Erdal Sağlam

Cari açık artık korkutuyor

13 Mart 2012
DÜN açıklanan Ocak ayına ilişkin cari işlemler açığı rakamı, birçok yönden piyasaları korkuttu. Cari açıkta enerji dışarıda tutulduğunda bile, bu yıl için beklenen iyileşmenin yaşanamayacağı artık ortaya çıkmaya başladı. Artan enerji fiyatları ise cari açığı artırıcı ciddi etki yapmaya başladı. Dün açıklamadan önce piyasaların beklentisi, Ocak ayındaki cari açığın 5-5.5 milyar dolar düzeyinde açıklanacağı yönünde idi. Açıklanan rakam ise 6 milyar dolar oldu. Uzun süredir piyasaları hareket ettirecek, içeriden kaynaklanan bir gelişme yaşanmazken, dün bu açıklama üzerine piyasaların bozulduğunu gördük.

Kurlar yukarı doğru giderken, faizlerde artış, hisse senedi piyasalarında aşağı doğru hareketler yaşandı.

Piyasalarda yaşanan bu olumsuzlukta, sadece Ocak ayında cari açığın beklenenin üzerinde çıkması rol oynamadı. Birikimli cari açığın geçen yılla aynı kalması ve ileriye dönük olarak cari açığın azalacağı umudunun zayıflaması, genel olarak karamsarlıkta daha etkili oldu.

Bu rakam aynı zamanda, büyümede planlanan yumuşamanın olmayacağının bir kanıtı olarak da algılandı. Bir başka deyişle Merkez Bankası’nın uyguladığı para politikalarının, istendiği sonucu vermediğinin de bir göstergesi gibiydi.

Gerçekten de rakamlara bakıldığında, büyümenin beklentiler doğrultusunda yumuşamadığı, cari açığın bu nedenle umulduğu kadar düşmeyeceği, üstüne üstlük petrol fiyatlarındaki artışın süreceği beklentisiyle, cari açık rakamının yükselme ihtimalinin bulunduğu açık. Daha da ileri gidersek; cari açık rakamı aynı kalsa bile, bu yıl ister istemez geçen yılın altında bir büyüme olacağı için, cari açığın milli gelire oranı, 2011’deki yüzde 10’luk rekor seviyenin bile üzerine çıkabilir.

12 ay geriye doğru hesaplanan toplam cari açık, 2011 Aralık sonunda 77.1 milyar dolar düzeyine çıkmışken, dün açıklanan Ocak ayı rakamlarıyla, geriye doğru 12 aylık açık, yine aynı düzeyini korudu. Piyasa analistleri çıkan verilere göre hesapladıklarında Şubat ayı sonunda da, hatta Mart sonunda da 12 aylık toplam açığın düşmeyeceğini tahmin ediyorlar.

ENERJİ FİYATLARINDA BEKLENTİ

Mevsimsellikten arındırılmış verilere göre, net enerji hariç cari açıkta dördüncü çeyrekte gözlenen belirgin iyileşme, Ocak’ta durmuş gözüküyor. 12 aylık toplamlara göre Ocak ayı itibarıyla net enerji faturası 50.3 milyar dolara ulaşırken, net enerji hariç cari açık Aralık’taki 27.8 milyar dolardan Ocak’ta 26.8 milyar dolara geriledi.

Petrol fiyatlarındaki son dönemde gözlenen artışların devam etme ihtimali bir hayli yüksek. Suriye ve İran odaklı dış gelişmeler nedeniyle, sadece bu yıl değil, 2013 yılında da petrol fiyatlarının yüksek kalacağı beklentisi bulunuyor. Bu nedenle enerji dışı cari açık ciddi biçimde azalmadığı takdirde, cari açığın azalması pek mümkün gözükmüyor. Sıcak çatışma ihtimali ise faturayı daha da büyütecek.

Merkez Bankası petrol fiyatlarındaki her 10 dolarlık artışın cari açığı 5.6 milyar dolar artırdığını, büyümeyi de  yüzde 0.5 oranında aşağı çektiğini açıklamıştı.
Dolayısıyla artan petrol fiyatları karşısında büyüme oranları düşürülerek bir denge kurulması gerekiyor. Aksi takdirde, yani Hükümetin büyümeyi sürdürme politikası devam ettiği sürece, eğer petrol fiyatları yukarıda kalırsa, cari açığın yüksek kalması kaçınılmaz olur.

Milli gelirin yüzde 10’una ulaşmış bir cari açığın, enerji veya enerji dışı detaylara bakılmaksızın, uluslar arası piyasalar açısından caydırıcı bir görünüm vereceği açık.

Sıcak paranın çekildiği bir ekonomik iklim ihtimali üzerinde durulması gerekiyor...
Yazının Devamını Oku

Anayasada adalet talebi öne çıkıyor

12 Mart 2012
<b>ANTALYA</b><br>TOBB önderliğinde sivil toplum kuruluşlarının organize ettiği “Türkiye konuşuyor” sloganı ile yapılan Anayasa vatandaş toplantılarının yedincisi dün Antalya’da gerçekleşti.

Yaklaşık 600 kişinin katıldığı toplantıda konuşan TBMM Başkanı Cemil Çiçek de, diğer katılımcılar da yeni anayasanın yapılması konusunda mutabakat olduğunu, halktan bu konuda gelen yüksek katılımın da bunun kanıtı olduğunu vurguladılar. Cemil Çiçek, tüm siyasi partilerin son seçimde taahhütte bulunduklarını hatırlatıp, artık kendilerinin yeni anayasa için halka borçlu olduklarını, toplantıya katılanların da alacaklı olduğunu söyledi. Nisan ayı sonuna kadar sivil toplumdan ve TBMM dışındaki partilerden talepleri alacaklarını, 1 Mayıs’tan itibaren ise TBMM’de grubu bulunan ve anayasa komisyonuna eşit üye ile katılan siyasi partilerin çalışmaya başlayacağını kaydetti.
TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ise “Hak verilmez alınır” diyerek, toplumun yeni elbisesinin halk tarafından dikilmesi için çalıştıklarını, artık sadece uzmanların oturup da yazacağı bir anayasa olmaması için, bu “müzakereci demokrasi” yöntemiyle yürüyen toplantıları düzenlediklerini söyledi.
ANAYASA TOPLANTILARI ALMANYA’YA TAŞINIYOR
Yaptığımız özel sohbetlerde Çiçek’in toplantılardan çok memnun olduğuna, çok ciddi bir çalışma yapıldığını belirterek, organizasyonun çok başarılı olduğunu söylediğine, TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun da organizasyon konusunda gururlandığına şahit olduk.
Çiçek, Anayasa komisyonunda da havanın çok olumlu olduğunu ancak TBMM’deki son dönemdeki sert tartışmaların ister istemez havayı biraz bozduğunu söyledi. Kendisinin “Siz oraya bakmayın” diyerek, komisyonu motive etmeye çalıştığını kaydetti.
Herkesin temel haklar konusunda bir şey söylediğini örneğin herkesin özgürlük adalet gibi kavramları istediğini ama orada kalındığını hatırlatan Çiçek artık sivil toplum kuruluşlarına da “devletin işleyişi konusunda daha somut öneriler getirmeniz lazım” diyerek yönlendirmeye çalıştığını söyledi. Çiçek, herkesin daha somut şeyler söylemesinin komisyondaki çalışmaları rahatlatacağını da kaydetti.
Bu arada Çiçek’e özellikle Almanya’dan yoğun talep geldiğini, yurt dışındaki vatandaşların Anayasa toplantılarına katılmak istediklerini söylediğini öğrendik. Çiçek, dün TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu ve TEPAV Direktörü Güven Sak’a bu talebi iletti. Avrupa’da 3 milyon Türk’ün bulunduğunu ve bunların talebinin alınmasının önemli olduğunu kaydeden Çiçek’in bu isteği üzerine, Almanya’da bir toplantı düzenlenmesi için çalışmalara hemen başlandı. Bu ay içerisinde büyük ihtimalle Berlin’de yüksek katılımlı bir anayasa toplantısı yapılması beklenebilir.

Yazının Devamını Oku

Sıcak para çok ama büyük proje finansmanı zor

8 Mart 2012
KÜRESEL krizin Türkiye’yi nasıl etkilediğini, asıl olarak uzun vadeli finansmanda görüyoruz. 3’üncü köprü gibi büyük projelerin yapımı için finansman sıkıntısı çekilmesinin nedeni de bu. ABD, ardından Avrupa’da ardı ardına verilen para basma kararları, piyasayı likiditeye boğup ekonomiyi canlandırma çabaları, içeride sevinçle karşılanıyor. Bunun nedeni büyümemizin bağımlı olduğu sıcak paranın gelmesi için yeniden umudun doğmuş olması. Yani, “dışarıda likidite bol olacak, bu para daha fazla kar için geçici süre bizim gibi gelişmekte olan ülkelere gelecek, böylece Türkiye’nin büyümesi olumlu etkilenecek” umudu devam ediyor. Cari açık milli gelirin yüzde 10’una ulaşmış ne gam, nasıl olsa sıcak para ile finanse ediliyor...
Sıcak para dediğimiz kısa vadeli sermayede durum böyle ama altyapı projeleri, ülkenin geleceğini kurtaracak enerji gibi önemli alanlara yapılacak özel yatırımlar için gereken uzun vadeli finansman açısından işler değişiyor.
Çünkü uzun vadeli krediler bu finansmanı sağlayacak olan bankaların, aracı kurumların sermaye yeterlilik rasyolarını etkiliyor. Yani uzun vadeli kredi verenin sermaye yeterliliği etkileniyor, risk olarak bilançosuna yazılıyor.
Likidite bol ama bankaların sermaye yeterlilikleri ciddi tehdit altında. Avrupa’da bankalara bu yıl ortasına kadar sermaye yeterlilik rasyolarını yüzde 9’a çıkarmak için süre verildi. Bu sürenin uzatılıp uzatılmayacağı belli değil. Bankalar yeni ortak bularak sermaye yeterliliklerini yükseltmek istiyorlar ama İtalya’daki bazı bankaların girişimi gösterdi ki; hisseler ancak değerlerinin çok altında kabul görebiliyor. O nedenle şu anda taze sermaye bulmakta zorlanıyorlar. Eğer süre uzatılmaz, o zamana kadar da bankalar ek sermaye bulamazlarsa ne olacak derseniz; şu anda görünen, ülkelerin bu bankaların sermaye yeterlilik rasyolarına ulaşmaları için kamu fonları koymaları gerekebilir. O zaman da ülkelerin riskleri artacak. O nedenle belki de bankalara sermaye yeterliliği için ek süre verilmesi gerekebilecek.
Bizim açımızdan bakıldığında özellikle Avrupa ülkeleri bankalarından, böylesine sermaye sıkıntısı çekilen bir dönemde, uzun vadeli finansman bulmakta epey zorlanacağımız açık. ABD bankaları açısından durum biraz daha iyi ama küresel belirsizlik sürdüğü için buradan kaynak bulmakta da zorlanıyoruz.
Sonuçta Çin gibi, aslında kamu otoritesi inisiyatifinde olan uzun vadeli fonları bulma imkanı var. Ancak burada da ticari kuralların ötesinde siyasi, uluslar arası dengelerin öne çıktığını, hükümetler düzeyinde karşılıklı verilecek taahhütlere bağlı olarak uzun vadeli fon imkanının yaratılabileceğini görüyoruz.
3’ÜNCÜ KÖPRÜNÜN MALİYETİ ARTIYOR
Bu hafta içinde 3’üncü köprünün yapımı için finansman imkanını arttırmak için TBMM’ye getirilen yasa teklifinin nedeni de bu uzun vadeli fon imkanındaki sıkıntı. Aslında bu sıkıntıyı 2-3 yıldır çekiyoruz; özelleştirme kapsamındaki enerji kuruluşlarına talep gelmemesi, ihale sonucu ortaya çıkan sıralamaya rağmen 2’nci ve 3’üncü sıradaki şirketlerin bile finansman bulamadıkları için, alamamalarının asıl nedeni de bu sıkıntı.
Hükümet 3’üncü köprünün yapımı konusunda ısrar ediyor. Yollarla birlikte ihaleye çıkıldı, kimse talepte bulunmadı. Daha sonra köprü ile otoyollar ayrıldı ama belli ki bu da yetmemiş, hükümet yap-işlet-devret yöntemiyle yapılacak bu proje için Hazine garantisini artırıp, teklifleri garantiye almanın peşinde. Bunun için yasa çıkaracak.
Bu yasa kapsamında bazı “adrese özel” mevzuat değişiklerinin ipuçlarını da almıyor değiliz ama asıl niyet belli ki 3’üncü köprünün yapımını garantiye almak...
Bunun için projeyi gerçekleştirecek şirkete köprüden geçecek araç sayısı için verilen garanti artırılıyor. Belirlenen sayıda araç geçmezse eksik kalan aracın geçiş parası Hazine tarafından ödenecek. Yani kredinin faizi çok yüksek olmasın diye, Hazine’nin farkını ödeyeceği  garanti araç sayısını artırıyorsunuz.
İlle de bu sıkıntılı dönemde mi yapmak gerekiyor derseniz; siyasi tercih...
Yazının Devamını Oku

Seçim sürecine girmiş gibiyiz

6 Mart 2012
DÜN bir arkadaşla ekonomide alınan kararları, son dönemde yapılanları tartışırken, siyasi kararları da bunlara eklediğimizde, “bir seçim süreci yaşar gibi” olduğumuzu fark ettik. Halbuki önümüzdeki en ciddi siyasi sınav 2014’de halkın oylarıyla yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri. Yani daha en azından iki yıllık bir süreçten söz ediyoruz.

Ekonomiye baktığımızda çıkarılan intibak yasasına bağlı ödemeler belki 2013’de başlayacak ama emekliler için atılan çok önemli bir adım. Yasa çıktıktan sonra her an ödemelerin öne çekilebileceğini unutmamak gerek. Aynı biçimde memur maaşlarıyla ilgili çalışmalar hızlandı ve yüksek zamlar verilebileceği kulislerde söylenmeye başladı. Bunlar büyük yükler.

Bu kesimlere verilecek özel zamlar olmasa bile, uygulanan makro ekonomik politikaya baktığımızda, geniş kesimleri rahatlatmaya dönük olduğunu görüyoruz. Sanki küresel bir kriz yaşanmıyor, sanki bunun etkilerini hissetmeyeceğiz gibi davranılıyor. Teknisyenler böylesine bir dönemde, kriz nedeniyle kırılganlaşan makro dengeleri yeniden onarmak, ileriye dönük hazırlık yapmak gerektiğini, gerekli kararlar alındığı takdirde ülke ekonomisinin büyük avantaj kazanacağını biliyor, söylüyorlar ama Hükümetin bu yönde adım atmadığı açık.

Bunun yerine harcamaları artıracak bir politika güdülüyor. Bunları söylediğimizde Maliye yetkilileri itiraz ediyorlar ama; alınan ekonomik kararlarda partinin ve yatırımcı bakanların dediklerinin yapıldığı, makro ekonomik istikrarı gözeten Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ve bürokratların uyarılarının pek dinlenmediği bir dönem yaşıyoruz.

Daha 10 gün önce, Babacan, bağımsız kurumlara başkan atanmasına ilişkin kendisine sorulmadan verilen yasa tasarısı için “arkadaşlar özür dilediler” diyerek durumu kurtarmaya çalıştı. Ama bu açıklamanın hemen ardından parti yetkilileri “biz özür dilemedik” diye Başbakan Yardımcısını tekzip etmekten geri durmadılar. Disipline büyük önem veren Başbakan ise bu konuda, bildiğimiz kadarıyla, bir şey söylemedi.

Son olarak yap-işlet-devret modeliyle yapılacak 3. Köprü gibi büyük altyapı projeleri için sağlanacak dış kredilere Hazine garantisi verilmesi gündeme geldi. Hazine ve Babacan’ın yıllardır gelen bu talebe karşı çıktığını ve mali disiplin adına bunu sağladıklarını biliyoruz. Şimdi altyapı projeleri için KDV istisnası ve Hazine garantisi getirilmesi, radikal bir geri dönüş anlamına gelecek. 

Maliye bürokratları ise harcamalar ne kadar artarsa, o kadar “bir defalık gelir” yaratmanın peşine düşüp, mali disiplinin kalitesi adına fazla bir şey söylemiyorlar.

BU KADAR UZUN SÜRE DAYANMAK ZOR


Merkez Bankası bağımsızlığı hiç dikkate alınmadan, büyümeci bir ekonomik politika ve parasal tedbirlerin uygulandığını, cari açık probleminin bu nedenle devam ettiğini, enflasyonla mücadelenin arka plana atıldığını herkes görüyor.

Ekonomik kararların ötesinde Hükümetin aldığı siyasi kararlar da bir seçim sürecini anımsatır biçimde.. 4+4+4 olarak bilinen, eğitim sisteminde radikal değişiklikler öngören çok ciddi bir yasa, siyasi tartışmalar yaratacağı biline biline, neden şimdi gündeme getiriliyor, siz de şüphelenmiyor musunuz? TÜSİAD’a çıkışma da sizce popülist bir tavır değil mi?

Ankara’da kulisler Başbakanın hastalığı ile birlikte fokur fokur kaynamaya başladı. Özellikle MİT krizinden sonra komplo senaryolarından geçilmez oldu. Emniyet ve askerin de işin içinde olduğu, Suriye’ye müdahale, İran’ın vurulmasının da  katıldığı, Kürt sorunuyla ilgili çözümlerin mutlaka bulunduğu o kadar çok senaryo var ki bunlardan bir bölümünün de CHP’nin itirazının Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilip, 2014’de Cumhurbaşkanlığı seçimi öngören yasanın iptal edilmesine dönük olduğunu da hatırlatalım.

Kritik bir süreçten geçtiğimiz kesin ama hangi senaryo doğru çıkacak bilmiyoruz.

Bildiğimiz; bu ülke bu kadar uzun sürecek bir seçim atmosferi ve gerginliğini, bu ekonomi bu kadar uzun sürecek bir seçim ekonomisini kaldıramaz.
Yazının Devamını Oku

Yapılan hatalar biriken riskler

5 Mart 2012
SON olarak bir rating kuruluşunun Türkiye’yi gelişmekte olan ülkeler arasında en riskli ülke sayması, Hükümetin tepkisini çekti. Halbuki “sadece cari açıkla bu söylenmez” diye tepki veren Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de çok iyi biliyor ki; sadece cari açığa bakarak bile bir ülkeyi riskli ülke ilan edebilirsiniz. Cari açık dediğiniz ödeme riskiniz demektir. IMF’yle stand-by anlaşması yapan tüm ülkelerin birinci nedeni de cari açık problemi yani dış dünyaya borcunuzu ödeyememe ihtimalinin artmasıdır.
Kaldı ki; Türkiye’nin sorunu sadece cari açık değil. Cari açık uygulanan ekonomik politikaların yanlışlığı anlamına gelir. Üretim yapınız müsait değilse, ekonomi politikaları cari açığı milli gelirin yüzde 10’una kadar büyütmeden önler. Gerekirse büyümeyi frenler, dış açık ihtiyacınızı azaltır problemi çözersiniz. İç talebi kısmak gerekiyorsa da kısarsınız. İç talebi kısmanın yolları da bellidir bunları yapmanız, örneğin faizi artırmanız lazım ki kısılabilsin.
Siz iç talebi canlı tutarak yüksek büyümeyi tercih edip, hem para politikasını buna göre dizayn edeceksiniz, sonra da buna bağlı artan cari açığı eleştirenleri haksız bulacaksınız, olabilir mi?
Ocak ayı rakamları, bu yıl da cari açık sorununun çözülemeyeceğini ortaya koydu. İki Bakan da iyi biliyor ki; bu yıl iç talebin dengelenmesi lazımdı ama Başbakan bunu istemediği için, büyüme de cari açık da yüksek kalmaya devam edecek, kırılganlık da doğal olarak artacak. Bu nedenle “sadece cari açığa bakılmamalı” diyorlar, çünkü indiremeyecekleri ortaya çıktı.
Biliyor musunuz ki; küresel kriz sürecinde en belirgin gelişmelerden biri enflasyonun tüm ülkelerde düşmesi idi. İstisnasız tüm ülkelerde düşen enflasyon bizde yükselmeye başladı. Nedeni; yine aşırı büyüme politikaları, cari açık ve yanlış para politikaları. Bugün açıklanacak enflasyon rakamları trendin biraz yumuşadığını gösterse de çift hanede kalacağız.
Yapılan siyasi tercihler sonucu riskler birikiyor. Sadece makro politikalarda değil, şimdi üzerinde durulmayan ama ileride riskleri çok büyütecek, mikro olarak görülen hatalar da artmaya başladı. Son olarak yap-işlet-devret modeliyle yapılacak altyapı yatırımları için KDV’nin sıfırlanacağı, yatırımların finansmanı için Hazine garantisi verileceği haberlerini duyuyoruz. Kamuya, belediyelere kullandıkları krediler için Hazine garantisi vermek demek, 2000 yılı öncesi yaşanan döneme geri dönmek demek. Hazine’nin yükünün arttığı, ülke riskinin büyüdüğü, borçlanmanın ve borç rasyolarının yükseldiği döneme geri dönmek demek. Şimdiki kuşak hatırlamaz; bu anlayış görev zararlarına geri dönme, kamu bankalarını kullanma, borçları büyütme, mali disiplini bozmaktan çekinmeyip, sürekli seçim ekonomisi uygulama anlayışına geri dönme anlayışını gösteriyor...
TL’NİN SİMGESİNE KİM KARAR VERDİ
Bu anlayış aynı zamanda Merkez Bankası bağımsızlığı başta olmak üzere, bağımsız kurumları gereksiz sayan anlayış. Son TL’nin simge açıklamasında gördünüz; Merkez Bankası bağımsız olmayınca nasıl yanlış kararlar alınıyor.
Merkez Bankası’nın TL’nin yeni simgesini açıklayacağını duyurup sonra ertelemesi, Başbakan’ın rahatsızlığı nedeniyle dinlenme dönemine denk gelince, piyasadaki oyuncular gibi biz de şüphelendik. Ucuz bir gerekçe ileri sürülüyordu ama belli ki Başbakanın Ankara’ya dönmesi ve onayının alınması beklenecekti. Başbakanın bir hafta ertelenen simge açıklama toplantısına katılıp, burada TÜSİAD’a çatan siyasi konuşma yapması da zaten işi açığa çıkardı. Herkesin kafasında bu simgeyi Merkez Bankası mı seçti, Başbakan mı seçti, Başbakan Merkez’in tercihini değiştirdi mi soruları oluştu. Hafta sonunda simge yarışmasında ikinci olan bir kişi Vatan gazetesine açıklama yapıp, “Merkez benim simgemi seçmişti, haber de verildi ama sonradan Başbakan başka simgeyi seçmiş o açıklandı” dedi.
Doğrudur ya da yanlıştır bilenmez ama bir simgeyi açıklama sürecinin bile iyi yönetilemediği ortada değil midir? Merkez’in dün bu açıklamayı yalanlamasına sizce piyasalar inanır mı? Merkez Bankası’nın bağımsızlığını yitirdiğini, büyük risk olduğunu ratingciler görmüyor mu?
Yazının Devamını Oku

Büyümenin eğitimle üretimle ilişkisi

1 Mart 2012
“TÜRKİYE’nin yüksek oranlarda ve sürdürülebilir bir büyüme patikasında olabilmesi için iki önemli unsurun gerçekleşmesi gerekiyor:

1- Eğitim düzeyi ve kalitesi ile bilişsel becerilerde önemli bir iyileşme gerekmektedir,

2- Türkiye’de üretim ve ihracatın teknolojik içeriğinde ciddi bir iyileşme gerekmektedir”

Bu alıntı, TÜSİAD’ın “Türkiye’de Büyümenin Kısıtları: Bir Önceliklendirme Çalışması” adlı raporunun “Değerlendirme ve Sonuç” bölümünün giriş cümlesinden...
Dün bir yandan 4+4+4 olarak bilinen eğitimle ilgili yeni yasa teklifine karşı çıktığı için, Başbakan’ın hışmına uğrayan TÜSİAD’a ilişkin haber ve yorumları izleyip, öte yandan ocak ayı dış ticaret verilerine bakarken, birkaç ay önce okuduğum bu rapor geldi aklıma...

Yazının Devamını Oku

Fazla paranın da bir sınırı var

28 Şubat 2012
PİYASALARIN gözü bu hafta Avrupa Merkez Bankası’nın yapacağı fonlama ihalesinde. Piyasaya verilecek ek para miktarı belli olunca, piyasalar kendine yeni bir yön çizecek. Zaten iyiyi görme eğilimindeki piyasalar likidite miktarı ne kadar artarsa, o kadar coşuyor. İyi de, daha önce ABD Merkez Bankası FED de, Avrupa Merkez Bankası da piyasaya bol bol para verdiler, bu nereye kadar sürecek? Şimdilik bunu bilen yok. FED’in bastığı paraların henüz etkisi görülüyor ama FED içinde tartışmalar da başladı. Bu kadar fazla paranın ne zaman enflasyona yansıyacağı, bunu önlemek için girişilecek kaçınılmaz faiz artışının ne zaman başlayacağı hakkında değişik fikirler ortaya çıkıyor. Bence bu yıl sonuna doğru bu tartışmalar iyice yoğunlaşıp, FED faiz artışı için belirttiği 2014’den önce harekete geçebilir.

Avrupa’daki görünüm ise daha umutsuz. Avrupa’nın gecikmeli karar alıp faturayı iyice büyüttüğü zaten biliniyor. Son dönemde olanlar da hala karar mekanizmasının hızlandırılması için somut adım atılmayıp, ülkelerin siyasi durumlarına göre sürecin ağır aksak gittiğini gösteriyor. Henüz kimse “Avrupa’da olan oldu artık iyileşme süreci başlıyor” diyemiyor. 

Daha önce basılan paralar Avrupa’da canlanmayı sağlayabildi mi derseniz, sonuç olumsuz. Daha geçen hafta Avrupa’daki 2012 yılı büyümesine ilişkin tahminler revize edilerek küçültüldü. Almanya gibi sağlam ülkelerde bile büyüme beklentileri gerilerken, İtalya, İspanya gibi ülkelerde daha önce tahmin edilen, küçük de olsa, büyüme rakamları, küçülme rakamlarıyla revize edildi. Yani daha önce likiditenin bollaştırılmasıyla amaçlanan canlanma süreci henüz başlamış değil. O likidite verilmeseydi şimdi durum daha mı kötü olurdu derseniz; büyük ihtimalle öyle olurdu ama bunu ölçmek için henüz somut veri yok.

Yunanistan ile ilgili sorunlar tam çözüldü denirken, Yunanistan’ın euro’dan çıkması gerektiğinin hala yetkili ağızlardan açıklandığını unutmayalım. Yunanistan’ın borçları siliniyor ama şimdi de bu silinen borçlar nedeniyle Avrupa bankalarının durumunun ne olacağı konuşuluyor. Avrupa Merkez Bankası’nın bankaların doğan sermaye açıklarının kapatılması için ne yapacağı da merak konusu.

Geçen hafta sonu yapılan G-20 maliye bakanları toplantısında, Avrupa’daki kurtarma fonlarının birleştirilip kaynaklarının artırılması, IMF nezdinde yeni fonlar oluşturulup, gelişmekte olan ülkelerin de bu fona katkıda bulunmaları konuşuldu. Bir başka deyişle Avrupa’daki krizin faturasını ağırlıkla üstlenen Almanya, artık bu yükü taşıyamayacağını, tüm dünyanın yükü paylaşmasını istiyor ama sonuç alabilecek mi, henüz bilinmiyor.

Özetle; küresel krizin henüz sonuna gelinmedi, şimdiye kadar alınan en önemli tedbir olarak gözüken piyasaya bol bol para basıp sürme operasyonu da hala devam ediyor. Herkes biliyor ki; bu operasyonun bir sonu var ve o son geldiğinde bu kez yeni sıkıntılar yaşanacak.

SAĞLAM YAPIYI KORUMAK GEREKİYOR


Dün sözünü ettiğim gibi Türkiye’nin küresel krize birçok ülkeye kıyasla çok daha sağlam bir yapıyla girdi. Dolayısıyla krizi fırsata çevirme imkanı vardı ama politik kaygılar nedeniyle bu imkan kullanılamadı. Bundan sonrası için hala umut var mı derseniz, elbette var...

Biran önce para politikasının şeffaf ve belirli bir hale getirilip gereken teknik kararların alınması, geciken yapısal tedbirlerin biran önce alınıp, mali disiplinin kalitesinin düzeltilmesi, bir başka deyişle krizden buyana alınan politik kararlarla yeniden yaratılan kırılganlıkların düzeltilmesi imkanı hala var. Bunlar yapıldığı takdirde, küresel krizdeki yeni trende çok daha sağlam bir yapıyla girip, bu süreçten karlı çıkmanın planları yapılabilir.

İmkan var ama böyle bir hava var mı derseniz; maalesef yok. Şimdiye kadar olduğu gibi, hatta daha güçlü biçimde “politikanın ekonomiyi etkileme gücünün arttığı” bir döneme giriyoruz. Hem içerideki siyasi kırılmaların, hem dışımızdaki gelişmelerin, krizin başlamasından bu yana oluşan kırılganlıkları artırması ihtimalinin yüksek olduğu bir sürece giriyoruz.

Büyümeci eğilimler abartılarak, Merkez Bankası buna uydurularak, cari açık başta olmak üzere, ekonomik yapıyı zayıflatacak, kırılgan kılacak politikalar uygulamakla hata yapılıyor.
Yazının Devamını Oku

Krizden faydalanabilirdik ama yapamadık

27 Şubat 2012
TÜRKİYE küresel krize birçok ülkeden güçlü bir pozisyonda girdi. Bu nedenle hep konuşulan “krizi fırsata çevirme” imkanı vardı ama bu fırsatı kullanamadık, yapamadık. Nedeni açık; yine politik kaygılar ekonomiye karıştı ve gerekenler yapılamadı.
Krize neden güçlü girildiğinin yanıtı açık: 2000’de uygulamaya giren, 2001 yılında yaşanan krizle güçlendirilen ekonomik program sayesinde kamunun harcamalarına getirilen sınır, borç rasyolarının düzeltilmesi, zor konsolidasyonla bankacılık sisteminin güçlü hale getirilmesi, enflasyonun düşürülmesi ve bunların kalıcı kılınması için alınan yapısal tedbirler, bağımsız kurumlar başta olmak üzere, istikrarın kalıcı hale getirilmesi için yapılan idari reformlar.
Her şeyden önce bu iyileşmenin ardından, kalıcı ve istikrarlı yüksek büyümeyi sağlamak için alınacak ek yapısal tedbirler, gereken mikro reformlar vardı, ama bunlar 2007 yılından bu yana yapılamadı. Bunlar yapılamadığı gibi bağımsız kurumlar başta olmak üzere sağlanan kazanımlarda geri adımlar atıldı, kamu harcamaları için getirilen sınırlar gevşetildi. 
Buna rağmen küresel krize sağlam bir yapıyla girildi ama sanki kriz bizi hiç vurmayacakmış gibi davranıldı, Merkez Bankası yönetimi bile siyasi baskı altına alındı, gevşemeler artırıldı.
Yapılan yanlışlara rağmen mali disiplin korundu çünkü harcamalar artmasına rağmen belirli bir dengeyi tutturmak için, 2-3 yılda bir aflar çıkarıldı, gelir az olunca mükelleflere salmalar salındı, akaryakıt-içki-sigaraya yapılan zamlarla, mali disiplin korunmuş gözüktü.
Krizin etkileri başladıktan sonra ise parasal politikalar belirsiz hale getirilip, şeffaflıktan ve öngörülebilirlikten uzak, günü kurtarma politikalarına geçildi, bu hala devam ettiriliyor.
IMF’in son raporunda para politikalarına ileriye dönük çok büyük riskler taşıdığı için eleştiri yağarken, “iş ortamının geliştirilmesi, kayıt dışı ile mücadele, enerji fiyatlarının dünya fiyatlarındaki ve döviz kurundaki değişimlerle uyumlaştırılması, kayıtlı işgücü piyasasının daha esnek hale getirilmesi, asgari ücret ve kamu maaşlarının enflasyon hedefi kadar artırılması ve eğitim sisteminin iyileştirilmesi” tedbirlerinin alınmadığına dikkat çekiliyor.
Gelinen noktada küresel kriz hala devam ederken, enflasyon yeniden çift haneye çıktı, belirsiz ve büyümeci para politikası sürüyor, rezervin de küçülmesiyle riskler birikmeye devam ediyor, cari açık şimdi olmasa da iki ay sonra yine kırılganlık listesinin başına oturacak...
 Özetle; krizi fırsat halin getiremedik, aksine trend değiştiğinde artık güçlü kalamayacağız.
EKONOMİ YÖNETİMİNDE PARTİ AĞIRLIĞI
Bir düşünün; eğer “mali kural” devreye girseydi, çok daha iyi durumda olmaz mıydık?
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ve ekibi, kırılganlıkları azaltmak için uğraştı ama partinin baskısıyla Başbakana kabul ettiremedi. Şimdi bu teknik kaygıların ne kadar yerinde olduğu, politikacının hırsına set çekecek mali kural gibi tedbirlerin, aslında Türkiye ekonomisi için, istikrar için, krizleri fırsata çevirmek için ne kadar gerekli olduğu bir kez daha ortaya çıktı.
İktidar partisi, oy kaygısıyla popülist, seçim yaklaştığında harcamalarını engellemeyecek bir yapıyı korumaya çalıştı, bunun için de istikrar için gerekli kararları engelledi.
Son seçim zaferinden sonra bu eğilimin giderek arttığını, Babacan ve ekibinin gerekli kararların alınmasında çok daha fazla zorlanmaya başladığını, harcamacı bakanların sözlerinin daha geçerli hale geldiğini görüyoruz. Maliye bürokratları da, tek seferlik gelirlerle durumu kurtarıp, Başbakana “mali disiplini koruduk, koruruz” gibi yanlış mesaj veriyorlar. 
Son olarak bağımsız kurumların başkanlıklarına atama şeklinin değiştirilmesinde, bu kurumların bağlı olduğu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’a hiç sorulmadan yasa teklifi hazırlanıp TBMM’ye sunulduğuna, Babacan’ın yasayı basından öğrendiğine şahit olduk. Babacan sonradan “özür dilediler” diye kurtarmaya çalıştı ama bu ciddi bir tehlike işareti idi. Bu yasayı getiren parti yöneticilerine baktığımızda Erbakan döneminin bürokratları olduğunu, zaman zaman “faiz karşıtı” söylemleriyle öne çıktıkların biliyoruz. Zamanında “faiz haramdır” diyenler, şimdi “faiz lobisi” diyen, bu milli görüşçü olarak bilinen kişiler.
Bence bu anlayışın Hükümette, ekonomide ağırlık kazanması çok büyük bir risk oluşturuyor.
Yazının Devamını Oku