14 Ocak 2005
Geçtiğimiz haftanın haberiydi: Time dergisi, kapağını ‘mutluluk’a ayırmış.Zira neymiş? Mutluluğun yüzde 50 oranında genlere bağlı olduğu ortaya çıkmış.Arada bir çıkar öyle, şu-bu-o’nun da genlere bağlı olduğu ortaya...Gen haritası çözüldüğünden beri olayımız bu biliyorsunuz. İnsana dair olan biten ne varsa genetik.Yakında Reha Muhtar’a, Semra’anım’a filan bile akıl erdirmemiz mümkün olacak inşallah; tıp teee oralara kadar ilerledi. Malûmunuz, ‘Parayla saadet olmaz’, yüzyıllardan beri söylenegelen bir deyiştir. Ama bugüne dek, naif bir kocakarı muhabbeti olarak algılanmaktan kurtulabilmiş, ciddiye alınabilmiş midir?N’ayır...Öyle olsaydı, 60’larda ‘her mahalleden bir milyoner çıkacak’ sözüyle peydahlanan, daha doğrusu alenen dile gelen; yıllar geçtikçe ‘bizim mahalleden çıkan milyoner ben olacağım uleeyyynnn’ iddiasındaki insanların artmasıyla tırısa kalkan, 80’lerde F1 pilotlarının süratiyle viraj almaya, köşe dönmeye çalışan ‘yırtma’ hırsı belllki bu denli yırtıcı, bu kadar şuursuz, abesle iştigál bir boyuta varmazdı.Aman tamam be; bilmişlik taslamayın!Para=mutsuzluk formülü, pi sayısı gibi sabit bir bilgi olarak önümüze konsa bile insanoğlunun hırsına gem vurulmaz, vurulamaz.Mutsuzluğa gönüllü insanların oluşturduğu kuyruk, üç aylık peşindeki emeklilerin oluşturduğu kuyruklara rahmet okutur.Salakça konuştuğumuzu biz de biliyoruz. Şurada iki satır ucuz edebiyat döktürelim diyoruz, bırakmıyorsunuz...Neyse işte...Dediğimiz gibi, daha doğrusu bilimadamlarının, daha da doğrusu Minnesota Üniversitesi’nde araştırmayı yürüten David Lykken’in dediği gibi, mutluluğumuzun yüzde 50’si genlere bağlıymış.Para, evlilik, yaşadığımız coğrafya gibi unsurların tamamı, mutluluğu yalnızca yüzde 8 oranında artırıyormuş. Yine ABD’deki Illinois Üniversitesi uzmanlarından, -ne demekse, bu nasıl bir titrse?- mutluluk araştırmalarının babası Edward Diener, araştırmalarıyla kişinin temel ihtiyaçları karşılandıktan sonra kazandığı ekstra paranın mutluluğunu artırmadığını kanıtlamış.Vatan gazetesi, bu haberi küçük bir mutluluk testi eşliğinde vermiş. Beş kısa soru cevaplıyorsunuz. Ve:Hayatınızdan ‘son derece’, ‘çok’, ‘biraz’ memnunsunuz; nötr; hayatınızdan ‘pek memnun’, ‘memnun’, ‘kesinlikle memnun’ değilsiniz şeklinde sonuç alıyorsunuz.Ben tam 20 puanla nötr çıktım iyi mi!Tastamam ortaladım yani! Hayat oyunu eğer dart olsaydı, öküzü gözünden vurmuştuk (bulls eye!) ama mesele mutluluk olunca?.. Nötr?.. Bilemedim...Kulağa vasattan öte, haysiyetsiz geliyor. Ne uzar ne kısalır, akmaz kokmaz tavşan hayatı...Tevekkeli her ‘N’aber?’ diye sorana, ‘Ölmüyoruz, gülmüyoruz’ diye yanıt vermeyi huy edinmişim!Aynı haberde mutlu olmak için sekiz de ipucu vermişler:1) İyiliklerin hesabını tutun. 2) İyilik yapın. 3) Anı yaşayın. 4) Teşekkür edin. 5) Affetmeyi öğrenin. 6) Sevdiklerinize vakit ayırın. 7) Vücudunuza iyi bakın. 8) Stresle savaşın.Oldu... Başka?..Benim naçizane küçük bir itirazım olacak: Bize yapılan iyiliklerin, daha da beteri, yaptığımız iyiliklerin çetelesini tutacaksak, batsın yani bu dünya.Ne bu, Yimpaş’ın muhasebe defteri mi?!?Kaldı ki bu durumda üçüncü madde nereye düşüyor? Dakka başı hesap kitap:Hah, bak şimdi cillop gibi bir iyilik yaptım. İyilik yapmış olmama rağmen karşımdaki dallama bana kötülükle cevap verdi. Hadi onu affedeyim, bu sayede iyilik de yapmış sayılırım; hem ikinci hem de beşinci maddeden iki kere kára geçerim. Tüm bunların hesabını da tuttuğumuza göre, etti mi üç?!.Eh, bu durumda anı yaşamaktan biraz uzak düştük ama olsun.Saadet yollarında bir verip üç almışız. Tonton mantığına göre kárlı durumdayız...Affetmeyi öğrenmeye, sevdiklere vakit ayırabilmeye, hele ki stresle savaşma geyiğine değinmiyorum bile!Hem madem ki mutluluk denen zamazingo genetik?.. Uğraşıp didinmenin ne lüzumu var abi?Amerikan usûlü saadet de böyle bir şey olsa gerek.Amerika’yı habire, habire, habire baştan keşfetmek...Gözümüz aydın, artık bilimsel: Şu bildiğiniz bin yıllık şey: ‘Parayla saadet olmaz’ bilgisi...Bak şimdi merak ettim: Acaba haberi okumuş olsa Murat Demirel bu konuda ne derdi?
button
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2005
Pek sevdiğimiz bir dostumuz var; iyidir hoştur ya, biraz tahammülsüzdür. Herhangi bir konu üzerine döndürülen ve iki cümleyi aşan hiçbir muhabbete katlanamıyor. Söylediğine göre; ‘n’apsın, canı sıkılıyor.’
Bir ara Da Vinci’nin Şifresi’ne takmıştı kafayı.
Kitabın yarattığı infial dolayısıyla baygınlık geçirme raddesine gelmişti ve ne zaman bir mecliste kitabın konusu geçer gibi olsa lafa; ‘Başlarım oğlunun şarap çanağına!.’ şeklinde girer olmuştu.
Çaktınız di mi köfteyi?
Baba-oğul-kutsal ruh hadisesi... Kutsal kase, oğul İsa’nın son yemekte içinden şarap içtiği kase ya...
Sormayın, pek komik bir kardeşimizdir! Ehehehe ve dahi ekiekieki...
Şimdilerde takıntısı başka.
Kinayenin kulağına su kaçırdı; Ferhan Şensoy’un aldığı günden beri kimselere koklatmaya kıyamadığını belirte belirte bir hál olduğu şu meşhur kavuğu ‘Kutsal kavuk’, konuyla ilgili, bitmeyen senfoni modeli tartışmaları da ‘Dümbüllü’nün şifresi’ şeklinde anıyor.
Ne kavukmuş be!
Geleneksel Türk Oyunu’nda meddahların simgesi olan, sahibi tarafından belli bir süre taşındıktan sonra, emekliliğe yakın bir sonraki ‘seçilmiş’ kişiye devredilen kavuk Ferhan Şensoy’a geldiğinden beri ben diyeyim Kıbrıs, siz deyin Kudüs...
Ki, gayet iyi hatırlıyorum, Kel Hasan Efendi’den İsmail Dümbüllü’ye, ondan da Münir Özkul’a devredilen kavuğun, Özkul tarafından Ferhan Şensoy’a devredilmiş olması da vaktiyle Express dergisi gibi kimi yayın organları tarafından yadırganmıştı:
‘Kavuğu ver lavuk!’
Ferhan Şensoy, Kelebek’te Mevlüt Tezel’e verdiği röportajda, ıbrık, ıbrık, ıbrık, kavuğu Cem Yılmaz’a devretmeyeceğini söylüyor:
‘Kavuklu öyle çabuk, zırt diye çıkan bir şey değil. Stand-up’la falan alakası yok bu işin. Tiyatrocu olunacak. Cem Yılmaz’ın benim de güldüğüm esprileri var ama her şeyine gülmüyorum. Zaten ben herkese çok zor gülen bir insanım. Cem Yılmaz komik ama tiyatrocu değil. İki saat sahne götürecek bir aktör performansı yok. Ne olursa olsun, ağzıyla kuş tutsa bile, aktör olmayan birinin sahnede iki saat bulunması beni rahatsız etmiştir. Elini cebine sokup, sağdan sola yürüyüp bir şey anlatmak çok moda. Ancak dünyadakiler bunu 20 dakika yapıyor, bizim arkadaşlar ‘Ferhangi Şeyler’i izleyip büyüdükleri için hep iki perde yapmak zorunda hissediyorlar kendilerini.’
Sonra da konuyla ilgili bir de küçük sitem ediyor:
‘Bu arada röportajın çizgisi ‘Şans Kapıyı Kırınca’dan çıktı, ‘Cem Yılmaz kavuğu alamaz’a dönüştü. Ondan sonra bu röportaj okunuyor. Cem Yılmaz, ‘Ben Ferhan Şensoy’u çok seviyorum, zaten onun kitabını okuyorum’ diyor. Ardından Yılmaz Erdoğan birdenbire üstüne alınıyor ve cevap veriyor. Bu saçma bir şey.’
Eh oltaya kavuk bağlayınca, anında atlayanı bol oldu tabii.
Meselá Hamdi Alkan, Cem Yılmaz’ın kavuğu fazlasıyla hakkettiğini söyledi.
Rasim Öztekin, doğal olarak Şensoy’dan yana tavır koydu ve; ‘Cem Yılmaz aktör ama tiyatrocu değil’ dedi.
Ben de naçizane, sazan kadrosundan mevzuya bulaşmazsam içimde kalacak:
1) Ferhan Şensoy emekli mi oluyor? Benim bildiğim en az 10-15 yıldır kavuğu kime verecek geyiği dönüyor. Neredeyse aldığı günden beri! Ve Ferhan Şensoy tabii ki kimseleri beğenmiyor, gerekirse, kavuğu müzeye bırakabileceğini söylüyor. Allah gecinden versin, Şensoy, ölüp de reenkarne olduğunda, müzeye emanet ettiği kavuğu yine kendisi mi almayı planlıyor?
2) Meddahlık nedir? Dümbüllü de neticede mendili boynuna atıp, memleket gündemiyle ilgili hiciv yapmıyor muydu? Sene 2005... Şimdilerin meddahları da ille ki lafa Esselámın aleyküm diye girip birebir aynı mevzulardan aynı repliklerle mi bahsetmek zorunda? Doğaçlamaysa doğaçlama... Şensoy’un Ferhangi Şeyler’i taş gibi tiyatro da, Cem Yılmaz’ın yıllardır tiyatro salonlarında onbinlere sergilediği tek kişilik oyunu niye hokkabazlık oluyor?
3) Kavuğu hakkedip hakketmemenin kıstası, Ferhan Şensoy’un kime gülüp gülmediği mi? Kaldı ki kendileri pek az kimseye güldüklerini kendi ağızlarıyla söylüyorlar. Koppenhag kriterlerinden alışkınız nasıl olsa, şu garip deli deli gönlümüz, Ferhan Şensoy’dan kavuk kriterlerini açıklamasını bekliyor.
Benim dediğim ya da benim dediğim ya da benim dediğim olabilir mi???
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2005
Perşembe gecesi, atv’de Siyaset Meydanı’nın ilk kez yayınlandığı 1994 yılından 2004’e kadarki hikáyesinin özetlendiği ‘10 Yılın Hikáyesi’ne takılıp kaldığım için işten çıkamadım.Siyaset Meydanı, Siyaset Meydanı olduğu dönemde hakikaten güzel programdı be. Hele ki benim gibi insomniaklar için bulunmaz nimetti...
O málûm klişeyle ‘konuşan Türkiye’nin şimdiki car car-vır vır’ından azade bir güzellik. Tabiri caizse, ‘insan gibi konuşan Türkiye...’
Şimdiki programlarda şöyle bağırmak gelmiyor mu içinizden ara ara: ‘Bi’ susun be!’
Bosna’daki katliamın ele alındığı 6 Şubat 1994’teki ilk programı takiben, yıllar içinde neler neler tartışılmadı Siyaset Meydanı’nda:
Kürt meselesi, türban polemiği, mafya, ordu-siyaset ilişkisi, şeriat, imam hatipler, özürlü hakları...
Ve niceleri...
Türk popu, Türk sineması, türkülerin kardeşliği; hatta aşk...
Aşk, Siyaset Meydanı’nda tartışılır mı abi? Tartışıldı, tartışılabildi...
(Gerçi hatırımda kaldığı kadarıyla o program, diğerleri arasında, komedi kısmı ağır basan bir nev’i romantik komedi gibiydi; ayrı...)
SİZE DE GELİCEM’DENBAK ORAYA GELİRSEM’E
Üniversite amfilerinde, orta ve ilköğretim öğrencileriyle yapılan programlar...
Öyle bir mecra; liseli öğrencilerin Süleyman Demirel’e ‘maalesef hep başımızda olduğu ama memleketi bir türlü olduramadığı’ için sitemlerini sunabildiği ve hesabını sorabildiği...
Daha önceleri sadece belli bir kesimin, Siyaset Meydanı sayesinde tüm ülkenin tanıdığı ‘tartışma programı şöhretleri’: Toktamış Ateş meselá...
Ve daha önceleri anonim şahsiyetler olan, Siyaset Meydanı sayesinde tanınan nice sima: Ben diyeyim Gönül Çil, siz deyin Özlem Kızılkaya...
Sıcak gündemin nasıl da böyle kısa sürede yavşama noktasına gelip dayanabildiğine inanabiliyor musunuz?
Ali Kırca’nın ‘Gelicem, size de gelicem’inden, Semra’anım’ın ‘Bak şimmmmmdi oraya gelirrrsemmmm’ine...
Nereden nereye...
Geçenlerde, Toktamış Ateş, Doktor Arif Verimli gibi isimlerin yanı sıra, Selçuk Parsadan ve yine meşhur dolandırıcımızdan olan Raki (Rıza Zobu) ile birlikte Objektif programında ne tartışıyordu bir düşünün Allah aşkına: Semra’anım!..
Gerçi Toktamış Hoca’nın yüzünde; ‘Ben bu hállere nasıl düştüm?’ şeklinde hayıflanırcasına bir ifade de yok değildi ama?..
Gönül Çil deseniz, bildiğiniz gibi daha sonra antika kaçakçılığından, konu komşuyu dolandırmaktan filan gözaltına alındı.
O zamanların neredeyse konservatif bir tonda tavizsiz Kemalist, idealist öğrencisi Özlem Kızılkaya ise şimdilerde ikinci eş sıfatıyla, Hakan Uzan ile birlikte firari...
Ne oldu da böyle oldu? Nasıl oldu da olabildi? Bu kadarı, ‘oha falan olduracak’ kadarı yani?..
Arada ne kaçırdık dersiniz?
NASIL OLSA HALKSIKILIR DİYE DİYE
Ateş Hattı, A Takımı gibi programlar geldi geçti değil mi; tartışma programıymış gibi başlayıp sonradan hokkabazlık arenasına dönen mutant şeyler...
Şimdilerde Ali Kırca’nın sunduğu da dahil, ana haber bültenlerini TeleVole niyetine izliyoruz işte.
‘Şuyum buyum olur musun; ha, olmazsan da ex’tiredelim, bir dahaki turda başkalarıyla deneyelim’ programlarından filan çok da farkı yok ana haber bültenlerinin.
Belki daha az reyting alıyorlardır; belki öyle bir fark olabilir.
İşin kötüsü, hani hep ‘Bu da geçer, halk bundan da sıkılır’ deniyor ya...
Mevzu maalesef hep; ‘dibe vurduysan ya da hálá düşüyorsan’da bağlanıyor.
İrtifa alınmıyor, habire irtifa kaybediliyor.
Halk magazinden sıkıldı, hadi dizilere takılalım...
Halk dizilerden sıkıldı, hadi sokakta görsen dönüp suratına bakmayacağın tiplerden sahtekár TV şöhretleri yaratalım; ‘hayatın içinden’, daha doğrusu ‘evin ya da çiftliğin içinden’ dizilerine takılalım...
Hatta bu ‘gerçek dizimsi’ sakaletlerden sabah ve öğle kuşağı için ‘kenar mahalle ağzıyla tartışma’ programları çıkarıp ayrıca nemalanalım.
Halk bunlardan da sıkılınca ne yaparız?
Çirkefin ve zırvalığın konuları tükenmez...
Dip diye bir şey yok; düşmenin sonu gelmez...
Zamanı gelince bakarız...
Bir kapak ki yakışır yani
Kılından tüyünden taviz vermeden en dekoltesinden kadın kıyafetleri giymiş, erkek olduğu için yatıp kalkıp şükretmesi gereken, es kaza öyle doğsaymış hakikaten çirkin bir kadın olacağı tescillenmiş bir Cem Davran...
Resminin altında şöyle yazıyor: ‘Bu da RTÜK’e kapak olsun!’
Bu haftaki Tempo dergisinin kapağı bu...
Şöyle söyleyeyim; çoook uzuuun zamandır Tempo’nun böyle iyi bir kapak konusu işlediğine şahit olmamıştım.
Şimdi ‘Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?’ diyeceksiniz... Ne diyeyim, bir dereceye kadar haklı da olabilirsiniz.
Yani sen kalk önce, ‘Ah nerde o eski Siyaset Meydanı?’ tonundan pek nostaljik bir muhabbet tuttur, sonra da ‘He’s a Lady’ programının Türk televizyonlarına uyarlanmasına müsaade etmeyen RTÜK’e ve Başkan Fatih Karaca’ya muhalefet eden Tempo’ya ‘Helal olsun!’ de.
Hani böyle programlara karşıydık?
Müsaadenizle, kendi çapımda gayet istikrarlı olduğumu iddia etmek isterim. Bir kere o zırva programların müptelası olduğunu her fırsatta yineleyen biriyim. Yani sahtekárca TV’de sadece belgesel ve film seyrettiğimi iddia edecek filan değilim.
Ne münasebet, böyle programlara hiiiç itirazım yok. SADECE bu tip programlara mahkûm olmamıza var; bir...
Bunun yanında, artık yurt dışında ‘Ananı Türk televizyonunda görmüşler’ nev’i laflar dönecek derecede laçka programlardan geçilmeyen ekranlarda, ‘Türk erkeğinin etek giymesi’ söz konusu olduğunda galeyana gelen zihniyete fena hálde kılım; iki...
Cem Davran şiir gibi konuşmuş: ‘Fatih Karaca’nın ‘Türk erkekleri dernek başkanı’ gibi konuşması çok manasız. Bir durum oluyor ve hemen birileri çıkıp; ‘Ben Türk halkı, kadınları veya erkekleri adına konuşuyorum’ diyor. Kimse kimseye böyle konuşma hakkı vermiyor ki.’
Ne dediği pek anlaşılmayan çünkü ‘aslında’ hiçbir şey demeyen Karaca’nınki de dahil, RTÜK ve Türk erkeği tipolojisi üzerine birçok kişinin görüşüne yer verilen, Hesna Onbaşı, Pınar Denizer, Okan Konuralp ve fotoğrafta Engin Irız imzalı, gayet güzel işlenmiş bir haber.
Ve RTÜK’e yakışır bir kapak...
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2005
<B>Önden koşan pek mühim not:<br><br></B>Canımın içisi okur; Birkaç gündür, hasta olduğu için iş yerine geliş gidişleri aksamış, köşe komşusu Tolga Akyıldız’ın ne yazdığını sormayı ihmal etmiş ve bir onunla pişti olmuş bu naçiz kulunuz, sizlerden bu haftalık idare etmenizi istirham eder.
Bu arada her ikimizin de aynı zatı, benzer kelimelerle yazmamız da nasıl bir tesadüfse artık... Üstelik ikimiz de Ayşe’nin (Arman) röportajından faydalanmışız. Cümleten seviyoruz Keremcem Bey’i velhasıl...
Allah yolunu açık etsin...
*
Ve popvirüsle kombin model kliptoman:
Standart detoks dönemine girdim. Akşamdan değil, haftadan değil, geçtiğimiz aydan kalmayım desem yeridir...
Şu yılbaşı dönemleri insanın üzerinden silindir gibi geçiyor azizim.
Bünye, tabii bir anda detoks şoklamasına maruz kalınca (Sıfır alkol, alkol kullanmayınca otomatikman nispeten daha az sigara, sabaha karşı götürülen kayıntılar yerine sulu yemekler ve salata malata...) şaşaladı háliyle...
Bilin bakalım ne oldu? Hasta düştüm!
Hem böyle biraz kırık hem de eşek gibi yorgun olunca, TV’deki, ‘normal’ zamanlarda izlemelere doyamadığı vulgar programları ve cıvık şarkıları da kaldıramıyor zavallı beyin.
Ekrana bakıyorum...
Taptaze ve tertemiz görünümlü bir genç adam, Keremcem; dingin bir su gibi, Alihan Samedov’un duduku ve Müge Zümrütbel’in vokali eşliğinde şarkısını söylüyor:
‘Nerelere gideyim? / Sen yanımda olmayınca / Gecelerim uzun oluyor / Sabahlarımda sen olmayınca...’
Geriniyorum: ‘Aaah, güzel kardeşim, seni bilemeyeceğim ama ben hiçbir yere gidemeyeceğim valla... Bir süre şuracıkta kıvrılıp battaniyenin altında süt içip uyuyayım. İyiymiş böyle...’
Şimdi, böyle romantik bir şarkıyı, kendi hırtlığıma alet etmem, bir yerde ayıp, biliyorum. Ama yalanım yok, valla ilaç gibi, Sandoz gibi, bir tas sıcak çorba gibi geldi. Hadi mevzuya illa romantik bir tat da katacaksak, çok çok bol tarçınlı, karanfilli sıcak şarap diyelim...
Keremcem’in albümü Eylül de, albümün çıkış parçası Nerelere Gideyim de hakikaten henüz 26 yaşındaki birinden beklenmeyecek derecede olgun, yetişkin...
Klip de keza... Ben diyeyim, atıyorum, Damat&Tween filan için yapılan bir katalog çekimi, siz deyin, eskilere ait bir TRT yılbaşı güzelliği...
Smokini çekmiş Keremcem’in, tek başına bir stüdyada şarkısını söylerken görüntülendiği klip, başka birisine çekilseydi, herhalde babasının elbiseleri gibi üzerinden akardı. Fakat Keremcem, her nasılsa, bu háli üzerinde gayet şık taşıyor.
Pek çok şarkıcı, bu piyasaya bir zıpır olarak girer, müziği, yıllar içinde yavaştan yavaştan oturur.
O anlamda sahibinin sesi şarkılar söyleyen, kendi sesine sahip Keremcem’in, uzun süre bu álemin en ‘oturaklı’ adamlarından biri olarak anılacağını zannediyorum.
Ve efendim, yazının bu noktasında, sizleri yan köşeye pas ediyorum...
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2005
Bir bilmecem var çocuklar... (‘Haydi sor sor!’ dediğinizi umuyorum.) Nişantaşı civarlarında yenir. (‘Acaba nedir nedir?’) Kimine göre Fransa, felsefe filan denince, kimine göre -nasıl abuk bir tabirse artık- entelektüel sosyete denince akla her an onun adı gelir:
Derrida, Derrida, Derrida...
Ya da şöyle diyebiliriz belki? Nişantaşında yenir: Jacques Derrida’nın cesedidir.
Ücretsiz 15 günde bir yayınlanan bir semt gazetesi var; Nişantaşı diye...
Bildiğiniz, magazin eki gibi bir şey.
Fakat dergimsinin, onların tabiriyle ‘entel sosyeteye’ hitap etmesi umulduğu için, ortaya da eni konu acayip bir şey çıkmış.
Nişantaşı’nda oturan Demet -ki reklamcılığı bırakıp döndüğü Boğaziçi Üniversitesi’nde felsefe master tezini hazırlıyor bu aralar; háliyle duruma iyiden iyiye kopmuş- ile Ediz, bu garabeti görüp, dehşete düşüp, alıp eve getirmişler. Bu ne mene bir sakalettir diye incelemeye almışlar...
‘Kızım illa ki görmen lázım’ diye burnuma dayadılar. Müteakip yarım günüm filan dumur diyarlarında geçti.
Geçtiğimiz Ekim ayında, 74 yaşında dünya değiştiren Fransa’nın en önemli Filozoflarından Jacques Derrida, herhálde göçtüğü álemi, Derrida the Club isimli yeni Nişantaşı sosyete joint’i kadar yadırgamazdı, yadırgamıyordur.
Efendim neymiş:
‘Eğlence Etiler ve Beyoğlu’ndan Nişantaşı’na gelmiş. Derrida the Club, geçen hafta Milli Reasürans Çarşısı’nın alt katında açılmış.’
Dansözlü mansözlü laylaylom fotoğrafları eşliğinde haber şu başlıkla duyuruluyor: ‘Who the hell is Derrida?’ (‘Kim ülen bu Derrida?’ diyelim, onların üslubuyla ahenkli olsun.)
Ve hazırsanız, spota ve haber metnine gel demek ister deli gönül:
‘Ağırlıklı olarak 79, 80 ve 90’lı yılların popüler şarkılarını elektro disco ritimleriyle harmanlayan bir müzik çalacak Derrida the Club’da Turcic vibrations olarak adlandırılan Türk müziğininin en dans ettiren ritimleri de bu müziğin içerisinde kendine yer bulabilecek.
Derrida adı, geçen sene kaybettiğimiz (Derrida’cık bizim oğlan ya!) ünlü Fransız düşünür Jacques Derrida’dan geliyor. Kulübü dizayn edenler, dekonstriktivist (yapıçözümcü) olarak tanınan Derrida’yı isim olarak seçerken, hem minimalist royalistik de korasyon içinden farklı öğelerin altını çizmeyi düşünmüşler; hem de dünya müziği içindeki farklı öğeleri ayrıştırıp ön plana çıkartacak bir tarz benimsedikleri için bu isimle kendilerini özdeşleştirmişler.
Açılış gecesinde Nişantaşı’nın entelektüel sosyetesini ağırlayan Derrida’nın ‘crowd’ı daha çok Koç, Boğaziçi ve Bilgi Üniversitesi’nin öğrencilerinden oluşuyor. (Bu noktada, bu naçiz kulunuz, bir nebze kıtır atıldığını düşünmekten kendini alamıyor.) Nişantaşı sosyetesi ile öğrenciler, gazeteci, yazar ve akademisyenler, dj. Umut Çağlar’ın müziği ile gecenin ilerleyen saatlerine kadar birlikte, doyasıya eğlendiler.’
Vallahi ne yalan söyleyeyim, Derrida hakikaten kolay anlaşılır bir düşünür değildi. Yazıları absürd olarak da tanımlanan bir filozoftu.
Ben yine de hani okumaya ve anlamaya gayret ettiğim metinlerini, yukarıdaki zırvalıktan daha iyi anlamış olduğumu düşünüyorum.
Meşhur hikáyedir; geçtiğimiz yıl Derrida’nın hayatı hakkında bir dökümanter hazırlanırken, film ekibi, filozofun evine gitmiş. Ve ekipten biri duvarlar dolusu kitabı işaret ederek o meş’um, salak soruyu sormuş: ‘Bu kitapların hepsini okudunuz mu?’
‘Hayır’ demiş Derrida, dalgacı bir tavırla; ‘Sadece dört tanesini. Ama onları da çok çok dikkatli okudum.’
Ah ah, yaşarken eline bir Nişantaşı dergisi geçseymiş ya da o minimalist entel sosyete ortamı Nişantaşı the Club’ın royalistik dekorasyonun ortasında, Turcic namelerle iki-üç kıvırtsaymış, neler çıkarırmış, siz hesap edin.
Bütün kuramları yıkıp, yapıları çözü çözüverip, sil baştan yazabilirdi valla.
Velhásıl, erken göçmüş bizim Derrida. Felsefenin kaybı büyük. Özellikle Nişantaşı’nın entel sosyetesinin başı sağolsun.
Rrrröööhhhh!..
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2005
Yeni Türk Lirası’nı kullanmaya başladığımız şu yepisssyeni günlerde, küf kokan bir soruyu dile getirmek ayıba kaçacak belki ama pardon, dayanamayacağım: N’olacak bu Türk solunun háli? Meselá Rahşan Ecevit hiç susmayacak mı? Susmayacak, değil mi?..
Kendilerine baktıkça artık dilime resmen zift kıvamında çay tadı geliyor. Ocağın üzerinde unutulmuş, tüt baba tüt, suyunu ve buharını tüketmiş çaydanlıkta pişe pişe karaya kesmiş, dil, geniz, boğaz yakan türden, mide döndüren türden çay...Hararet gidermekten ziyade, hararet yapan...
Bizler, kendileri vicdan şey ettirdiği için sokağa salınmış olan ite-kopuğa, hırsıza-hayduta cüzdan müzdan kaptırmaya devam ededuralım, han’fendinin bu aralar derdi başka: Avrupa’ya kuyruğu kaptırmaktan korkuyor ve mevzuu ne şekilde ele alıyor? ‘Din elden gidiyor!’
Rrröhhh!
Bu arada Deniz Baykal’ın çipil inadı sağolsun, Mustafa Sarıgül yakında huzura solu temsil eden mümtaz lider şeklinde gelebilir.
Burası Türiye’nin sol yakası, her an her şey olabilir.
Artık Mustafa Sarıgül, Mehmet Ağar ile AKP’ye karşı güç birliği babında koalisyon moalisyon şey ettirir; mutlu mesut ortalarda bir yerde buluşurlar; hoş olur...
Sağa döndüm Ağar, sola döndüm Sarıgül. E ne mutlu bize... Gül Allah gül!
Birbirinden şahane icraatlere imza atarlar; efsane mefsane olurlar. Haberler kesmez hatta; dizilere mizilere konu olurlar.
Söz konusu bir dizi olacaksa, yapımcılığını da Osman Yağmurdereli üstlenir; seyrine doyum olmaz. Rating rekorları kırarlar.
Duyanlar duymayanlara anlatsın: Ağır abilerin himayesinde aman da nasıl büyüyüp serpildiğini Arda Uskan’a tatlı tatlı anlatan Osman Yağmurdereli, Kurtlar Vadisi’ne rakip Köpek isminde bir dizi çekmeye hazırlanıyormuş. Zira efendim, bu konuda bir dizi çekilecekse, feriştahını Yağmurdereli çekermiş. Kabadayı áleminin en ağır abilerini, en yakından o tanıyormuş!!!
Böyle gef gef gerinerek dile getiriyor bunu: ‘Aslında Türkiye’de bir mafya dizisi yapılacaksa benim yapmam gerekir diye düşünmüşümdür hep. Mafya yanlış kullanılıyor Türkiye’de. ‘Kabadayı abi’ olan pek çok insanla şarkıcılık dönemimden kalma çok iyi dostluklarım var.’
Osman Abim, röportaj boyunca kabadayı abilerini öyle bir anlatıyor ki ortamın kuyruğuna dantelli bir fiyonk atmadığı kalmış yani. Bal damlıyor balll; daldır parmağını, yala yani. Eski Türk filmleri gibi... Mübarek, Robin Hood’un Sherwood’u... Zenginden alınacak, fakire dağıtılacak.
Arada da kayınvalide eli öpmeye giderken röfleli saçını başörtüsüyle kapatan ‘álemden çekip çıkarılmış’, taassuba, iffete gelmiş bir kadına aşık filan olunacak...Niyeyse bu abilerin ‘haysiyetsiz’ işlere bulaşanına da hiç rastlanmaz.
‘Osman Abim evde mi?’ diye sorası geliyor deli gönülün. Nafile soru, ‘netekim...’
Osman Abim de hiiiç öylesini tanımamış nitekim: ‘Bir abi, yani dışarıdaki deyimiyle mafya, abilik yapıyorsa, önemlidir. Biz yapacağımız dizide bu abileri anlatacağız. Bizimki Kurtlar Vadisi gibi testereyle adamların kafasının kesildiği bir dizi değil.’ Ne güzel! Bizimkisi Susam Sokağı... Bizim dizide elemanlar boğazlarına susam kaçması suretiyle boğulacaklar. Öyle şirin şirin, öksüre tıksıra ölecekler; temiz temiz... Kansız...
Röportajı okudukça aydınlanıyoruz: Abileri, G-Mall’daki yangından sonra hastaneye kaldırılan Osman Kardeş’lerine 10 tane kurbanlık koyun yollamışlar ama yüce gönüllü Osman Kardeş, Allah onun canını azat etti diye düşünmüş ve o da koyunları alınlarından öpüp azat etmiş.
Bir nev’i hindi azat eden Bush álicenaplığı...Otur hisli gözyaşları filan dök yani...Belki, diyorum, bizim dizide, yani Köpek’te, umduğumuz üzre aşk maşk da olacak ya, ince ruhlu bir delikanlı dizisi olacağı için bazı karakterler ince hastalıktan göçebilir.
Öhö-öhö derken, sakız beyazı ipek mendil ağıza götürülür ve a-a, o da ne?: Kan... Ama pardon, bizim dizi kansız olacaktı. Karı-kız satmasız ve uyuşturucuya bulaşmasız...
Olsun, belki karakterin gözlerine zum yaparlar, biz kanı görmeden, elemanın kan gördüğünü anlarız. Bu gözler ancak mendilde kan gördüğü için böyle açılmış olabilir diye düşünürüz. Metafor metafor takılırız.
Hey güzel Allah’ım... Soldan kalkıp nerelere... Şuur yitiminden mustaripiz yine... Yatağın, pardon, konunun solundan kalktığımız için mi böyle oluyor ne?
Osman Abimizin eski -ve yegáne- meşhur şarkısından bir alıntıyla ifade edecek olursak: ‘Bir, bir, biri-birilerine bakar, bakar, bakar dururum.’
Bakılası bir hál değil. Baktıkça durduğum yerde kuduz köpek misáli kudururum...
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2005
‘Sızıyı gideren su. Suyun sızladığını kimseler bilmez.’ <B>(*)</B> Perşembe gününün Radikal’i, Cell dergisinde yer alan bir araştırmanın haberini veriyordu. Habere göre insan beyninin gelişmiş yapısı, tesadüfi bir evrimleşmenin sonucu değilmiş, üzerinde -ne demekse- çok çalışılmış.
ABD’nin Chicago Üniversitesi ve Howard Hughes Tıp Enstitüsü’nde araştırmalarını yürüten Prof. Bruce Lahn, insan beyninin türler içinde eşsiz olan sıradışı hızlı bir evrimleşmeyle geliştiğini, bu yüzden insanların beyni olan imtiyazlı hayvanlar olduğunu söylüyormuş.
Sayın Prof. Lahn; ‘Basitçe söylemek gerekirse, evrim insanı yaratabilmek için epey uğraştı’ diyormuş.
Güzel konuşmuş da bunun ne halta yaradığını söylemeyi unutmuş.
O imtiyazlı beyniyle dünyanın bir ucundan nokta atışı yapabilen nükleer silahlar falan icat etmeye mi?
Günlerdir Güney Asya’daki feláketi izliyoruz. Ağlamaktan helák olmuş bir hálde... Artık ölüleri değil, canlı kalanları sayıyorlar.
Yüz binlerce insan; kayıp canlar, istatistiklere hizmet eden birer rakamdan ibaret sadece.
Dünya háli işte...
Vicdansız olmakla itham edildikten sonra, yollayacağı yardım miktarını 15 milyon dolardan 35 milyon dolara çıkaran Bush’un ve yukarıda sözü geçen araştırmayı yapan Prof. Lahn’ın memleketi ABD’nin Irak’ta telef ettiği çocukların sayısı, daha az değil bu arada; buna ne demeli?
‘Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla
düşmanı gösteriyorlar, ona saldırıyoruz
siz gidin artık
düşman dağıldı dedikleri bir anda
anlaşılıyor
baştan beri bütün yenik düşenlerle
aynı kışlaktaymışız
incecik yas dumanı herkese ulaşıyor
sevinç günlerine hürya doluştuğumuzda
tek başınayız.’ (*)
Sizden entelektüel olmasın, pek karizmatik bir dostumun hayatta iki konuda böbürlendiğini bilirim.
Birincisi Freud’la aynı burçtan olduğu için...
İkincisi, köpek dişleri olmadığı için...
Zira efendim, -Allah da onu güldürsün- evrimin gidişatı gereği ileride insanların köpek dişlerine ihtiyacı olmayacakmış. Onun zaten köpek dişleri olmadığına göre, demek ki evrimsel açıdan biz ilkel mahlûklara birkaç nesil fark atmış!
Böyle de aşmış bir abimizmiş yani! Sormayın, yakışıklı olduğu kadar komik bir beyefendidir kendisi!
Bu lafı ettikten birkaç yıl sonra kalkıp da onca acılı bir prosedür olmasına rağmen saç ektirdiğinde sormuştum:
‘Ama evrimin gidişatı gereği ileride kıla tüye de ihtiyacımız olmayacak. Baksana bütün uzay filmlerindeki uzaylılar kel. Niye duruma müdahale ediyorsun hayatım?’
Ne cevap verdiğini hatırlamıyorum. Hadisenin kendisi yeterince komikti zaten. Ne kadar güldüğüm kalmış aklımda sadece.
Evrile kıvrıla düşe kalka aldığımız yol ne acayip. Einstein’ın dediği gibi: Üçüncü Dünya Savaşı ne şekilde gerçekleşecek meçhul ama dördüncüsü taş ve sopalarla olacak, orası kesin...
‘Diyorum hepimizin gizli bir adı olsa gerek
belki çocuk ve ihtiyar, belki kadın ve erkek
hepimiz, herbirimiz gizli bir isimle adaşız
yoksa şimdiye kadar hesapların tutması lázımdı
hayatımıza kendi adımızla başlardık
bilmediğimiz bu isim, hesaptaki bu açık
belki dilimi çözer, aşkımı başlatırım
aşk yazılmamış olsa bile adımın üzerine
adımı aşkın üstüne kendim yazarım.’ (*)
İmtiyazlı hayvanlarız vesselám... Ne mutlu bize...
(*) Bir Yusuf Masalı / İsmet Özel (Şûle Yay.)
Bakkal amca, bakkal amca helva yapsana
Gırgırına bir bahse tutuşalım mı?.. Hani ‘içinden bir sayı tut’ modeli iddialardan.
Siz gidip başka birine bir soru soracaksınız, ben onun vereceği cevabı önceden bileceğim.
Memlekette şöhret kazanmış ve olmuş addedilen bir şarkıcı ya da oyuncuyu bir kenarda kıstırıp, yanına yanaşıp, ileride gerçekleştirmek istediği bir hayali olup olmadığını sorun.
Cevap: ‘Kariyerimi noktalamadan önce, mutlaka bir müzikalde rol almak istiyorum’ olacaktır. Olmazsa gelin benden hesap sorun.
Nedir bu müzikal denen şeyin kerameti biri de bana anlatırsa çok sevineceğim.
Feriştahını vaktiyle yapmışlar işte; hoş, nostaljik bir durum olarak tarihe gömsek, konuyu kapatsak olmuyor mu?
Mucizeler Komedisi’ni izleyip taze daralmış birinin hezeyanlarını okumaktasınız, baştan uyarmak isterim.
Bu ülkenin tartışmasız en iyi aktörlerinden biri. Hani memlekette kimse Şener Şen’e benim kadar hasta olmasın. Kalkıp telefon rehberini okusa, huşu içinde izlerim.
Yapımcı Mustafa Oğuz’u ziyadesiyle sever ve kendisine saygı duyarım.
Yönetmen Işıl Kasapoğlu için bir şey söylemeye gerek var mıdır? Kendisi, tiyatro söz konusuysa, sözün bittiği yerdir.
Beyhan Murphy, bildiğim kadarıyla gayet başarılı bir koreograftır; değil midir?
Şevket Çoruh ve Güven Kıraç deseniz, taş gibi oyuncular, önlerinde ceketimin düğmelerini saygıyla iliklerim.
Özlem Tekin’i -ki hakikaten şahane oynuyor; oyunun en iyi taraflarından biri- çok severim.
Pamela deseniz, ha keza...
Mirkelam da pek sevdiğim bir şarkıcıdır. Oyunculuğunu bilemeyeceğim.
Yani, yağ var, şeker var, un var. Peki helva nerede?
Mucizeler Komedisi’ni Kurtcebe Turgul yazmış ki kendisini de uzaktan uzağa takdir ve hayranlıkla izliyoruz.
Şarkı sözleri, müzikle de iştigál eden yazar Tuna Kiremitçi’ye ait.
Ve fakat, Allah’ım bir hikáye bu kadar mı didaktik, bu kadar mı sıkıcı olur ve bu kadar mı esnetir.
Gülmek şöyle dursun, üstümüzü başımızı yırtıyorduk.
Üstelik bir koca senelik emek söz konusu...
Nasıl oluyor da bir türlü olamıyor şu müzikal denen nane bu memlekette?
Ve madem olmuyor, olamıyor; bu ısrar niye?..
Vicdan azapta
Doğan Hızlan, Susan Sontag’ın ardından yazdığı yazıya ‘Çağın vicdanı öldü’ başlığını attı. Böylesi büyük bir kaybı özetlemek için daha doğru bir cümle düşünemiyorum.
Geçtiğimiz hafta 71 yaşında hayatını kaybeden eleştirmen, yazar, fotoğraf sanatçısı, yönetmen, insan hakları savunucusu, aktivist ve birçok şeyin yanı sıra başlı başına bir ahlák ve vicdan abidesi olan Susan Sontag, beyaz ırkı, insanoğlunun kanserli tümörü olarak tanımlıyordu.
Ağır bir tabirdi belki. Fakat bir yandan da haksız mıydı? Haksız olduğu iddia edilebilir mi? Hem Sontag gibi dili ve kalemi kılıçtan keskin birine zaten başka türlüsü yakışır mıydı?
Kıvırtmadan, sakınmadan, cesur bir dille, karşı olunması gereken ne varsa, bir heykel gibi karşısında durdu ömrü boyunca.
Çok erken öldü. Kanserden...
Belki de artık, amansızca eleştirdiği Bush’un Amerika’sına bakmaya tahammül edemediğinden. Yani ‘beyaz adam’ illetinden.
Abarttım mı? Saçma bir hezeyan mı?
Olabilir. Bir yakınımı kaybetmiş gibi hissediyorum. Mazur görün.
Çok sağlam bir ablamızdı. Artık yeni bir Susan Sontag makalesi okuyamayacağız. Ve eminim Bush bu konuda çok mutludur.
Hakikaten üzgünüm.
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2005
Senenin ilk günü kafayı yastıktan kaldırıp da gazete okumaya mecali olan herkese selam çaktıktan sonra sormak isterim: Başınız ne durumda bakiim? Ya mide, ya mide?.. Ben henüz buna cevap verebilecek durumda değilim zira bu yazı, yılbaşı dolayısıyla öne çekilen program sağolsun, perşembe bile değil, çarşamba günü yazılıyor.
Programa Yeni Yıl ekinin yazısı da eklenince demek oluyor ki Ebru Çapa Köşekotaj Atölyesi, günde iki yazı attırıyor.
Yeni yıla girerken özgüven cilalamak adına kendi omzumuzu şöyle bir sıvazlayıp, ‘Afferin sana çalışkan yumurcak’ diyelim ve hatta cılkını çıkartalım: Bu şişko kendiyle gurur duyuyor!
Neyse işte... Akşam yatmadan evvel alka-seltzer’inizi içmiş olduğunuzu umalım. Sabah içmek kifayetsiz bir durum. Ben şu anda sadece o gece bunu yapabilecek derecede şuur sahibi olabilmeyi umabiliyorum.
İlaveten, şu önümüzdeki cümlemiz için şahane bir sene olur diye de umalım, konuyu umuda boğmuş bir şekilde kapatalım.
Yeni yıl adeti olduğu üzre, geçtiğimiz yıla dair bir değerlendirme yapmaya karar vermiştim ki Tolga’nın da aynı şeyi yaptığını gördüm. Bir sayfaya iki top listesi fazla gelir, topluğun álemi yok diye vazcaydım.
Yine de söylemeden geçemeyeceğim, ‘Yılın En İyi 10 Albümü’ listesi yapmak gerekse, şahsi listemde ilk üç sıraya Mor ve Ötesi’nin Dünya Yalan Söylüyor’unu yerleştirirdim.
Evladiyelik albüm bu mudur; budur...
Bir albümden hiç mi bıkılmaz; bıktırmayan Mor ve Ötesi bıktırmıyor kardeşim.
Mor ve Ötesi’nin, Cambaz ve Fikret Kızılok cover’ı Sevda Çiçeği’nin ardından klibi yayınlanmaya başlayan üçünücü şarkısı, Bir Derdim Var oldu ki çok da iyi oldu.
Çağan Irmak’ın ilk sinema filmi Mustafa Hakkında Her Şey’in soundtrack’inde de yer alan ve 41. Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Şarkı ödülünü kazanan Bir Derdim Var, bana sorarsanız, filme dair en iyi şeydi.
Klibin yönetmenliğini, Sevda Çiçeği’ni de çekmiş olan Murad Küçük üstlenmiş. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde yapılan ve iki gün süren çekimlerde fizik laboratuvarları fon olarak kullanılmış.
Ve 35 mm’lik kamera ile yapılan çekimlerde grubun performansı, iki ve dört kat hızlı çalınarak çekilmiş.
Bu kadar teknik bilgi herhalde yeterlidir, dalağını yarmanın da lüzumu yok.
Şarkıya gelince, bilenler biliyor, Mor ve Ötesi’ni takip eden kitle, her konserde şarkıyı koro hálinde söylüyor:
‘Bir derdim var, artık tutamam içimde / Gitsem nereye kadar? / Kalsam neye yarar? / Hiç anlatamadım, hiç anlamadılar / Herkes neden düşman? / Herkes neden düşman? / Unuttuk hepsini, Nuh’un nefesini / Gelme yanıma, sen başkasın ben başka / Bak bu son perde, oyun yok bundan sonra / Işık yok, hiçbir şey yok / Bir derdim var, tutamam içimde.’
Dertsiz bir yıl olsun be... Bu yıl Noel Baba’dan dileğim budur: İki satır iç huzuru...
Mor ve Ötesi’nin Az Çok’ta dediği gibi:
‘Su damlası gibi hayat, özgürüm / Islak, çıplak, pırıl pırıl bir damla içimde / Uzak bir ışık, bir çığlık gibi / Çağırıyor beni / Biliyorsun az çok / Görüyorsun her şeyi / Az çoktur.’
Az olsun, bizim olsun. Şebnem Ferah’ın demiş olduğu gibi ‘Damlalarda yüzmek gibisi yok’tur.
Dertsiz bir yıl dilerim:
Yeni yılın ilk gününde anarak canınızı sıkmaktan imtina ettiğim her türlü feláketten çok uzak yerlere düşen güneşli bir akşamüstü gibi...
Gülücüklü bir dost muhabbeti gibi...
Bu arada... İki arada bir derede...
Sidik yarışına dönüşmeyen bir dilim aşk da fena olmazdı tabii...
Yazının Devamını Oku