Erdal Sağlam

5 yılda 20 milyar dolara çıkmak için kolları sıvadı

23 Şubat 2012
KUZEY Irak’ta petrol üretimi ile tanıdığımız Genel Enerji, petrol ve gaz üretimi faaliyetini Türkiye dahil, geniş bir coğrafyaya yayıp, uluslararası petrol devlerinden biri olmaya aday.

Merkezi Ankara’da olan şirket, yaptığı birleşme operasyonu ile maddi açıdan büyük imkanlara kavuşurken, aynı zamanda Londra Borsası’nda işlem gören ilk Türk şirketi de oldu.
Petrol üretimi ile ilgisiz gözüken birçok güçlü ülkenin bu alanda büyük markalara sahip olduğunu hatırlatan Genel Enerji yetkilileri, Türkiye’nin de artık böyle bir şirkete ihtiyaç duyduğunu, uluslararası alandaki Türk markası olmaya çalıştıklarını söyledi. Genel Enerji, bu hedef doğrultusunda, Londra’da işlem gören hisseleri için Türk yatırımcılara katılım çağrısı yapıyor. Yakında bu amaçla banka ve aracı kurumlar nezdinde bir tanıtım kampanyası düzenlenmesi planlanıyor.
Londra’da Genel Enerji’nin tanıtımı ve hedefleri ile ilgili bir bilgilendirme toplantısı yapıldı. Toplantıya Genel Enerji CEO’su, eski BP yöneticisi Tony Hayward’ın yanısıra, İcra Kurulu Başkanı Mehmet Sepil ve diğer yönetim kurulu üyeleri de katıldı.

1.9 MİLYAR DOLAR

Tony Hayward, Genel Enerji’nin güçlü yanlarını sıralarken, kısa, orta ve uzun vadeli büyüme planları ve buna imkan veren varlık yapısı, 1.9 milyar dolarlık kaynakla güçlü bir finansal yapısı olarak sıraladı. Uluslararası tanınmış ve deneyimli isimlerden oluşan bir yönetim yapısı kurduklarını, Kuzey Irak’taki mevcut sahaları geliştirilip, satın almalar da dahil yeni sahalar açtıklarını kaydeden Hayward, ürettikleri petrolü Bakü-Ceyhan boru hattına bağlayacak ek bir boru hattı yapma kararı aldıklarını söyledi. Hayward, önümüzdeki dönemin çok önemli bir petrol ve gaz üretim merkezi olacak Kuzey Irak’ta şu anda çok sayıda bulunan şirket sayısının konsolide olacağını, son yılların en çetin rekabetinin Kuzey Irak’ta yaşanmasını beklediklerini, sonunda 4-5 büyük şirketin kalacağını, Genel Enerji olarak Kuzey Irak’ta en büyük 1’inci ya da 2’nci şirket olmayı planladıklarını söyledi.
Yetkililer Kuzey Irak’ta yarattıkları finansal imkanların, bu ülkede yapacakları yeni iş geliştirmelere yeteceğini, bu nedenle ellerindeki 1.9 milyar dolarlık kaynağı, Kuzey Irak dışında yeni işler için kullanmayı planladıklarını kaydetti.
Önümüzdeki 5 yılda Libya, Lübnan başta olmak üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı da kapsayan dev bir bölgesel enerji ve petrol şirketi olmayı planladıklarını kaydeden Hayward, şu anda tek düşündükleri unsurun yeni yatırımlar olduğunu, mevcut

Yazının Devamını Oku

İhale Kurumu’nda göstererek gelen rezalet

21 Şubat 2012
KAMU ihaleleri başından beri yolsuzluklara, kayırmalara sahne olan bir alandır.

Yolsuzluklar için çok sözü edilen siyasetçi-bürokrat-işadamı üçgeninin en etkili biçimde işlediği, klasik deyişle; toplumun kaynaklarının haksız yere birilerine peşkeş çekildiği en önemli alandır. Kamu ihaleleri yoluyla haksız yere zengin olmuş çok kişi olmuştur.
İşte 2000 yılında uygulamaya girip, 2001’de güçlendiren, çağdaş bir ekonomik sistem kurulmasını öngören ekonomik programın önemli ayaklarından biri de kamu ihalelerindeki yolsuzlukların önlenmesi, bu alanda sağlıklı rekabetin sağlanması, verimliliğin iyileştirilmesi ve bağımsız denetim kurumları kapsamında bu amaca dönük olarak da bağımsız Kamu İhale Kurumu’nun (KİK) kurulması idi. AB ve IMF’nin de bastırması sonucu, uzun hazırlıklardan sonra bu Kurum’un oluşumunu hatırlıyorum da; insanlar ne kadar heyecanlı idi.
Yolsuzluk iddialarından bıkmış bürokratlar da, bu damga nedeniyle itibarı zedelenen müteahhitler başta olmak üzere, kamuyla iş yapan namuslu işadamları da heyecanlıydı...
Bu Kurum’un oluşumu siyasi iktidarların ihalelerde inisiyatifleri azalacağı için, yandaşlara peşkeş imkanı kalmayacağı için zaten yeterince gecikmişti ama sonunda olmuştu...
2012 yılı başında Kamu İhale Kurumu (KİK) yasası kabul edildi. Biraz da geçmişin tecrübeleri gözönüne alarak sıkı bir sistem getirildiğini söyleyenler de vardı ve yasa henüz yürürlüğe girmeden 2002 Haziran ayında ilk değişiklik yapıldı.
Mevcut iktidar ise geldiğinden beri tümüyle bağımsız kurumlara olduğu gibi İhale Kurumu’na da soğuk baktı ve “milli iradeye bir tehdit” olarak gördü. Duble yol projesi ve çok sayıda yeni müteahhide iş verme niyeti, bu iktidarın geldiğinden bu yana ihale yasasında değişiklik yapmasına neden oldu. AB’nin raporlarına rağmen, yaklaşık 20 değişiklik yapıldı. Yapılan değişikliklerle ihale yasası dışına çıkarılan istisnalar artırıldı, Kurumun inceleme yetkisi daraltıldı. Başlangıçta gazete haberlerini dahi ihbar kabul edip inceleme yapabilen Kurum, sadece kendisine şikayet edilen konuları incelemekle sınırlandırıldı. O da yetmedi, şikayet ücretleri artırıldı, ihalelere itiraz etmek zorlaştırıldı.
Tüm bağımsız kurumların başına gelen KİK’in de başına geldi; tayin edilemeyen işine son verilemeyen tecrübeli kişileri tasfiye etmek için kanun hükmünde kararname çıkarıldı. Kurumun Başkan yardımcıları, baş hukuk danışmanı ve daire başkanları görev süreleri bitmeden görevden alınırken, TOBB ve TİSK’in kurula üye verme hakkı da ortadan kaldırıldı.

MAYISTAN BU YANA BAŞKANI YOK

Yazının Devamını Oku

Piyasalarda bir Yunanistan haftası daha

20 Şubat 2012
KÜRESEL piyasalar hala “iyi haberleri satın alma” havasında devam ediyor. Geçen hafta Yunanistan’dan gelen haberlere bağlı olarak küresel piyasalarda oynaklığı yüksek bir haftayı daha geride bıraktık. ABD ve Avrupa’dan gelen veriler, rating kuruluşlarının bazı ülkelere ve özellikle büyük bankalara ilişkin açıklamaları oynaklıkta etkili oldu ama asıl belirleyici olan Yunanistan’dan gelen haberlerdi.
Bugünden itibaren yine Yunanistan haberlerinin etkili olacağı bir haftaya daha giriyoruz. Bu daha ne kadar sürecek bilinmiyor ama Yunanistan işi bittiğinde, kimsenin şüphesi olmasın ki, yeni hikayeler bulunacak ve piyasayı oynatmaya devam edecektir.
Yunanistan Parlamentosu sokaklardaki tüm gösteri ve çatışmalara rağmen, üzerine düşeni yaptı ve ek kesintileri de onayladı. Olmadı, siyasi parti liderleri seçimden sonrası için AB’ye bu tedbirlerin uygulanacağı konusunda yazılı taahhüt bile verdiler. Buna karşılık Avrupa’dan özellikle büyük ülkelerden gelen itirazların devam ettiği görüldü ama hafta sonuna doğru bunların da aşılma umudu doğdu. Şimdi sıra AB maliye bakanları toplantısına geldi. Bugün maliye bakanları toplanıp 130 milyar euro’luk ikinci yardım paketine ilişkin kararı verecek.
İşte yeni haftada da küresel piyasaların ilk bakacağı gelişme Yunanistan ile ilgili gelecek bu kararlar olacak. Maliye Bakanlarının yardım paketine ilişkin kararının yanı sıra piyasalar Avrupa Merkez Bankası’nın bilançosunda yeralan 50 milyar Euro’luk Yunan tahvilinin takası için ne karar verileceğine ve Yunanistan’ın özel sektör yatırımcılarıyla, mutabakata yakın oldukları belirtilen, tahvil değişim programına ilişkin verilecek kararları da izleyecek.
Yanısıra İspanya, İtalya gibi sorunlu Avrupa ülkelerinin borçlanmaları da merakla izlenen konular içinde olacak.
Dolayısıyla Yunanistan’la ilgili iyi haberler gelmesi halinde piyasaların yönünün yine yukarı doğru olacağını, euro’nun dolara karşı değer kazanacağını söylemek doğru olabilir. Ancak bunun yanında rating kuruluşlarından gelecek haberlere, ABD ve AB ülkelerinden gelecek veri ve açıklamalara bağlı, yine oynak bir hafta olması sürpriz olmamalı.
Çünkü piyasalar iyiyi satın alma gayreti içine girdiklerini ancak bir yandan da ana eğilimler olarak sorunların hala devam ettiğini ve çözümünün kolay olmadığını da görüyorlar. Bu nedenle sürekli olarak, satın alma konusunda çekimser davransalar bile, kötü haberleri de göz ucuyla takip etmeye devam ediyorlar.
Aslında herkes biliyor ki; Yunanistan’ın sorunu çözülse bile, Avrupa’nın durumu da, kalıcı olarak küresel piyasaların yönü de olumluya dönmeyecek. Bu bir oyun ve herkes bu oyun içinde parasını kazanmaya bakıyor.
PPK TOPLANTISI VAR AMA
İçeride ise geçen hafta, genel olarak, Yunanistan haberlerinin etkili olduğu küresel piyasalara paralel bir seyir izlendiğini söylemek mümkün. Yıllık ödemeler dengesi tablosu, olumlu gelen Ocak ayı bütçe rakamları ve işsizlik verileri de genel seyri değiştirmedi.
Bu hafta ise iç piyasalara özgü en önemli gelişme, yarın yapılacak Merkez Bankası Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısı yapılacak. Piyasalar bu toplantıdan da faiz değişimi gibi önemli bir kararın çıkmasını beklemiyorlar. Buna karşılık içeriye ilişkin veriler, büyümedeki yavaşlamanın Merkez Bankası’nın planladığı gibi gitmediğini de açıkca gösteriyor. Bu nedenle olsa gerek, Merkez Bankası geçen hafta piyasadaki para miktarını azaltma yönünde bir tavır koydu. Bununla birlikte bankaların kaynak maliyetleri artsa da özellikle Hazine faizleri yukarı doğru gitmedi. Ancak bu eğilim ne kadar devam edecek pek bilinmiyor.
İşte bu nedenle yarınki PPK toplantısında somut bir karar çıkmasa bile, toplantı sonrası yapılacak açıklamada yer alacak büyümeye ve içtalebe ilişkin değerlendirmeler ile bundan sonrasındaki para sıkılaştırmaya ilişkin gelecek işaretlere bakılacak.
Özetle; Yunanistan’dan olumlu haber gelirse, bu durum içpiyasaya da aynen yansıyabilir. Farkında mısınız; hafta hafta gidiyoruz, kimse bir ay sonrasını bile göremiyor.
Yazının Devamını Oku

İşaleminde ‘Çin olma’ korkusu

16 Şubat 2012
TÜSİAD’ın önceki gün 2012 yılı çalışma programını açıkladığı toplantıda verilen mesajlar dünkü gazetelerde önemli ölçüde yer aldı. Sıcak gündemin etkisiyle, ister istemez daha çok MİT krizi olarak bilinen konuya ilişkin, “erkler savaşı” başlıklı haberleri okudunuz. Bence TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’in verdiği mesajlar arasında, “Çin olma korkusu” diye özetleyebileceğimiz kaygıya ilişkin söyledikleri de çok önemliydi. Dünyada 2008’de yaşanan krizden sonra yeni bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu hatırlatan Boyner, bunun adını “demokratik standartlardan refah için vazgeçme eğilimi” olarak koydu. Daha merkeziyetçi bir devlet ve daha kalitesiz bir demokrasi anlamına gelen Hindistan ve Çin modellerinin örnek olarak önümüze sunulmaya çalışıldığını hatırlatan Başkan Boyner, özellikle AB krizi gündeme getirilerek, Türkiye için “Avrupa’nın Çin’i olsun” denildiğini kaydetti. “Demokratik standartlar çok mu önemli?” gibi sorularla karşılaştıklarını kaydeden Boyner, “Biz bunun nafile bir tartışma olduğunu düşünüyoruz. Belki geçici bir süre, refahın size getirdiği rehavete kapılabilirsiniz ama o sırada çok önemli ve zorluklarla elde edilmiş demokratik standartları geri getirmeniz çok zor olabilir” dedi.

Hindistan’ın bir kast sistemi olduğunu, gelir farklılıklarının olduğunu, Çin’in otoriter, gayet merkezi bir sistem olduğunu hatırlatan Ümit Boyner, ”Bunlar Türkiye için hedef olamaz. Türkiye’nin yeri orta halli, orta demokrasili bir ülke olmak değildir. Biz Türkiye’nin ekonomik büyüklüğü kadar kişi başına gelir artışı oranında da dünyanın sayılı ülkelerinin arasına girmesi gerektiğini ve gelir farklılıklarının da daha adil olması gerektiğini düşünüyoruz” şeklinde konuştu.

Euro Bölgesi’ndeki krizin bu tehlikeli eğilimleri tetiklediğini kaydeden Boyner, buna karşılık AB hedefinde ısrar etmemiz gerektiğini vurguladı. Euro krizinin mali uyum gerçekleşmediği için ortaya çıktığını hatırlatan Boyner, ”Ancak ne olursa olsun AB modelinin siyasi, yönetişim, teknik açısından küreselleşmenin en şeffaf, en sağlıklı ve en hesap verebilir provası olduğunu düşündüklerini” söyledi. Boyner, ileriki dönemde hedefin esasen AB normlarında, AB şeffaflığında ve hesap verebilir bir düzende Türkiye’nin kendini geliştirmesi olması gerektiğinin altını çizdi

ADİL GELİR DAĞILIMI VE DEMOKRASİ


Aslında Boyner’in dünkü gazetelerde manşetlere çıkan, güncel MİT krizi için söylediklerini de, demokrasi vurgusunu da bu kapsamda değerlendirmek gerekiyor. Boyner, bu temel hedeften yola çıkarak, 2000’li yılların başından itibaren ciddi bir demokratikleşme atağına başlayan Türkiye’nin, geldiği noktada yaşanan bu krizlere bakıldığında, “Aslında alınan yolun bir arpa boyu yol olduğu”nun gözüktüğünü belirtiyor. Bu bakış açısıyla, basın ve ifade özgürlüğü üzerindeki baskılara dikkat çekerek, “Demokrasilerin en önemli gücün özgün ve tarafsız medyadır. Ümit ediyoruz ki; Türkiye’de ifade ve basın özgürlüğü aslında ileri demokrasiye yakışacak şekilde ileri derecede gelişir” diye konuşuyor.

TÜSİAD’ın 2012 yılı çalışma programını hazırlarken ilkesel hedeflerinin ve referans aldıkları değerlerin; açık toplum, müreffeh toplum ve demokrat toplum olduğunu dile getirerek, bu üçünün tamamıyla içiçe geçmiş durumda olduğunu, bir toplumda demokrasi olmazsa açık toplum olmasına imkan olmadığını, demokrasi olmazsa o toplumun müreffeh olmasına imkan bulunmadığını, müreffeh olmazsa demokratik olmasının güç olduğunu söylüyor. Programın bu üç ana tema üzerine şekillendiğini kaydeden Boyner, “Birincisi sürdürülebilir büyüme için üretkenliğin artırılması, ikincisi hem teknik hem demokratik standartlar açısından Avrupa Birliği uyumunun derinleşmesi... Biz esasında özünde AB uyumunun, AB hedefi ne kadar uzak görünürse, Türkiye’nin değişimini ve Türkiye’deki reform gücü için çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Üçüncüsü de demokratikleşme...” diyor.

Bu sözlere, ”büyük işadamlarından geliyor” diye değil, ülkenin geleceğini düşünen çağdaş fikirler olarak bakmak gerek. Adil gelir dağılımı ve demokrasiye her kesim sahip çıkmalı.
Yazının Devamını Oku

Bu gidişle sıcak paralı 2012’de de konuşuruz

14 Şubat 2012
DÜN 2011 yılına ilişkin ödemeler dengesi rakamları açıklandı, merakla beklenen yıllık cari açık rakamı rekor kırdı. Özetle; 2011 yılında cari açık milli gelirin yüzde 10’una ulaştı. Hatırlıyor musunuz; 2011 yıl ortası gibiydi, IMF Türkiye’deki cari açığın milli gelirin yüzde 10’una ulaşacağını tahmin etmişti. Bunun üzerine Başbakan Yardımcısı Ali Babacan dahil tüm ekonomi yönetimi ağız birliği etmişçesine, IMF’in hesap bilmediğini, cari açığın bu rakama ulaşmayacağını söylemişlerdi. Özel sohbetlerinde IMF’den özür dilediler mi bilmiyorum, ama görünen çok açık; ekonomi yönetimi cari açık konusunda ciddi biçimde yanıldı. Yanılmadılarsa; bilerek piyasaları ve Türk halkını yanılttılar demektir.

2010 yılında 47 milyar dolar olan cari işlemler açığı, 2011 yılında 77 milyar dolara çıktı. Yılın son iki ayında artış hızı yavaşlamasaydı, bu rakam çok daha büyük olacaktı.

Evet, son aylarda cari açıktaki artış hızında yavaşlama var ama bunun yeterli olmadığı ortada.

Herkesin üzerinde mutabakata vardığı hususlardan biri; cari açıkta yaşanacak düşüşün, büyümede meydana gelecek düşüşle birebir olmayacağı yönünde. Bir başka deyişle büyüme oranı yüzde 8.5’lerden yüzde 4’e düşse bile, cari açığın milli gelire oranının yüzde 10’dan ancak yüzde 8’lere, en çok 7.5’e inebileceği tahmin ediliyor. Büyüme aynı kalmak kaydıyla bu rakamın daha yukarıda oluşacağını tahmin edenler bile var.

Makul bir cari açık/milli gelir oranı konusunda da yorumlar değişik. Ne olursa olsun yüzde 10’luk bir oranın çok yüksek ve tehlikeli olduğu ortada. Aslında yüzde 8’ler bile ciddi yüksek rakamlar. Tehlikenin nedeni ise dış kaynağa, bizim örneğimizde çoğu sıcak paraya bağlı bir yapısal bozukluğa, işaret etmesi. Bir başka deyişle ekonomi ancak dış kaynağa bağlı büyüyor, dolayısıyla bu yapıyla istikrarlı yüksek büyüme mümkün değil. Böyle olunca da dışarıdan kaynak kesilmesi halinde kurlar çok yukarı gidebiliyor, dolayısıyla kriz dediğimiz ani, servet kayıplarına neden olabiliyor.

Bu nedenle, yapısı değişmediği takdirde, eğer kriz istemiyorsak, dengeli makul bir büyüme oranıyla yetinmek zorundayız. Ya büyüme hırsımızı törpüleyeceğiz ya da ekonominin yapısını değiştirip, daha hızlı ve istikrarlı, yani krize yol açmayacak büyümeye geçeceğiz.

İşte büyüme hırsımızın törpülenmesi gerektiğini bu nedenle tekrarlayıp duruyoruz. Yüzde 4’lük büyümenin üzerine çıkılması halinde, cari açığın başımıza iş açacağı açık. Son aylarda Başbakanı da tahrik edecek biçimde agresif büyüme sözcülüğü yapanlar, faizler düşük kalsın, piyasadaki para bol olsun diyenler, inanın başımıza bir iş geldiğinde ortalıkta olmayacaklar. Bunun faturası, şimdiye kadar olduğu gibi, ister istemez siyasetçilere çıkacaktır.

DÖVİZ RİSKİ BÜYÜYOR

2011 yılında cari açık yüksekti, artık artış hızı kesilmeye başladı, bu yıl cari açığı artık konuşmayız diyenler yanılıyorlar. Bu büyüme hırsı devam ederken, küresel piyasalarda yeni sıkıntılar yaşanırsa, ya da Suriye, İran gibi yanıbaşımızda ciddi siyasi çatışmalar başlarsa döviz akışının aynen devam edeceğini düşünenler varsa, ciddi yanılırlar.

Bu arada dün açıklanan cari açık rakamlarının detayları da ilginç. 2011 yılında 77 milyar dolarlık cari işlemler açığının finansmanının 13.4 milyar doları doğrudan yabancı sermaye yatırımı ile 22.1 milyar doları portföy yatırımı ile 18.9 milyar doları net krediler, 8.4 milyar doları efektif-mevduat ve diğer varlık-yükümlülükler ile 12.5 milyar doları net hata ve noksan ve 1.8 milyar doları ise rezervler ile sağlanmış. 2011’de bankaların uzun vadeli dış borç çevirme oranı  yüzde 177 reel sektörün ise yüzde 116 olmuş. Küresel likiditede bir sıkıntı olması halinde, bu yüksek döviz borcu ciddi risk oluşturabilir.

12.5 milyar dolarlık net hata noksan kalemi ise spekülasyonu bol ve tehlikeli bir rakam.

Yani yine dış kaynakla, banka ve reel sektörün döviz borcunu artırarak, hatta döviz rezervlerinden yiyerek yüksek büyüdük. Bunun sürdürülebilir bir denge olmadığı açık.

Şimdi unutsak da, bence bu gidişle, Nisan-Mayıs gibi yine cari açığı konuşmaya başlarız.
Yazının Devamını Oku

Yunanistan halledilse de sorun bitmiyor

13 Şubat 2012
GEÇEN hafta küresel piyasalar, dolayısıyla iç piyasalarda Yunanistan haftası idi.

Bu satırlar yazıldığında Yunanistan Meclisi’ndeki oylama yapılmamıştı ama büyük ihtimalle Hükümetin alacağı önlemlere evet oyu çıkacaktır. Bu oylama Yunanistan için belirleyici ama küresel ekonomi için, bence o kadar hayati bir öneme sahip değil.
Bir düşünelim; Yunanistan Meclisi AB liderlerinin istediği ‘evet’ oyunu verse, Avrupa ekonomisi ya da küresel ekonomi ne kadar olumlu etkilenecek? Asıl belirleyici olan hâlâ sağlıklı bir çözüm yolunun bulunamayışı değil mi? Büyük ihtimalle Yunanistan Meclisi’nden istenen önlemlere evet oyu çıkacak ve bir şekilde Almanya da ikna edilip, Yunanistan Euro içinde kalmaya devam edecek. İyi de bu takdirde bütün işler düzelmiş mi olacak?
Geçen hafta küresel piyasalarda Yunanistan hakkında gelen haberler etkiliydi. Anlaşma olacağı beklentisi oluştu, haftanın son gününe kadar bu beklenti sürdü. Ancak geçen hafta küresel piyasalardaki olumlu havanın asıl nedeni; İngiltere ve Avrupa merkez bankalarının ek para basacaklarını açıklamaları idi. Piyasalar yine paraya boğulacakları için sevindiler...
Sorunun çözümü için ABD’den başlayan para basma sürecinin devamı yeterli görülüyor. ABD’de buna rağmen harcamalar artmaz, sektörler toparlanamazken, Avrupa da gecikmiş olarak aynı yola girdi. Peki Avrupa’da ekonominin canlanacağının güvencesi var mı?
Bunun ötesinde, biliyorsunuz; geçen hafta “krizin Asya ülkelerine yansıyacağı” konusunda haberler gelmeye başladı, Çin ekonomisindeki büyümenin düştüğü konuşuldu. ABD ve Avrupa krizi atlatamazken, Asya ülkelerinin kaçınılmaz olarak sonunda krizden etkilenmesi doğal değil mi? Belki de krizin yeni adı bu bölge ve gelişmekte olan ülkeler olacak, kim bilir?
Kimse basılan paraların orta-uzun dönemde küresel ekonominin başına ne kadar büyük işler açacağını konuşmuyor. Almanların bir Yahudi düşmanlığının, bir de enflasyonun hortlamasından korktuğunu herkes bilir. Almanların, bu kadar bol keseden basılan paraların sonunda enflasyona yol açacağını hesaplamadığını düşünemeyiz. Bu nedenle de temkinli davranmaya devam edeceklerdir. Ancak temkinli olsalar da olmasalar da, tek başlarına yapabilecekleri şeyler çok sınırlı ve topyekün bir çözüm hareketi gerekiyor.
TÜRKİYE’DE SİYASİ RİSKLER DE BİRİKİYOR

Yazının Devamını Oku

Merkezin çekirdek hesabı

7 Şubat 2012
MERKEZ Bankası’nın geçen hafta yayımlanan Ocak ayı enflasyon gelişmeleriyle ilgili değerlendirmesi dün yayımlandı. Değerlendirmede sadece artan fiyatlar, gruplar itibariyle inceleniyor, bazı kritik artışlar üzerinde ise durulmuyor. Banka iktisatçıları ise Ocak ayı sonu itibariyle, özellikle yükselen çekirdek enflasyon üzerinde duruyorlar ve bunun olası sonuçlarını kestirmeye çalışıyorlar.
Çekirdek enflasyon Ocak ayında yüzde 0.08 azalmasına rağmen, yıllık enflasyon yüzde 8.1’den 8.4’e yükseldi. Diğer özel kapsamlı göstergelere bakıldığında da sadece bir endekste düşüş, diğerlerinin tümünde yıllık artışlar görülüyor.

Buna karşılık enflasyon için fiyatları artan mallarla, düşenlerin oranını gösteren yayılım endeksinde bir kötüleşme gözükmediğine dikkat çeken analistlerin, Merkez Bankası’nın hesapladığı şekliyle, mevsimsellikten arındırılmış çekirdek enflasyonun üç aylık ortalamasının ise yıllıklandırılmış haliyle, yüzde 8’den 8.5’e yükseldiğinin altını çiziyorlar. Bir önceki ayki enflasyon verilerinden sonra, çekirdek enflasyondaki yıllık olarak yükselişin durduğu ve düşüşün Ocak ayıyla birlikte başlaması ihtimaline dikkat çeken analistler zaten olmuştu. Buna karşılık Merkez Bankası da sadece çekirdek enflasyonun Aralık verisiyle birlikte durakladığının üzerinde, sıkça durmuştu. Merkez Bankası dünkü değerlendirmesinde ise bu konu üzerinde fazla durmamaya özen göstermiş.

Banka iktisatçıları Ocak ayı çekirdek enflasyon verilerinde görülen yükselişi “endişe verici” olarak nitelendiriyorlar. Yükselişin özellikle, iç talebin önemli göstergelerinden bir tanesi olan mobilya sektöründen gelmesinin önemli olduğuna vurgu yapıyorlar.

Analistlerin geçen hafta Ocak ayı verileri yayımlandıktan hemen sonra yaptıkları analizlerde “Merkez Bankası, büyük ihtimalle, aylık enflasyon notunda çekirdek enflasyondaki yükselişten çok, hizmet fiyatlarındaki yüzde 6.4’den 6.3’e düşüşe vurgu yapacaktır” denildiğine şahit olmuştuk. Gerçekten de bankacıların beklediği gibi oldu ve dünkü Merkez Bankası değerlendirmesinde hizmet fiyatlarındaki düşüşe dikkat çekildiğine şahit olduk.

YENİ ENFLASYON HEDEFLERİ

Yılsonu için  yüzde 6.5-7.0 aralığında bir enflasyon ve yüzde 2.7 gibi büyüme tahminleri yapan iktisatçılar, büyümenin birinci çeyrekten itibaren yüzde 1-2 seviyelerine çekilmesi, yılın ikinci yarısında ise yüzde 4 seviyelerine çıkacağı senaryosu üzerinde duruyorlardı.

Büyümenin, özellikle de çeyrekler itibariyle yapılan büyüme tahminlerinin enflasyon açısından şöyle bir önemi bulunuyor: Bu çeyreksel büyüme tahminlerine göre yapılan çıktı açığı hesapları, çekirdek enflasyondaki düşüşün yılın ilk yarısında belirginleşeceğini gösteriyordu. Ocak ayında çekirdek enflasyonda düşüşün başlamamış olması ise çıktı açığından yeteri kadar destek gelmediği, yani ekonomideki yavaşlamanın tahmin edilen boyutlarda olmadığının bir göstergesi olarak görülüyor.

Dolayısıyla ekonominin yeterince yavaşlamaması, iç talebin yeterince gerilememesinin de bundan sonraki enflasyon gelişmelerinde belirleyici olma ihtimali sorgulanıyor.

Özetle: Çekirdek enflasyondaki artış eğilimi önümüzdeki aylarda devam eder, kurdaki değerlenme fiyatlara aynı oranda yansımazsa, enflasyonun yılsonunda yüzde 7’nin üzerine çıkma ihtimali artacak.

Bu takdirde aynı zamanda 2013’ün ilk yarısı boyunca da, Merkez Bankası’nın tahmininin aksine, hedefe yakınsama ihtimali zayıflamış olacak.

Merkez Bankası’nın revize ettiği, daha doğrusu artırdığı yeni enflasyon hedeflerine ulaşma ihtimali, daha ilk aydan tehlikeye girmiş olabilir. Bunu kesin bir dille söylemek için henüz erken ama bu noktaya şimdiden dikkat de çekmek gerekiyor.

Merkez Bankası’nın Hükümetin aşırı büyümeci tavrına uymasının bir sonucu olarak, eğer enflasyon biran önce tekrar tek haneye indirilip dizginlenemezse, işimiz çok zorlaşır.
Yazının Devamını Oku

Özel sektör yönetimlerine müdahale

6 Şubat 2012
BU köşeyi izleyenler, bağımsız kurumların ne kadar önemli olduğunu, adı üstünde siyasi otoriteden “bağımsız” olması gerektiğini, piyasa ekonomisinin düzenlenmesinde, kuralların eşit uygulanıp yolsuzluk ve kayırmacılığın önlenmesinde, yabancı sermayenin kalıcı yatırım için gelmesinde ne kadar önemli olduğunu düşündüğümü, defalarca okumuşlardır. Çünkü mevcut iktidar bağımsız kurumları siyasi atamalarla dolduruyor, “seçilmiş iktidarın yetkisini kullandırtmam” diyerek, bağımsızlıklarını yok ediyor, işlevlerini ya bakanlıklara bağlıyor, ya da siyasi kararlar almalarını sağlıyor. Bu eğilimin tehlikesine, istikrarlı yüksek büyüme için nasıl tehdit oluşturduğuna sürekli dikkat çekmek gerektiğine inanıyorum. Bürokrasinin direnmesi nedeniyle yıllardır ertelenen, sonunda uluslar arası baskıyla getirilen bağımsız kurum sistemini Hükümet, “kendi iradesine tehdit” olarak görüyor. Halbuki büyük yatırım sermayesinin gelmesi için, dışa açık önemli sektörlerin regülasyonunun siyasi kaygılardan arındırılıp bağımsız otoritelere verilmesi gerekiyor. Merkez Bankası’na Hükümetin isteği doğrultusunda karar aldırırsanız, uluslar arası piyasalarda gördüğümüz gibi Merkez Bankası’na güven kayboluyor. Enerji, rekabet, sermaye piyasası gibi alanlarda faaliyet gösteren bağımsız kurumları siyasi kaygılarla yönettirirseniz sonra çıkıp, “Yabancı sermaye bu alanlara neden bir türlü gelmiyor” diye yakınırsınız. Bağımsız kurum yetkisindeki elektrik fiyatları “Başbakan istemiyor” diye artmıyorsa, yabancı sermaye milyarlarca dolarını “Başbakanın iki dudağının arasına”, siyasi kararlara bağlar mı, yatırım yapar mı?
Hükümet bu kurumlar üzerindeki baskısını iyice artırdı.Ne zaman normlara uygun bir karar alınmaya çalışılsa, Hükümet devreye girip siyasi kaygılarla kararlarda oynama yapıyor.
Bunun son örneği Sermaye Piyasası Kurulu (SPK)nun bir yasa tasarısında yaşanıyor. Türkiye’nin en eski bağımsız kurumlarından olan SPK siyasi kaygılarla kullanılıyor. Geçen hafta Radikal’da Güven Sak yazdı; halka açık şirketlere en az iki “bağımsız üye” şartı getiriliyor, bu üyelerin onayı olmadan karar alınamıyor. Özel sektör istemiyor ama bu haliyle fazla sıkıntısı olmayabilir, örnekleri var. Ancak iş bununla kalmıyor; özel şirketlere atanacak üyelerin SPK tarafından onaylanması şartı getiriliyor. Yani özel sektör şirketlerinin yönetimlerine SPK’nın belirleyeceği isimler atanacak. Bu isimleri sizce kim belirleyecek?
Kabinede ağırlıklı bakanlardan birine geçenlerde bu uygulamadan yakınmışlar, böyle şey olamayacağını söylemişler. Aldıkları yanıt ”Napalım partide eski milletvekilleri, parti yöneticileri hepsi kapımızda, bunlara iş vermemiz lazım” olmuş.
ÇİN MODELİ
SPK’nın kuruluşunda de etkin rol alan Güven Sak, SPK’nın bu uygulaması için “Çin modeli” diyor. Çünkü böyle bir uygulama sadece Çin’de varmış. Çin Komünist Partisi (ÇKP) 1990’larda kamu iktisadi teşekküllerinin mülkiyetinin Partiye alınmasını tartışmış, olmayınca da “Bari yönetimlerine partiden atama yapalım” denmiş, uygulamaya böyle başlanmış.
Başka bir ülkede, hele çağdaş bir ülkede, kesinlikle böyle bir şey yok.
Aslında “Çin işi kapitalizm” bir süredir tartışılıyor. Bağımsız kurumların bu tür bir müdahale için Hükümet tarafından kullanılmaya başladığını, Yavuz Semerci de birkaç ay önce yazmıştı.
Bilindiği gibi Çin ekonomisi ÇKP’nin belirleyici olduğu karma bir sistem, kimin ne üreteceğine parti karar veriyor, en önemli özelliklerinden biri de emeğin çok ucuz olması. Tabi ki kamu belirleyiciliğindeki sistem, özgürlükler anlamında da çok sıkıntılı.
Güven Sak bu konuda ünlü romancı Paul Auster’ın, geçen hafta sıkça tartışılan  “Çin gibi Türkiye’de de ifade özgürlüğü yok, gelmem” dediğini ve buna Başbakanın uluslar arası camiada yankı bulan, “cahil” şeklindeki sert tepkisini hatırlatıyor.
Birkaç ay önce Hükümete yakınlığı ile bilinen büyük bir işadamının, sohbetimizde ”Hükümet iktidar oldu, oldu ama bize de rakip olmaya başladı” sözlerini şimdi daha iyi anlıyorum.
Türkiye özgürlüklerin olmadığı, tümüyle kamu müdahalesi ve planlamasına bağlı, dünyanın ucuz emek cenneti olan bir ülke olmamalı. Bu kadarını hak etmiyoruz.
Yazının Devamını Oku