31 Aralık 2004
Depremden bahsetme. Kötü şeyler düşünme. İyi şeyler çağır...<br><br>Günlerden beri kendimi bu şekilde telkin ediyorum. Yeni bir yıl geliyor. Yeni ve iyi şeyler söylemek lázım...
Öyle deniyor...
Yeni bir yıla girecek olmanın dünden yarına, hayatımızda nasıl bir etkisi olacaksa artık? (YTL’ye geçilecek ve para söz konusuysa benim gibi konu salaklarının önümüzdeki yıl bol bol kazıklanacak olması haricinde...)
Bende durum, son yılların bu dönemlerinde hep olageldiği üzre tezahür ediyor.
Yeni yılın ilk günü ilk iş, şeker ve alkol komasına girmeden bir yeni yılı daha idrak edebildiğim için Allah’a şükrediyorum.
Zira eksik olmasınlar, her türlü uzak-yakın tanış, bu dönemde bizleri çikolata, şekerleme ve parti manyağı yapıyor.
Benim zaten bu aralar lise ikideki rekor kiloma ulaşmama ramak kalmış, rezalet yani, bünye kendinden utanıyor.
Hayatım boyunca yeni yıl kararı alan insan türüne mensup olamadım.
Zira her canlının kendine ait bir takvimi olduğuna inandım.
Bir hálin miyadı dolmadan, sen nereni yırtarsan yırt, nafile yani.
İnsan dediğin defolu ve zayıf bir yaratık neticede; yazar kasa değil ki?..
Fakat bu sefer takvimler mi örtüştü ne, bu sabah gözümü bir karara açtım.
Schiller; ‘Affetmek ve unutmak iyi insanların intikamıdır’ der.
Ben o anlamda hiçbir zaman iyi bir insan olamadım.
Affetme kısmı tamam da...
Yani bu konuda kendimi kandırmıyorsam, kin tutmayı beceremediğim için, bu gibi duyguların bir nev’i külfet, yüreğe lüzumsuz yük olduğunu düşündüğüm için affetmeyi becerebiliyorsam da yaşadığım hiçbir şeyi unutmayı başaramadım.
Bu sabah bir telefon numarası düştü zihnime. Ezberimden hiç çıkmayan bir numara... Düşün düşün, hatırlayamadım.
Şimdi siz tabii buna keyfinize göre aşırı bilgisayar mesaisinden kaynaklanan sürmenaj ya da aşırı partilemekten kaynaklanan amnezi de diyebilirsiniz ama ben biliyorum ki, bu bir unutuş...
Affedişle birlikte gelen bir veda paketi.
Acayip bir duygu... Garip, bir rahatlama hissi.
Ömrü billah kovaladığı kuyruğunu nihayet yakalamış, dişleriyle kopartıp atmış bir sokak köpeği gibi...
Lale Müldür, Uzak Fırtına’da yer alan Terra del Fuego’nun sonunda şöyle der:
‘GRİ BİR PUMA gizlenmişti bir ağacın ardına. Kara bir hayvan gibi gizliyordun yüreğini. Bir anakonda kadar zehirli bir solitarius kadar yalnızdın. Bir gün aynalarda bir başkasını değil de kendimi gördüğüm an her şey bitecek demiştin.
Unutuşum bir başka sendi. Ben ölüyordum Tropiko. Unutuşun beyaz romansıyla ölüyordum. Söyleyecek başka bir şeyim yok artık. Unutmak istemiyordum oysa. Güzel kalan kadınlar da vardır çünkü... Limon kokulu, yağmurlu kadınlar vardır. Hiç unutmayan kadınlar vardır... limon kokulu... her şeye rağmen... yağmur kalan kadınlar vardır...
*
Ben iyiyim şimdi. Sen nasılsın?’
***
Limon kokulu yağmur kalan bir kadın olamadım. Unuttum. Unutabildim.
Üstelik kendimi hiç de ölüyormuş gibi hissetmiyorum. Bilakis, domuz gibiyim ve evet efendim, pekálá mutluyum ve iyi şeyler olacağından yana umutluyum.
Peki iyi bir insan mı oldum? Hiç sanmıyorum.
Hem intikam güden bir insan, iyi bir insan sayılabilir mi hakikaten? Bilemiyorum...
Bildiğim bir tek şey var: Hayatımda ilk kez, unutmaya vakıf olabildim ve Locke’nin dediği gibi, üzerine bir şey koymak için önce masayı boşaltmak gerekiyorsa, bu iyi bir şey olsa gerek.
Gönlünüzden iyi şeyler geçirmenizi ve gönlünüzden geçirdiklerinize tez vakitte kavuşmanızı diledikten sonra çok içeriden bir yerden sorarım:
Ben iyiyim şimdi velhasıl. Siz nasılsınız?
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2004
Bir haber okudum ki tırsss ve de yusuf yusuf...<br> Kaçırmış olanlar için: Liza Minelli yataktan düşmüş ve hastaneye kaldırılmış efen’im...
People dergisinin haberine göre, 58 yaşındaki Minelli, Manhattan’daki dairesinde, koruması tarafından yaralı hálde yerde bulunmuş. Bir polis sözcüsü, dergiye verdiği demeçte ayrıntıya girmeden, ‘Uyurken yataktan düşmüş, başını çarpmış’ demiş.
O yatak kaç rakımlık bir yere konuşlanmışsa, o nasıl bir düşmekse artık?..
Haberin satır aralarında ‘Bizim Liza zaten pek tekin hatun değildir’ tonundan bir; ‘Kesin, olayda başka bir numara var’ iması seziliyor.
Ki burada, yoğun bir empati duygusuyla, böyle bir şeyin, yani kafa göz yarmacasına yataktan düşebilmenin pekálá mümkün olabileceğini belirtir, hiç üzerime vazife olmadığı hálde kadıncağızın hakkını cansiperane savunmayı iş edinirim.
Gecenin kel saatlerinde televizyon karşısında sızmayı, sonra kanepeden düşüp yatağa gitmeyi, sonra yataktan da düşüldüğü için sabah yerde uyanmayı rutine dönüştürmüş biri olarak söylüyorum.
Düşme konusunda haklı bir şöhretim olduğunu söylesem?..
Hani meşhur hikáyedir: (Ki fıkra filan da değildir. Anlatılan ayniyle vakidir!) Altan Erbulak, Charlie Chaplin’in huzuruna çıkmış. Kendini beğendirmeye çalışıyor.
‘Ne yapabilirsin?’ diye sormuş Chaplin.
Erbulak; ‘Ben’ demiş, ‘Çok güzel düşerim.’
‘Nasıl yani?’
‘Böyle yani...’
Ve düşmüş Altan Erbulak. ‘Ben düştüm, adam da gülmekten koltuktan düştü’ diye anlatırmış bu anektodu rahmetli.
Geçenlerde bir kısım medya, Turkcell’in yeni yıl kokteyline katıldık.
Ortada dolanıp duran bir kamera...
Ben Pakize’nin (Suda) yanına çektiğim pufun üzerinde oturuyorum. Kendisi şöhretli bir insan olduğu için, kameraların özel bir ilgisi var.
‘Ben’ dedim, ‘kamera buhranı geçene kadar, kıyı kıyı, yan tarafa uzayayım.’
Bizim tayfanın etrafında toplaştığı yan masaya doğru, oturduğum pufla birlikte geri geri gitmeye başladım. Kıçımı tabureden kaldırmadan, tembel işi kaçıyorum güya. Ve tabii ki gözümü Kanat’ın ayaklarının dibinde açtım. Sırt üstü...
Turkcell’in destek verdiği Çağdaş Kızları Destekleme Yönderlik programında yer alıyorum ya... Onun için iki gün eğitim aldığımız yerde de bir temiz düşmüştüm.
Baktım oradan tanıdığım biri başımda dikilyor: ‘Sizi ne zaman görsem yerdesiniz Ebru Hanım.’
Bu olayı anlattığım Emel haini, yemedi içmedi, bu hikáyeyi bizim hayvan tayfasına (Mahşerin dört hıyarı) anlattı.
Onlar da eksik olmasınlar, sırayla teker teker benim düşme anılarımı andı. Şaşırdık mı?!
Ki bunlar -kimilerinin öyle olduğunu itiraf ederim- sarhoşluk anıları filan değil yani. Kimileri gayet mákul sabah saatlerinde ya da gayet nezih ortamlarda yaşanan şeyler.
Biz sanki gökdelen tepesinden düşüp yerinde zıplayıp omuzlarındaki tozu temizleyen çizgifilm kahramanıyız; düşene -ki o ben oluyorum- kahkahalarla tekme sallıyorlar.
Beyin soğancığımda ya da ortakulağımda bir sorun mu var ne? Diyorum ki bari bu işten nemalanalım abi.
Altan Erbulak güzel düşen bir aktör -de- olduğu için Altan Erbulak olabilmişse, belki ben de her düşüşümde hadiseye şahit olanlara bilet kesebilirim.
Sokakta düz yolda yürürken salakça düşerim, sonra hiç istifimi bozmadan kalkar, gösteri için para toplar ve gururla şöyle derim: ‘Hani benim diye söylemiyorum ama ayıptır söylemesi çok güzel düşerim.’
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2004
Arada bir eften püften sebeplerden dolayı ha bire ceza aldığım ve tuğla kalınlığında bir sicil dosyasıyla mezun olduğum için lise yıllarımı sitemkár bir dille anıyorum filan ama... Yukarıda Allah var, haklarını yiyemem... Hakikaten anlayışlı öğretmenlerin elinde büyümüşüz...
İzmir Amerikan Lisesi’nin forma kuralları epey esnek olmasına rağmen, genciz ve süs ve isyan peşindeyiz ya, forma kurallarını ille ki ihlal ederdik.
Ekoseli yeşil etek ve beyaz gömlek standart. Onların üstüne ve altına beyaz, siyah, lacivert, kırmızı, bordo ve yeşil renk çorap ve kazak serbestti. Bunların yanında okul sweat-shirt’leri de giyilebilirdi.
Zevkine göre kombin yap işte...
Yok abicim, biz baklavalı kazaklar, yeşil ekoseli eteğin altına -o nasıl bir zevksizlikse artık- çingene pembesi çoraplar, ille ki lastik ayakkabılar peşindeydik...
Okuldaki komitelere, ondan-bundan-şundan sorumlu öğrenciler, yine öğrenciler tarafından seçilirdi.
Ve birkaç şeyin yanında kıyafet kurallarıyla da ilgilenen bir komite vardı ki ismi Düzen Kurulu idi.
Ben her zamanki gibi ihlál durumunu biraz abartmış olsam gerek, sorumlu öğretmenin hunhar planı neticesinde üzerime ihale kaldı.
O yıl, Düzen Kurulu için seçim yapılmadı. Zira sınıfın Düzen Kurulu sorumlusu olarak ben atandım. Görev, Mutena Hanım tarafından yüzüme alaycı bir sırıtış eşliğinde tebliğ edildi.
Zira efendim, Mutena Hanım, beni hizaya sokmanın yegáne formülünün beni hizadan sorumlu kişi yapmak olduğuna karar vermişti.
Zira ona soracak olursanız, ister beğeneyim ister beğenmeyeyim, hatta istersem inkár edeyim ama benim sorumluluk bilincim fazlasıyla gelişkindi.
Ne oldu dersiniz?
Tabii ki sene boyunca öğretmenlere ebelenen arkadaşlar haricinde hiçkimsenin ismi kural ihlálinden dolayı gerekli yerlere iletilmedi.
Fakat bu satırların bedbaht yazarı, koca seneyi baklavalı kazaklarına hasret, nizami üniformasıyla geçirdi.
Batuhan Susup’un (14) başına gelenleri okudunuz mu?
Emlakbank Süleyman Demirel Lisesi birinci sınıf öğrencisi Batuhan, geçtiğimiz Cumhuriyet Bayramı, okuldaki törene, ceketi yıkandığı için sadece gömlekle katılmış.
Ve disiplin kurulu tarafından ‘Kıyafet yönetmeliğine uymamak ve ulusal bayrama karşı sorumsuz davranış’ gerekçesiyle bir günlük uzaklaştırmayla cezalandırılmış.
Bu durum, Batuhan’ın babası Uğur Susup’un fena hálde ağırına gitmiş.
‘Oğlum gerçekten terbiyeli ve kurallara uyan bir çocuk. Biz de aile olarak disiplinli, kurallara saygılı bir aileyiz. Özellikle Cumhuriyet Bayramı gibi bir bayramımıza saygısızlığın lafı bile mümkün değil’ diyen baba Uğur Susup, İzmir Karşıyaka İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Disiplin Kurulu’na itirazda bulunmuş.
Sonuç?: Başvuruyu inceleyen kurul, gereğini düşünmüş: Batuhan’ın ‘bir yıl boyunca okuldaki her türlü sosyal, kültürel ve sportif etkinliklere katılması yasssah!’
İşin komiği, bu önceki cezanın ‘hafifletilmiş’ háli!
Tüm bu hikáyede mantık aramak mümkün değil ama her şeye iyi yanından bakan eblehçe iyiniyetli Polyanna olsak?.. Ne diyebilirdik?..
Batuhan kardeşim, sen yat kalk, şahane bir babaya sahip olduğun için dua et. Bu ülkedeki babaların büyük bir kesimi, bırak çocuğuna destek olup onun hakkını aramak adına gerekli mercilere şikáyette bulunmayı, ceza aldığı için oğlunu eşek sudan gelinceye kadar döverdi.
Senin baban bir ömürlük yáren...
Ayrıca merak etme, bak okulunun müdürü Hasan Demiral da söylemiş: ‘Pratikte çok uygulanacak bir ceza değil. Öğrenciye bir etkinliğe katılma denir mi?’
E, denmez yani... Akıl var, mantık var, vicdan var. Burası gestapo kampı değil, eğitim merkezi... Tabii ki bu ceza dile getirildiği şekilde uygulanamazzz.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2004
Emel Müftüoğlu’nu severim. Uzaktan yani; yoksa tanımam etmem, yanlış anlaşılmasın. Emel Müftüoğlu’nu uzaktan uzaktan hep sevmişimdir. Her şeyin başında kasmayan bir insan olduğu için... Kendisiyle dalga geçme becerisini haiz bir insan olduğu için. Onu sırf kendisiyle ilgili ‘Emel Müftüoğlu yüreğiyle yaşayan bir insandır. Emel Müftüoğlu’nun olayı samimiyettir’ benzeri cümleler kurmadığı için bile ömrümün sonuna kadar sevebilirim.
Bir de kendisine, ilkgençlik dönemlerimin; rutin gece çıkmaları için ‘izin aldın-alamadın’ durumlarından yırtmaya başladığımız ve kendimizi bir heves ‘havalı’ laylaylom mekánlara attığımız o demlerin, ‘fonda şarkı söyleyen kadını’ olduğundan dolayı için için muhabbet beslerim.
PARLAK YILDIZLARDIK
Lisede olduğum dönemin son yıllarında, Çeşme’de, Mask’ta sahneye çıkardı Emel Müftüoğlu.
‘Beğendiğim çocuk ha şimdi geldi ha şimdi gelecek’ kıpırtısıyla bir gözümüz kapıda, ‘Ne beğendiğim çocuğu be; resmen aşığım; hassstayımmm ulleeennn!’ kanırtılarıyla bir gözümüz ve iki kulağımız sahnede, ortaya karışık Türk şarkılarıyla platonik platonik hayaller kurardık.
Evet efen’im, biz de bir zamanlar çocuklardık ve hem de nasssıl parlak yıldızlardık...
O zaman...
Emel Müftüğolu, İzmir’den İstanbul’a göçeli, şöhret kazanalı, ekürisi Erdal’dan ayrılalı epey bir süre olmuştu.
Yine de o zamanlar sek ‘Emel’ diye tanınırdı. Gerçi hálá da biraz öyle değil mi?
Yani kendini ortamlara ‘Biz seni şu kadarcıktan biliriz’ hissiyatı yaratan o ‘Bana kısaca ilk adımla hitap edin’ şekliyle atan şöhretlerimiz, kılı-tüyü ağardığında bile yine bizim kız-oğlan olarak kalıyor sanki.
Ne bileyim, Tarkan sonsuza kadar Tarkan’dır; soyadının Tevetoğlu olduğunu bilmemiz bir şey değiştirmez.
Ya da meselá Emrah’ın soyadını bile bilmeyiz. Hatta kendisinin kır saçlarına rağmen kimi zaman Küçük Emrah şeklinde anılmasını bile garipsemeyiz.
KISACA EMEL
Neyse işte, işbu yazıda da Emel Müftüoğlu, Emel şeklinde anılacaktır. Babamın kızı olduğundan değil ama bir yanıyla sırf Emel olduğundan, hatta olabildiğinden...
Emel, Sezen Aksu’nun prodüktörlüğünü üstlendiği son albümü Çok Ayıp’a adını veren Sezen Aksu şarkısı Çok Ayıp’ın Süleyman Yüksel tarafından çekilmiş klibiyle tüm müzik kanallarında boy gösteriyor bu aralar málûmunuz.
Haberleri ve röportajları da çıkıyor patır patır her yerde: Emel’in ettiği her duanın ardından bir de Allah’a -bu albüm için kendisine sekiz şarkı vermiş olan- Sezen’i tanıma şansını kendisine bahşettiği için şükrettiğini...
Kızı Çağrı’nın kendisine bilgisayarda yeni yabancı klipleri izletmesinin, kendisinde ‘Biz klip çekmeyelim yani, ayıptır’ şeklinde bir utanç duygusu yarattığını...
Bunun haricinde elimizde ne var? Klip hakikaten de bir Hollywood prodüksiyonu değil neticede ama fena taklit etmiyor, o da ayrı...
CİCİ DEMİŞKEN...
Sezen Aksu hınzırlığı taşıyan sözler ve bigudilerle uzanmış bir ekábir Emel, ‘Umrumda mı dünya’ tavırlarıyla Tayni (Tiny) kılıklı bir köpeğe jambon mambon yediriyor.
Sonracığıma, bir yıldız edasıyla -ve tabii kılık kıyafetiyle- devasa bir EMEL’ yazısının önünde, etrafında dansçılarla şarkısını söylüyor.
Ben diyeyim Marilyn Monroe’nun ‘Diamonds are a Girl’s Bestfriend’i siz deyin Madonna’nın ‘Material Girl’ünü çağrıştırıyor. (Ki Madonna’nınki de tıpıtıpına Marilyn’e göndermedir zaten.)
Cici bir şey yani. (Cici demişken, Emel Hanım’dan özel bir istirhamım olacak: Allah kitap aşkına şu dakka başı taklidini yaptığınız tavşankulaklı ve önlüklü küçük kız çocuğunu şöyle bin yıllık bir teneffüse çıkarmanız mümkün müdür? Hatta siz onu iyisi mi eline belgesini tutuşturup annesinin evine yollayın. Annesi de onu hiç çıkmamak üzere odasına filan kapatsın.)
Şarkı deseniz bir Sezen Aksu klásiği:
‘Kulağıma geliyor, atıp tutuyorsun, / İleri geri konuşuyorsun aleyhimde. / Çok ayıp, çok ayıp. / Kendini ele veriyorsun, / Güvenini kaybediyorsun insanların / Her şeyi sayıp, bir bir sayıp. / Bu bizim özelimiz utanmıyor musun hiç? / Alıp başını giden kim? / Sözünden cayıp ha cayıp...’
Valla içimizde, Sezen Aksu’nun bu sözleri bilhassa Emel için yazdığına ve çok ayıp eden zatın da ‘katula katula’ vır vır vır konuşan biri olduğuna dair gaipten bir his var ama ben dedikodudan hiç mi hiç hazzetmeyen bir hanımefendi sanatçı, pardon gazeteci olduğum için kim olduğunu felan (!) hiç sormayın.
LOKUM GİBİ ALBÜM
Her şey bir yana, Çok Ayıp, lokum gibi bir albüm. Bir sonraki klibin, muhtemelen ömrüm boyunca kurtulamayacağım o Mask’taki sersem kızın hissiyatıyla, yine ömrüm boyunca severek dinleyeceğim Alper Narman ve Fettah Can şarkısı Ara’ya çekileceğini umuyorum.
İlle ki festival filmi kalibresinde bir klip olması gerekmiyor canım.
Maksat muhabbet olsun, içimizdeki çocuğun (İç ses kendi sorup kendi yanıtlar: Bu klişe kusturur mu, kusturur.) gönlü hoş olsun.
Ciğerimden dilerim; önümüzdeki yıl hepimiz için güzel bir şarkı gibi olsun.
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2004
Gündem Pac-Man’i olarak, bir süreliğine, birgün Semra’anım, birgün Avrupa Birliği hakkında yazmayı düşünüyorum. Aralara da domates, biber ve defne yaprağı... Fakat lepistes belleğine sahip, ‘ham yap ve sindirmeden unut’ tabiatlı bir toplum olduğumuz için, ne siz korkun, ne ben korkayım. Zira bu süreç, muhtemelen göz açıp kapayana kadar geçecektir.
17 Aralık tarihli The Guardian’ın eki G2’nin kapağında şöyle yazıyordu:
‘Muhterem AB vatandaşları, şu basit soruyu yanıtlayabilir misiniz? Aşağıdakilerden hangisi Avrupa’ya dahildir?
A) Türkiye
B) Fransız Guyanası
C) İsrail
D) Rusya
E) Britanya Krallığı
Yanıtlar, içeridedir.’
Sayfayı çevirdiğinizde karşınıza ‘Avrupa nedir?’ başlığı altında, iki sayfa genişliğinde işlenmiş konunun göbeğine konuşlandırılmış cascavlak bir fotoğraf çıkıyor: Takkeli ve sakalları göğsüne uzanan bir baba, kara çarşaflı bir anne ile iki adet takkeli velet ve tepelerinden sarkan kocaman bir Türk Bayrağı.
Resimaltı: ‘Avrupa’ya hoşgeldiniz? İstanbul’da bir Müslüman ailesi.’
Spot: ‘Türkiye AB’ye kabul edilmeli mi? Bugün alınacak karar, pek çoğu Türkiye’nin kıtamıza dahil olmadığını düşünen Avrupa halkını böldü. Fakat Avrupa nerede son bulur? James Meek, benzer bir durumun başka ülkeler için de geçerli olabileceğini fark etti; Tunus’tan Irak’a...’
Yazı şöyle dursun; siz dilerseniz görüşü alınan İngilizler’in düşüncelerine buyurun. Sadece Türkiye ile ilgili bölümleri aktarmak suretiyle:
Robert Kilyor-Silk (Bağımsız Avrupa Parlamentosu Üyesi): ‘Ben Avrupa’nın bir parçası olduklarını düşünmüyorum ama bu onlar için mühim bir mesele. Coğrafya dersinde bize öğretilenleri biliyoruz ama mühim olan kafa yapısı.’
Taryn Henderson (İngiltere’de okuyan Amerikalı bir öğrenci): ‘Hayır, AB üyesi değiller, öyle değil mi?
Svante Stockselius (Avrupa Yayın Birliği’nin Eurovision yarışmasıyla ilgili bölüm başkanı!!!): ‘Evet, Türkiye bu yıl yarışmanın evsahibiydi.
Harish Patel (Para piyasalarında işlem yapan bir döviz uzmanı): ‘Hmmm, yüzde 50-yüzde 50 diyelim. Coğrafi açıdan daha çok Asyalı ama...
Raymond Blanc (Şef): ‘Sanırım evet. Türkiye AB’ne dahil olmalıdır zira Avrupalı olmak, yüce bir emeldir. Avrupalı olmanın gereklerine uymak, insan hakları konusunda büyük gelişmeleri beraberinde getirir.
Dr. Kerry Longhurst (Avrupa Araştırma Enstitüsü, Birmingham Üniversitesi): ‘Evet. Bizim izanımız geniştir ve fikriyatımız ilerlemeye, gelişmeye yöneliktir. Ve kesinlikle AB ile sınırlı değildir.
Masouma al-Ali (İngiltere’de yaşayan bir Kuveytli): ‘Evet. Yaşam tarzları ve kültürleri Kuveyt ve diğer müslüman ülkelere kıyasla çok Avrupai.’
İsmini açıklamak istemeyen bir İngiliz): ‘Kesinlikle hayır! Türkiye’yi sevmiyorum. Oraya gitmiştim ve nefret etmiştim. İğrenç bir yer.’
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2004
Gündem Pac-Man’i olarak, bir süreliğine, birgün Semra’anım, birgün Avrupa Birliği hakkında yazmayı düşünüyorum. Aralara da domates, biber ve defne yaprağı...Fakat lepistes belleğine sahip, ‘ham yap ve sindirmeden unut’ tabiatlı bir toplum olduğumuz için, ne siz korkun, ne ben korkayım. Zira bu süreç, muhtemelen göz açıp kapayana kadar geçecektir.17 Aralık tarihli The Guardian’ın eki G2’nin kapağında şöyle yazıyordu:‘Muhterem AB vatandaşları, şu basit soruyu yanıtlayabilir misiniz? Aşağıdakilerden hangisi Avrupa’ya dahildir?A) TürkiyeB) Fransız GuyanasıC) İsrailD) RusyaE) Britanya KrallığıYanıtlar, içeridedir.’Sayfayı çevirdiğinizde karşınıza ‘Avrupa nedir?’ başlığı altında, iki sayfa genişliğinde işlenmiş konunun göbeğine konuşlandırılmış cascavlak bir fotoğraf çıkıyor: Takkeli ve sakalları göğsüne uzanan bir baba, kara çarşaflı bir anne ile iki adet takkeli velet ve tepelerinden sarkan kocaman bir Türk Bayrağı.Resimaltı: ‘Avrupa’ya hoşgeldiniz? İstanbul’da bir Müslüman ailesi.’Spot: ‘Türkiye AB’ye kabul edilmeli mi? Bugün alınacak karar, pek çoğu Türkiye’nin kıtamıza dahil olmadığını düşünen Avrupa halkını böldü. Fakat Avrupa nerede son bulur? James Meek, benzer bir durumun başka ülkeler için de geçerli olabileceğini fark etti; Tunus’tan Irak’a...’Yazı şöyle dursun; siz dilerseniz görüşü alınan İngilizler’in düşüncelerine buyurun. Sadece Türkiye ile ilgili bölümleri aktarmak suretiyle:Robert Kilyor-Silk (Bağımsız Avrupa Parlamentosu Üyesi): ‘Ben Avrupa’nın bir parçası olduklarını düşünmüyorum ama bu onlar için mühim bir mesele. Coğrafya dersinde bize öğretilenleri biliyoruz ama mühim olan kafa yapısı.’Taryn Henderson (İngiltere’de okuyan Amerikalı bir öğrenci): ‘Hayır, AB üyesi değiller, öyle değil mi?Svante Stockselius (Avrupa Yayın Birliği’nin Eurovision yarışmasıyla ilgili bölüm başkanı!!!): ‘Evet, Türkiye bu yıl yarışmanın evsahibiydi.Harish Patel (Para piyasalarında işlem yapan bir döviz uzmanı): ‘Hmmm, yüzde 50-yüzde 50 diyelim. Coğrafi açıdan daha çok Asyalı ama...Raymond Blanc (Şef): ‘Sanırım evet. Türkiye AB’ne dahil olmalıdır zira Avrupalı olmak, yüce bir emeldir. Avrupalı olmanın gereklerine uymak, insan hakları konusunda büyük gelişmeleri beraberinde getirir.Dr. Kerry Longhurst (Avrupa Araştırma Enstitüsü, Birmingham Üniversitesi): ‘Evet. Bizim izanımız geniştir ve fikriyatımız ilerlemeye, gelişmeye yöneliktir. Ve kesinlikle AB ile sınırlı değildir.Masouma al-Ali (İngiltere’de yaşayan bir Kuveytli): ‘Evet. Yaşam tarzları ve kültürleri Kuveyt ve diğer müslüman ülkelere kıyasla çok Avrupai.’İsmini açıklamak istemeyen bir İngiliz): ‘Kesinlikle hayır! Türkiye’yi sevmiyorum. Oraya gitmiştim ve nefret etmiştim. İğrenç bir yer.’
button
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2004
Geçtiğimiz hafta, takıntılı bünye yine eften püften bir mevzuya takıldı kaldı. AB müzakerelerinden tutun da Semra Hanım’ın final gecesi (yani bu satırların kaleme alındığı cuma gecesi) birilerine ‘Gelinim olur musun?’ diye sorup sormayacağı benzeri, hayati ehemmiyet taşıyan mevzuları bile es geçtim; düşünün yani...
Derdim gücüm, kendime ‘bir ilke imza atabileceğim’ bir konu bulmak.
Filozof hindi mesaisi verdim; inadım inat...
Ve fakat heyhat! Anladım ki çoook geç kalmışım.
Düşün düşün kafayı yedim; yok abi... ‘Nah-a bu konuda Türkiye’de bir ilke imza attım’ şeklinde gef gef gerinebileceğim tek bir konu bulamadım.
Zira burası, ‘bir ilke imza atan’ mühürdarlar diyarı.
Bakınız meselá, geçenlerde haberi çıkmıştı: Stadın ününü ‘ölüm stadı’ndan ‘düğün stadı’na çıkarmak için, sevgilisi Emina Türkcan ile İnönü Stadyumu’nda, gazete ilanlarıyla çağıracağı binlerce hayranının önünde evlenmeyi planlayan Mustafa Sandal, böylece Türkiye’de ‘bir ilke daha imza atmış olacak’mış.
Şimdi burada müsaadenizle haklı itirazımı, itiraz da ne, isyanımı dile getirmek zorundayım.
Biliyorum, hayat adil değil ama haksız rekabetin bu kadarı da ayıptır yani.
Kimi şahsiyetler, patır patır ilklere imza atarak, kimilerimizin hakkını yiyor.
Bize imza atacak ilk kalmıyor. Ayıp oluyor.
Meselá Hülya Avşar’ın kaç ayrı dalda kaçar kez ilklere imzalar, imzalar, imzalar attığını düşününce has(r)etimden prangalar eskitesim geliyor.
Geçen gün sabah programlarından birinde bir baktım, ‘deri mont giyen ilk türkücü’ sıfatıyla yine bir ilke imza attığını söyleyen Nihat Doğan, deri montun etkisiyle olsa gerek, ‘Oh yeah’li, ‘Yeah baby’li filan bir türkü söylüyor.
Etti mi sana ikinci bir ilke imza atma ‘olayı?..’
Üsküdar Belediyesi’nin ‘Alo Moloz’ servisi açarak belediyecilikte bir ilke imza attığını Sanlı’dan öğrendim meselá.
Sonracığıma Ünlüler Çiftliği’nde, ayaküstü attırdığı hebele gübele bir şarkıyı o sıralar henüz çiftlikten gitmemiş olan Küçük İbo’ya, ona sorarsanız son derece álicenap bir üslûpla veren, bana sorarsanız kakalayan Bora Gencer, ‘Türkiye’de ilk bıçaklı şarkıyı yapan’ ve bu bağlamda nice ilklere imza atan mümtaz ötesi bir şahsiyet olduğunu anlatıyordu.
İki gözüm önüme aksın ki... Valla...
Memleketin sözlerinden bıçak geçen şarkısını ilk o yazmış. Öyle diyor. Onun yalancısıyız.
Ben de ne yapayım, ara-tara, at oynatıp imza attıracağım bir serbest arazi bulamayınca ‘mış gibi’ yapmaya karar verdim.
Pakize’nin mış-muş köşesini apartıp soru formunda ele alacağım.
Hiç utanmadan ‘mış-muş’u kendim bul’muş gibi’ ve de evet efen’im, bir ilke imza at’mış gibi’ yapacağım:
4 Trafikte güya en süratli ilerlemesi gereken sol şeritte aheste beste giden şoförlerin derdi nedir?
Bu ülkede en süratli ilerleyen şeridin sağ şerit olması niyedir, niçindir, nasıl bir şeydir?
Sol şeritte piyasa yapan şoförlerin derdi otobanın sol tarafında daha iyi bir manzara görülebilir’miş gibi’ yapmak mıdır yoksa altındaki döküntü Tofaş esasında Şahin görünümlü Porsche’muş gibi’ yapmak mıdır?
4 Kıçı ağar’mış gibi’ görünen eskitilmiş jean’leri, altında stilettolarla giyip steril yerlerde piyasaya çıkmak, serseri bir ruh’muş gibi’ yapmak mıdır?
Peki yere kuş tünemesine benzeyen amele modeli çöken, kıçını koyacak yer bulamamış sokak çocuklarının popoyu yere değdirtmeme gayreti, steril’miş gibi’ yapmak mıdır, yoksa hakikaten temiz kalma çabası mıdır?
4 AB müzakereleri hayırlı uğurlu olsun. Emeği geçen herkese de helál olsun. İnşallah demokrasi adına teoride alınan yol, uygulamalara da yansır. Ne de olsa málûmunuz, demokrat’mış gibi’ yapmak ile demokrat bir ülke olmak arasında küçük tefek farklar vardır.
İç ses kendisine utançla sorar: Kızım senin için saçmalamanın bir sonu var mıdır?
Amaaan, ne bileyim. Yine kafam karışık. Yine bir ilke imza atamadık, gün akşam oldu.
Yandı gülüm keten karizma
Büyü’nün galası sırasında G-Mall’da çıkan yangın üzerine, benzetmek gibi olmasın -ki zaten benzetme bana değil, filmin yönetmeni Orhan Oğuz’a aittir- 17 Ağustos depremindekine benzer bir telefon trafiği yaşadık.
Yani, yangın televizyonda yayınlanmaya başlar başlamaz ‘karizmayı çizdiren’ tek kişi Emrah olmadı.
Benim validenin karizma da eni konu hasara uğradı. Benim o sırada yangından filan haberim yok, telefon çaldı.
Annem ağlamaklı soruyor: ‘Eboşuuum, fırk, bebeğim, mürk, nerdesin?’
(Evet efendim annem bana ‘Eboşum’ diye hitap eder. Annemin karizmasının tek başına çizilmesine gönlüm razı olmadı. Çizik karizma konusunda kendisine destek vereyim dedim.)
‘Evdeyiiim? Niye ki ne?’
‘Oh, çok şükür. Ehü bühü, Büyü, yangın...’
‘Anne ağlamadan konuşsana Allah aşkına? N’oldu yahu? Bak beni korkutuyorsun, ne olduğunu adam gibi söylesene?’
Zaten filmin çekimlerine başlandığından beri sürgelen şu lanet muhabbetlerinden baymışım.
Ne galaya, ne sinemaya... Filme gitmemeye kesin kararlıyım.
Ama tabii valide bunu nereden bilecek, ürkmüş zahir. Ay, sen, anneciğimin karizma, bir çizil, bir çizil!!!
Yine de karizma ve üzerindeki cızıklar söz konusuysa, ben Orhan Oğuz’un zannımca mevcudiyeti hayli şaibeli karizmasının üzerine tanımam.
Hani karizma buz pistiyse, Orhan Oğuz’un basın toplantısı ve konuyla ilgili röportajları patendir derim.
Çizikleri birleştirseniz, burdan Mars’a yol olur.
Efendim neymiş? Bu bir deprem de olabilirmiş. Ayrıca iyi ki böyle bir film çekmişler. Millet korkmaya hazırlıklı ve aporttaymış. Komedi filmi çekselermiş, çok kişi ölebilirmiş.
İki gün boyunca televizyonda Orhan Oğuz’u yakaladıkça birbirimizi aradık arkadaşlarla.
Ediz sonunda eni konu delirmiş. ‘Büyü depremi’ diyor, başka bir şey demiyor. ‘Ben şimdi gidip Orhan Oğuz’u boğsam, ‘Ediz depremi bu, olabilir yani’ desem cezadan indirim alır mıyım?’ diye soruyor.
‘Sakin ol Edizim’ dedim; ‘Asabının yakasına muska takarız, bir şeyciğin kalmaz. Maksat, senin karizmaya bir şey olmasın.’
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2004
Tanıdık birkaç arkadaşı yine pek güldürdüm, Allah da beni güldürsün.<br><br>Yani bir kere de yanılt be kader! Güya İzmir’e gideceğim, yine ‘Gideyom, gidemeyom’ hállerine düştük. Üstelik bu konuda maalesef hiiiç şaşırmadık! Benim şu basiretsiz seyahat planlarımın her seferinde, hiç sekmeden hep sektiğini bilen, gidebilme ihtimalim üzerine bahse tutuşan ve parasını gidememe ihtimaline yatıran arkadaşlar yine kazandı.
Zira İzmir’e gidişim, Ocak’ın ikinci yarısına kaldı. Leş gibi güldüler bir de üstüne, adi kargalar. Tanıyıp da -niyeyse artık- sevdiğim mahlûkat arasında bir tane de insan evladı yok yani, öyle söyleyeyim.
Neyse... Olsun varsın... Allah da beni güldürsün dedim ya, eksik olmasın, çok şükür ki güldürüyor kendileri.
Bu aralar niyeyse kıkır kıkır bir háldeyim. Kurulmuş pilli bir bebek gibi, ota boka gülmekteyim.
NE PERFORMANSTI BE...
Dün akşam, yani Çarşamba akşamı, önce Cibalikapı Balıkçısı’nda iki adet pek sevdiğim dostumla oturduk rakı içtik.
Muhabbetin belini kırdık, hayatın anlamını, aşkın doğasını filan hallaç pamuğu gibi attık.
Sonra çıkışta Roxy ve N.O.H.A konseri...
N.O.H.A demişken, oha da demek isterim. O ne performanstı be.
Siz kendilerini Coca-Cola’nın ‘Sokakta hayat var’ reklamının film müziği ‘Balkan Hot Step’ ile tanıyor olabilirsiniz ama şöyle söyleyeyim, neredeyse en dandik parçaları o.
Çok iyiler, çok çok iyiler...
Üstelik konserden sonra grubun siyahi solistini dansa kaldırmış ve refüze edilmiş biri olarak bunu söylüyorum, düşünün.
Bugün kalktım, işe geleceğim, klip yazısı yazacağım. Peki ama ne yazacağım? Standart müzik kanalı zaplama prosedürüne giriştim.
OLDURAMADIM’I
YAKALADIM
Veee NR1’da Özkan Uğur’un G.O.R.A için yaptığı Olduramadım’ı yakaladım.
Dün, aşkım, tatlım, kankaların en yakışıklısı Serhat’ım da söylemişti; ‘Ya, bu adamlar yaşıyorken, bunların bir yerlere heykelini dikmek lázım’ diye.
Biz Serhat’la fena hálde MFÖ hayranıyız; grubun hem M’sinin hem F’sinin hem de Ö’sünün her dem sağlığına duacıyız.
Özkan Uğur’un Olduramadım’ını dinleyince, bir kez daha dua ettim.
Klipte Özkan Uğur, film kareleri eşliğinde, pek şahane bir tonundan yeşşşil mi yeşil kravatlı ve blazerli bir şıklık içinde, her zamanki kedi adımlarıyla yürüyor, hopluyor, zıplıyor.
Elbette yine her zamanki gibi gülüm gülüm gülüyor. Ve insanın içini kıpır kıpır yapan şarkısını söylüyor:
‘Ya Rabbim, Ya Rabbim / Bıktım usandım bu hataları tekrarlamaktan / Onun bunun adına film olmaktan / Özendim bezendim her seferinde / ‘Bu defa acaba olur mu?’ diye / Ama kopuktu zincir, olduramadım / Ne yaptım ne ettimse olduramadım’
Şarkı Özkan Uğur’a ait olunca, hebele gübele nidaları olmazsa olmaz tabii:
‘Hambalaley yambaleylo oh leyya / Hambalaley yambaleylo ohh...’
Baktım ki klibi izlerken, kendi kendime salak salak gülüyorum. Bu aralar kahkaha gazına maruz kalmış gibiyim zaten ama bir yandan da sanki insan Özkan Uğur’a gülümsemeden bakamazmış gibi geliyor.
İzmir’e gidemiyorum. Áşık desen, olamıyorum. Hatta dansa kaldırdığım adamlar tarafından reddediliyorum. Hiçbir haltı olduramıyorum.
Ve fakat umursuyor muyum? Umursamıyorum.
Hayata bakıyorum ve ya Rab, deliler gibi eğleniyorum.
Bu yılbaşı kendime bir huni filan mı alsam ne?
Yazının Devamını Oku