16 Şubat 2010
BAŞBAKAN Yardımcısı ve Devlet Bakanı Ali Babacan, geçen hafta sonunda yine IMF ile ilgili konuştu.
Babacan, artık IMF’e kredibilite için ihtiyaç kalmadığını ileri sürerken, ucuz kaynak açısından ise anlaşmanın iyi olacağını söylüyor. Orta Vadeli Program (OVP)ın tümüne IMF’nin onay verdiğini kaydeden Babacan, ancak bu programda dünyanın gelişen şartlarına göre küçük değişiklikler yaptıklarını, bu değişiklikleri de IMF yetkilileriyle paylaştıklarını kaydediyor. IMF yetkililerinin bu değişiklikleri şu anda incelediklerini anlatan Babacan, bu projeksiyonlardaki küçük değişiklikler konusunda mutabakata varıp varmayacaklarını önümüzdeki dönemde göreceklerini ifade etmiş.
Babacan’ın söylediklerinden OVP ve bütçe hedef ve uygulamalarında sorun olmadığı, kendilerinin yeni talepte bulundukları sonucu çıkıyor. Halbuki benim öğrendiğim kadarıyla durum farklı...
Babacan bu yazımız üzerine, yine “benden duymadıktan sonra inanmayın” diyebilir ama aldığım bilgilere göre müzakere sürecinin bu kez uzamasının nedeni IMF tarafı. Yani IMF’in istediği noktaya ekonomi yönetiminin henüz gelmemesi nedeniyle, görüşmeler devam ediyor.
Hadi biraz daha açalım... Daha önce de belirttiğim gibi; OVP ve buna bağlı olarak hazırlanan 2010 yılı bütçe ve program hedefleri konusunda, Babacan’ın dediği gibi, IMF’in bir itirazı yok. Ancak mevcut tedbirler ile bu hedeflere ulaşılamayacağını söylüyor. Örneğin bütçenin devreye girmesinden hemen sonra, işçi emeklileri için yapılan zamlar ile asgari ücretteki yüksek artış nedeniyle oluşacak harcamaların mevcut bütçe içinde yeri bulunmuyor. Dolayısıyla bütçe ve OVP hedeflerine ulaşılması için hükümetin ya harcama kısıcı ya da gelir artırıcı ek önlemler alması gerekiyor. Buraya kadar aldığım bilgiler kesin. Hükümetin neden bu ek önlemlere yanaşmadığı noktasına gelince; bu noktada tahminim ise Başbakanın ek önlem yani vergi artırıcı ya da harcama kısıcı önlemlere yanaşmadığı yönünde. Bir tahmin daha yapayım; büyük ihtimalle Başbakan Tayyip Erdoğan, Babacan’a “bu şekilde kabul ederlerse ederler, başka önlem almam, sen buna ikna et” demiş olabilir.
Yazının Devamını Oku 
15 Şubat 2010
TEKEL işçilerinin özlük haklarını korumak için giriştikleri eylemler ikinci ayını doldurdu. Tekel işçilerinin eski statüleriyle sürdürdükleri iş yaşamları geçen ayın sonunda bitti.
Bu ay sonuna kadar müracaat ederlerse, 4-C kapsamında işe yerleştirilecekler. Özlük haklarıyla yani normal işçi statüsüyle bir yere yerleştirme talepleri kabul görmez de ay sonuna kadar 4-C için başvuru yapmamış olurlarsa, mart ayı başından itibaren işsiz birer insan olmaları kaçınılmaz.
Tekel işçilerinin konumlarıyla ilgili bu hatırlatmayı yapmamın nedeni; hükümetin özellikle de Başbakan Erdoğan’ın son günlerdeki işçilerin banka hesaplarıyla ilgili konuşmaları. Başbakan çıktığı TV programlarında, yaptığı toplantılarda Tekel işçileri sorulduğunda sürekli olarak ne kadar işçinin 4-C’ye geçmek için başvuru yaptığını söylüyor, ardından da işçilerin hesaplarına yatan paralarını alıp kendi kişisel hesaplarına yatırdıklarını anlatıyor. Son olarak, hesaplarına yatan parayı vadeli hesabına geçiren işçi sayısının 8 bini bulduğunu söyledi.
Başbakan, hesabındaki para üzerinde işlem yapmış işçileri, sanki “aslında 4-C’yi kabul edecek işçiler” olarak lanse etmeye çalışıyor.
Halbuki bu para 4-C’yi kabul etseler de etmeseler de, bu ay sonuna kadar kabul edecek olsalar da, olmasalar da zaten kazanılmış paraları, yani hakları. Ayrıca bu parayı Başbakan ya da hükümet veriyor değil. Bu, devlette çalışan bir işçinin, verdiği hizmet karşılığı hak ettiği tazminat, herkesin kullandığı en doğal hak.
Yazının Devamını Oku 
11 Şubat 2010
BAŞBAKAN Yardımcısı Ali Babacan’ın banka büyüklüklerinin sınırlandırılmasına ilişkin sözleri, sektörde durup dururken huzursuzluk yaratmış görünüyor.
Küresel ekonomik krizle mücadelede en önemli avantajımız olarak öne çıkan bankacılık sektöre, önce “salma” gibi konulan şube vergisiyle huzursuz edildi, şimdi de sınırlama tartışmasıyla...
Olayın çıkış noktası ABD’de Başkan Obama’nın bankacılık sektörüne ilişkin uygulamaya koymayı düşündüğü mali plandan çıktı. Obama’nın böyle bir planı gündeme getirmesi doğal çünkü gerçekten de “devletin batmasına tahammül edemeyeceği kadar büyük banka” olmamasını istiyor. Aslında bununla birlikte özellikle aracı kurumların türev işlemlerini de sınırlamak istiyor ve bence ABD’de mali kesimde çıkan büyük itirazlar da, daha çok bu noktadan çıkıyor.
Zaten krizin çıktığından bu yana, çıkış nedeni olarak göster ilen türev piyasalara artık çekidüzen getirilmesi öngörülüyordu. Mali piyasalar krizden çıkışta yeniden türev piyasaları kullanıp aşırı risk almaya başladılar ve bu işlemlere sınırlama gelmesini istemiyorlar ve o nedenle Obama’nın planına karşı çıkıyorlar.
Ancak ABD ile Türkiye’nin koşulları çok farklı. Bankaların toplam büyüklükleri de, mali sektörün derinliği de, enstrüman çeşidi de o kadar farklı ki...
Herşeyden önce 2001 krizinden sonra Türkiye’de bankacılık sektörü epeyce bir disiplin altına alındı ve küresel bolluk döneminin de etkisiyle, büyümesini de sağladığı için, bu disiplin içinde sağlıklı bir yapı kurulabildi. Ne kadar sağlıklı olduğunu küresel krizde de gördük.
Yazının Devamını Oku 
9 Şubat 2010
PİYASALARIN işlerine geldiği için, sadece iyi haberleri satın aldığı, kötü haberleri görmezden geldiği dönemleri yaşadık. O dönemlerde, “piyasaların havası değiştiğinde de tam tersi hareket edeceğini, iyi haberleri görmeyip sadece kötü haberleri satın alarak fiyatlara yansıtacakları dönemlerin geleceğini” söylemiştik. Son günlerde yaşananlar sanki böyle bir dönemi işaret eder gibi...
Bu hareket tarzı piyasaların tümü için yani sadece iç piyasalar için değil, küresel piyasalar için de geçerli. Küresel piyasalar, artık iyi haberlerden çok kötü haberleri algılayıp fiyatlara yansıttıkları bir dönemi yaşıyorlar. Bizde de benzer eğilim geçerli ama daha önce IMF anlaşması olacak diye küresel piyasalardan olumlu anlamda ayrışan iç piyasaların, şimdi de olumsuz anlamda ayrıştığını görüyoruz.
Yani son günlerde küresel düşüşlerden daha hızlı düşüşler yaşamaya başladık. Bunun en büyük nedeni ise IMF ile anlaşma umudunun giderek azalması. Başbakan Tayyip Erdoğan ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan yılın son günlerinde, yeniden IMF ile anlaşma umudu pompalayınca piyasa nasıl küresel iyileşmeden daha hızla yukarı gittiyse, şimdi de geriye dönerken yine daha hızlı iniyor.
Piyasa oyuncuları bunun nedenini, “Son günlerde IMF ile anlaşma umudunun yeniden azalmasına” bağlıyorlar. Peki, IMF ile anlaşma umudu tümüyle mi yitirildi derseniz, henüz bu aşamaya gelmiş değiliz. Bir başka deyişle IMF ile anlaşma yapmayacağımız kesin olarak açıklandığında, piyasaların epeyce bir daha geriye gelecektir.
Piyasaların bu görüşe kanıt olarak, yabancıların büyük bir hızla çıkmasını gösteriyorlar. Bu arada yabancıların özellikle hisse senedi piyasalarından bu kadar hızlı çıkmasının bir başka nedeninin de, “küresel ekonomideki düzeltme hareketinin daha büyük olacağını tahmin etmeleri” olabileceğini de söylüyorlar.
Küresel piyasalardaki bu hareketin “büyük bir düzeltme hareketi olup olmadığı” ise şimdilik tartışılıyor. Piyasaların bir süre daha, genel eğilim aşağı olmak üzere, ileri geri gideceği, yani volatilitenin yüksek olacağı kaydedilirken, bu düzeltmenin boyutlarının şimdilik kestirilem ediğini gözlüyoruz... Neden ise açık; “dayanaktan yoksun bir hızla arttığı” uyarılarına rağmen şişmeye devam eden piyasalar, şimdi bu aşırı şişkinliği geri alıyor.
BABACAN MORAL DÜZELTMEYE ÇALIŞIYOR AMA...
Piyasalarda boyutları bilinmemekle birlikte, bir düzeltme yaşandığı kanısı yaygınken, “asıl düzeltmenin ise enflasyonun artmaya başladığı , yani sıfır faizle piyasaya verilen paraların geri çekilmeye başladığı dönemde yaşanacağını” söyleyenlerin sayısının bir hayli fazla olduğunu söylemeliyiz.
Yani düzeltme hareketi, sadece yaşadığımız hareketle sınırlı kalmayacak.
Böyle bir dönemde Türkiye ise her zaman söylediğimiz gibi; çıpasız bir biçimde dalgaya yakalanmış durumda. “Sanki IMF çıpası varmış gibi gösterme”nin de artık sonuna gelindi. IMF tarafı Biraz geç kaldı ama sonunda kendi itibarını da düşürnmek zorunda olduğunu hatırlayıp, “Ya program için heyeti çağırın ya da artık 4. madde incelemesi için biz heyet göndereceğiz” noktasına geldi. Yani artık hükümetin “IMF ile anlaşma yapacağız” diye bu kadar oyalaması IMF’in de sabrını taşırdı, biran önce karar verilmesini istemeye başladı.
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın dün basın toplantısı yaparak teşvikleri anlatacağını duyunca “nereden çıktı” diye şaşırmıştım. Anladım ki; Babacan “Teşvikler aldılar, yüklü yatırımlar geliyor” diyerek, piyasaların moralini yüksek tutmaya çalışıyor...
Bu açıklamanın ardından piyasaların daha da kötüleştiği ortada. Yani artık piyasaların karnını “kuru laf” doyurmuyor, eylem görmek istiyorlar. Bir başka deyişle; IMF gibi piyasa da hükümetin oyalamasından çok sıkıldı...
Yazının Devamını Oku 
8 Şubat 2010
GEÇEN haftanın son günlerinde küresel ekonomiye bağlı olarak iç piyasalarda yaşanan gelişmeler, dikkat çekiciydi. Hisse senetleri hızla düşerken kurlarda da epeydir görülmeyen çıkışlar yaşandı. Buna karşılık Hazine kağıdının faiz oranları neredeyse yerinde çakılı kaldı.
Bunun nedeni çok açık: Hisse senedi piyasalarında yabancı hakimiyeti varken, Hazine kağıdında yerlilerin ağırlığı yüzde 90’ın üzerinde. Yani yabancılar Türkiye’de pozisyon aldıkları hisse senetlerini satıp, döviz alarak ülkelerine geri dönüyorlar. Buna karşılık küçük miktarda sahip oldukları Hazine kağıtlarındaki satışları, hisse senetlerine kıyasla çok düşük kalıyor. Buradaki yabancı satışlarının yarattığı boşluğu da bankalar tarafından yapılan alımlarla dolduruluyor.
Çünkü yerliler, daha doğrusu Hazine kağıdında büyük pozisyona sahip bankalar, faizler yukarı çıkarsa, ellerindeki yüklü portföyler nedeniyle zarar yazacaklar. Zarar yazmamak için faizlerin yükselmesini önl emeye çalışıyorlar, bu nedenle de gerekirse girip yabancıların sattığı Hazine kağıtlarını al arak, faiz artışını engelliyorlar.
Tüm bunların temel sebebi küresel bazda risk iştahında ciddi bir düşüş yaşanması... Yunanistan’dan sonra Portekiz ve İspanya’nın, beklendiği gibi zora girmesi, buna karşılık AB’nin, üye ülkelerde bu tür krizler çıktığında ne yapacağını bilememesi, paniği büyütüyor. Bunun yanı sıra, ABD’den de düzelmeyi gösteren veriler bir türlü gelmiyor. Düzelme gösteren verilerin de, geçmişe ilişkin kötü verilerin daha kötü rakamlarla revize edilmesi nedeniyle, aslında o kadar da iyi olmadığı ortaya çıkıyor. Yani moraller bozuk...
İşin kötüsü bu olumsuz hareketin devam edeceği yönündeki beklenti yüksek...
Gerçi geçen cuma gün bitiminde ABD’de piyasalar biraz düzelme yaşar gibi oldu, küçük bir artıyla kapandı ama bu artışın geçici olduğu kanısı hakim.
Peki, bizim bankalar, hisse senedi ve kurlardaki harekete rağmen Hazine kağıdı faizlerini bu seviyede tutmaya devam edebilecekler mi?
Kimsenin şüphesi olmasın ki; bankalar zarar etmemek için bu eğilimlerini koruyacaklardır. Ancak ne kadar başarılı olurlar, buna ne kadar dayanabilirler, işte orası şüpheli.
ARTIŞ KAÇINILMAZ
Bankalar her ne kadar ellerindeki, yani daha önce ihraç edilmiş kağıtların faizlerini korumaya çalışsalar da, yeni Hazine ihalelerinde faizlerin yükselmesini pek engelleyemezler. Yine kendi kağıtlarını fazla etkilemesin diye, yeni kağıtlar konusunda da hassas olurlar ama şubat ayı yüklü geri ödemelerin olduğu, dolayısıyla yeni ihraçlar gerektiren bir ay...
Bu ay yapılacak Hazine ihalelerinde talebin azalması kaçınılmaz. Çünkü bankalar yeni kağıtlar konusunda, doğal olarak, “Biraz daha faizleri yükselsin de ondan sonra alalım ki kar edebilelim” yaklaşımında olacaklardır. Öyle olunca da bu ayki Hazine ihraçlarında talep azalacağı için faizlerin artması kaçınılmaz görülüyor.
Bu ay Hazine ihalelerinin dikkatli izlenmesi gerekir. İhalelerde düşük satış yapılıp Hazine’nin hazırdan yemesi olacağı gibi, kamu bankaları ve diğer kamu kurumlarının ihalelere yoğun olarak katılımlarını görebiliriz.
Bu tür dönemlerde Hazine ile bankalar elele verip, iki tarafın da işine geldiği için, bir süre faizleri fazla artırmadan tutmaya çalışabilirler ve bunda başarılı da olabilirler. Ancak böyle dönemleri daha önce de yaşadık; eğer kötüye gidiş süreci uzar ve kalıcı olmaya başlarsa, işte o zaman kimse faizleri tutamaz...
Hele ki harcamalar artarken, IMF anlaşması gibi bir çıpanız yoksa...
Yazının Devamını Oku 
4 Şubat 2010
TEKEL işçilerinin eylemi konusunda özel sektörün tavrına baktığımızda bir netlik görmüyoruz.
İşadamlarının bazıları Tekel işçilerinin özlük haklarını korumak için yaptıkları eylemleri “doğal hakları” olarak görürken, bazı işadamları, olaya “devletin üstlendiği yük” olarak bakıyor. Böyle bakınca da özelleştirme sonrası insanların özlük haklarını kaybetmelerinin, bunu açıkca söyleyemeseler de, işsiz kalmalarının doğal olduğunu düşünüyor.
Yani Başbakan’ın bakış açısıyla olaya yaklaşıyorlar. Sırf Başbakan böyle dedi diye mi böyle söylüyorlar yoksa gerçekten böyle mi düşünüyorlar, onu anlamak ise mümkün olamıyor.
Aslında Tekel işçilerinin eylemine bakışta, piyasa ekonomisine bakış açısındaki görüş ayrılıkları rol oynuyor. Yani kimi işadamları kurallı piyasa ekonomisi uygulamasını benimsedikleri için, işçilerin sendikal eylemlerini de, özlük haklarını korumak için mücadele etmesini de, diğer çalışanların bu eyleme destek vermesini de doğal olarak karşılıyorlar.
Kimi işadamları ise olaya biraz, eski “vahşi kapitalizm” kurallarıyla bakmaya devam ettikleri için, bir kurumun özelleştirilmesi halinde buradaki işçilerin ne olacağına pek bakmıyorlar.
Yazının Devamını Oku 
2 Şubat 2010
AB’nin de etkisiyle, enerjide küresel oyuna geçiyoruz, piyasalaşma sürecine girdik diyoruz ama bir türlü olmuyor...
Çünkü işe yine siyaset karıştı, böyle olunca da süreç yine sekteye uğradı.
Bir yandan küresel enerji oyununda önemli aktörlerden biri olmaya çalışırken, öte yandan içeride enerji piyasasının oluşumuyla küresel enerji oyununa entegre olmayı deniyoruz ama başaramıyoruz. Çünkü her seferinde politikacının “popülizm duvarı”na çarpıyoruz.
Hatırlıyorum da; Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde piyasalaşma sürecini başlatmak istemiştik ama yapamamıştık. O dönemde akaryakıta her zam yapıldığında Özal kızardı ve sonuçta çareyi, akaryakıtta otomatik fiyata geçilmesinde bulmuştu. Yani yapılacak zamlar belli bir formüle ve maliyet hesabına göre yapılacak, dolayısıyla hükümetler artık “akaryakıta zam yaptı” diye suçlanamayacaktı. Turgut Özal buna geçmek istiyordu, piyasalaşma sürecine inanıyordu ama o dönem bürokrasinin ve sistemin tıkaması sonucu bunu yapamamıştı.
Başbakan Tayyip Erdoğan ise başbakan olduğundan buyana enerji fiyatlarıyla çok yakından ilgileniyor. Akaryakıta yapılan zamları başkasına açıklatıp, indirimleri kendisi açıklardı... Sonunda Tüpraş’ın özelleştirilmesinin dayattığı yeni formülle artık otomatik fiyata geçildi, zamlar da doğal olarak teknik bir iş haline geldi. Ancak yine de politikacıların, bu kez “o fazla kazanıyor, bu az kazanıyor” diyerek işe karışmaya devam ettiklerini gördük. Yani sistem tam anlamıyla hala kurulamadığı için, bu kez vergi silahını kullanarak, politikacılar rekabetin tam oluşmasını sağlamak yerine fiyatlara müdahale etmeye devam ediyorlar.
Yazının Devamını Oku 
1 Şubat 2010
MERKEZ bankalarının piyasaya kıyasla daha temkinli olması gerektiğine alışmıştık ama bu alışkanlığımız artık değişiyor. Özellikle son dönemde bizim Merkez Bankamız temkini iyice elden bırakmış görünüyor. Bu saptamayı biz bir süredir yapıyoruz ama piyasa oyuncularının da artık bu görüşe yaklaştığını, raporlarında bu saptamanın yer aldığını görmeye başladık.
Piyasanın bu görüşe katılmak istememesini belki de doğal karşılamak gerekir. Çünkü piyasa oyuncuları temkinli oldukları takdirde fazla para kazanamıyorlar. Bu nedenle ancak gerçekten risk gördüklerinde temkinli olmayı kabul edip, buna göre davranıyorlar. Bu aslında tüm dünyada olduğu gibi bizde de piyasa hareketlerinde geçerli olan, doğal sayılacak bir eğilim.
Dışarıya baktığımızda genel olarak yine bu eğilimin geçerli olduğunu, yani merkez bankaları temkinli davranırken, piyasanın daha iyimser olduğu ve buna göre davrandığını görüyoruz. Bu durum aslında bizde de geçerliydi. Ancak dediğimiz gibi; son günlerde özellikle enflasyon ve kur tahminleri açısından Merkez Bankamızın temkini elden bıraktığı, bunun da ötesinde piyasa oyuncularının eskiden kabul etmeseler de, son günlerde Merkez Bankası’nın temkini elden bıraktığını, iyimser davrandığını kabul etmeye başladığını görüyoruz.
Özellikle Merkez Bankası’nın son “Enflasyon Raporu” üzerine piyasadaki bu tür yorumların arttığına şahit oluyoruz.
Buradan yola çıkarak piyasaların, Merkez Bankası aksini söylese de, örneğin enflasyonun yükselmeye devam edeceği, buna bağlı olarak faiz artışlarının Merkez’in söylediğinden çok daha önce başlamasının gerekebileceğini, önümüz deki 2-3 yıllık dönemde faizlerin hatta enflasyon oranlarının Merkez Bankası’nın söylediği gibi tek haneli oranlarda kalmasının mümkün olamayacağı şeklindeki yorumları sık sık gör meye başladık.
ENFLASYONA İZİN…
Buna karşılık piyasaların Merkez Bankası’nın temkini elden bırakması konusunda gerekçeler oluşturarak, hâlâ Merkez Bankası’nın bu hareketini mazur gösterme eğiliminde oldukları da görülüyor. Merkez bankalarının ekonomik toparlanma konusunda piyasalardan daha temkinli olsalar da, toparlanma yavaş olduğu için “sürece zarar veririm ” korkusuyla enflasyonun yükselmesine izin verme eğiliminde oldukları kaydediliyor. Ancak yine de her ülke için durumun farklı olduğu, dolayısıyla para politikasını uygulayan Merkez bankalarının da farklı davranmalarının doğal sayılacağı belirtiliyor. Türkiye’nin, ekonomik aktivite olarak krizden daha fazla etkilenen ve sonrasında daha yavaş toparlanan ülkeler arasında yer aldığından, faizleri mümkün olduğu sürece düşük tutma eğilimi içinde olacak ülkeler arasında yer alacağını değerlendiren Fortisbank’ın son raporunda, şu değerlendirme yer alıyordu:
“Yılın ilk Enflasyon Raporu’ndaki tahmin ve değerlendirmeler, Merkez Bankası’nın da böyle düşündüğünü yansıtmıştır. Ancak bu aşamada niyet ve temenni olarak algılanabilecek bu öngörülerin ne ölçüde geçerli olacağı, daha çok bu süreçte beklenti yönetiminin başarısına bağlı olacağa benzemektedir. Merkez Bankası da, 2006 türbülansında kur şoku nedeniyle enflasyon beklentilerinin hızlı bozulması ve 2008 yılında enerji-gıda fiyatlarındaki sert yükselişin enflasyon hedeflerini yukarı revize etmek zorunda bırakması gibi acı deneyimlerinden önemli dersler çıkarmış olarak, bu zorlu döneme bizi hazırlamaya çalışmaktadır.”
Dolayısıyla buna bağlı olarak Merkez Bankası’nın kısa vadeli enflasyon tahminini yukarı çekerken temel eğilimlerde bozulma olmadığı ve 2011 ve sonrası için hedeflere yakın bir süreç izleneceğini söylediği ifade ediliyor.
Sadece bu raporda değil, birçok bankanın son raporlarında da Merkez Bankası’nın enflasyon ve faize ilişkin tahminleri artık iyimser bulunuyor. Dolayısıyla piyasalardaki hesaplar Merkez Bankası’nın enflasyon ve faiz öngörülerinin üzerindeki değerler üzerinden yapılıyor.
Yazının Devamını Oku 