Ebru Çapa

Kar’ma günce (1)

10 Şubat 2005
Önümüzdeki iki günün tefrikası, karın bastırdığı pazar gününden işe geldiği çarşamba sabahına kadar zaruri bir ödül töreni ziyareti haricinde evden çıkmamış, evin içinde, daha çok da TV’nin karşısında, burnunu çekerek ve boğazı ağrıdığı için zorlukla yutkunarak, bunun yanında kuyruğu yanmış kedi paniğiyle sigara tüttürerek devinen bir kadının, kronolojisi şaşkın ‘havale notları’dır...

***

Ahir zaman Zapatista’sı da bizim gibi bir şey oluyor herhalde. Kıçını kanepeden kaldırmadan zap-zap-zap...

Gariptir, normalde gözümü ayıramadığım programlara, hastayken, vücut direncim elvermiyor. Fena bir mide devinimi başgösteriyor.

Kendi üzerinde deney yapan bir bilimadamı edasıyla (Birazdan evin içinde uçan filler filan da görür müyüm acaba?) ısrarla direndim; fedakarca direnmeye çalıştım...

Yok yani, hiçbir gündüz kuşağı kadın programına bir buçuk dakikadan fazla tahammül edemedim. Size Anne Diyebilir Miyim filan şöyle dursun...

Hayatta yapmadığım şey, bulantıyı alır belki diye, kendime limonlu bitki çayı hazırlamaya kadar vardı iş. (Bu arada bu evde bitki çayı bulunması da enteresan.)

Hayır yani, bir daha düşününce, bizim fedakarlığımız, bu hanımların stüdyoperverliğinin, hödöhödöşinaslığının yanında devede kulak kalır.

Kardeşim bu insanlar hiç mi üşenmez? Altışar Milyon Dolarlık Stüdyo Kadınları...

Nedir yani? Dışarıda tipi var be teyze, çayını demleyip, çekirdeğini çitleyip bir gün de evinden izlesen şu zırvalığı olmuyor mu?

Bu nasıl bir iptiladır? Ve çelik gibi bir iman, aidiyettir?

Şu enerjiyle kalkıp vatana millete hayırlı bir iş yapmaya niyetlenseler, hepi topu üç stüdyo dolusu kadınla memleket kurtulur vallahi.

Memleket şöyle dursun, CHP bile kurtulur... (Şimdi de Kıllanan Adam tonundan tutturduk; neyse...)

***

Abidik gubidik programları izleyemeyince, ‘abidik gubidikgiller’den olsun, ‘eh yani idare eder’lerden olsun, ‘a yaşasın be, bala bak’lardan olsun, filmler ve sit-com’lar arasında zaplamaya mahkum oluyor insan.

Arada bir müzik kanallarına da takılıyorum ama onlar daha beter bir mayın tarlası. Üç-dört dakka başı, bir garabete denk gelip istifra etmek üzere kendini banyoya dar atma ihtimali daha yüksek.

Sit-com’lar hakikaten bir acayip. Hiçbir şekilde fikr-i takip yok. ‘Geleceğe Dönüş / Back to the Future’ sendromuna buyrun... Benim şaşkın kronolojim, bunların yanında meydan saati sayılır.

Frasier’ın saçları daha birkaç hafta önce son modaydı, şimdi tepesi kel, ensesi uzun ve kıvırcık (sırma saçlı kıvırcık kel) modeline dönmüş.

Friends desen, elemanlar hangi ara evli, hangi ara çocuklu, hangi ara bekár ve flörtte, hangi ara ne, ne, ne?..

Allah’tan Will&Grace’de hasbelkader istikrar báki... En azından kim eşcinsel, kim hetero, onu biliyorsun. (Bu dertler beni bir gün öldürecek!)

***

Digiturk’de Karate Kid serileri yayınlanıyor. Yaşasın mı demeli, hay bin kunduz mu?!.

İlk Karate Kid’in, hayatım boyunca Sevgi Sözcükleri, Ölü Ozanlar Derneği ve Rocky ile birlikte, beni illa ki hüngür şakır ağlatan dört filmden biri olduğuna inanamıyorum.

Bu nasıl bir ‘hislerimi kabartan filmler’ kare asıdır, bu nasıl bir sapkın ruhtur; biri bana anlatsın...

Bu arada Ralph Macchio’ya ne oldu abi? Yazık, o da Evde Tek Başına’nın Macauley Culkin’i gibi, ‘büyüyünce bir boka benzemeyen ve ıskartaya çıkarılan sevimli çocuk yıldız’ sendromundan mustarip olsa gerek...

Greta Garbo inzivasına 16 yaşında filan çekilmek zorunda kalmak zor olmalı, yazık...

Dün, iki ayrı kanalda Elm Sokağı Kabusu ile Karayip Korsanları vardı. Koçum Johnny Depp... İlkinde sivilceli, kötü saç modelli bir ergen bozması; diğerinde, işte, ohşşş diyelim, konuyu kapatalım... Şarap gibi yıllanan seksapel abidesi bu mudur, budur...

Bu arada, ne idüğü belirsiz, bir acayip mutant diziye dönen Çocuklar Şey Etmesin (Bu aralar ne yapıyorlarsa artık?) var kanalların birinde...

Bakıyorum da bizim Havuç’un da bıyıkları terlemeye başladı. Çocukcağızın kariyeri zaten rol gereği ebeveynlerinden kaynaklanan travmalarla dolu.

Bu sebeplerden, en büyük sermayesi olan kızıl saçları daha 18’ini görmeden beyazlarsa diye endişeleniyorum. Ama olsun, saçtır, boyanır... (Bu dertler, daha doğrusu bunları dert edinmek, bir gün beni öldürecek!) Bak şimdi rahatladım...

Böyle çaya katmakla filan olmuyor; limonu direkt kafamdan aşağı sıksam, işe yarar mı acaba?
Yazının Devamını Oku

Allah böyle muhteşem egoları başımızdan eksik etmesin

6 Şubat 2005
Televizyonda MTV açık.<br><br>Şu hayatta müziğini en çok sevdiğim, taparcasına sevdiğim üç isimden biri olan -diğer iki müzisyen zamana ve hálet-i ruhiyeme göre değişebilir ama onun yeri sabittir- Prince’in Get Off’unun klibi var. Adamımız, New Power Generation ile birlikte ve tabii ki etrafı taş gibi kadınlarla çevrili olduğu hálde şarkısını söylüyor:

‘Get off! / 23 positions in a one night stand / Get off! / I’ll only call you after if you say I can...’

İştahına kurban olduğumun Prince’i... Kop da gel yani: Adam bir gecelik ilişkide (Bu da nasıl bir tabirse? Çevirince bir garip oluyor.) 23 ayrı pozisyonda sevişmekten bahsediyor. ‘Sonra da müsaade edersen ararım’ diyor.

Hoş tabii...

Bunun yanında bir de Colette’in sözleri var ki: ‘Sevişme şekilleri söylenenden çok daha azdır, ama tahmin edilenden çok daha fazla...’

Colette’in Caniko’sunu okuyorum. Vivet Kanetti’nin lokum tadında çevirisiyle...

Önümdeki ekranda bir büyük ego, elimdeki kitapta bir büyük ego...

Allah böyle muhteşem egoları başımızdan eksik etmesin.

Birlikte yaşaması zor tiplerdir büyük egolar belki ama uzaktan uzağa izlemelerine doyum olmaz.

Allah muhafaza, şişman egolardan değil, hakikatli BÜYÜK egolardan bahsediyorum. Hayatla ve kendiyle meselesini hálletmiş ve hazmetmiş, kendini taşıyabilen, yalansız yaşayabilecek kadar muhteşem tiplerden.

Fransız edebiyatının en önemli, en büyük isimlerinden Colette, pek az kişinin cüret edebileceği bir cesaretle yaşamış hayatını...

Vivet, kitabın önsözünde, kitabı çevirirken nasıl tercihlerde bulunduğunun yanı sıra, Colette’in ne derece önemli bir figür olduğunun da altını çiziyor. Kitabın kendisi kadar lezzetli bir metin.

Türkiye, dünyanın en başarılı dublaj yapılan yerlerinden biri malûmunuz.

Okan Bayülgen, vaktiyle bu konuyu ilgili; ‘Dağ gibi sanatçılar, biraz daha para kazanabilmek için dublaj yapıyor da ondan. Müşfik Kenter’in sesiyle hayat verdiği bir kahramandan tabii ki takdire şayan bir tip çıkar’ gibilerinden bir şey söylemişti.

Ne kadar doğru...

Bencilce bir düşünce olabilir ama keşke aynı şey, Türkiye’nin yazarları için de geçerli olsa. Yani daha çok olsa...

Kitapların hepsini, yetkin yazarlar ya da yazar gibi yetkin çevirmenler çevirse...

Behçet Necatigil’in şiir gibi çevirilerini düşününce...

İyi bir çeviriyle karşılaştığında, çocuk gibi seviniyor insan.

Ömrüm yettiğince sağlıklarına duacı olacağım nice çevirmen var: Roza Hakmen, Sevin Okyay, Müfide Pekin, Ömer Madra...

Ve kendisini tanımadan önce, en sevdiğim çocukluk kahramanlarından biri olan Pıtırcık sağolsun, kalemiyle tanıştığım Vivet Kanetti...

‘Azra Erhat’ın çevirisinden nerdeyse yarım yüzyıl sonra Colette’in Cheri’sini (Gazetecinin notu: Benim klavye, Fransız aksanına el vermiyor maalesef. Siz e’nin üzerine aksanı koyunuz.) yeniden Türkçeleştirme arzusuna karşı koyamadım’ diyor Vivet:

‘Kitaba adını vermiş, Fransızca’da bugün en fazla kullanılan sıfat-sözcüklerden Cheri’yi (Şeri diye okunur), Azra Erhat ‘Cicim’ olarak çevirmişti... Gündelik Türkçemizde artık pek kullanılmayan bir deyiş bu... Ayrıca ‘Cici(M)’de bir sahiplenme söz konusu... Oysa genç Cheri, belki her an ‘herkesin’ olabilir, ancak bu hál Colette’in romanında kendi diyalektiğini de içinde barındırır... Daha cesur olsam, herkesin istediği ama kimseye kendini tam teslim etmeyen Cheri’ye belki ‘Canısı’ derdim... Sonuçta ‘Caniko’da karar kıldım.’

Bir dilden bir dile çeviri yapmak... Böyle lezzetli bir uğraşın içinde, türlü tatların harmanlandığı bir uğraşta, konunun içinden tatma duyusu ‘dil’in geçmesi, başlıbaşına anlamlı.

Hele ki mevzu, Vivet’in tabiriyle ‘Kimilerine göre gelmiş geçmiş en ‘hedonist’ yazarlardan biri’ Colette olunca:

‘Colette, sadece Proust’un, Pierre Louys’in, Andre Gide’in, Henry Montherlant’ın, Cocteau’nun, Simenon’un, Claudel’in, Stefan Zweig’ın hayranlık ve imrenmeyle dönemin dev yazarı (sadece dev kadın-yazarı değil) saydığı, genç Jean Genet’nin ‘Sizi seviyorum madam Colette’ diye mektup yazdığı, genç Walter Benjamin’in görmeye koştuğu, Scott Fitzgerald’ın okunması şart yazarlar listesine koyduğu, Julia Kristeva’nın üzerine incelemeler kaleme aldığı edebiyatçı değil, aynı zamanda batılı feministlerin bir ‘ikonu’dur da...’

Ağzımın tadı pek yerinde sormayın...

Her devrin kadını

Biraz geç oldu ama, geçen haftanın Tempo dergisinde yer alan bir röportajdan dem vurmadan geçemeyeceğim.

Haluk Oral ile M. Şerif Özsoy’un ortak çalışması ‘Erol Güney’in Ke(n)disi’nden yola çıkıp, peşine düştüğü ve bulmaya muvaffak olduğu Bella Eskenazi ile röportaj yapmış Enis Tayman.

Bella Eskenazi, Orhan Veli’nin platonik bir aşk beslediği ve meşhur Sere Serpe şiirini yazarken ilham aldığı kadın.

Hepi topu dört sayfalık bir röportaj, her dem genç Bella Eskenazi’ye hayran olmanıza, hatta platonik bir aşka düşmenize yetiyor:

Siz bugünkü aşk anlayışını mı, eskisini mi tercih edersiniz?

Bugünkünü. Bir kitap var. ‘Yarım Bakireler’ gibi bir şey. O zaman herkes böyleydi. Ama bugün ne yapılırsa, o zaman daha gizli ve az olmak kaydıyla aynısı yapılırdı yine de. Bugün hiç olmazsa yalan yok. Sonra kadın hiç olmazsa kendini buldu. Ben zannediyorum ki bir kadının çok daha fazla seksüel hayata hakkı vardır. Daha erken inkişaf eder. Ama o zamanlar başka zamanlardı. Sadece bizde değil. Fransızlar, Amerikalılar, Almanlar da öyleydi. Bir tek sanırım İsveçliler. Pornolar da oradan başladı.

Bizim Danny De Vito

Avrupa Komisyonu Ekonomi ve Finans Direktörlüğü Ekonomisti Dirk Verbeken, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ı Danny De Vito’ya benzetmiş: ‘De Vito gibi çok zeki ve sürekli gülüyor. O kadar neşeli ki bazen şaka mı yapıyor, yoksa ciddi mi anlayamıyoruz.’

Unakıtan, zaten uzun zamandır ilgiyle izlediğimiz bir şahsiyet. Bunu da duyunca kendilerine en bi’ hassas tartar gözümle bir daha bakma ihtiyacı hissettim.

Zira daha önce, Abdullah Gül’ü George Clooney’e benzettiklerinde de aynı ürkünç duygu tebelleş olmuştu bünyeye: ‘Eyvah, yarın bir gün, Abdullah Gül’ü seksi bulma ihtimalim söz konusu olabilir mi?’ diye...

Konu George Clooney olunca, o kadar da korkmamıştım gerçi ama Danny De Vito derseniz, orda şöyle bir dururum.

Zira, evet efendim, bendeniz Danny De Vito’yu müthiş seksi bulurum.

Hatta ikisini tezgaha koysanız, ben paramı George Clooney yerine Danny De Vito’ya yatırmayı tercih ederim yani.

Çoğu kadına soracak olursanız, ‘Para ve imanın kimde olduğu belli olmaz’ sözüne kesinlikle bir özelliğin daha eklenmesi gerekir: Seksapel...

Seksapel söz konusuysa nekes bir izan gitsin ötede bayılsın. Zevkine ket vurmaktan daha zalim, daha mazohistçe bir yaklaşım olabilir mi bu hayatta?

Ve Danny De Vito, çok seksidir. Nokta...

Yine de benim zaviyemden çok şükür ki asayiş berkemal. Gün gelip de bir bakanı seksi bulmaktan yana beslediğim endişe bir kez daha rafa kalktı.

Ben de çoğu zaman şaka mı yaptığını ciddi mi olduğunu anlayamıyorum ama bunun haricinde Kemal Unakıtan’a bakınca, Danny De Vito’yla aralarında pek bir benzerlik göremiyorum.

Hani durumu çok zorlarsanız belki saçları dökülmüş bir Levent Kırca?..
Yazının Devamını Oku

Yeşil Başlıklı Kırmızı Saçlı Kız

5 Şubat 2005
Arabanın içinde müzik dinleyip güleş oynaş, bir gün batımında, daha da sevinçli gülücüklere doğru ilerlemekteyiz. Yüreğim sevgiden iyice kabarmış, Boğaz da turkuvaz rengine çalmış. Yine içimden dedim ki: ‘Yahu, ölmeyeceğimi bilsem, coşkudan bir koşu şu köprüden atlayıp, biraz yüzüp, biraz dipten gidip kıyıda bizimkilerle buluşabilirim.’

Hayat ne acayip.

Bu benim şu hayatta en sevdiğim değilse de en sık kurduğum cümle olsa gerek: Hayat, çok acayip.

Kura kura eskitemedim şu, esasında kendisi hiç de acayip olmayan, klişe makamından çalan cümleyi.

Ha bire malûmu ilam eder gibi: Hayat, hakikaten çok acayip.

Geçtiğimiz hafta, öyle böyle değil, çok önemli bir işim vardı.

Ruhumun bir yarısı, ciğerimin paresi, sıkıdostum, candostum, endostum İzmir’den geldi. Ailesini ailem addettiğim...

Ayrıca kendisi de dostum olan annesi, o, ben, arabaya atlamışız, kardeşini asker ocağında ziyarete gittik. O kardeş ki, dediğim gibi, benim de biraderimdir.

Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden geçerken, trafiğe takıldık. Şimdi tabii İstanbul’da herhangi bir Boğaz köprüsünde trafiğe takılmanın acayip bir yanı yok.

Gelin görün ki İstanbul’un insanın göz pınarlarını dolduran güzelliğine bakarken his budalası olmuşum, aptal saptal daldım gittim...

Neleri neleri atlatmış olduğumuzu düşünüyorum. Az buz da değil hani... Üzerimizden silindir gibi geçmiş seneler var; acılar, ayrılıklar, ölümler, hastalıklar, kayıplar, dönüşsüz sanılan nice kanlı kavgalar...

Travma üstü travma üstü travma üstü travmalar...

İçimden, ‘Ve işte, bak şimdi burdayız’ dedim. ‘Hayat,’ dedim, ‘ne acayip...’

Bizim Küçük Adam, büyümüş de patronlar olmuş da askerler olmuş da terhis olunca evlenecekmiş de kocalar da olacakmış da...

Kezzap gibi ruhumuzu deldi geçti nice vak’a. Peş peşe geldi; çok hunhar geldi... Ama işte, biz arabanın içinde müzik dinleyip güleş oynaş, bir gün batımında, daha da sevinçli gülücüklere doğru ilerlemekteyiz...

Yüreğim sevgiden iyice kabarmış, Boğaz da turkuvaz rengine çalmış.

Yine içimden dedim ki: ‘Yahu, ölmeyeceğimi bilsem, coşkudan bir koşu şu köprüden atlayıp, biraz yüzüp, biraz dipten gidip kıyıda bizimkilerle buluşabilirim.’

HAYAT BAZEN ESPRİDEN ANLAMIYOR

Tam o sırada, köprüdeki adamı gördük. Çarşamba günü gazetenin üçüncü sayfa haberlerinden biriydi. İki aylık karısı kendisini terk etti diye köprüye çıkan ve üç saat boyunca polisi, karım da karım diye oyalayan sabıkalı şahıs!

Meğer trafik o saatte ondan o kadar tıkalıymış.

Hayat, dedim, çok acayip... Ve bazen espriden hiç anlamıyor!

Sık muhatabı olduğunuz bir soru mudur?: Korkmuyor musun? Hiç mi korkmuyorsun?

Ben bazı bazı olurum. Cüneyt Arkın filan olduğumdan değil de, işte ne bileyim, kimi insanlardan biraz daha korunmasız, sakınmasız, aslına bakarsanız şuursuz yaşadığımdan.

Kafa göz vura yara yol aldığımdan... Bazen beláyı bas bas bağırarak çağırdığımdan... Hiç mi korkmazmışım?

Ne münasebet canım, niye korkmayacak mışım? Aptal mıyım, korkuyorum elbet. Sadece şu var ki, korkunun kendisinden çok daha fazla korkuyorum.

Korkunun ecele faydası yok zira, ama Mine Çayıroğlu’nun Mete Özgencil’in sözleriyle ifade ettiği üzre: Korkma... Korku ruhu yer!

BENİM ŞAHSİ FAVORİM KORKMA

E, artık sevgi böcüğü hezeyanları da bir yere kadar! Bu yazının bir yerlerinden bir şarkı ve bir klip geçmesi gerekiyor!

Mine Çayıroğlu’nun Zümrüt Gibi albümünden klibi çekilen ikinci şarkı olan Korkma, benim albümdeki şahsi favorim.

‘Korku ruhu yer’ cümlesini, mümkün olsa, memleketin derelerine teperelerine neonlarla yazdırmak isterim.

Zaten baştan sona bir Mete Özgencil albümü olan Zümrüt Gibi’nin klipleri de Mete Özgencil’in çekiyor olmasının garipsenecek bir yanı yok tabii...

Ormanlık bir yerde, zengin bilgisayar efekti marifetiyle çekilmiş olan klip, ben diyeyim Sleepy Hollow’dan esintiler taşıyor, siz deyin...

Klip için özellikle kızıla boyattığı saçlarıyla ve zümrüt yeşili kıyafetleriyle çok güzel bir kadına dönüşmüş olan ama öldür Allah kimseleri artık büyüdüğüne inandıramayan Mine Çayıroğlu’nun üzerine yapışmış yafta göz önünde bulundurulunca...

Siz deyin, Kırmızı Başlıklı, pardon, Yeşil Başlıklı Kırmızı Saçlı Kız...

Ve şarkı güzel. Şarkı, özellikle manidar bulduğumdan bana mı öyle geliyor bilemeyeceğim ama çok güzel:

‘Dünyanın ucundaki mağrur bir fener gibi durma / Arsız bir hüzün gibi, hoyrat bir kader gibi yıkma / Elbet zor diner acı, elbette kalır izi / Korkma / Böyle serpilir ruhum, öyle zenginim sorma / KORKMA / KORKU RUHU YER / Gönül durmaz koşmak ister, yolcular zevk almak ister / Ne demişler gündüz gece / Varmak zaten bir nefeste / Bilirim, hem de nasıl zordur bilirim / Bir ağacın altında, yağmurda ağlarken bulduğun birinden ayrılmak...’

Yağmurlu bir kasfetli bir orman... Doğanın her tonundan, ayrılık ve yalnızlık...

Kapişonlu peleriniyle ağaçların arasında kaybolmuş gibi görünen bir kadın ve peşi sıra gölge gibi dolanan bir atlı...

Yine de bana soracak olursanız, bir huzur, bir coşku, bir umut...

Deliriyor muyum ne?.. Hayat, acayiplik poligonunda gözbebeğimizin hálet-i ruhiyesiyle atbaşı koşuyor olmalı.

O gün bizim Küçük Adam’ı gördük. Çıkışta, dönüşte, İskele’de balığımızı yedik, rakımızı içtik. Işıldayan karanlık suların üzerinde, mutluluk gemisinin kaptan köşkünde gibiydik.

Hayat çok acayip...

Ve çok zaman unuturuz ama...

Hayat, çok güzel... Bu cümle bir yanıyla böyle de kurulabilir.
Yazının Devamını Oku

Bir konuyu kapatmak umuduyla

4 Şubat 2005
Ey sevgili ulu ve de áli kari; genelde e-postaları, cevaben yazılmış e-postalarla yanıtlamaya ya da derdimi açtığın telefonlarda derdimi anlatmaya çalışıyorum ama bazı mevzularda öyle takıntılı bir tabiatın var ki... İnat etmek faydasız; başa çıkamayacağım muhakkak. Dolayısıyla..:

İMZA KLİŞESİNDE YER ALAN RESİM konusunda..:

Hakikaten bayılacağım şu resim mevzuundan. Pes demek isterim Muzaffer’ciğim (Sağlam); öyle bir fotoğraf çekmişsin ki benim de ondan çekeceğim varmış!

Yılbaşı gecesinden beri outlook express’in check-list’i, ‘Seni yılbaşı gecesi NTV’de, 2004’ün En Acayip Şeyleri programında gördüm. Fotoğrafına hiç benzemiyorsun, niye çocukluğundan kalma fotoğrafını kullanıyorsun?’ mealinde ilerleyen mektuplarla bombalanıyor.

Teker teker mektupları yanıtlamaya gayret ettim. Sustum sustum, bu konuyu burada açmamak adına elimden geldiğince kendimi tuttum ama el insaf, şubat geldi geçmekte, hálá mı yahu?!.

Arkadaşlar, şu fotoğraf işini daha önce de dilim döndüğünce anlatmaya çalışmıştım.

Birincisi, öyle çocukluğumdan kalma bir şey değildir, 2001’de çekilmiştir.

Fotoğraf çektirmektense dişini çektirmeyi yeğleyen bir tip olduğumu bilen Muzo’nun uzuuun telkin mesaisi neticesinde beni rahatlatarak, ne olduğunu bile anlamama fırsat tanımayarak çektiği, objektife ne hikmetse öyle insan gibi bakmamı sağlayabildiği karelerdir.

Yoksa benim burnuma bir kamera dayayın, kanlısını görmüş kabadayı rolündeki Kadir İnanır ile habire gözlerini kaçıran mahçup Kezban rolündeki Hülya Koçyiğit kırması bir şeye dönüşürüm.

Televizyona gelince...

Hayatımda ilk kez TV’ye TRT’de bir canlı yayında çıkmıştım. 96’da filan... Programdan sonra birçok tebrik telefonu almıştım. Hepsi de aşağı yukarı aynı şeyi söylüyorlardı:

‘Kızım millet sana bayılmıştır. Herkes sayende ‘Bu iki lafı bir araya getiremeyen salak bile şu hayatta bir halt olmuşsa biz hayda hayda oluruz’ hesabına kendisini çok iyi hissetmiştir. Sen artık bu ülkede umudun yeni sembolüsün!’

‘Madem kendini biliyorsun, niye TV’ye çıkıyorsun?’ diyeceksiniz.

Valla elimden geldiği kadar kaçıyorum ama bir yer geliyor, teslim oluyorsunuz.

Kıramayacağınız insanlar tarafından ikna ediliyorsunuz, eğlenceli bir muhabbetin dolmuşuna biniyorsunuz ve saire...

İnsanlık háli; bir tufadır, geliyorsunuz işte...

Kaldı ki ben kamerayı sevmiyorsam, o benden nefret eder.

Zaten bu aralar yine kısacık bir sürede üzerime 12 kilo kadar koyduğum bir dönemdeyim; eh, üzerine bir de ekranın eklediği 10 küsur kiloyu sayın.

NTV’deki arkadaşlara; ‘Ben de Seda Sayan’ın, Hülya Avşar’ın kullandığı, ‘boyuna çizgili’ filtrelerden isterim’ diye tutturdum (!) ama niyeyse kaale almadılar.

Yani özellikle TV ekranında şahane bir seyirlik olmadığım konusunda sizinle kesinlikle hemfikirim.

Gelin görün ki bundan sonra bir daha aynı tufaya gelmeyeceğim konusunda da kimseye, en başta da kendime, söz de veremem.

Zira zaten daha önceleri bu konuda tövbe etmişliğim var. Bir tövbe ki defalarca bozdum.

Fakat bir tek şeyi kesinlikle anlamıyorum. Şu fotoğrafa niye bu kadar takılıyorsunuz?

Mesela aynı soruyu Emin Çölaşan ya da Reha Muhtar’ın burnuna da dayıyor musunuz?

Biz arka sayfa güzeli değiliz ki kardeşim? Niye fotoğrafla ve kılımın tüyümün rengiyle bu kadar ilgileniyorsunuz?

O fotoğrafın altında ne yazdığı konusunda varsa bir itirazınız alalım.

Altı üstü bir vesika boyu kelledir. Biz sizin fotoğraf albümlerinizi kurcalayıp, her háliniz birbirinin tıpıtıpına aynı değil diye sizi ihanetle, sahtekárlıkla suçluyor muyuz?
Yazının Devamını Oku

Mağluptur bu yolda

3 Şubat 2005
Yolsuzluk davası sanığı müteahhit Ali Osman Özmen’den beş yıl önce aldığı 150 bin dolarlık borcu geçen hafta ödeyen MGK eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç, paranın kaynağı sorulunca; ‘Bunlar özel şeyler. Bir şekilde buldum ve ödedim. Kimse merak da etmesin’ dedi. Merak edilmeyeceeeek etme! Hesap sorulmayacaaaak sorma!

Öyle yani...

Yerse...

Üç maymunu oyna; akıl ve ruh sağlığını ya da bir sevdiğini ve canını kaybetmeden kotarabildiğin her biten gün için Allah’ına şükret ve oturrrr oturduğun yerde; fazla kıpraşma...

Bu ülkede kudreti kendinden menkul babalanmaların yol, su, elektrik, nema, saygı vs. olarak döndüğü düşünülünce, nedir ki?

‘Verdiysem ben verdim’ literatürüne bir çentik daha işte...

Şaşırmayız...

Normalde insanın yüzünü müzünü, ensesini mensesini kızartması gereken her türlü hadiseyi kanıksamışız.

Bu konularda aşmış bir ırkın ahvadıyız.

Mustafa Sarıgül, ‘İnsan pes etmedikçe yenilmiş sayılmaz’ şeklinde pek manalı bir vecize buyurduktan sonra ‘Pes etmedim’ dedi bildiğiniz gibi.

Etse şaşardık zaten... Ama etmez... Şaşırmayız...

Bizim tarihimiz, her türlü mağlubiyete devekuşu eda ve nazarıyla bakan muzaffer vatanseverden geçilmez.

Nedir ki?..

Ben yaptım oldu tavrı bile nostaljikten öte, küflü bir lezzettir memlekette. ‘Ben yaptım dedim mi oldu sayılır, ne yaptığımı bile sormayın; oldu işte, o kadar’lara kadar geldik.

Rokfor, rokfor, kaşardan öte...

Durumu, kongreden birkaç hafta önceden gazetem.net’te yayınlanan yazısında Ahmet Altan şahane bir şekilde özetlemişti: ‘Siyasi partiler genellikle iktidardan düşer. Bizim CHP galiba ‘muhalefetten düşen’ ilk parti olacak.’

Pes etmedi ama Sargül; bir dahaki olağanüstü kurultayda, mesela gelecek hafta, hadi bilemediniz en gecinden birkaç ay sonra kazanması hálinde, bu bir galibiyet sayılabilecek mi?

Bu mümkün olabilecek, değil mi? En azından Sarıgül ve şürekası nezdinde...

İnsan bu ülkede iyi bir şekilde şaşırmayı, sevinçle şaşırabilmeyi ne kadar sık ve ne kadar çok özlüyor.

Altan, bu haftaki yazısında da CHP kurultayındaki vatanseverlerden bahsediyor yine:

‘Nasıl bir vatan aşkıydı o öyle, birbirlerine sandalyelerle vuruyorlar, kafa atıyorlar, yumruklaşıyorlar, su şişeleri fırlatıyorlar, içinde ‘ben’ sözcüğünün fazlasıyla geçtiği uzun konuşmalar yapıyorlar, birbirlerini namussuzlukla, ‘düşmanlıkla’ suçluyorlardı.

Bütün bunları da partilerine ve bu ülkeye daha fazla hizmet edebilmek için yapıyorlardı.

Aşk buydu işte.

‘Aşkın olduğu yerde mantık yoktur’ diyenler herhalde daha önce de parti kurultayı izleyip bu karara varmışlardı.

Mantık pek yoktu gerçekten.

Fikir olduğu da söylenemezdi.

Yüzleri kasılmış, öfkeli, bağırarak konuşan bu insanlar niye vatanı bu kadar çok seviyorlar diye merak ettim doğrusu.’

Ne hazin durumumuz...

Neden kapılarını kırıp girdiğin ve yolunu yumruklarla aça aça ilerlediğin bir kongrede sırf pes etmediğin için kendini galip addetmeyesin ki?

Galiptir bu yolda mağlup... Ya da şöyle söyleyelim: Cümleten mağlubuz işte...

Neyse ne...

Bunlar özel işler. Fazla karıştırmayın, hatta merak bile etmeyin yani...
Yazının Devamını Oku

Mitoloji okumuş herkes bilir ki, mitoman olunmaz, doğulur

30 Ocak 2005
Niyeyse, ömrümün bu demlerinde, benim payıma süzme mitomanlarla uğraşmak düştü. Hani bilmeyen varsa diye, mevzuyu bağırsaklarına kadar açmayınca kızıyorsunuz diye: Kaba tarifiyle:

... Diye lafa giriyordum ki, niyeyse kendimi Yeşim Salkım’ın kendisine sosyopat diyen birine dair bir soruya cevaben sarfettiği cümleyi anmadan edemeyeceğimi fark ettim.

Ne diyordu Salkım: Sosyoloji okumuş herkes bilir ki, sosyopat, toplum düşmanıdır. Toplum benim ne kötülüğümü görmüş!?!

Böyle bir şeyler...

İşte ben de demek istiyorum ki, mitoloji okumuş herkes bilir ki, mitoman, kendi yalanına inanan insan evladına denir.

Yani konunun psikolojiyle hiç ilişkisi yoktur. Psikoloji bilimi, sadece psikopatlarla ilgilenir...

İnsan icadı olmayan, hayata dair tesadüflerden ve mitomanlardan laf açarken de:

Hayır efendim, hiç de bile kendimle çelişmiyorum. İnsan insandan ürer ama insan icadı değildir. Yaradan’ın -o sırada aklından ne geçiyorsa artık- bir marifetidir.

Yani insan icadı mitomana rastlayamazsınız. Mitoman dediğinizin orijinali, olunmaz doğulur.

Tıpkı bir başka büyük Türk düşünürü Gülşen’in seksapelle ilgili derin anlamlar içeren beyanatı gibi: ‘Seksi olunmaz, doğulur.’ (Bu arada umarım bu beyanat, ortamlarda altı aylık seksi bebek filan arayan pedofillerin gözünden kaçmıştır.)

Her zamanki gibi lafı dolandırıyorum; kulağımı göstermeye çalışırken, parmağımı kuyruğumdan dolaştırıyorum.

Sadede gelelim: Şaka değil, yazıya garnitür olsun diye de değil, hakikaten, bu aralar ne hikmetse, hayat bana birkaç süzme mitomanla uğraşmayı reva gördü.

Sevimli de keratalar...

Öyle komikler ki, bağırsak-ı kübradan salladıkları hikáyelerde kasaba kurnazlığı arıyorsunuz, bakıyorsunuz bakıyorsunuz, bulamıyorsunuz.

Niye? En önce kendileri inanmışlar çünkü... Basbayağı inanıyorlar. Ne kadar da ve nasıl da inanabildiklerine siz inanamıyorsunuz.

Nasıl Semra Hanım dünyanın en iyi annesi olduğuna çelik gibi bir imanla inanıyorsa, nasıl Mustafa Sarıgül, Atatürk’ü müteakip en kahraman CHP neferi olduğuna inanıyorsa; öylesine, o hesap...

Algıda seçicilik olsa gerek, ben bunlarla muhatap olmuşum ya bir kez, gözüm de öyle tiplere takılmaya başladı kaçınılmaz olarak.

Bir Murat Demirel olsun, bir Alaattin Çakıcı olsun, firar hikáyelerini Mavi Tur geyiklerine sardıran şirin şeylere...

Bakmalara doyamıyor insan. Hani utanmasalar birer Halikarnas Balıkçısı olarak da tanınan Cevat Şakir türevleri...

Biz aslında balayına çıkmıştık. Bakın valla billa; yanımıza aldığımız leblebi, üzüm ve depresyon haplarımız şahidimiz olsun ki, iki gözümüz önümüze şaşı maşı aksın ki, balayındaydık. Sonra rüzgár biraz tersten üfledi; ah, gözümüzü açtık ki ne görelim?: Başka bir ülkenin karasularındayız. (Murat Demirel)

Sonracığıma, biz esasında mavi yolculuğa çıkmıştık ve ben esasında Kekova’da tekneden inecektim fakat hay bin kunduz; rakıyı biraz kaçırmışım. Kafam nal gibi, e, n’apalım, üzerinize afiyet bir temiz sızmışım. Gözümü Rodos’ta açmışım. (Alaattin Çakıcı)

Bir de tabii Çakıcı’yı ziyarete gittiğinde cebinden yanlışlıkla kırmızı mırmızı pasaportunu düşüren emekli MİT’çilerimiz var; onlar ayrı...

Şimdi diyeceksiniz ki bunlar mitoman filan değil, yüzlerini fi tarihinde zaten kızartmışlar, dalga geçer gibi alenen yalan söylüyorlar.

Ve kimsenin inanmadığını adları gibi -ki pasaportuna göre isimler de değişebilir- biliyor olmalarının yanı sıra, kendileri de söylediklerine inanmıyorlar.

Teessüf ederim.

İsterseniz, yemeğe, yemekten sonra da kahve-konyağa kalınız ama kusura kalmayınız; benim kafam ve onurum kaldırmıyor böyle bir ihtimali.

Sizin yargı mercilerinizin hiçbir mazereti, bahanesi olmadan böyle ferah ferah, rahat rahat, kafaya alınabildiğini içiniz alıyorsa, o sizin sorununuz.

Beni hiç bulaştırmayın. Ben onlara mitoman derim, acil şifalar dilerim; o olur. Tanışmayalım, görüşmeyelim; rüyalarda buluşuruz.

Hem ayrıca, mitomaniden laf açılmışken: Onlara dolandırıcı, mafya felan (!) da demeyin. Osman (Yağmurdereli) abim ne belletti: Onlar abiler...

Onlar, komikçi, ehehehe aman da ne komikçi ağır abiler...
Yazının Devamını Oku

Yıllar boyu serpilişine şahit olduğumuz Aşkın Nur Yengi

29 Ocak 2005
Aşkın Nur Yengi’nin ilk albümü Sevgiliye’nin hayatımdaki yerini anlatmam hakikaten zor. Rüştümü ispat etmek, ailemden ayrılmak, başka bir şehre taşınmak üzere olduğum seneydi. Hayatımın hayati derecede önemli bir dönemeciydi...

Çok içimden bir yerlerden, garson (garçon) boyken aşka düştüğüm ve o zamana dek bir yanımla hep aşık kaldığım çocukla vedalaşıyordum...

Artık hiçbir şey aynı olmayacaktı, biliyordum. Korunmalı hayatımdan uzaklaşmam, hayatla yüzleşmem, kısaca büyümem gerekiyordu. Leş gibi korkuyordum, kendime ve etrafıma çaktırmamaya çalışıyordum.

Üstelik içi her daim zift gibi arabeske çalan bir çocuktum. Platonik duygulardan, nurtopu gibi ülser başlangıçları doğuruyordum.

CANIMA OKUYAN ALBÜM

Tam o ara, ortalığa Aşkın Nur Yengi diye bir genç kadın düştü. Benden hepi topu iki yaş büyük, 70’li, çello öğrencisi ve evveliyatında Sezen vokalisti.

Kendisini daha önce Sezen Aksu’nun arkasında vokal yaparken, sahnede görmüştüm ama çıkardığı solo albüm gibi bir şey beklemiyordum.

Sevgiliye, Başka Bir Şey Bu, Bile Bile, Serserim Benim...

O şarkıların biri çalsın, talimat almış Pavlov kuçusu gibi, bugün bile oturup zırıl zırıl ağlayabilirim.

O albüm, canıma fena okumuştur benim.

Sonraki yıllarda Aşkın Nur Yengi’ye ne oldu, anlayabilmiş değilim. Belki de ben bir daha hiç o ilk albümü dinleyen naif kız çocuğu olmadığım için, sonraki albümlerinin hiçbirinden aynı tadı alamadım.

Fakat bunun sırf benimle ilgili bir şey olduğunu da zannetmiyorum. Zira Aşkın Nur Yengi’nin peş peşe gelen, kendi tabiriyle fıkır fıkır, bana soracak olursanız, salla yuvarla albümleri, Arap’ın yalellisi tonundan bir kıvırtkanlık içerir olmuştu ve bu konuda bir tek ben öyle düşünmüyordum.

Ay İnanmıyorum’u uzun süre ‘Ayran Buyurun’ diye dinlemiş bir arkadaşım var meselá. Ciddiyim. Nur Yengi klibinde İspanyol eteklerini savurup bir öne bir arkaya göbek atarken, ‘Ayran buyurun’ dediğini sanıyormuş, işin aslını öğrendiğinde çok şaşırmıştı.

Böyle bir, kulak arkasında karanfilli, ortaya acılı-acısız lahmacunlu, yanına da yayık ayranlı çağrışım yani...

Kaldı ki buna da bir itirazımız olamaz; kimse lahmacun-ayran ikilisini benden çok sevmesin ama bir şarkı olarak ‘Ay İnanmıyorum’u almayayım mümkünse...

Neyse...

Velhasıl, albümler ve yıllar boyu serpilişine şahit olduğumuz şarkıcılarımızdandır Aşkın Nur Yengi.

Ne yalan söyleyeyim, dokuzuncu ve son albümü Yasemin Yağmurları’nın tümünü dinlemiş değilim. Konuya sadece çıkış parçası olarak klibi çekilen Yıldız Yıldız ve radyolarda habire çalan Mosmor Oldun Mu kadarıyla hakimim.

Ki ikisi de birer Nazan Öncel şarkısı...

Bunun yanında Adnan Ergil, Vedat Sakman, Şehrazat ve tabii ki Sezen Aksu’nun da destekleri var albümde.

Aşkın Nur Yengi, Nazan Öncel şarkılarının popülaritede kopması üzerine sorulan bir sorudan, Gülşen ile karşılaştırıldığı için pek hazzetmemiş. Of Of’un ticari bir şarkı olduğuna, oysa onun albümünde ticari bir şarkı bulunmadığına dair talihsiz bir beyanatta bulunmuş.

Benim bu konuda kafam biraz karışık. Şu bitmeler bilmeyen, pop aleminde sanat şarkısı söyleme iddiası nasıl bir şeyse ve niyeyse artık?

Mosmor Oldun Mu nedir meselá? Bir Mozart requiem’i filan olmadığı muhakkak da?.. Yine neyse diyelim...

Yıldız Yıldız, seneler sonra ilk defa o eski Aşkın Nur Yengi’msi hálleri hatırlattı bana bir şarkı olarak.

İçlenecek bir konun varsa, otur içli köfte gibi içlen yani. Yanında da ‘Yıldız Yıldız buyrun.’ (Katık etmek isteyenler için ‘Beni buralarda unutur gibisin / Ekmek kırıntıları gibi süpürür gibisin...’ sözleri de mevcut ayrıca şarkıda.)

Yıldız Yıldız’ın klibinde Aşkın Nur Yengi, güllük gülistanlık bir evde, güller açmış gül gibi bir güzellik olarak dolanıyor.

Ve aralara serpiştirilmiş, eski sevgiliyle Beyoğlu’nda geçirilen güzel günlere dair flashback sahneleri...

Galatasaray Lisesi’nin önünde tost yemeler, tramvayı yakalamaya çalışmalar, sarılışmalar, gülüşmeler...

BURUK BİR TEBESSÜM

Ki resmi sitesinde, Aşkın Nur Yengi’nin en sevdiği yerlerden biri olduğunu öğreniyoruz Beyoğlu’nun.

Bundan birkaç yıl önce gecenin kel bir saatinde Aşkın Nur Yengi’yi Beyoğlu’nda şahsen görmüştüm.

Amansız bir magazin takipçisi olduğumuz için sevgilisi olduğunu bildiğimiz bir beyefendi ve bir arkadaşıyla İstiklál Caddesi’nde yürüyorlardı.

Ve üçü de neredeyse bağırarak cep telefonuyla konuşuyorlardı.

Buruk bir tebessüm tebelleş olmuştu bünyeye, bugün de olduğu gibi... Biraz Aşkın Nur Yengi için, biraz benim için; birazı da geçmişin...
Yazının Devamını Oku

Tüten yazı (2)

28 Ocak 2005
<B><I>Dünden devam:</B></I> Bu satırların, 15 yıldır sevdayla, şehvetle sigara tüttüren yazarı, tanımak ve sevmek talihsizliğine nail olduğu, hırtlığı sanata dönüştürmüş dört adamın, Takoz, Hırtos, Ohamis ve Daralyan’ın şakkadanak sigarayı bırakması üzerine fena hálde paniğe kapılmıştır. ***

Ne diyorduk? Sigara...

Kafadan söyleyeyim de kurtulayım. Laf ağızdan bir kez çıkar. Ben, ne olur ne olmaz diye, böyle konuyu iyice ortamlara salıyorum ki dönmeye hiç yüzümüz olmasın.

O tarihe kadar bu dört uyuzdan biri sözünden dönüp de tekrar sigaraya başlamazsa... (Zavallı muharrire, hicranla üç-beş kere yutkunur...) 14 Şubat’ta sigarayı bırakacağım.

Domino reaksiyonu gibi. Bir deli bir kuyuya bir sigara attı; peşisıra gidiyoruz işte...

‘Hadi be, sen sigarayı bırak, ben hayda hayda bırakırım’ hesabı... Türk müyüz ne?

Her türlü kötü alışkanlığımızla barışık, hatta bununla gurur da duyarak, mutlu mesut yaşarız.

Ama iş inada binmeyegörsün, gerekirse en bi’ pür-i pak, yine biz yaşarız.

Anlamışsınızdır: Bunlar kademeli bir şekilde sigarayı bırakırken, ben de aynı hataya düşmüş bulundum.

Yandık yani...

Ohamis, sigarayı 17 Ocak’ta bıraktı. Ben de dedim ki, ‘Sana bir ay mühlet. O zamana kadar durum maldon olmazsa, 17 Şubat’ta ben de bırakıyorum.’

Orada Hırtos lafa girdi: ‘Sen gel şu tarihi 14 Şubat’a çek.’

13 Şubat, benim doğumgünüm. Bu sayede hem ‘33 yaş kararı’ almış olurmuşum, hem de sigarayı, sevgililer gününde manitadan ayrılırcasına bırakmış, kıl olduğumu gayet iyi bildiği sevgililer gününe karşı da bir eylem koymuş gibi olurmuşum.

Değil mi ki ben sigarayı, bugüne kadar birlikte olduğum bütün adamlardan daha çok seviyormuşum...

‘A tamam be!’ dedim; ‘iyi fikir... Yardan geçmek için ideal tarih...’

Bu muhabbet dönerken de, nasıl olsa gerçekleşmesi mümkün görünmediği için keh keh gülüyorum. İyi halt ediyormuşum... Gülmesem iyi edermişim.

Yandım yandım, yandım yandım, ahhh ki ne yandım...

Beni sigarayı bırakmaktan çok, sigarayla birlikte bırakmak zorunda olduğum şeyler korkutmuştur hep...

Kahve, içki, efkárlı şarkılar; yemekten sonra kahve ve konyakla içilen sigara en keyiflisi olduğuna göre -ki ben ağzıma sinek kaçsa, yemekten sayıp üzerine sigara içerim- yemek... Literatürlere orgazm sigarası olarak girmiş şeye değinmiyorum bile!..

Sigara öyle bir iptiladır ki, bir süre sonra sigarayı bunlarla iyi gittiği için değil, diğerlerini sigarayla birlikte lezzet kazandığı için tüketir hále gelirsiniz.

İstirham edeceğim, kalkıp da bana, sigarayı bıraktıktan sonra tüm bunların tadını daha iyi alacağımı söylemeyin, biliyoruz.

Şurda henüz sigara içebiliyorkene, ağız tadıyla bir aşk mektubu döşenmeye çalışıyoruz: ‘Sevgilim, seni seviyorum, seni tarihe düşülesi bir aşkla seviyorum. Fakat artık ayrı dünyaların insanlarıyız; babam beni vitaminciye everdi. Aşiretin selámeti açısından ciğerlerimi temizlemem lázım...’

Yalnızlığımın biricik yáreni, hayatımın biricik aşkı sigaraya olan mektubumu bağlarken, gelmiş geçmiş tüm kısa Camel’lara, Chesterfield Turkish Gold’lara, Benson&Hedges’lara ve Lucky Strike’lara, -artık misler gibi sigara kokamayacağız ya- Can Yücel’in ‘Sevda Duvarı’ adlı şiirini ithaf ediyorum.

‘Yalnızlığım benim süpürge saçlım / Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi.’

Ağlamak istiyorum.
Yazının Devamını Oku