2 Şubat 2012
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın konuşmaları, küresel iklim ne olursa olsun, büyümenin yüksek tutulması yönündeki mevcut politikanın devam edeceğini gösteriyor. Sadece Başbakan değil, partisi de, işalemi de büyümenin yüksek tutulması için elden gelenin yapılmasını istiyor. Büyüme elbette herkes için; oy bekleyen politikacı için de, iş hacmi ve kârını artıracağı için işadamları için de, büyümeden yeterince olmasa da pay alacağı için geniş halk kitlelerinin de istediği bir gelişme. Yani kimse çıkıp da, “Yüksek büyüme olmasın” diyemez...
İşin ilginç tarafı, Merkez Bankası’nın açıkladığı son rapor, Banka yönetiminin de açıkca büyümeden yana tavır koyduğunu, asıl işi olan enflasyonla mücadeleyi bile yüksek büyüme adına savsaklama niyetinde olduğunun kanıtı gibiydi.
Sorun büyümeyi istemekte değil, sorun aşırı büyüme isteğinde. Çünkü büyüme kapasiteniz belli, birkaç yıl imkanlarınızın üzerinde büyüdüğünüzde sorun çıkıyor. Cari açığın yüksek olması, kapasitenizin üzerinde yani elinizdeki imkanlara göre aşırı büyüdüğünüzün bir kanıtı. Cari açık demek, döviz gelirleriniz ile giderleriniz arasındaki fark demek. Bu fark fazla olunca, dolar da basamadığınıza göre, fiyatlar yukarı çıkıyor. Yani kurlar patlıyor ve bu da sizin varlıklarınızın, gerçek değerinin ciddi biçimde azalması anlamına geliyor. Tabi ki herkes kendi varlık büyüklüğü ölçüsünde, değer düşüşünden nasibini alıyor. Çalışan bir kişinin aldığı para değişmediği için, parasının satın alma gücü düşüyor, çünkü kurlardaki artış doğrudan enflasyona yani fiyatlara yansıyor. Evi olanın evinin değeri, arabası olanın arabasının değeri, fabrikası olanın da fabrikasının değeri düşüyor. Hele, döviz borçlusu ise daha da kötü...
Kısaca kısa dönemde yüksek büyümeyi istemek iyi de, sonucunu da düşünmek gerektiğini söylemeye çalışıyorum... Bu ülke, halk bu dengesizliklerin bedelini sonradan çok acı ödedi..
Politikacılar her zaman yüksek büyümeyi isterler. Çünkü yüksek büyüme oy demektir. Mevcut iktidarın uzun süredir, hem de oylarını artırarak, iktidarda kalmasının en önemli nedenlerinden biri de yüksek büyüme rakamlarıdır. O nedenle Başbakanın yüksek büyümenin devam etmesini istemesi kadar doğal bir şey olamaz. Günü düşünen politikacı bunu yapar.
Çağdaş, ekonomi yönetiminin rasyonel olduğu ülkelerde, politikacıların bu doğal isteklerini dengelemek için, devlet içinde çeşitli kurumları oluşturulmuştur. Bağımsız kurumlar bu nedenle çağdaş ekonominin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bunların içinde en önemlisi de Merkez Bankası’dır. Merkez Bankası’nın çağdaş bir ekonomi yönetimi için mutlaka bağımsız olması gerekir. Piyasa ekonomisinin uygulandığı bir ülkede bu, “olmazsa olmaz bir şart”tır...
BÜROKRATLARIN GÖREVİ
Türkiye’de yaşanan krizler nedeniyle, bir daha tekrarlanmasın diye, “istikrarlı yüksek büyüme”yi tesis etmek amacıyla, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı sağlanmış, ayrıca küresel hareketlere açık sektörler için de bağımsız düzenleyici kurumlar oluşturulmuştu. Bu hem ülkenin kalıcı ve yüksek büyümesini sağlamak için, hem de kaynak açığını karşılayacak olan yabancı sermayeye güven verip, ülkeye çekebilmek için oluşturulmuştu.
Sizin kaynaklarınız sınırlı, yüksek büyüme için yabancı sermayeye ihtiyaç duyuyorsanız; o zaman yatırımcıya güven verecek kurallara, kuralları uygulayacak, regülasyon yapacak bağımsız kurumların olduğu, çağdaş bir sisteme ihtiyaç var.. İşte fiyat istikrarını sağlamak amacıyla kurulmuş, politikacılar karşısında verilen bunca kavga ve çabalar sonucu sağlanmış olan, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı bu nedenle hayati öneme sahip... Bu nedenle, Merkez Bankası dahil bağımsız kurumların siyasete bağlanmasının, bir ülkenin kalıcı ve istikrarlı yüksek büyümesinin önünde aslında engel olduğunu tekrarlıyorum...
Politikacılar, Hükümet edenler, enflasyonu savsaklayıp imkanlar o kadarına el vermese bile, yüksek büyümeyi isteyebilir. İşadamı da, halk da doğal olarak bunu isteyebilir. Büyümeyi dengelemek, enflasyona yol açmasını engellemek, halkın ve ekonominin orta-uzun dönemde krize girip mağdur olmasını engellemek görevi ise, başta Merkez Bankası olmak üzere, hükümetin değil, devletin görevlileri olan bürokratlara verilmiştir.
Yazının Devamını Oku 
31 Ocak 2012
2012 yılı büyümesi ve piyasa hareketleri için yapılan tahminlerde, hareket noktalarından birini gelişmekte olan ülkelere ve özel olarak Türkiye’ye akacak sermaye miktarı oluşturuyor.
Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın özellikle son dönemde, bu yıl sermaye akımlarının yüksek olmasını beklediğine, buna bağlı olarak da büyüme müjdesi verdiğine şahit oluyoruz. Yine ekonomi yönetiminin tümünde sermaye akımı açısından olumlu bir hava seziliyor...
ABD Merkez Bankası FED’in son aldığı kararda mevcut düşük faiz politikasının 2014’e kadar süreceğini belirtmesi ve gerekirse yeni para basacağını söylemesi, gelişmekte olan ülkelere sermaye akımı konusunda bizim gibi ülkelere umut verdi. Bununla birlikte nasıl olsa Yunanistan’ın kurtarılıp, AB’deki krize de artık çözüm bulunacağı beklentisi var.
ABD ve AB ülkelerinde seçimlerin de etkisiyle, piyasaların paraya boğulması, gelişmekte olan ülkelere sermaye akışını da hızlandıracaktır. Burada kritik nokta gelişmekte olan ülkelere nasıl bir akım olacağı, bu arada Türkiye’nin bu fonlamadan ne kadar pay alacağı...
Küresel sermaye akımları ile ilgili tahmin yapan Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF), geçen hafta gelişmekte olan ülkelere sermaye akımları ile ilgili yeni tahminlerini açıkladı. IIF daha önce 143 milyar dolar daha fazla tahmin ederken, 2011 yılında bu ülkelere sermaye akımlarının 910 milyar dolarda kaldığını açıkladı. Bununla birlikte 2012 yılında gelişmekte olan ülkelere toplam fon akışının 789 milyar dolara inmesini, 2013’de yeniden 927 milyar dolara çıkmasını beklediğini belirtti. IIF bu tahminin muhafazakar olduğunu ama en kötü senaryo olmadığını da vurguladı. Bu arada IMF’nin düşük tahminine karşılık, IIF’nin Türkiye için 2012 yılı büyüme tahminini yüzde 3.2 olarak belirlediğini de söylemek gerek.
IIF sermaye girişlerinin özellikle Avrupa bölgesine girişinin azalacağı görüşünde. Sermaye girişleri tüm bölgede azalırken zayıf temelleri olan ve yüksek dış borç ihtiyacı olan ülkelerin fazla etkilenmesini, bu kapsamda Ukrayna ve Macaristan’ın en kırılgan ülkeler olduklarını belirtiyor. IIF raporunda Türkiye’nin de yüksek cari işlem açığı ve yüksek dış borç ödeme ihtiyacı nedeniyle baskı altında kalabileceğine dikkat çekiliyor. Raporda “Türkiye’de yüksek cari işlemler açığı ve Merkez Bankası’nın açıkca para politikasını sıkılaştırma isteksizliği piyasa beklentilerinde değişim olduğu dönemlerde kırılganlığı artırabilir. 2012 yılında cari açığın GSYH’a oran olarak sadece sınırlı miktarda azalacak olması dış finansman ihtiyaçlarının yüksek kalması, artan riskten kaçınmanın etkisiyle 2012 yılında sermaye girişlerinin azalması Türkiye’yi kırılgan kılabilir” deniyor. Biz demiyoruz, IIF diyor...
KAYSERİ ŞEKER’DE İYİLEŞME
Kamunun elindeki şeker fabrikalarının özelleştirilmesi hızlanırken, daha önce özelleştirilen ama yönetimdeki sorunlar nedeniyle kayyum atanan Kayseri Şeker Fabrikaları’nın durumunun giderek düzeldiğine şahit olduk. Yönetim Kurulu Başkanı Hüseyin Akay, 2011 Ocak ayında aldıkları yönetim süresince, geçen 1 yıl içinde, fabrikanın zararını 392 milyar liradan 282 milyar liraya düşürdüklerini söylüyor.
Yazının Devamını Oku 
30 Ocak 2012
FARKINDA mısınız; ekonomi yönetiminin aldığı kararlar için iki hafta önce başka şeyler konuşuluyordu, şimdi konuşulanlar tam tersi. İki haftada ne oldu derseniz, kurlar çok çıkmıştı aşağı geldi, faizler yüzde 11’lerden 9.5’lara geri döndü, hisse senetleri fiyatları arttı. Milyarlarca dolarlık döviz satışlarından sonuç alınmayınca yönetimi destekleyenler bile “olmaz böyle şey” demişlerdi. Merkez Bankası bilerek yapmadığı döviz müdahalelerine başladı, yöntem yanlışlığı ile satışa göre sonuç geç geldi, yine herkes tarafından eleştirildi. O dönem destekçileri bile, Merkez Bankası’nın artık faizi kullanması gerektiğini, koridorun belirsizliği ile bu işin olmayacağını söylemeye başlamıştı. Sonra küresel piyasalar düzelmeye başladı, bizde de trend tersine dönmeye başladı. ABD faizleri 2014’e kadar bu seviyede tutacağını, gerekirse yeni para basacağını söyleyince de, piyasalar yeniden coştu.
Şimdi yine herkes ekonomi yönetiminin ne kadar başarılı olduğunu konuşuyor. Davos’tan gelen haberlere bakacak olursak, dünya ekonomisinin gurusu oldular. Ne olursa olsun alınan kararların doğru olduğu ve herkesin ekonomi yönetimini alkışlayıp guru ilan etmesi yönünde, “faiz lobisi” adıyla psikolojik savaş başlatıldı, isimler verilip, hedef yapılıp eleştiri bitiriliyor.
Bu basitlikleri bir yana bırakacak olursak, tartışmanın odağı aslında belli. Kimileri ekonomik kuralların piyasaların işleyişini, sorun ve çözümlerin bilimsel analizlere dayanıp, buna göre yönetilmesi gerektiğini hatırlatıyor. Birileri ise çıkarlarına göre böyle dönemlerde kuralların değiştirebileceğini, bilimsel gerçeklerin “enflasyon yüksek faizin sonucudur” denecek ölçüde yok sayılabileceğini, piyasaların şeffaflık ve öngörülebilirliğinin göz ardı edilebileceğini, her şeyin siyasetin emrine verilebileceğini, uzun vadeli istikrarın feda edilebileceğini söylüyor.
Bu noktadan bakınca, aslında geçmişteki siyasetçilerin tavrıyla çok büyük benzerlik taşıyor. Bu dönemin en büyük farkı ise eleştirilere karşı çok daha hazımsız ve baskıcı olunması.
Ekonomik önlemler konusundaki farklı yorumları da bu açıdan değerlendirmek gerekiyor. Kimileri siyasi kaygılarla faiz gibi klasik bir silah kullanılmayıp ileriye dönük risk oluştuğunu, büyük mücadele sonucu sağlanan enflasyonla mücadelenin unutulduğunu, siyasi ihtiraslara direnilip dengeli büyümeye geçilmesi gerektiğini söylüyor. Bu politikaların enflasyon ve faizde büyük artışa neden olabileceği, istikrarın tehlikeye girip, sonunda faturası halka çıkacak, benzerlerini yaşadığımız krizler ve varlık değerlerinde kayba yol açabileceği konusunda uyarıyorlar. Benzer eleştirileri geçmişte yaptılar haklı çıktılar, yine yapıyorlar.
Bazıları ise ne olursa olsun yönetimin eleştirilmemesi gerektiğini, faizin enflasyona yol açacağını, bankacılara ders vermenin halkın yararına olduğu görüşünde. Özetle; bilimsel analiz yerine, milli görüşün revizyonu denebilecek, ideolojik bir yaklaşım söz konusu.
IMF’İN DEĞERLENDİRMESİ
Fark için size örnek; Merkez Bankası Davos’ta ne kadar iyi yaptıklarını gördüklerini, yüzde 4 büyümeye rahat ulaşacağını söylüyor. Buna karşılık IMF 4. Madde konsültasyonu raporunda yetkililerin mali dengenin iyileştirilmesi ve kredilerin sınırlandırılmasını öngören önlemlere güvendikleri belirtilerek, şu yorum yapılıyor: “Fakat önlemlerin merkezini, oldukça kısa vadeli akışları caydırmayı, kredilerde ılımlı artışı ve son dönemde üretimi, döviz kurunu ve enflasyondaki oynaklığı yönetmeyi amaçlayan alışılmamış bir para politikası çerçevesi oluşturdu. Potansiyel olarak birbiriyle çelişen hedef seti ve etkinliğine ilişkin net kanıt yokluğuyla uzmanlar, mali, ihtiyati ve yapısal politikalar atıl kalırken para politikasının aşırı yüklü olduğunu değerlendirdi. Uzmanlar; enflasyon ve faiz oranlarını diğer yükselen piyasalarla aynı düzeyde tutan bir para politikası için, alışılagelmiş enflasyon hedeflemesi, rekabet kaybının sınırlanması ve kısa vadeli carry-trade akışı çekiciliğinin azaltılmasıyla birlikte, sistemik riski hafifleten finansal politikalar ve daha sıkı bir yapısal mali pozisyonu savundu. Kısa vadede, saydam bir para politikası çerçevesinde tek haneli politika faizini yükseltmek, sermaye çıkışı riskini sınırlayacak ve bundan dolayı da yumuşak inişin başarılmasına yardımcı olacaktır.”
Yazının Devamını Oku 
26 Ocak 2012
YILBAŞINDAN bu yana, havalar ısınmamasına rağmen, küresel ekonomide yaşanan bahar havasının son günlerde değişmeye başladığının işaretlerini almaya başladık. Piyasa oyuncuları havaların, kendileri öyle istese bile, henüz ısınmadığını o nedenle bahar havasına biraz gereksiz kapıldıklarını görmeye başladılar. Çünkü geçen yılın son aylarından bu yana değişen fazla bir şey yok. Yine ABD ekonomisindeki toparlanma yavaş kalmaya devam ediyor, hala AB soruna kesin çözüm bulmuş değil, Yunanistan’ın borç sorunu hala çözülemedi...
Aslında geçen yılın son aylarına kıyasla, rakam ve tahminlerin biraz daha kötüleştiği bile görülüyor. Son olarak Standart and Poor’s’un 9 ülke için, son olarak da Fransa’nın 4 uluslararası bankası için yaptığı not indirimleri, kötü gidişatın örnekleriydi. Dünya Bankası’nın raporundan sonra, önceki gün açıklanan IMF’in dünya ekonomisine ilişkin yeni tahminlerinin, özel olarak da büyüme tahminlerinin düşmeye devam ettiğini gördük.
IMF’in yeni tahminlerinde özel olarak Türkiye’nin büyümesine ilişkin bir tahmin revizyonu bulunmuyor. Bir önceki raporda ise Türkiye’nin 2012 yılı büyümesi yüzde 2.2 oranında tahmin edilmişti...
Bence yeni raporda bizi ilgilendiren ön önemli unsur ise gelişmekte olan ülkeler arasında yapılan ayrımdı. Gelişmekte olan ülkelerde kısa sürede odaklanılması gereken asıl konunun iç talep ve gelişmiş ülke ekonomilerinden kaynaklanan dış talebin yavaşlaması olduğu belirtildi. Enflasyon baskısının bu ekonomilerde azaldığına dikkat çekilirken, bu nedenle parasal sıkılaşmanın azaltılabileceği ve parasal genişlemeye geçilebileceği kaydediliyor.
Gelişmekte olan ülkeler için yapılan bu genel tavsiyeye karşılık, “Yüksek enflasyon ve kamu borcu gösteren gelişmekte olan ülkelerde ise parasal gevşeme konusunda ihtiyatlı olunması gerektiği” belirtiliyor.
İşte önümüzdeki dönem Türkiye ekonomisini bekleyen en önemli sorunlardan biri bu. Bence Türkiye ekonomisini yönetenler, G-20’de daha önce de belirtilen bu görüşe uyup, sanki diğer gelişmekte olan ülkelerdeki olumlu gidişat bizde de yaşanıyormuş gibi, parasal gevşemeye izin verdiler. Halbuki dünya düzeyinde enflasyon baskısının azaldığı bu dönemde, Türkiye’ye ilişkin enflasyon riski ise, genel eğilimin tersine artıyor. Bunun nedeni ise cari açığa rağmen fazla parasal gevşeme yapılması...
ENFLASYONA ALIŞTIRILIYORUZ
Parasal gevşeme dediğimizin içinde, faiz artırımlarının yapılmaması da var.
Parasal gevşemenin nedeni açık; daha yüksek büyüme oranlarına ulaşmak.
İşte Türkiye ekonomisinin zaafı da burada. Genel eğilimin tersine bizde enflasyon riskinin büyümesinin en önemli nedenlerinden biri cari açık. Politikacıların klasik büyümeci taleplerine aynen uyan hiç direnmeyen Merkez Bankası da olunca, risk büyüyor...
Cari açık finansmanı zora girdikçe büyümenin düşmesi kaçınılmaz ama büyüme fazla azalmasın diye bizde gevşeklik devam ettiriliyor. Cari açığımız yokmuş gibi davranırsak fon akışı azaldığında kurlar yükseliyor, faizlerde gerekli operasyonu da yapmayınca, zaten artma eğilimindeki enflasyon iyice azıyor.
IMF’in bu değerlendirmesi, aynı zamanda önümüzdeki dönemde Türkiye’nin diğer gelişmekte olan ülkelerden olumsuz ayrışma yaşayabileceğini de açıkça gösteriyor. Ayrı raporda gelişmiş ülkelerin özellikle AB ülkelerinin sermaye takviyesi yapması gerektiği de belirtiliyor. Yani beklendiği gibi, Avrupa’da parasal genişleme yapılınca bu fonların hepsi gelişmekte olan ülkelere kaymayacak. Kayan kısım içinde de, işte bu olumsuz ayrışma nedeniyle, Türkiye’nin diğer gelişmekte olan ülkelerden daha az pay alması sürpriz olmaz.
Merkez bankası Para Politikası Kurulu’nun önceki günkü raporunda, artık enflasyonun geriye dönüşü için yılın ikinci çeyreği gösterilmiyor, farkında mısınız? Bunun nedeni açık; enflasyon riski göz ardı edilip, büyümeci politikaların devam ettirilmesi amaçlanıyor.
Genel kamuoyu teşne olunca, enflasyonu unutturmak daha kolay olacak ya...
Yazının Devamını Oku 
24 Ocak 2012
AB ülkeleri İran’a kademeli bir petrol ambargosu uygulanması konusunda kararını verdi. Bundan sonra üye ülkeler İran ile yeni petrol anlaşması yapmayacak, süresi dolan anlaşmalar yenilenmeyecek. Böylece 1 Temmuz itibariyle AB ülkeleri fiili olarak İran’dan petrol ithalatını durdurmuş olacak.
Bir başka deyişle, ABD’nin ambargo kararına Avrupa ülkeleri de katılmış oldu. Bu yasaktan en olumsuz etkilenecek ülkelerden biri olan, zaten kriz içindeki, Yunanistan’ın bu konudaki direncinin de kırıldığı belirtildi. Bu gelişmeden yola çıkarak, büyük ihtimalle Yunanistan’ın çözülemeyen borç silme operasyonunun da yakın zamanda sonuçlanmasını bekleyebiliriz.
AB ülkeleri ayrıca ABD’nin aldığı karar doğrultusunda, nükleer programın finansmanının önlenmesi amacıyla İran Merkez Bankası’nın hesaplarına el konulup, işlemleri için yaptırımlar uygulama kararı da aldı.
Bu kararın ardından ise İran hemen tepki verdi. Uluslar arası ajanslara konuşan askeri ve sivil yetkililer, petrol ihracatlarının kısıtlanması halinde Hürmüz Boğazını “kesin olarak” kapatacaklarını tekrarladılar.
Dün konuyla ilgili bir başka gelişme yaşandı, bir süredir bölgede olmayan, İran’ın gelmeyin diye uyardığı, ABD’nin bir uçak gemisi Hürmüz boğazından geçip Basra Körfezine girdi.
Adım adım gelen İran krizinin giderek yaklaştığı söylenebilir. Bu kapsamda Hürmüz Boğazını önümüzdeki aylarda daha sık konuşmaya başlayacağız.
Peki, Irak’a benzemeyeceğini bile bile, Batı İran’la sıcak çatışmaya girebilir mi?
Uzun süredir yanıt aranan bu soruya net yanıt vermek hala mümkün değil. Daha çok AKP’lilerin söyleminin, “Yıllardır İran’ın vurulacağı söylenir ama vurmazlar. Yine aynı şeyi yaşıyoruz” biçiminde olduğunu görüyoruz. Buna karşılık ABD kaynaklı duyumlar, bu kez İran’ın büyük vurulacağı yönünde. Obama’nın seçim için Yahudi lobinin desteğine muhtaç olduğu, İran’ın vurulmasına razı olduğu, yıl ortasında bunun olabileceği, son günlerde daha sık konuşulur oldu. Bu senaryoya göre İran’ın ilk hareketi başlatması beklenecek ve sıcak çatışma Irak’taki gibi fiilin girişle değil, sadece yoğun bombardımanlarla yaşanacak.
BİZE NE OLACAK?
Bu senaryolardan hangisi gerçekleşir, bilmek mümkün değil. Ancak ekonomik olarak baktığımızda böyle bir çatışma olasılığı görülüyor. Tam aksini savunanlar olsa da, küresel ekonomik krizden çıkış için böyle bir büyük savaş gerektiğini hala söyleyenler var. Bunun da ötesinde benim asıl üzerinde duracağım ekonomik gerekçeyi; “küresel ekonomi yeniden çıkışa geçtiğinde sistemin İran’ın enerji kaynaklarına ihtiyaç duyması” olarak özetleyebilirim.
Petrol fiyatları yüksek, İran’da çatışma halinde petrol fiyatları daha da yükselecek. Bu nedenle Batı’nın şu sıralarda İran’dan alınmayacak petrolün başka ülkelerden temini için alternatif arayışları içinde olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte sıcak çatışmanın, dolayısıyla normalleşmenin mümkün olduğunca kısa sürede tamamlanması üzerinde durulduğu da açık.
Ancak eğer cesaret edilirse, İran’la çatışmanın asıl nedeninin “küresel ekonomi birkaç yıl sonra yeniden büyümeye başladığında İran’ın zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına ihtiyaç duyulması” olduğu söylenebilir. Kısacası; şu an Batı sistemi içinde olmayan İran enerji kaynakları Batı’nın inisiyatifine alınacak.
Bu arada İran’ın en fazla ihracat yaptığı Çin ve Hindistan da çok etkilenecek.
Umarım bu sorun çatışmaya varmadan, bir formül bulunup çözülür. Ancak çözülmezse, İran’ın vurulacağı senaryosu gerçek olursa Türkiye ne yapacak? Zaten yanıbaşımızdaki kriz nedeniyle en olumsuz etkilenecek olan ülkelerin başında geliyoruz. Hükümet, bir de Libya ve Suriye’de olduğu gibi, inişli çıkışlı politika izler ve sonunda zor durumda kalırsa ne olacak?
Çok akıllı bir yönetim gerekiyor. Unutmayalım; sonunda faturayı bu halk ödeyecek.
Yazının Devamını Oku 
23 Ocak 2012
ŞİMDİKİ bürokratlar ne kadar farkındalar bilmiyorum ama ekonomi bürokrasisi en önemli ustasını kaybetti. Eski Hazine Müsteşarı Yener Dinçmen vefat etti. Dinçmen, devletçi ekonomik sistemden piyasa ekonomisine geçişte, Türkiye ekonomisinin dışa açılmasında, son olarak da kurumsal piyasa ekonomisinin oluşumunu amaçlayan 2000 yılı ekonomi programında çok önemli rol oynadı. Emel Sayın, Gönül Yazar gibi sanatçıların yurt dışına çıkarken döviz tahsisi alabilmek için, Maliye koridorlarında, memurların isteğiyle şarkı söyledikleri günlerden geliyordu. Rahmetli Turgut Özal’ın çok güvendiği, Hazine’nin Maliye’den ayrılmasında önemli rol aldı. Bir yandan eskiyi temsil ediyordu öte yandan geçilmeye çalışılan yeni ekonomik sistemin temellerini atıyordu. Özal’ın yakınları yan yollara sapmak istediğinde Dinçmen’i karşılarında bulur, mevcut bürokrasi de “Nasıl olsa Yener Dinçmen direnir” diye büyük bir güven duyar, bu güvenle çalışırlardı.
Ekonomi bürokrasisine katkısı sayılamayacak kadar çoktur. Bakanı Hazine merdivenlerinden aşağı attığı söylenirdi, “Gerçek mi?” diye sorduğumda susar, sadece gülümsemekle yetinirdi.
Özal’ın telefon açıp, “şuraya şu kadar para gönderin” diye talimat verdiğini ama yapmadığını bilirdik. Çünkü Özal baştan Dinçmen’e “Ben yanımda biri vardır sana açar talimat veririm ama sen yapma, bildiğini yapmaya devam et” demişti. Hazinecilerin kötü adam rolünü oynamak zorunda olduğunu, yoksa siyasetçilerin isteklerine yetişilemeyeceğini, sonunda kamunun, halkın zarara uğrayacağını söylerdi. Hazine bu yüzden politikacıların hedefindeydi.
Özal, oluşturmaya çalıştığı sistem için mevcut bürokrasiye, yurt dışından çağırdığı prensleri eklemek istediğinde, ortayı bulan, içlerinde sağlam olanları Türkiye’ye adapte eden O’ydu.
Hazinecilerin başöğretmeni oldu. Hazine’ye aldığı uzmanların yurtdışında eğitimleri için bizzat uğraşırdı. Hazine uzmanları, yaptıkları çalışmayı doğrudan O’na sunabilir, dinler,soru sorar, talimat verirdi. Hazine uzmanları hem kendilerini göstermek için, hem çalışmalarıyla ekonomiye doğrudan katkı yapabildiklerini görür, motive olurlardı. (Şimdi bu geleneğin kaybolması, Hazine ve diğer birimlerde, çok dar bir kadroyla çalışılması büyük kayıptır.)
Yurt dışına gittiğinde havaalanından, doğrudan oradaki temsilcimizin evine gider, oturduğu semti ve evi kontrol ederdi. “Size bu devletin kesesinden büyük paralar veriyoruz, buraya para biriktirmeye gelmediniz.Türkiye’yi, Hazine’yi temsil ediyorsunuz, buna göre giyinip, buna uygun semtlerde, evlerde oturacaksınız, buna uygun ortamlara girip çıkacaksınız” derdi.
Dinçmen sadece Hazine bürokrasisi için değil, tüm ekonomik birimlerin ustasıydı. Şu anda Hazine’nin başında olan eski DPT’ciler, kendi ustalarının Dinçmen’den öğrendiklerini, Dinçmen’in bürokrasiye getirdiği sistem içinde yurtdışı eğitimlere gidip, oluşan bu standartlara göre çağdaş bir birikim ve deneyim aldıklarını bilmeliler.(O’na ve kendilerinden önceki yönetici kuşağa, gerekli saygıyı göstermediklerini, belki Dinçmen’in ölümü hatırlatır)
OĞLUNUN YANINDA HUZUR BULSUN
2000 yılı ekonomik programının oluşumunda, yakın arkadaşı dönemin Başbakan Yardımcısı Hikmet Uluğbay ile çok büyük rol oynadı. Bu programın yıllardır özlemini çektikleri, çağdaş ekonomik sistemin kurulması ve kalıcı ekonomik istikrar için önemini gördü, daha önce karşı çıktığı bağımsız regülasyon kurumlarının oluşumuna bile razı oldu. Büyük katkı sağladı.
Dinçmen’in özel yaşamı da bürokrasi yaşamı da dalgalı geçti. Çünkü haksızlığa ve yolsuzluğa izin vermezdi, önleyemezse istifa ederdi, sonra yine çağırırlardı..İlkeliydi, “kamu yararı” odaklıydı, kötü niyet gördüğü zaman çok sinirlenirdi. Genellikle sert bir kişi olarak bilinirdi ama tanıma fırsatı bulanlar aslında ne kadar naif ve insancıl olduğunu iyi bilirlerdi. Erkek çocuklarını genç yaşta, talihsiz biçimde kaybetmeleri hiç konuşulmazdı ama olaydan sonra kopamaz oldukları eşi Gülben hanımın da,O’nun da gözlerinde hep oğlunu görürdüm.
Türkiye sadece iyi bir bürokratı, çağdaş ekonomik sistemin kurucularından birini kaybetmedi, iyi bir insanı, namuslu ve sorumlu bir vatandaşını, sevgi dolu bir eşi ve Baba’yı kaybetti.
İstanbul’daki törenden sonra, Ankara’ya oğlunun yanına gelecek, umarım ruhu huzur bulur.
Yazının Devamını Oku 
19 Ocak 2012
KÜRESEL piyasalar, yine, sadece olumlu haberleri algılama süreci yaşıyor. Yani piyasalar bunaldı çıkış istiyor, bunun için her fırsatı kullanıyor, riskleri ise görmemezlikten geliyor. Piyasa oyuncuları bu gerçeğin farkındalar ama herkes bu genel akışa uyup ona göre davranmaya çalışıyor. Çünkü böyle zamanlarda, gerçeği görüp ona göre hareket etmek yerine piyasaya uymak para kazandırıyor.
Önceki gün İspanya borçlanmaları uygun faizle yapınca, Çin’deki büyüme rakamları beklentilerin üzerinde gelince, piyasalar Yunanistan’ın batışına ilişkin haberleri bile kaale almadı, olumlu gün geçirdi. Dün piyasalar güne Dünya Bankası’nın küresel büyüme ve Avrupa’ya ilişkin büyüme tahminlerini ciddi biçimde düşürdüğü yeni raporuyla başladı ama bu bile piyasaların keyfini bozmaya yetmedi.
Avrupa’da sorun çözülmedi, aksine büyümeye devam ediyor, küresel ekonomi Çin’e rağmen büyümesini azaltacak, yani mevcut sorunlar azalmıyor aksine büyüyor ama piyasalar olumlu seyir içinde. Bu da çok açık olarak gösteriyor ki; sonunda gerçeklerden kaçılamayacağı için bu yıl küresel piyasalar epeyce dalgalı bir seyir izleyecek. Yıl içinde belli ki bir ileri-bir geri değişimleri yaşamaya devam edeceğiz. Kısacası; bu pilav daha çok su kaldırır.
Küresel piyasalar böylesine dalgalı bir seyir içinde olunca, bizde de aynı seyri göreceğiz demektir. Dolayısıyla biz bu yıl içinde kurları da, faizi de daha çok konuşuruz.
Piyasalar içeride bir yandan Hazine’nin borçlanma ihalelerini takip ederken, öte yandan kurları ve faiz oranlarındaki iniş çıkışları yakından takip ediyor. Küresel ekonomideki iyimser havanın etkisiyle, bu haftanın ilk bölümünde, içeride faizlerin düştüğü, kurların gerilediği, hisse senetlerinin arttığı bir-kaç gün yaşadık. Ancak bu olumlu gidişat içinde herkes biliyor ki; bu üç günlük seyir, bundan sonrası için garanti değil. Hem küresel ekonomi, hem içerdeki piyasa gelişmeleri her türlü sürprize açık değişim içinde.
İçeride faiz oranlarının düşmesinin en önemli nedenlerinden biri Merkez Bankası’nın fonlama maliyetini düşürmesi. Merkez Bankası daha önce ortalaması 11’e gelen bir fonlama maliyeti yaratınca, faizler de buna bağlı yükselmişti. Son günlerde Merkez Bankası hem piyasayı 5.75’den, yani koridorun alt sınırından, fonluyor hem de piyasaya epey yüklü para veriyor.
Bunun ne demek olduğu açık; Merkez Bankası Hazine’nin de daha rahat borçlanması için piyasaya ucuz ve bol kaynak veriyor... Bunun sonucu ne olur derseniz, o da açık; enflasyonu bir yana bırakıp, piyasayı rahatlatıyor demek.
FAİZ İNDİRİMİNİN GÜNDEME GELMESİ
Bu gidişatın böyle sürmeyeceği açık. Hem küresel ekonomideki iniş çıkışlar nedeniyle bu gidişat böyle sürmez, hem de içerideki gelişmeler nedeniyle. Yani Merkez Bankası bu şekilde enflasyonu düşüş trendine yeniden kolayca sokamaz.
Peki; faizler neden son günlerde yeniden bu kadar çok konuşulmaya başladı. Hükümetten çekindiği için faizleri artırmamak için bu kadar çaba gösteren Merkez Bankası yönetimi bile, neden belli kesimlere kendini beğendiremiyor, hala faiz indirimi isteniyor?
Nedeni çok açık; kredi maliyetlerinin artması, eski bol para döneminin bitmesi nedeniyle, bazı reel sektör firmaları sıkışmaya başladı. Aldığı krediyi çevirmek isteyen eski oranlardan çeviremediği gibi, doğal olarak bankalar riskli müşterilerden artık kredilerini geri istemeye başladılar. Döviz borcu olanlar geri ödeme dönemi geldiğinde, dışarıdan artık eskisi kadar rahat borçlanamadıkları için, içeriden TL kredi alıp borçlarını ödemeye razı olsalar bile bu krediyi bulamıyorlar. Yani maliyetlerinin artmasına rağmen borçlanamıyorlar.
Bunun böyle olacağı, eski güzel, paranın bol ve ucuz olduğu dönemlerin son ereceğini konuşuyorduk ama bu gün gelip çatınca, ortalık karıştı.
Öylesine karıştı ki; Hükümet partisinin ekonomiden sorulu Genel Başkan Yardımcısı bile çıkıp “Merkez Bankası yanlış yaptı, faizi indirsin” diyebiliyor.
Ne diyelim; umarım hayati yanlışlar yapılmaz da, bu tartışmanın sonu gelmez.
Yazının Devamını Oku 
17 Ocak 2012
“ESKİDEN tasarrufa daha fazla önem verilir, mali disiplini korumak için hassas davranılır, bu konuda daha çok Bakan Ali Babacan’ın dedikleri olurdu. Ancak son dönemde, özellikle son seçimden sonra, artık Kabinedeki harcamacı bakanların dedikleri daha geçerli olmaya başladı.” Bu sözler Maliye bürokratlarına ait.
Peki, Bakan Mehmet Şimşek neden mali disiplin için daha hassas olmuyor, harcamacı bakanların dediklerine neden direnmiyor diye sorulduğunda ise, Şimşek’in biraz yumuşak davrandığını kabul ediyor, “Zaten Başbakan ne derse o oluyor, hiçbir Bakan da karşı çıkamıyor” yanıtı veriyorlar.
3. köprünün bütçe kapsamında yapılması kararının ardından, daha önce Maliye bürokratlarının özel sohbetlerinde dile getirdiklerini duyduğum bu yakınmalar geldi aklıma. “Artık harcamacı bakanların dediği oluyor” sözlerini hatırladım.
Dün Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, 2011 yılının bütçe sonuçlarını açıkladı. Gazeteci arkadaşlar 3. Köprünün bütçede yeri olmadığını hatırlatıp, bunun nasıl yapılacağını sormuşlar. Bakan Şimşek, karar verilirse 3. Köprünün bütçe imkanlarıyla ihaleye çıkılabileceğini kaydedip, yapılacak harcamaların ödenekler arasında aktarma ile yapılmasına çalışılacağını, olmazsa ek gelir yaratmanın yollarını arayacaklarını söylemiş.
Şimşek’in toplantıda söylediklerini çevirecek olursak, şunları söyleyebiliriz:
“Aslında bütçeden yapılmasa iyi olur: Ancak Başbakan diyorsa mecburen yapacağız. Bütçe açığını artırmamak için, başka yatırım kalemleri yerine 3. köprü harcamalarını koymayı tercih ederiz. Ancak Başbakan o harcamaların da azaltılmasını istemezse, o zaman mecburen yeni gelir yaratmaya bakarız. Aslında önümüzdeki yıl çok zor geçecek. Ek gelir yaratmak da zor ama. Şimdi ek gelir için vergileri artıralım desek, Başbakan ona da karşı çıkar ama ne yapıp edip bir şeyler bulmaya çalışacağız”
Bunlar tabi ki Bakan Şimşek’in söylediklerinden benim kendime göre çıkardıklarım. Yoruma ek yapayım; Bakan ve bürokratlar bu yoruma büyük ölçüde katılacaklardır ama söyleyemeyeceklerdir.
“Mali disiplin de giderse işimiz çok zorlaşır” diyorduk ya, işte bunun için.
İŞSİZLİK YENİDEN ARTIŞA GEÇTİ
Dün işsizlik rakamları da açıklandı. Bakan Şimşek’e yorumu sorulduğunda, “İşsizlikteki hafif artışlar ekonomide yavaşlama sürecine girdiğimizi gösteriyor” demiş. Bakan Şimşek, inşaat sektörünün istihdam yaratma kapasitesinin bir miktar zayıflaması riskinin söz konusu olduğunu kaydetmiş. İşsizliğin doğal olarak yeniden artışa geçmesi, bence Bakan Şimşek’in bu yıl içinde gelecek harcama taleplerine karşı direnme gücünü azaltan bir unsur olabilir.
Ekim ayında işsizlik oranı Eylül’de yüzde 8.8 iken yüzde 9.1’e çıktı. Mevsimsellikten arındırılmış işsizlik oranı da yüzde 9.3’den, 9.4’e yükseldi. Tarım dışı işsizlik oranı yüzde 11.3’den 11.6’ya artarken, mevsimsel arındırılmış işsizlik oranının da yüzde 11.8’den 12’ye çıktığı hesaplandı.
Yılın son çeyreğinde mevsimsel etkilerle işsizlik oranında artış beklenirken mevsimsel arındırılmış veride de artışın başlaması, Bakan Şimşek’in de dediği gibi, ekonomik aktivitedeki yavaşlamanın etkisi olarak değerlendiriliyor.
Avrupa’daki krizin de etkisiyle, yılın son iki ayında ve yeni yılda, işsizlik oranının artmaya devam etmesi bekleniyor. Piyasalar öncü göstergeleri izliyor, gelecek aylara ilişkin istihdam beklentisi endekslerindeki aşağı yön ile “işsizlik sigortasına başvuran kişi sayısında” Ekim ayından itibaren artışı da dikkate alarak tahminde bulunuyorlar.
Piyasanın 2011 yılı ortalama işsizlik oranı tahmini yüzde 10 civarında.
Umarız, bu gidişat mali disiplini bozacak kararları artırmaz.
Yazının Devamını Oku 