de eskisi gibi devam edeceklerini söylüyor... Hükümetin amacı çok açıktır: Harcamaları artırıp, büyümenin düşmesine izin vermek istemiyor ve bunun karşılığında enflasyonla mücadeleden olabildiğince taviz veriyor.
Aslında bu gidiş 6 ay öncesinden belliydi, "Hükümet büyüme mi enflasyon mu tercihine geliyor, büyümeyi tercih edecek" diye tahminimi birkaç kez yazdığımı hatırlıyorum.
Yani veri saklayıp, iki-üç göstergeyi ekonomik program gibi, hele hele "yeni çıpa" olacak program gibi sunup, ekonomi yönetimine güveni iyice azaltmanın anlamı yok. Açık olun; deyin ki evet enflasyonu biraz geriye attık. Büyümeyi düşürmememiz lazım, bunun için de mali disiplini biraz gevşetip, harcamaları artıracağız. Demeseniz de hesap ortada zaten...
Yazının Devamını Oku 
3 Mayıs 2008
SON iki gündür konuştuğum bankacılara piyasanın durumunu, moralini sorduğumda aldığım yanıt şu oluyor: "Ekonomiden sorumlu bakanlarımızın demeçlerine ve 1 Mayıs’la ilgili çıkan olaylara, yapılan hatalara rağmen piyasaların havası olumlu...." Bunun nedeni ise açık; dış piyasalardaki olumlu seyir...
Piyasalar bir yandan içerideki siyasi gelişmelerden tedirginlik duyarken, ekonomiyle ilgili bakanların ardı ardına verdikleri "karamsar" demeçlere çok şaşırdılar. Önce Dışişleri Bakanı Ali Babacan, ardından Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in cari açığın bu yıl 50 milyar dolara çıkacağına ilişkin demeçleri, ardından da Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın büyüme ve enflasyona ilişkin sözleri, sürpriz etkisi yarattı....
Aynı konularda daha bir ay, hatta iki hafta öncesine kadar çok iyimser demeçler veren bakanlardaki bu tavır değişikliği, "Hükümetin kapatma davasına karşı oluşturmaya çalıştığı "ölürüz biteriz" havasının, psikolojik etkileme amacının bir argümanı" olarak görülüyor.
Ama tehlikeli bir eğilim olduğu da açık. Çünkü siz 50 milyar dolar cari açık der, yabancı sermayenin de bu yıl o kadar gelmeyeceğini bir veri olarak alırsanız zaten döviz girişinde yani cari açığın finansmanında sıkıntı yaşayacağınız kendiliğinden ortaya çıkar. Yani bakanlar bu demeçleriyle "bilerek piyasaların moralini bozmak" istemektedirler. Başka bir izahı olamaz.
Ne kadar, daha önceki demeçleri abartılı bir iyimserlik taşıyorsa, şimdiki demeçleri ise abartılı kötümserlik olarak algılanıyor. Daha doğrusu kasıt aranıyor...
Bunun yanı sıra, her ne kadar piyasalar etkilenmemiş gözüküyorsa da, 1 Mayıs’la ilgili hükümetin tavrı, geniş kesimlerde olduğu gibi piyasalarda da tepki gördü. Gereksiz bir güç kullanımının bariz biçimde ortaya çıkması, bir yandan AB ve özgürlük diyen Hükümetin, öte yandan bu tavrıyla "samimiyet sınavı"na girmesine neden oluyor.
Bence kapatılma davasıyla ilgili AKP’nin zaman zaman ülke ve ekonominin aleyhine olduğunu bile bile giriştiği hareket, 1 Mayıs’ta yaşananlarla bir ölçüde nötralize oldu...
Merkez’den beklenen: Ilımlı tavır
SON günlerde piyasalarda en çok konuşulan konular arasında Merkez Bankası’nın açıkladığı Enflasyon Raporu ve burada yer alan mesajlar geliyor.
Piyasaların, Merkez Bankası’nın son enflasyon söylemini karamsar bulduğunu söylemeliyiz. Ancak herkes biliyor ki; Merkez Bankası’nın açıkladıkları gerçek kaygılara dayanıyor.
Piyasalar belki de bu gerçekleri görmezden gelip, faiz artışına gidilmeyeceği yolundaki umutlarının kaybolmasından rahatsız oldular...
Bununla birlikte Merkez Bankası’nın, şeffaflık ve samimiyet açısından değerlendirildiğinde, yerinde bir uyarı yaptığını söyleyenlerin sayısı da bir hayli fazla. Bu arada AKP’ye yakın gazetelerde yine Başkan Durmuş Yılmaz’a karşı, artık ekonominin temel kurallarına bile uymaya gerek duymadan, atılan manşetler de bence Yılmaz’ın artı hanesine yazıyor...
Özet olarak; piyasalar artık Merkez Bankası’nın faiz artırımlarına başlamasını, birkaç ay artırımdan sonra durmasını bekliyor. Merkez’in özellikle enerji ve gıda fiyatlarındaki yüksekliğin süreceği varsayımıyla, artan enflasyona karşı tutum takınacağını ama büyümeyi de çok olumsuz etkilemeyecek ılımlı bir para politikası uygulayacağını tahmin ediyor.
Bu arada enflasyon için de en önemli risklerden biri olan kurlarda aşırı artış olmaması için, Merkez’in, açıkca söylemese de, faiz politikasını bu yönde de kullanacağı tahmin ediliyor.
Tüm bunlara rağmen ABD’deki son verilerin beslediği olumluluk, içeride yaşanan olumsuzluklara galip geldi, piyasalar olumlu seyrediyor...
Yazının Devamını Oku 
1 Mayıs 2008
MERKEZ Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, dün açıkladığı "Enflasyon Raporu" ile piyasaların moralini bozdu. Piyasalar Merkez Bankası’nın enflasyon hedefini daha doğrusu tahminini değiştirmesini bekliyordu ama belli ki bu kadarını da beklemiyorlardı.
Merkez Bankası öteden beri temkinli tutumunu sürdürüyor, bu tutum içerisinde gerektiği zamanlarda ciddi uyarılar yapmaktan çekinmiyor. Yani Merkez Bankası’nın dünkü açıklaması bizce çok da sürpriz sayılmamalı.
Ancak son günlerde birdenbire bakanların söylemlerinin değiştiğini görüyoruz, ki işte bu sürpriz sayılabilir. Ekonomiden sorumlu bakanlar ardı ardına piyasaların moralini bozacak açıklamalar yapıyorlar. Ali Babacan, ardından Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, cari açığın 50 milyar doları bulacağını söylediler. Bizler daha yılın başında bu açığın 45 milyar doları bulacağını söylediğimizde bile "kötümser" sayılıyorduk. Ama zaten geçen yıldan başlayan küresel krizin bizi getireceği nokta buydu. Şimdi ne oldu da bakanlar 45 milyar doları bile az bulup 50 milyar dolarlık cari açık tahmini yapmaya başladılar, anlaşılır gibi değil.
Aslında anlaşılır bir yanı var. Daha doğrusu, bir süredir, yani AKP’ye kapatılma davası açıldığından beri girişilen hareketin bir parçası olduğu için anlaşılabilir.
Dün Maliye Bakanı Kemal Unakıtan da enflasyon ve büyüme hedeflerinin artık unutulması gerektiğini söylemiş.
Bizce koordinasyon içinde, ekonomiyi kötü gösterme telaşı başladı. Hükümet ekonomiyi kötü gösterecek ki , "bizi kapatmayın yoksa kriz olsun" şeklinde bir propaganda yapabilsin. Bizce bu propagandanın işalemi içinde bir ölçüde tuttuğu da görülüyor. Ancak bunun doğru olmadığını, zaten 6 aydır bu gidişatın belli olduğunu, henüz kapatma davasının ekonomide artı bir kötülük yaratmadığını tekrar tekrar söylemekte fayda var.
Ekonomi kötüleşiyor ama bunun nedeni kötü yönetimdir, Hükümetin gelen küresel krize rağmen siyaseti karıştırıp, gerekli ekonomik önlemleri almamasıdır.Bunu işalemi de görmeli...
DÖVİZ HAREKETLENEBİLİR
Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın bu yıl sonu için enflasyon tahminini yüzde 9.3’e çıkarması bile bizce iyimser bir tahmin. Zaten Yılmaz da artı kötüleşmeler olmadığı takdirde bu rakama ulaşılacağını söylüyor. Ayrıca bu hedefe ulaşmak için küçük faiz artırımlarına başlayıp, yılın ikinci yarısında faizlerin sabit tutulacağını varsayıyor.
Bu tahminlerin içinde küresel krizin daha da derinleşeceği ve siyasetin iyice karışacağı varsayımının olmadığını söylemekte fayda var. Bizce iyimser bir tahmin...
Yani bunlar da olursa, çift hane bizce kaçınılmaz olacaktır.
Buna karşılık Başkan Yılmaz’ın para politikasının daha da sıkılaştırılacağını söylemesi bizce olumlu bir söylem. Ne olursa olsun enflasyonla mücadeleye bağlı kalınacağını göstermesi açısından, yani piyasalara güven vermek açısından olumlu bir açıklama olduğunu söylemeliyiz.
Bizce Başkan Yılmaz bu söylemiyle özellikle yabancı yatırımcılara mesaj vermiş oluyor. Faiz artırımlarından, enflasyon tahmininin bu kadar yükseltilmesinden yerli büyük bankaların rahatsız olacağını daha önce yazmış, yabancıların ise faiz artırımı istediğini söylemiştik.
İşte Merkez Bankası bu söylemiyle yabancıları daha fazla tatmin etti diyebiliriz.
Ancak unutmayalım ki; yerli bankalar da önlerine koydukları kár hedeflerini eğer faizlerden sağlayamazlarsa, dönüp dövizle oynamak zorunda kalabilirler. Yani şimdiye kadar fazla dalgalanmayan kurlar bundan sonra daha da dalgalanmaya başlar, yüksek volatilite kazanırsa, kimse için sürpriz olmasın.
Ekonomi böyle; gerekli önlemleri gerektiği zamanda hayata geçirmezseniz, dengelerin birini tutsanız bile diğeri raydan çıkar, daha sonra döner tuttuğunuz diğer dengeleri de bozar...
Yazının Devamını Oku 
29 Nisan 2008
BİR süredir Ankara’da, AKP’nin, partinin kapatılmasını önlemek için neler yapabileceği, bir hareket alanı bulup bulamayacağı konuşuluyor. Bununla birlikte AKP’nin bir pazarlık marjı oluşturup; "durumu ucuz kurtarma yolu"nu seçip seçmeyeceği de tartışılıyor. AKP’nin içinden bile "Keşke bu kadar oy almayıp, bu kadar bildiğimizi okumasaydık" sesleri geliyor. Bu arada o kadar çok senaryo üzerinde konuşuluyor ki...
İşte böyle bir atmosferde, dün Fikret Bila’nın Milliyet’teki köşesinde yeralan, AKP üst düzey yetkilisine dayandırdığı yazı haklı olarak büyük ilgi çekti. Konuşan kişinin kim olduğu, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek olup olmadığı konuşuldu.
Bir süredir bu konuları tartıştığımız, siyaseti iyi bilen gazeteci arkadaşlarımdan biri arayarak, "Acaba AKP bu yazı kanalıyla ’biz pazarlığa açığız’ mesajı veriyor olabilir mi?" dedi.
Böyle bir pazarlık marjı oluşturma çabası pekala olabilir. Ancak benim okuduğum kadarıyla AKP tarafı uzlaşma için sadece "birkaç bakanı vererek" işi kurtarmak istiyor. Bunun ortada varolan sorunları çözebileceğini ise şahsen sanmıyorum.
Çünkü toplumdaki sıkıntı, AKP’nin kapatma davasına giden yolda döşenen taşlar, sadece birkaç bakana bağlı olarak temizlenecek aşamayı çoktan geçmiş görünüyor...
Bence yargı mensupları, gazeteciler, askerler, bürokratlar, işadamları, sokaktaki insan, daha doğrusu yaşam tarzının değişmesinden korkan kesimlerin tümü, "AKP kapatılınca işlerin nereye varacağını", "Türkiye’nin parti kapatılmasıyla küresel entegrasyondan dışlanıp dışlanmayacağını", "parti kapatılırsa ekonomik krize girilip girilmeyeceğini", "AKP kapatılırsa onun yerine gelecek parti olup olmadığını" tartışıyor.
Ancak bunlarla birlikte, şu anda üzerinde düşünülmesi ve yanıtlanması gereken bir başka soru daha doğrusu soru demeti bulunduğu da hatırdan çıkmamalı. Son günlerde bu sorular da haklı olarak gündeme geliyor. Bu, her gün sayıları artan, bir başka açıdan yöneltilen bu sorulara verilecek yanıtların değeri, belki de şu anda, diğerlerinden çok daha önemli hale geldi.
EN ÇOK ZARARI GÖRECEK OLANLAR
O soru demeti içinden seçilecek bazı sorular şunlar olabilir: Eğer AKP kapatılmazsa, AKP yönetimi ne yapıp edip, bu badireyi de atlatırsa, tüm bu saydığımız zaten tedirgin hale gelmiş kesimler ne yapacak, daha doğrusu yönetimin bu kesimlere tavrı ne olacak? Bu kesimler tümüyle dışlanmayacak mı, bu kesimler "giderlerse gitsinler" mantığının devamı olarak zorbaca dayatmalara maruz kalacaklar mı? AKP’nin bu çatışmadan galip çıkması halinde devletin tüm kurumları, sistemin dengelerini oluşturan kurumların hepsi, bir rövanş tavrıyla karşılaşıp tümüyle ele geçirilmeye çalışılmayacak mı? Muhaliflere ne olacak?
Şimdiye kadar AKP’nin kazandığı her çatışmadan sonra olanlar, bu sorulara neden oluyor.
AKP’nin sicili, kadrolaşması, bu sorulara mutlaka yanıt verilmesini gerektiriyor.
İşadamları da bu soruların yanıtlarını vermek zorunda. En küçük eleştirilerinde topla tüfekle nasıl saldırıya uğradıklarını unutmamaları gerekiyor. Aldıkları işlerde, alamadıkları işlerde neler yaşandığını akıllarına getirmeli, böyle bir ihtimalde olacakları da hesap etmeliler.
İşadamları bir ara ölçekleri nedeniyle kendilerine mahkum olsalar da, bir türlü benimsenmedikleri yönetimler tarafından, özellikle küçülme dönemlerinde pastanın kimler arasında paylaştırıldığını daha önce gördüler. Bu kez tavrın daha sert olacağını da bekliyorlar.
Bizce işadamları her şeyden önce de ülkenin geleceğini düşünmek zorundalar...
Unutulmasın ki; sistem çöktüğünde en çok zarar görecek olanlar, varlıkları fazla olanlar, yani kaybedecekleri diğer toplum kesimlerinden çok daha fazla olanlardır....
Herkes çatışmasız, gerginliklerin olmadığı, birlikte büyümeye kitlenmiş bir ülke istiyor...
İşadamlarının sesi, gerginliklerin önlenmesi ve hukukun işletilmesi için daha fazla çıkmalı.
Yazının Devamını Oku 
28 Nisan 2008
KURLARDAKİ artışa, küresel kriz nedeniyle daha da artacağı beklentisine rağmen, özel sektörün aldığı döviz riskinin büyüdüğü ortaya çıktı. Bu bizce çok tehlike bir eğilim ve başından tespit edilip, gerekirse önlem alınması gerekiyor. Çünkü döviz riski sadece reel kesime ait olmaktan çıkar, "artık sağlam" dediğimiz bankacılık kesimini de önümüzdeki dönem olumsuz etkiler. Haluk Bürümcekçi liderliğindeki Fortisbank araştırmacıları, döviz riskini yakından takip ediyor ve bazı tahmin yapıp mümkün olduğunca tabloyu daha net hale getirmeye çalışıyor.
Yayınladıkları son raporda, uzun yıllar 30 milyar dolar civarında seyreden yurtdışı kredilerin 2007 yılı sonunda 89 milyar dolara, küresel kredi koşullarındaki kötüleşme işaretlerine rağmen 2008 yılı ilk çeyreği sonunda ise 97.7 milyar dolara kadar çıktığını belirtiyorlar.
Verilerin bu borcun yarıdan fazlasının 5 yıl ve daha uzun vadeli olduğunu gösterdiği belirtilen raporda, "Ancak kısa vadede yenilenmesi gereken dış borcun (şirketler kesiminin 2008 ve 2009 yıllarında yapacağı geri ödeme 21.6 ve 13.4 milyar dolar) yüksek düzeylerde bulunması, kredi koşullarının kötüleştiği ve kurların yükseldiği bir dönemde, ister arz (kredi yenilemede isteksizlik) isterse talep tarafından (kur riskini azaltmak için kredinin kapatılması) kaynaklansın, nihayetinde döviz piyasasına gelecek döviz arzını olumsuz etkileme potansiyeline sahip olacaktır. " değerlendirmesi yapılıyor.
Yabancıların portföy yatırımlarında yavaşlamanın artık belirginleştiğini, yerli yatırımcının da artık döviz bozdurmada eskisi kadar rahat olmadığı belirtilen raporda, bu nedenle şirketlerin kredi kullanımı ve bu kapsamda verecekleri pozisyon kararlarının önümüzdeki dönem ekonomik dengeleri daha fazla etkiler hale geldiği söyleniyor. "Dalga dalga yayılan temkin, YTL’de oluşan değer kaybını bir trend haline dönüştürürse, bir diğer kaybeden enflasyon görünümü ve bu doğrultuda para politikası açısından işi daha da zorlaşacak olan Merkez Bankası olacaktır" denilen raporda Merkez’in de bu süreçte temkinli olması bekleniyor.
Dolayısıyla bu gelişmelerin faiz artışlarına neden olabileceği anlatılmaya çalışılıyor.
POZİSYON DENGESİ KÖTÜLEŞİYOR
Fortisbank’ın yaptığı araştırma sonucunda ortaya çıkan bazı bulgular aynen şöyle:
- Şirketler kesiminin döviz açık pozisyonu 2007 yılında 29.4 milyar dolar artışla 67.2 milyar dolara ulaşmıştır. Bu yıl ise açık pozisyon, kurlarda belirgin artışın Mart ayında görülmesi nedeniyle yükselişini sürdürerek 10.5 milyar dolar daha artışla ilk çeyrek sonunda 77.8 milyar dolarlık yeni rekor seviyesine ulaşmıştır. Yurtiçi hasılaya oranla baktığımızda da yüzde 11 ile 2001 yıllarının halen altında kalsa da bu dönemdeki riske çok yaklaşıldığını yansıtmaktadır.
- Gerçek kişilere baktığımızda ise, 2006 yılının ikinci yarısında başlayan döviz pozisyonlarında artış eğilimi 2007 yılında da korunmuş ve bu kesimdeki döviz fazlası yıl sonunda 73.5 milyar dolara yükselmiştir. Bu yılın ilk çeyreğinde ise, belirgin kur artışları DTH’larda çözülme getirmiş ve söz konusu fazla 72.2 milyar dolara gerilemiştir. Yurtiçi hasılaya oranla ise, 2007 yılı ilk yarısı sonundaki yüzde 12’lik zirve noktasından bu yıl ilk çeyrek sonunda yüzde 10.2’ye inilmiştir. Yurtiçi görünüme ilişkin belirsizliklerin artması risk algılamasını olumsuz etkileyerek buradaki çözülmeyi sınırlamaktadır.
- Birlikte değerlendirildiğinde, tüzel kişilerin ve bireylerin toplam döviz pozisyon dengesi, 2001 krizi öncesinde bile görmediği bir noktaya gelmiş ve bu yıl ilk çeyrek sonunda tarihinde ilk kez 5.5 milyar dolar düzeyinde bir açığa işaret etmiştir. Yani yerleşik gerçek kişilerin döviz varlıklarının şirketlerde oluşan net döviz yükümlülüğünü artık karşılamadığını yansıtmıştır. Ancak, Türkiye’nin net döviz pozisyonu da diyebileceğimiz bu açık halen yurtiçi hasılaya oranla yüzde 0.8 ile düşük bir seviyededir.
- Sonuç olarak, yılın ilk çeyreği sonunda şirketler kesiminde açık pozisyonun 77.5 milyar dolar ile rekor seviyeye ulaşması ve bireylerdeki döviz varlıklarının da dahil edildiği döviz pozisyonunun ilk kez açık vermesi, 2006 yılı ortasındaki türbülans öncesine göre daha zayıf ve riske daha açık bir görünümü yansıtmaktadır. Bu rapora göre işimiz bir hayli zor...
Yazının Devamını Oku 
26 Nisan 2008
IMF işçi düşmanı diye bilinir ama, işçinin işsiz kalacağı zamanlar için garanti olarak kurulan İşsizlik Sigorta Fonu (İSF), IMF’yle ilişkiler kesilince, başka yerlere harcanmaya başladı. Peki, bu hareket hükümetin aslında IMF’yle ihtiyati stand-by anlaşması yapmaya niyeti olmadığını mı gösteriyor? Sadece buradan yola çıkarak, tam olarak bunu söyleyemeyiz. Biz hálá; hükümetin niyeti olmasa da, önümüzdeki aylarda sıkışınca ihtiyati stand-by’a mecbur kalacağını düşünüyoruz. Ancak fon harcarsa, kimsenin şüphesi olmasın ki, IMF başka kısıntı isteyecektir.
Çünkü İSF’den harcanan para aynen bütçe harcaması gibi etki yapar. Yani İSF’den harcama yapmak, bütçenin arkasından dolanmaktır, bütçede gözükmeyen harcamaları artırmaktır. Ekonomiye olumsuz etkisi ne olur derseniz, hesapsız harcama etkisi ne olursa burada da o olur.
Yani her şeyden önce harcamaları artacağı için enflasyona olumsuz etkisi olacaktır.
Ayrıca İSF’nin tüm kaynaklarının Hazine kağıtlarında değerlendirildiğini göz önüne alırsanız, Hazine bu fona satamadığı kağıdı yani borçlanma ihtiyacını dönüp, bankalardan daha fazla borçlanarak kapatacaktır. Yani faizlerin artmasına da neden olacaktır.
Aslında bu para kamunun parası da değildir. Şimdi "kamunun ödediği payın neması kullanılıyor" filan denilerek, bahane yaratılıyor ama İSF kendi başına bir şahsiyettir ve işçi ile, kamu da olsa özel de olsa, işveren arasındaki ilişkileri düzenleyen bir fondur. Yani aslında kamu malı değildir.
Daha önce IMF’yle yapılan müzakerelerde zorla, IMF’ye bunun faiz dışı fazla (FDF) ve kamu dengesi içinde sayılması kabul ettirilmişti. Oradaki amaç da FDF hedefinin gerçekleştirilmesi için ekonomi yönetimine kolaylık sağlanmasıydı.
IMF’yle anlaşmanın temel unsurlarından biri FDF hedefiydi. Bu nedenle AKP Hükümeti daha önce de bu fonu harcamak istediğinde IMF her seferinde karşı çıkmış ve "Madem FDF içine aldırdınız, harcayamazsınız" diyerek bu kullanımını engellemişti.
Şimdi 10 Mayıs’ta IMF’yle stand-by anlaşması sona eriyor ve daha anlaşma bitmeden, daha gözden geçirmeler bile tamamlanmadan hükümet bu parayı harcamayı planlamaya başladı.
IMF’nin gözden geçirmeleri tamamlamak için bile buna karşı çıkıp garantiye alması lazım.
BÜROKRATLAR DA KARŞI
Fondan yapılacak harcama, bütçe harcamaları kadar denetime de tabi değildir. Yani hükümet fondan harcamaları çok daha rahat ve istediğine yapabilecektir. Bu da şeffaflığa darbe demek.
İşte tüm bu nedenlerle ekonomi bürokrasisi de İşsizlik Fonu’ndan yapılacak harcamalara karşı çıktı. İstihdam paketiyle fon harcamalarının yolu açılırken, taslak aşamasında da bu konu gündeme geldi ve bürokratlar bunun yapılamayacağını söyledi. Ancak Bakanlar Kurulu’nda, teknisyenlerin belirttiği sakıncalara rağmen fon harcamaları yasa taslağına eklendi.
Geçen hafta Referans’ta yer alan Hacer Boyacıoğlu’nun haberinde İSF harcamalarının yer aldığı paket yaşama geçerse, fona maliyetin 10 milyar YTL’yi aşacağı belirtildi. İSF’nin toplam büyüklüğü Mart 2008 itibarıyla ise 32.7 milyar YTL düzeyinde. Pakette yer alan GAP düzenlemesine göre, 1 puanlık devlet katkıları ile bunların neması belirlenerek, bu kaynağın 2008 yılı neması GAP’a aktarılmak üzere Hazine’ye verilecek. İSF’deki devlet katkı payı 3.4 milyar YTL düzeyinde, bu paranın nemalandırılmış hali 8 milyar YTL . Bu kaynak yüzde 15 oranında nemalandırılsa, GAP ve kalkınmakta olan yörelere yılda 1.2 milyar YTL aktarılabilecek. Bu kaynak, aynı faiz düzeyinde kalındığı varsayımıyla 5 yılda toplam 6 milyar YTL’ye çıkacak.
18-29 yaş arasındaki gençler ile yaş şartı olmaksızın kadınların istihdamına dönük olarak verilecek teşvik de dahil edilince bürokratlar, maliyetin 10 milyar YTL’ye aşacağını hesaplıyor. Bunun da ötesinde bunun fonun kullanımı için yol açılmasından korkuluyor. Yani IMF gitti, işsizlik fonu daha çok kullanılıp harcamalar artırılacak. Bunu adı popülizm ve mali disiplinin giderek kaybolmasıdır. Hem de küresel etki giderek ağırlaşırken...
Yazının Devamını Oku 
24 Nisan 2008
ÖZELLİKLE 1990’lı yıllarda bankacılık sektörü çok büyük yolsuzluk ve usulsüzlüklerle çalkalandı. Bu şaibe ve yolsuzlukların bir bölümü özel sektör bankaları kaynaklıydı ama çoğu kamu bankaları-iktidar ilişkisinden doğmuştu. O dönemde önüne gelene banka lisansı verildi, yeminli murakıp raporları ya dikkate alınmadı ya da daha hazırlanırken manipüle edildi. Kamu bankaları kaynakları iktidara yakın kişilere, şirketlere kullandırıldı ve bu nedenle batık krediler hızla arttı. Yanısıra iktidarlar hesapsız esnaf ve tarım destekleme ödemelerini de kamu bankalarından finanse ettiler. Sonunda esnafa, çiftçiye verilen krediler geri ödenmedi, tekrar tekrar aflar çıkarıldı, yine ödenmedi ve bu bankaların bilançoları şiştikçe şişti ama paraları yani likiditeleri tümüyle tükendi.
Sonuçta çok zayıflayan, özkaynakları yetersiz, likiditesi sıkıntılı, döviz riski büyük bir bankacılık sektörüyle, 2000 yılında IMF programı uygulanmaya başladı. Bu arada sektöre disiplin getireceği bilinen Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) kuruluşu geciktirildi, böylece fiilen zor durumda olan sektörün şeffaflığı engellendi.
Sonuçta da olan oldu; kriz patladı ve faturasını halk ödedi. Nasıl ödedi derseniz, kamu bankalarının birikmiş alacakları kağıtla ödendi, batan özel sektör bankaları Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) alındı, devlet garantisi altındaki mevduatlar ödendi. Yani her açıdan bu fatura halkın cebinden çıktı. 2001 yılında patlayan krizden sonra ekonomik programda tüm dikkatler bankacılık sektörünün düzeltilmesine verildi. Batık bankalar sistemden ayıklanırken, özkaynak şartları artırıldı, geçiş dönemiyle özkaynak zorunluluğunu yerine getirmek için sektöre zaman verildi, batık bankaların bir kısmı birleştirildi, bir kısmı yabancılara satıldı, bir kısmı tasfiye edildi, bir kısmının şubeleri, varlıkları satıldı.
Bu krizden ders alınarak katı kurallar getirildi, sistem disipline edilmeye çalışıldı.
Şu anda küresel krizden hala az etkilenmiş isek bunun en büyük nedeni 2001 krizinden sonra çekidüzen verilen, özkaynak yapısı düzeltilen bankacılık sektörünün sağlamlığıdır.
Yani halk büyük bedel ödedi ama sektörde de belli bir noktaya gelindi...
CİDDİ GERİYE DÖNÜŞ SİNYALİ
Bankacılık faaliyeti, ekonominin tüm kesimlerine finansman sağlayan, yani bir vücudun tümünü dolaşan ve hayatiyet sağlayan kan damarları demektir. Bu damarlar 2001 yılındaki gibi kesilirse, ekonomi tümüyle çöker.
AKP hükümeti bu damarların tıkanıp, ekonominin tümüyle çökmesinin yarattığı ortam üzerinde iktidara gelen bir partidir. Yani bankacılığın, kamu bankacılığının değerini en iyi bilmesi gereken siyasi organizasyon olması gerekir. Eğer yeniden krize girilip, bu kez de kendisi sandığa gömülmek istemiyorsa, ekonominin, bankacılığın sağlığını korumak zorunda.
Ama son yapılan operasyon ciddi kaygı uyandırdı. Konuştuğumuz tüm bankacılar iki kamu bankasının Çalık Grubu’na verdiği toplam 750 milyon dolarlık krediye şaşırmış durumda. Ülkenin en büyük holdinglerinin bir bankadaki kredi limitinin bile, hem de çok sayıda şirketlerinin toplamıyla, 375 milyon doları bulmadığını, bilinmedik bir sektöre, hem de yeni kurulan tek bir şirkete, bu kadar kredi vermenin rasyonel karar olamayacağını söylüyorlar. Hele ki, dış kaynakların tıkanmaya başladığı, küresel kriz yaşanan bugünlerde...
Bunları söyleyenler profesyonel bankacılar ve kesinlikle böyle bir kredi vermeye razı olmayacaklarını söylüyorlar. Bunlar da sürekli kredi kullandıran bankacılar...
Bu krediyi veren iki kamu bankasının genel müdürü de, profesyonel ve deneyimli yöneticiler. Bir düşünün; bu yöneticiler durup dururken, ya da şirket gelip istedi diye hem de bu kadar kısa bir süre içinde, bu kadar yüklü krediye normal şartlarda razı olurlar mıydı?
Şimdi elbette bu işin kárlı olduğunu, bankanın bu krediden para kazanacağını söyleyecekler. Elbette "Size hükümetten baskı geldi mi?" diye sorulduğunda "hayır" yanıtı verecekler. Krediyi vermemeleri halinde başlarına gelecekler, hayır demedikleri zaman da başlarına gelir.
Daha önce de uyarmıştık; bu krediler daha çok konuşulacak, hukuki sıkıntılar doğacak...
Yazının Devamını Oku 
22 Nisan 2008
HAZİNE’den sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek geçen hafta yaptığı açıklamayla 10 Mayıs’ta IMF ile bitecek anlaşmanın ardından, program sonrası izlemeye geçileceğini söylemiş. Şimşek, "Hükümetin şu anki program yerine ihtiyati stand-by’a karar vermesi durumunda ise çalışmaların birkaç ay alacağını" hatırlatmış. Bankacılar Şimşek’in bu demecine, epeyce eleştirel yaklaşıyorlar. Hükümetin hala gelen tehlikeyi görmediğini belirterek, ihtiyati stand-by’ın biran önce hazırlanıp açıklanması gerektiğini, piyasaların buna ihtiyacı olduğunu söylüyorlar.
Dolayısıyla Hükümeti, "IMF ile ilişkiler konusunda fazla rahat" buluyorlar. Türkiye’nin sıkı bir IMF çapasına ihtiyacı bulunduğunu, hem de hemen ihtiyaç bulunduğunu söylüyorlar.
Dün ABD’deki kısa ziyaretimizdeki bazı izlenimlerimi aktarmıştım. ABD’deki durumu, oradaki dalgaların Türkiye’ye nasıl yansıyacağını bilen, gelişmeleri yakından izleyen, Türkiye’ye karşı çekimserliğin her geçen gün arttığını bilen bankacıların, Hükümetin bu konudaki tavrını daha yoğun biçimde eleştirdiklerine şahit oluyoruz.
Son günlerde Merkez Bankası’nın yeniden faiz artırımlarına başlayacağını konuşuyoruz. Özellikle yabancı bankaların, Türkiye’de yatırımı olan yabancıların, faiz artışı konusunda yoğun taleplerde bulunmaya gözleniyor. Faiz artışı bazı bankacılar tarafından ise tehlikeli bir tavır olarak görülüyor. "Artışın moralleri bozacağı" iddia ediliyor.
Aslında faiz artışı tartışmalarına neden olan unsurların başında, "IMF anlaşmasının bitecek olması"nın geldiğini, kabul etmemiz lazım. Program sonrası izleme anlaşmasının rutin, hiçbir bağlayıcılığı olmayan bir anlaşma olmadığını hatırlatan bir bankacı, "ihtiyati stand-by anlaşması biran önce imzalansa ya da anons edilse, o zaman biz faiz artışını bile konuşmaya gerek duymayız" dedi. Yani olası faiz artışlarının, siyasi tansiyondan bağımsız olarak, küresel şartlara uyum için gereken ihtiyati stand-by’ın geciktirilmesinden kaynaklanacağını söyledi.
BÜROKRASİ KARAMSAR
Sadece bankacılar değil, ekonomi bürokratları da biran önce ihtiyati stand-by anlaşması yapılmasından yana.
Çünkü son siyasi gelişmelerin de etkisiyle, Hükümetin ekonomiye ilgisinin iyice azaldığını görüyorlar ve "hiç olmazsa belirli yükümlülükler altına girilerek ekonomide yapılması gerekenlerin yerine getirilmesini" istiyorlar.
Özetle; Hükümetin ekonomik konulara olan ilgisizliğinden onlar da yakınıyorlar.
Aslında son 6 aydır sürekli olarak küresel krize karşı önlem alınmasını bekleyen bürokratlar, bu süre içerisinde sayısız öneriler, raporlar hazırladılar. Ancak bu raporların bir kısmını bakanlarına sunabildiler, bir kısmını sunamadılar bile....
Bakanlarına sundukları raporların, ilettikleri "yapılması gerekenler listeleri"nin büyük bölümünün de bakanlarında kaldığını, Hükümete iletilip uygulama aşamasına geçemediğini gören bürokratlar artık, "bir şey yapılacağı" konusunda umutlarını yitirmeye başladılar.
Kapatma davasından sonra Hükümetin yeniden ekonomiye el atacak gibi olduğunu ama gerisinin gelmediğini, ileriye dönük olarak hiçbir kararın henüz alınamadığını kaydeden bazı bürokratlar, "yeniden büyük bir belirsizlik dönemi yaşanıyor" şeklinde konuşuyorlar.
Özetle; ekonominin yeniden gündeme gelip, küresel krize karşı önlem alınması için bile IMF çapasına ihtiyacımız bulunuyor. Maalesef, siyasiler yine ekonomiyi ikinci hatta çok daha geri planlara ittiler, gerekenlerin yapılması konusunda geç kalıyorlar.
Onun için şu anda IMF’le ihtiyati stand-by anlaşması yapılması, ileriye dönük piyasalarda umut yaratacak neredeyse tek unsur olarak önümüzde duruyor. Yine geç kalınmazsa, tabii ki...
Yazının Devamını Oku 