Ebru Çapa

Okunmuştur

17 Aralık 2004
Bir arkadaşım, bir dönem tutturmuştu: Israrla, mütemadiyen telefon kaybetmemin ardında psikolojik nedenler olduğunu söylüyordu. Bilinçaltımın deh dehlemesiyle telefonları orada burada unuttuğumu, çünkü esasta ondan kurtulmayı arzuladığımı iddia ediyordu.

Gerçi kendisi karşısındakinin öksürüğünün namesini bile bilinçaltına bağlayan amansız bir Freud’cudur.

Fakat şu telefon mevzuunda kendisine hak vermiyor da değilim. Ben daha ziyade göz göze muhabbet taraftarı ve mektup sevdalısı tiplerdenim.

* * *

Geçenlerde outlook express’im yani e-posta sistemim çöktü.

Kaputt. Mafiş. İptal...

Hiç okumamış olduğum bilmem kaç mesajın yanı sıra, benim için özel ve değerli, sakladığım kimi mektuplar da gitti.

Eve gidince hayatımda almış olduğum tüm mektupları gözden geçirdim.

Kimilerini okurken, metinleri baştan sona ezbere bildiğim hálde, bir kez daha ağladım.

Eski fotoğrafların bile, üzerinde kan, ter ve gözyaşı olan eski mektuplar kadar kıymetli ve dokunaklı olmadığını bir kez daha anladım.

Son zamanlarda bu mevzuya kapılmış gitmekteyim zaten.

* * *

Son günlerde Leonard Cohen’in son albümü Dear Heather’ın üçüncü şarkısı The Letters’ı herhálde onyüzmilyon defa filan dinlemişimdir.

Babaların babası Cohen’in Sharon Robinson ile birlikte yazıp söylediği şarkı, damarlarımda, nasıl desem, zehirli bir serum gibi dolaşıyor.

Bir yanıma can veriyor, bir yanımıysa yavaş yavaş öldürüyor.

Leonard mırıldanıyor:

‘You never liked to get / The letters that I sent. / But now you’ve got the gist / Of what my letters meant. / You’re reading them again, / The ones you didn’t burn. / You press them to your lips, / My pages of concern.’

Türkçe meali:

‘Sana yolladığım mektupları almayı hiç sevmezdin. Fakat şimdi mektuplarımın esasını kavradın. Yakmamış olduklarını baştan okuyorsun. Kaygılı sayfalarımı dudaklarına yapıştırıyorsun.’

Sharon cevap verir:

‘Your story was so long, / The plot was so intense. / It took you years to cross / The lines of self-defense. / The wounded forms appear: / The loss, the full extent; / And simple kindness here, / The solitude of strength.’

Yanisi:

‘Hikáyen çok uzundu. İçerikse çok hararetli, yoğun... Kendini müdafaya yönelik satırların üzerini çizmek yıllarını aldı. Yaralı üslûbunun gösterdiği: Bir kayıp; son raddede... Ve o basit şefkat: Gücün yalnızlığı... (Ya da ‘ıssızlığın kuvveti’ mi deseydik?)’

Leonard devam ediyor:

‘You walk into my room / You stand there at my desk, / Begin your letter to / The one who’s coming next.’

‘Odama giriyorsun. Masamın yanında duruyorsun. Benden sonraki kişiye mektubuna başlıyorsun.’

Nakaratı birlikte terennüm ederler:

‘I said ther’d been a flood. / I said there’s nothing left. / I hoped that you would come. / I gave you my address.’

İnsanın ciğerini delerler:

‘Bir tufan oldu demiştim. Hiçbir şey kalmadı demiştim. Gelirsin diye ümit etmiştim. Adresimi vermiştim.’

* * *

Şimdilerde yeni yıl da yaklaşıyor ya, cep telefonlarınıza ve e-mail account’larınıza meşaj üstüne meşaj yağar artık.

Sizinle birlikte bilmem kaç kişiye daha gönderilen, sizin özelinize dair hiçbir incelik içermeyen meşajlar...

En son ne zaman kalem-káğıtla yazılmış bir mektup aldığınızı hatırlıyor musunuz?

Nazım’ın Piraye’ye mektupları, Bedri Rahmi ile Eren Eyüboğlu’nun aşk mektupları...

Nesiller boyu yaşayan, ciğerden, yürekten kopmuş çığlıkları andıran mektuplar...

Bakalım bizim çağımızdan geriye ne kalacak:

Slm. Yeni yılını ktlrm. Bye. İmza: Nick’in biri...

Onlar da uçmaz da kalırsa tabii.
Yazının Devamını Oku

Kocamköylü sitarelerimiz fena daralttı

12 Aralık 2004
Richard Nixon’ın Watergate skandalıyla ilgili sarfettiği ve yalan literatüründe müstesna bir yeri bulunan meşhur cümlesidir: ‘I’m not a crook! / Ben hırsız değilim!’ Yalan cümlelerinin böylesi olumsuz kurgularla kendini ele verdiği söylenir. Yani Nixon hakikaten hırsız olmasaymış, ‘Ben hırsız değilim’ yerine ‘Ben dürüst bir adamım’ dermiş.

Ben demiyorum, linguistik uzmanları diyo’.

Ben de şimdi benzer bir cümleyle lafa gireceğim ama tüyoyu baştan vermiş olduğum için yine de semi-dürüst olduğumu iddia edebilirim:

Vallahi insanların geçmişlerini yüzüne vurmak hiç adetim değildir; hele ki bunu ‘Aaa, bakın ben vaktiyle dediydim’ türü bir kocakarı lisanıyla yapmak hiiiç tarzım değildir ama pardon, kendimi tutamayacağım.

Dört yılın ardından yeni bir albümle piyasaya dönen ve geçenlerde, seneler sonra ilk kez sahneye çıkan Yeşim Salkım’a; bundan yaklaşık iki yıl önce, bu ülkeden ‘Beni öldü bilin’ diyerek gittiğini hatırlatmadan yapamayacağım.

Hiç üşenmedim, gittim, aradım buldum. Bakınız, öngörü sahibi bir akıllı bıdık olarak, ta o zaman Aktüel’de yazmışım:

‘Hazindir, o kadar güzel bir kadın olmasına karşın artık Yeşim Salkım’a bakamıyorum.

‘Beni öldü bilin!’ diyor ya hani...

Kendisini, henüz İzmir, Çeşme’de isimsiz bir şarkıcıyken, kákülleri, jean’i ve o sıralardaki yegáne afilli ziyneti olan sesi ve repertuvarıyla -Allah biliyor ya üzerinde daha şık duruyordu- izleyenleri büyülediği günlerden beri dinleyen biri olarak söylüyorum.

Sonraki yıllarda çok paralı ailelerin çok kilolu oğullarıyla (Metin Şen, Hakan Uzan...) yaşadığı birliktelikler boyunca içim ezile ezile kendisine kulak kabartmış biri olarak söylüyorum:

Yarın bir gün, Allah muhafaza, Arben İçli ile ayrılmaları hálinde, Türkiye’ye dönmesi gerekirse, lütfen bir kez daha; ‘Sanat benim her şeyim, sahnelerden ayrı kalamam’ palavrası sıkmasın.

Madem ki artık ‘yalnızca kocasının soyadını taşıyan sıradan bir evkadınıdır’ -ki tıpatıp kendi beyanatıdır- bir daha ‘Ben sahneler ve dinleyicim olmadan, şarkı söylemeden yaşayamam’ geyiğine sarmasın.

Desin ki: ‘Ben designer kıyafetler için, mücevherler için yaşarım. Ben de O kadınlardanım. Kürkümle ve kocamla mutluyum.’ Biz de kiminle, daha doğrusu kimin müziğiyle dans ettiğimizi bilelim yani.’ (27.01.2003)

Nitekim, Yeşim Salkım fırrrdöndü geldi işte...

Ve o aman da pek heyecanlı hállerine ve şımarık kız çocuğu tavırlarına bakmaya tahammül edemediğim için, en sevdiğim programlardan biri olan Zaga’yı seyredemedim yani, öyle söyleyeyim.

Zira bu kocamköylü sitarelerimiz yüzünden fenalık geçirmek üzereyim.

Atlamış olanlar müjdeli haberi buradan alsın: Cem Özer-Nilgün Yeşilçay’ın kadın ayağı, yani Nurgül Yeşilçay Özer hanımefendi, kendi çapında bir aydınlanma yaşamış; eksik olmasın, bizleri de haberdar ediyor:

Kendileri işi gücü bir yana bırakıp evinin kadını, çocuğunun anası, kocasının karısı olmaya karar vermiş. Zira biz Türkmüşüz abi, kendimizi kandırmayalımmış. Kariyer kariyer, nereye kadarmış?!.

Hani bu kadar sinirlenmeyip bu denli adrenalin salgılamasam, tansiyonum düşecek, baygınlık filan geçireceğim, o olacak...

Hakikaten bu, meselá Gülben Ergen Erdoğan hanımefendinin de diline bilmem kaç karat tektaş misáli takıp da çıkartmalar bilemediği; ‘Başımda kocam var, demek ki neymiş, artık ellerimi hoptop álemlerin çirkefinden yıkadım, bundan böyle evimin namuslu kadınıyım’ muhabbetinden ve bu geyiği marifet zanneden kadıngiller familyasından yana bünye, var ya, fena hálde ikrah getirdi.

Tebrikler. Hakikaten...

Başınızda arslanlar gibi kocanız olsun, hatta isterse sinek kadar olsun ama yeter ki olsun...

Saadetiniz daim olsun.

Gözü olanın gözü kör olsun.

Fakat elemanın, yani erinizin kükremesi ya da işte vızıltısı da bizi germeyiversin mümkünse...

Eh be...
Yazının Devamını Oku

Ben şimdi n’apıcam?

11 Aralık 2004
Utanç içindeyim... Esasında insanlığımdan utanıyorum derdim ama diyemiyorum. Zira kalmamış bende öyle bir şey. İnsanlık yani... Ben bir metropol ucubesiyim. Utanç içindeyim ama neremle utanıyorum ona dair bile fikrim yok, yemin ederim.

Geçtiğimiz gün, bir röportajdan çıkmış, gazeteye dönüyorum. Saat akşam sekiz buçuk filan...

Daha çevreyolunun başında inanılmaz bir trafiğe yakalandık.

‘Bu saatte, bu güzergáhta, böylesini ilk kez görüyorum’ dedi şoför.

Ben ne desem beğenirsiniz: ‘Ya, hakikaten, kaza filan olmuştur inşallah.’

Laf ağzımdan çıkar çıkmaz, ne dediğime uyandım ve kendime inanamadım.

Hani az ilerde bir kaza vuku bulmuş ve trafik ondan sıkışmış olsun istiyorum. Ki bu sayede bir süre sonra çözülsün, biz de rahat rahat yolumuza gidelim.

KATLİAM VACİP

İşin daha da acayip yanı şu ki, şoför de ‘Höst, senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?’ filan demedi.

‘Hı hı...’ dedi.

Pespayelik, kepazelik, rezillik. Kendimden tiksindim.

Zaten o sırada beyin fena hálde karıncalı. Kendimle hunhar bir hesaplaşma içindeyim, kafamın içinde durup durup kendime kalem kırmaktayım; bir de bu yani?..

Katlim vacip; gidip Bush’a evlenme teklifi falan edeyim bari. Bana o yakışır.

Bu şehir mi beni bu hále soktu, yoksa ben hep böyle miydim?

Mesleki deformasyon mudur, İstanbul’un yüklediği metal yorgunluğu mudur; böyle bir cümle sarf edebilecek kıvama ne ara ve neden ve nasıl geldim?

Geçenlerde canım ciğerim sevgi ve saygıdeğer bir dostum; ‘Elimde değil artık, aşka dair her şeye alaycı yaklaşıyorum; böyle de sarkastik bir yaratığa dönüştüm’ dedi.

Al benden de o kadar...

‘Hani uzun zaman oldu, bünye hazır, hevesli ve niyetli, şu köşeden bir yerlerden aşk meşk filan çıkıp gelse fena olmaz’ diyor bir yanım.

Fakat mıh gibi de biliyorum yani, aşk gelecek olsa, onu defe koyup çalacağım.

‘Ben şimdi n’apıcam?’ Böyle soruyor Pamela Spence, Şehir Rehberi albümünün ilk şarkısı İstanbul’un başında.

Kendisini kafenin birinde terk eden manitaya; ‘Böyle mi olduk şimdi? Hani en kötü günümde sen olacaktın yanımda?’ şeklinde hesap sorarken.

‘Eskidenmiş onlar güzelim’ diyesi geliyor insanın; güven dediğin artık sigorta poliçesi reklamlarında filan bahsi geçen nostaljik bir tat...

Şimdilerde hayat dediğin abur cuburla beslenmekten dolayı salınmış deforme bir göbekten ibaret.

Neymiş? Aşk...

‘Bir ortak geçmişimiz var, bir de hep açık yaralar / Kendime hatırlattığım, fazla parlamış anılar! / Karşıma her yerde çıkan 30 yaş üstü adamlar / ‘Hep seni sevmiştim’ diyen, bir şeyler bekler bakışlar! / Yerçekimine yenik üstün başın / Bir de hep güzel tınlamış adın, adın! / Cebinde bir tek numaran kalmış artık / Herkes için bir tadımlık!’

Geçtiğimiz hafta Tolga Akyıldız Pamela’nın albümüyle ilgili gayet isabetli bir methiye yazmıştı.

Üzerine ekleyebileceğim pek bir şey yok, her sözünün altına ben de imzamı atarım deyip işin kolayına kaçayım.

İstanbul’un klibi de gayet başarılı.

Stilde kopan bir Pamela Spence, güzel İstanbul kadrajları ve gençten bir yakışıklı... (Eh, hayatı boyunca şakağına kır düşmemiş adamı adamdan saymayan biri olarak artık kıtırları da beğenir olduk ya, yaşlandığımızın resmidir yani!)

İstanbul derken de, öyle Çamlıca tepelerinden Boğaz manzarası filan değil elbette...

Duvar dipleri, ara sokaklar, kafeler, caddeler; şehrin ciğerinden metropol hálleri...

Şahsen bir tek sıkıntım var: Pamela’nın kafasındaki o bilmem kaç kiloluk saç modeline bakarken benim başım ağrıyor ama onun bir şikáyeti varmış gibi görünmüyor.

Gayet de şık duruyor.

Bana ne yani, di mi?

Benim derdim her zamanki gibi kendimle.

Şunun şurasında hepi topu 33 yaşımda dönüşmüş olduğum içi acımış, ekşimiş kadına hayıflanıyorum.

‘İstanbul seni hapsetmiş, eski bir banda kaydetmiş / Yüzlerce binlerce insan, aman Allah, hep bu şarkıyı söylemiş / İstanbul seni kaybetmiş, ilaçlayıp berbat etmiş / Davul gibi gerilen derini, aman Allah, kimbilir kimler inletmiş?’

İstanbul bizi kaybetmiş, ilaçlayıp berbat etmiş. Piç etmiş, hacamat etmiş; doğru valla...

O gün, gazeteye gelene dek yolda üç ayrı kaza gördük.

Fakat trafiğin onlarla bir alákası yoktu. Tabakhaneye yazı yetiştiriyoruz ya, al bana, al bana, al bana!..

ULAN İSTANBUL

Kaza mahallerini geçince filan da trafik rahatlamadı.

Bana sadece böylesi bir cümleyi kurabilmiş, daha da fenası böyle bir şeyi düşünebilmiş olmanın hayreti ve utancı kaldı.

Bir yandan cehennemde yanacağım diye korkuyorum ama herhalde pek de zorluk çekmem.

Dünya gözüyle bir nev’i zebaniye dönüşmüşüz zaten.

Ulan İstanbul, ulan İstanbul...

İnsanlıktan çıkmışız be.

Neymiş bir de?.. Yok aşk, yok güven...

Ulan İstanbul... Ulan İstanbul...
Yazının Devamını Oku

Kapat çeneni!

10 Aralık 2004
İki aşık yüzyüze...<br><br><B>Erkek dile gelir: ‘Bizi ne üşütecek bir rüzgár olabilir artık, ne de ıslatacak bir yağmur... Çünkü en büyük gücü arkamıza aldık.’ Bu liselim tonundan çalan, aman da pek şairane sözlerin peşinden ne beklersiniz? Ne olabilir o ‘en büyük güç’ dersiniz?

Kedi merdiveni model kenar süslü sevgimiz, aşkımız, sevdamız?..

Sizi safdiller sizi; bilemediniz.

Tüyo verelim...

Teşbihte hata olmaz; vakt-i zamanında Saddam’ın arkasına aldığını zannettiği ABD gücü Bushgiller’e benziyor diyelim.

Şimdi bildiniz ama di mi?: Anaların anası, en fena kábusların devanası, ‘yapışırsam yakarım’ uyruklu denizanası Semraanım...

Ata konuşuyor: ‘En büyük gücü arkamıza aldık.’

Kim o büyük güç?: ‘Annem...’

Siz ona kısaca Deli Semra da diyebilirsiniz. Sinem diyor...

Şurda aile içinde muhabbet ediyoruz işte gııı, deyiveriniz...

Yok, pardon, o öbür sabah programıydı; siz bunu Kuşum Aydın dilinde telaffuz edeceksiniz.

Nasıl denir?

Nediyecaktındediyemayacektinkineyeuymayacekti?

Geçtiğimiz hafta artık kameraların karşısında, kelime manasıyla deliren; üstelik de Sinem kendisini ‘Deli Semra’ olarak andığı ve ‘afferim oğlusu’ Ata buna rağmen Sinem’le gizli saklı sözlenip yüzük taktığı için deliren Semraanım’ın gönlü ferah olabilir artık.

Zira bilmem kaç milyonun gözünün önünde annesinden öylesine azar işiten herhangi bir vatan evladı -umalım ki Allah bizi yanıltsın ama- muhtemelen ömrünün geri kalanını ancak kastre olmuş bir zavallı olarak tamamlar.

Ve afferim oğlusu Ata’nın dediği gibi Semraanım, artık Atacığının mutlu mesut ‘turşusunu kurar.’

Rrröhhh!

O neydi be öyle: ‘Hayıııır! Kapa çeneni! Haddini billl! Dişlerini dökerim! KAPATTT ÇENENİİİ!’ Habire koltukta diklenip; ‘Bak şimdi oraya gelirsem’ şeklinde geçirilen, bakılabilemez, izleyeni utancından yerin dibine sokan bir hezeyan.

Yine yanıldığımızı umalım ama muhtemelen Semraanım Ata’yı dövüyordur da...

Yoksa o ‘Bak şimmmdi yanına geliyorum’ hamlesi, öylesi bir doğallıkla, refleks kıvamında sergilenemez yani.

Ve bizim hafsalamız almıyor, alamıyor ama olabilir; neden olmasın di mi ama bir yandan da?..

Öyle deniyor. Bu gayet doğalmış yani.

Yurdum kadınlarının cırtlak cırtlak, hoptirilaylom geyiği eşliğinde konuyu ele aldığı sabah programında, bu ebem ya da örekem olur musun programları yüzünden beyin kapasitesinin de lákabına indirgendiğine dair derin endişeler beslediğimiz Kuşum Aydın, şöyle buyurdu:

Efendim, Semraanım aşıklara haksızlık yapıyormuş. Yani gönüller bir olsunmuş. Her şeyin bir yolu yordamı varmış. Ata ile Sinem evlendiği zaman gelini ona evde deli derse ağzına bir tane patlatırmış, o olurmuş.

Çüş olsun, oha olsun, ne diyeceğini bilemiyor deli gönül.

Bir açık tımarhanede, bir yandan da ideal gelinlik zenaati öğretmeye kalkışılmıyor mu bir de?

Gel de delirme...

Hani sonbahar-kış modasının en güzide aksesuvarı huniyse, biz de isteriz. Bizim başımız kel mi?

Biz de cezai ehliyetimiz olmasın, onun yerine yeşil reçetemiz olsun, ama bu toplumsal bir hadise, bir şov olsun, bir yanıyla hiç ciddiye alınmasın, bir yanıyla, ‘17 Aralık’ta n’olacek?’ ehemmiyeti taşısın istiyoruz.

İzliyoruz: Semraanım, kızları hizaya sokuyor, onlara yatak toplamayı öğretiyor.

Ordudaki gibi olacakmış efen’im. Bööö’le gergef gibi...

Leblebiyi üzerine attın mıydı zıplayacakmış.

Gelin dediğin, yatağı böyle toplarmış.

Dünyayı güzellik değil, elbette Semraanım; evlilikleriyse, üzerinde leblebi zıplayan yataklar kurtaracakmış.

Bugün uyuyup 200 yıl sonra uyanmak istiyoruz.

Hazindir, ezber dağınık, neye uyanmak istediğimizi de bilmiyoruz.

Hay gelinine, kaynanasına, damadına, kayınçosuna ve yedi ceddine ve bin kunduzuna şeyettiğimin dünyası.

Ne biliyoruz, bilmiyorum; kendi adıma sadece kusmak istiyorum.
Yazının Devamını Oku

Bana acıma, beni anla

9 Aralık 2004
Truva’nın yarattığı infiali taze atlatmıştık ki hayat ve Hollywood önümüze Büyük İskender’i koydu. Film hakkında ahkám kesecek değilim, zira gitmedim. Gitmeyi de düşünmüyorum, zira Kral Arthur’u izledikten sonra bu büyük Hollywood prodüksiyon tarih filmlerinden yana perhize girmeye karar verdim.

Hatta tövbeliyim bile diyebilirim. Filmlerin saçmalık dozajı, ürkütücü bir akselerasyonla artıyor azizim.

Cesuryürek şahaneydi, Gladyatör nefisti, Truva -Eric Bana ve Brad Pitt sağolsunlar- gayet hoş bir seyirlikti ama yine de eh işteydi. Kral Arthur ise fena ötesiydi. Büyük İskender’in gösterildiği sinemaların önünden bile geçmemeye niyetliyim.

Yine de filmle ilgili her türlü tartışmaya vakıfım yani.

Bilindiği üzre, en harlı tartışmalar İskender’in cinsel tercihi, yanisi Küçük İskender üzerine döndü.

Oltaya bir cinsel tercih muhabbeti bağla, dünyanın bütün sazanları toplansın tabii...

Valla Büyük İskender, heteroseksüel midir, eşcinsel midir, biseksüel midir bilemeyeceğim ama Tuna Nehri’nden Himalayalar’a, Tanrı Dağları’na, Hindistan’a filan yayılan fetih seferleri sırasında arada bir yerlerde kendilerini deli öpmüş, orası kesin!

Popüler Bilim ve Kültür Dergisi Focus’un Aralık sayısının kapak konusu: İskender’in Peşinde.

‘Asya’nın Efendisi’nin Anadolu’daki rotasını izlemişler, konuyla ilgili bir de şahane harita vermişler. ‘Görmeyenler haritaya şöyle bir göz atsın, ne dediğimi anlayacaksınız’ der, mevzudan sessizce ikilerim.

Ben başka bir konuya takılmış vaziyetteyim.

Focus’un, bir önceki sayısının kapağında Mickey Mouse kulaklı Che vardı. Başlık: ‘Karizma olmak ya da olmamak.’

Derginin Yayın Yönetmeni Özgür Atanur, dert yanıyordu. O sayı, hiç almadığı kadar okur tepkisi almış.

Millet, zahmet edip de konuyu okumaya gerek duymadan galeyana gelmiş: ‘Vay, sen misin, Miki Fare kulaklı bir illüstrasyonla Che’yi tiye almaya kalkan!’

Oysa içerikte Kennedy’den Picasso’ya, Mahatma Gandi’den Jül Sezar’a birçok karizmatik kahraman ele alınıyor ve Che içinse şöyle deniyor:

‘Che Guavera, 20. Yüzyıl’a damgasını basan gerçek bir ‘karizmatik lider.’ (...) ‘Comandante’ etkisini 21. Yüzyıl’da da sürdürecek gibi gözüküyor. Grafik sanatçıları, ona Mickey Mouse kulakları taksalar da, portresini t-shirt’lere ve hediyelik bassalar da, adına müzikler bestelenip kazanç sağlansa da, kimse onun gibi olamayacak.’

Aynı şey Yeni Yüzyıl’da köşe yazarken benim de başıma gelmişti. Günümüzde sloganların içinin nasıl boşaltıldığından bahsetmeye çalışırken, sol tandanslı Yazın dergisinin kapağından dem vurmuştum.

Kapakta elinde kolum kadar bir puroyla Che’nin resmi vardı ve kapak başlığı olarak altında ‘Bir yaşam tarzı olarak Che!’ yazmaktaydı.

Ben de ‘Bu, pekálá puro dergisi Cigar Aficionado’nun kapağı da olabilirdi ve altında ‘Bir yaşam tarzı olarak Cohiba’ yazabilirdi’ demiştim.

Ne dediğimi anlamaya çalışmaya tenezzül bile etmeyen bir kısım okur galeyana gelmişti: Vay, ben miydim Che’ye böyle böyle dil uzatan...

Hadi, diyelim ki benimki bir gazete sütunu. Gazete okuru, izandan yana geniş bir yelpazeye yayılır. Ama kardeşim, bu da bir bilim-kültür dergisi yahu! Para verip almışsın, demek ki hayata geniş bir açıdan bakmaya, anlamaya çalışmaktasın. Bir dur, bir oku, bir bak, bir anla yani. İncilerin mi dökülür?

Üstelik Focus, adı üzerinde bir ‘popüler’ bilim ve kültür dergisi. Son derece komplike konuları, en anlaşılır şekilde okura aktarıyor. Bunu da gayet iyi yapıyor. Tavsiye ederim.

Tabii geçinmeye ve anlamaya gönlü olanlara...

Yoksa James Joyce’un Ulysses’ini hava atmak ve arada bir tozunu almak için kütüphanesine yerleştiren, Playboy’u da içindeki makaleleri okumak için aldığını söyleyen arkadaşlardan bahsetmiyorum.
Yazının Devamını Oku

Ebru Çapa’ya açık mektup

5 Aralık 2004
İstirhamımdır: Amcamın oğlu ile evli, bir kız çocuğu annesi olan Ebru Hanım (Parantez ve aile içinde: Ebrucuğum); rica ederim çocuk da kariyer de yaptığınız, üstelik her ikisini de gayet şahane bir şekilde başardığınız hayatınızın kariyer kısmında, sırf benim hatırım için biraz daha az başarılı olmaya gayret ediniz. (Herhálde, başlığa bakıp kendime açık mektup yazdığımı düşünmemiştiniz? Arada bir kişilik bölünmesinden mustaribim filan şeklinde sayıklıyorsak, o kadar da uzun boylu değil yani!)

Zira şu anda mail-box’ım MSN Türkiye Ülke Müdürü olduğum için beni tebrik eden ve ne yani, bunun artık yazarlık yapmayacağım anlamına mı geldiğini soran e-postalarla dolu.

Kafayı yiyeceğim bir gün, o olacak...

Arkadaşlar, yoldaşlar, Romalılar, gözünün yağı yenilesi okurlar; ben bilgisayardan, onu daktilo olarak kullanmak ve internete girmek haricinde hiiiç anlamayan bir teknofobiğim.

Siz bana bilişim deyin, ben size, oldu canım, mümkünse bilişmeyelim görüşmeyelim diyeyim...

Yani sizin aklınız bir insanın hem yok Microsoft’un pazarlama müdürlüğü, yok MSN’in ülke sorumluluğu gibi işlerle iştigál edip hem de saati olmayan bir meslek olan gazeteciliği yürütülebileceğini alıyor mu?

Hani diyelim ki böyle bir süper, insanüstü varlık, tahayyül dahilinde. Benim öyle biri olabileceğimi hafsalanız alıyor mu?

Yani şunca yıllık hukukumuz var. Benim gibi bir şuursuzdan böyle bir şey bekler misiniz? Hakikaten o derece iyi niyetli olabilir misiniz?

Pesss yani...

Herhálde, dünyayı gelecekte sizin gibi, hayal gücü, üstüninsanın aleláde, dakkada bir adamın karşısına çıkabilecek bir şey olabileceğini alan insanlar kurtaracaktır.

Yalnız bir ricam olacak:

O günler geldiğinde, dünyayı kurtarırken, benim gibi mütevazı kapasiteli insanları da kurtarmayı unutmamanız, yegáne temennimiz...

Bir kez daha tekrar ediyorum: Değilim abilerim ablalarım, değilim.

Ben o Ebru Çapa değiliiim...

O Ebru Çapa, sayamadığım seferler belirttiğim üzre kuzenimin eşidir.

Tanıyabildiğim ve bildiğim kadarıyla şahane biridir.

Fakat eğer ben porselen dükkánında kıçıyla tezgah deviren filimsi bir şeysem, kendisi bir nev’i kuğu ya da ne bileyim, su perisidir.

İkimizin isim benzerliği haricinde, benzerlikten yana aynı cümle içinde geçmemiz bile mümkün değildir.

Eskiden, ben Esquire’da çalışırken, yanımızdaki bölmede de PC Magazine hazırlanıyordu. O Ebru Çapa da hafızam beni yanıltmıyorsa, Hewlett Packard’da çalışıyordu. Ne zaman PC Magazine’e onun yolladığı bir faks gelse, iyi niyetli bir arkadaş, faksın alıcısıyla göndereninin yazıldığı yerde bir yanlışlık yapılmış zannediyor, Ebru Çapa’nın yolladığı faksı, Ebru Çapa’ya gelmiş bir faks olarak alıyor ve bana getiriyordu.

Benim için hiyerogliften daha açık bir anlam taşımayan bilgisayar terimleri içeren metinlere salak salak bakıyordum başlarda.

Sonradan mevzuya uyanınca, elime tutuşturulan faksları ‘Sağol abi’ dedikten sonra paravanın üzerinden PC Magazine’e doğru uçurmaya alıştım.

O Ebru Çapa’nın eşi olan kuzenimle şimdilerde aynı binada çalışıyoruz. Bir gün güvenlikten aradılar ve kredi kartımın geldiğini, gidip almamı söylediler.

‘Bir yanlışlık olmalı. Ben 3 küsur milyarlık borca, ablam sağolsun 11 milyar ödediğimden beri kredi kartı cezalısıyım. Cezalı olmasam bile bu konularda bir geri zekálı olduğumu artık kabullendiğim için asla başvuruda bulunmam ve kullanmam’ diyorum, dinletemiyorum.

Meğer bizim kuzen ile birlikte ortak hesapları varmış, kart da onun kredi kartıymış.

Hayır, hayatta iki Ebru Çapa’nın başına bunlar geliyorsa, memlekette en sık rastlanan isim olan Mehmet Yılmaz’lar ne yapıyor Allah bilir.

Kendi hálimden pay biçince, hayatta tanımadığım tüm Mehmet Yılmaz’lar adına fena üzülüyorum.

Bakalım bir sonraki hadisemiz ne olacak? Zira bu konu burada bitmeyecek, bitmezzz, onu da biliyorum.

Böyleyken böyle Ebrucuğum. Tanımadığın bir sürü insan seni tebrik ediyor ve selámları var. Üzerimde kalmasın yani.

Ben de tebrik ederim ayrıca... Ha, bir de... Utancımı, utanç içinde pişkinliğe vurarak sormak isterim: Ben görmeyeli Lál üniversite çağına filan geldi mi? (Vallahi şu anda kendi kulağımı çekiyorum. Siz elinizi yormayın.)
Yazının Devamını Oku

Bira bu müziğin altındadır (2)

4 Aralık 2004
<B>Dünden devam:</B> <I>Bu satırların ballı olduğu kadar oportünist yazarı, geçtiğimiz Salı, Efes Pilsen Blues Festival 15’in Diyarbakır ayağını izlemek amacıyla Diyarbakır’daydı. Bu arada esas meselem orada bulunan Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları, Yönderlik Programı’ndaki kardeşim Eylem ile buluşmaktı. Yanisi bu bir devam yazısı, klip mılip aramayınız, saygılar.

*

Diyarbakır’a gitmek üzere havaalanında buluşacaktık. Ehem, saat 06.15’te...

Bu da benim için 05.30’da kalkılacak, 15 dakikada evden çıkılacak anlamına geliyordu ki bilenler iyi bilir:

Daha ziyade, o saatlerde ancak uykuya dalabilmekle, bir kez uyudum mu uyumaktan ziyade bayılmakla ve uyanamamakla, binmem gereken vasıtaları, özellikle de uçakları kaçırmakla tanınırım maalesef. Ne hikmetse, o uçağı yakaladım.

Gerçi, havaalanında kahveyle afyon patlatmaya çalışırken fazla oyalanıp uçağı kaçırma tehlikesi de atlatmadık değil, ayrı...

Bir sürü anons manons edilmiş. Biz duymadık. Akşamüstü, eski bir dostum Antalya’dan arayıp; ‘Kızım ne yapıyordun sen sabahın köründe havaalanında? Hangi dağda kurt öldü? Ayrıca Diyarbakır’da ne işin var?’ diye sorunca uyandık. Havaalanındaymış; o duymuş anonsu, biz duymadık.

Neyse kapıyı yüzümüze kapattılar; biz tabiri caizse kapıları yıktık, ‘Bi’ daha yaparsanız almayız ona göre’ fırçamızı yedik, başımız önümüzde, uçağa bindik filan...

Sonra işte, okulu paydos olunca Eylem’le, yani kardeşimle buluştuk. Sarılıştık, hasret giderdik, ailesiyle tanıştım, o da benimle konsere geldi, gece benimle otelde kaldı...

Öyle yani. Muhteşemdi. O muhabbet bize kalsın.

Ben size yiyip içtiklerimi değil dinlediğim müziği anlatayım.

Yani Diyarbakır’a gittik diye sevindirik olduysak da abartmanın álemi yok; neresinden baksanız bu da müzik sayfası.

PHILADELPHIA İSTANBUL’A TAŞINIYOR

Dün de belirttiğimiz üzre, festivalin İstanbul, İzmir, Ankara ve Eskişehir ayaklarında Cahit Berkay ile birlikte sahne alan Philadelphia Jerry Ricks, sadece şahane bir akustik blues üstádı değil aynı zamanda güzel insan gönül adamı.

Yıllar önce ABD’deki ırkçılığa isyan edip Avrupa’ya yerleşen Ricks, ilk kez geçtiğimiz yıl geldiği Türkiye’yi dolaştıktan sonra burasıyla aşka düşmüş. Şimdilerde Türkçe öğreniyor ve buraya yerleşmek için İstanbul’da kendine ev arıyor.

Onun yanında, basketbol camiasında ‘Beyaz adam zıplayamaz’ şeklinde ilerleyen bir deyiş vardır ya, o biraz blues müzisyenleri için de yerleşik bir inanıştır: Beyaz adamın blues ile ne işi olur kanaati, müzik piyasasında epey yaygındır.

Fakat şu anda okuduğunuz da dahil olmak üzere her genelleme yanlıştır ya bir yandan da (Bu seferki yazı da tercüme deyişler sözlüğüne döndü be birader!), işte Little Charlie & The Nightcats de bu kanaatin müthiş istisnaları.

Kaide bozarlar yani, öyle söyleyeyim...

San Francisco’lu grup, bebop’dan giriyor, swing’den çıkıyor; çok eğlenceliler, öyle böyle değil.

Mighty Sam Mc Clain’e gelince, o söylesin, biz dinleyelim yani.

Ses, ben diyeyim Barry White karizması, siz deyin ilahi-davudi kırması, ama ille ki büyüleyici bir ton taşıyor.

Hakikaten iyi performanslardı. Hani ben bir saadet buhranı geçirdim, bana öyle geldi diyeceğim ama diyemem... Çünkü blues gibi blues’a doydu bünye; şimdilerde şükretme safhasında.

Seyirci de çok iyiydi; ortam süper, arkadaşlık süperdi.

Böyleyken böyle... Festivalin kalanını yakalama imkánı olanlara kaçırmamalarını öneririm.

Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden -Eylem’ciğim, ziyadesiyle seni varlığının her santimkaresinden- öperiiim...

Not: Daha önce Kıbrıs, Antalya, Konya, Ankara, Kayseri, Samsun, Trabzon, Adana, Gaziantep, Diyarbakır, şimdilerde İstanbul’da gerçekleşen konserler, 6 Aralık’ta Tekirdağ’da, 8 Aralık’ta Bursa’da, 10-11 Aralık’ta İzmir’de sürecek ve 14 Aralık’ta Eskişehir’de son bulacak.
Yazının Devamını Oku

Bira bu müziğin altındadır

3 Aralık 2004
<B>D</B>iyarbakır’da genç bir arkadaş; neden genellikle karamsar bir üslûpla yazdığımı, hep asabi tondan çaldığımı, gerçek hayatımda çok mu mutsuz olduğumu sordu. Aaa, vallahi hep öyle yazmadığımı, sık sık iyi şeylerden de bahsetmeye çalıştığımı söyledim. Sonra da tabii şöyle bir düşününce, memlekette hep iyi şeylerden bahsetmenin pek de kolay olmadığını anlatmaya gayret ettim.

Yani hakkım teslim edilsin isterim.

Zira zerafet timsali bir insan olduğum için; ‘A benim güzel olduğu kadar sazan kardeşim’ diye lafa girip kasvet kusarak devam etmedim.

Meselá:Terörist olduğu iddia edilen 12 yaşındaki bir çocuğun bacak kadar bedenine, güvenlik güçleri tarafından pek şaibeli bir ‘çatışma’ sırasında 13 kurşun saydırılabildiği...

Bunun yanında taso oynadığı arkadaşıyla kavga eden yedi yaşında bir çocuğun, evden kapıp geldiği bıçakla, o küstüğü arkadaşını öldürebildiği...

13 ve 15 yaşlarında iki kardeşin, toplarını kesti diye yaşlı bir kadının evine girerek onu delik deşik edebildiği...

Kerli ferli ve nüfuzlu adamlar tarafından toplu tecavüzlere uğrayan çocukların haberlerinin kanıksanma raddesine geldiği... Küçücük kız çocuklarının ‘güya namus’ bokuna aileleri tarafından katledildiği...

Bir ülkede, paçan sıkıyorsa, miden ve vicdanın elveriyorsa, otur da haftanın dört günü çiçek-böcek edebiyatı sen döktür!

Demedim...

* * *

Ama meselá gazetecinin öncül görevinin her hadiseye, her habere sorgulayan, her şeyin daha iyi olabileceğini ihtimal dahilinde bulunduran bir gözle bakmak olduğunu, bunun adının da kaba tabirle ‘eleştirel bakış’ olduğunu düşündüğümü...

Bakın işte, bunları söyledim. (Ve yani soru tam olarak buysa ve bunu duymak rahatlatacaksa, bir yanı her daim huzursuz, tabiatıyla huysuz huysuz kaşınan bir uyuz olduğumu da itiraf ederim.)

Şimdiyse, o arkadaşa hep de bet muhabbeti çevirmediğimi hatırlatıp günahımı almış olduğunu kanıtlarcasına, kendinden ve hayattan hoşnut birinin duyacağı türden bir iftiharla şöyle bir cümle kurmak isterim:

Ulan bugün çok mutluyum be!

Dikkatli okurun gözünden kaçmamıştır ama yine de: A-a söylemiş miydim? Salı günü 15 Efes Pilsen Blues Festival’nin Diyarbakır ayağını izlemek üzere Diyarbakır’a gittim...

İçim gayet rahat, zira yalanım yok, Festival’de emeği geçen arkadaşlara da (Efes Pilsen, Pozitif, Me-Se Halkla İlişkiler... ) söyledim: Esas derdim, oradaki kardeşimi görmekti.

Benim gibi müzik ve bira oburu biri için arada izlenim yazısı yazma niyetiyle, bolca bira tüketilen üç adet blues konseri izlemek de -iyi bahane deyip geçmeyeyim- kaymaklı kadayıf, çikolatalı baklava tadında bir şeydi.

(Hatırlayanlar, hatırlamayanlara hatırlatsın. Ya da siz yorulmayın, ben hatırlatayım: Hani hangi akla hizmetse, şu hayatta beni abla yerine koyup, yani bunu tahayyül sınırları dahilinde bulundurup, yönderlik programına almışlardı ve Dicle Üniversitesi öğrencilerinden bir genç kızın ablalığına atamışlardı ya...O kardeşim işte; Eylem...)

Eylem’i ayrı, Diyarbakır’ı ayrı, blues müziğini ayrı, birayı ayrı severim.

* * *

İmdiii, ben festivalin genç, zeki, dinamik ve mevzunun içinden müzik ile içki de geçtiği için az biraz ahláksızını, en önemlisi de dinleyiciyi ayağına beklemek yerine ayağına üşenmeyip izleyicinin ayağına gidenini, iyi organize olup, diyar diyar dolananını severim.

Uzun lafın kısası: Efes Pilsen Blues Festival’ı pek severim. Hatta onu yirim ben, yirim! (!!!)

Neyse işte, Diyarbakır’da ‘Philadelphia’ lákaplı Jerry Ricks’i, Little Charlie & Nightcats’i ve Mighty Sam Mc Clain’i izledik geldik. Bugünlük, tüm performansların harikuláde olduğunu söylemekle yetinelim:

Aynı tayfa dün, yani Perşembe akşamı, İstanbul’da, Lütfi Kırdar Rumeli Salonu’nda sahne aldı. Bizim izlediğimiz müzisyenlerin yanı sıra, Jerry Ricks ile birlikte çalmak üzere sahnede Cahit Berkay da vardı.

Konserler bu akşam ve Cumartesi akşamı da (19:30) aynı yerde tekrarlanacak. İstanbul’da olanlara, kaçırmamalarını hararetle tavsiye ederim.

Not: Mevzunun devamı, konser performansları ve festival programının geri kalanı, yarına, Cumartesi ekinde. Hadi selámetle...
Yazının Devamını Oku