19 Kasım 2004
Allah rızası için biri bana geçtiğimiz yılın nereye uçtuğunu, hangi ara cebimizden düştüğünü söyleyebilir mi? Eh, be...
Şu hayatta annemin her söylediğine önünde sonunda ille ki gelmek zorundayım, değil mi?
Ne beklediğimi bilmeden ofura pofura bugünleri beklediğim, uzun bir can sıkıntısı olarak hatırladığım çocukluğum boyunca hemen her anne gibi aynı şeyi tekrar edip durmuştu:
‘Bugünlerin kıymetini bil. Belli bir yaşa geldikten sonra, zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksın.
Hele 30’undan sonra, beş yıllık dilimleri, gözünü açıp kapadığın anlık dilimler gibi algılayacaksın.
Benim babam bana; ‘Önümde senin kadar yaşım olsun, beş bin lira borcum olsun’ dediğinde gülerdim. Şimdilerde maalesef aynı hissiyata sahibim.’
Annem bu geyiğin ateşini her harlayışında, ‘Peki o günler geleceğine göre, insanı pöfür pöfür pöfürdeten şu klişelerinden bıkacağın bir gün de gelecek mi canımcım?’ bakışımı atar, cümle içinde geçen yegáne enteresan şeyin, beş bin liranın dedem tarafından bir halt yerine konulacak derecede kallavi bir meblağ sayılması olduğunu düşünürdüm.
Klişelerin intikamı çok acı oluyor, çoook...
Aradan geçen yıllar sağolsun, sadece annemin dediğine gelmekle kalmadım...
Yakın bir gelecekte, sıfırları atılmış YTL sayesinde, dedemin kurduğu cümle de bir anlam içerecek ya, Allah bilir kendimi aynı cümleyi kurarken de yakalarım.
Geçenlerde Kaan (Yüceil) aradı.
‘Dükkánın doğum günü yaklaşıyor. Birkaç şey için lázım olacaklar. Şu bizim dia dosyalarını getirsen diyordum?’
Dükkán...
Roxy...
Söz konusu dia dosyalarıysa, geçtiğimiz yıl...
Arrrgh fena oldum...
Hakikaten inanmakta zorlandığım için yüksek müsaadenizle tekrar yazma ihtiyacındayım:
TAAA GEÇTİĞİMİZ YIL, 10. yılı vesilesiyle Hürriyet Pazar’ın albüm bölümüne hikáyesini yazdığım Roxy’nin, sayfada kullanmak için ödünç aldığım dialarının dosyaları...
‘Saçmalama abi’ dedim; ‘ne bu? Tamam, anladık, işini seven, yakışıklı olduğu kadar partici bir gençsin... ‘
De...
Bu, ‘düğün, nişan ve sözlenme yıldönümlerimizin yanı sıra aman tanıştığımız günü de kutlamayı ihmal etmeyelim’ tarzı maşuk çiftlere mahsus tavır, senin gibi serin bir arkadaşımıza yakışmıyor.
Ne yıldönümü be? Kimi yiyorsun? Bir yıl geçmiş olamaz.’
‘Olabilir bebek’ dedi.
Kaan, en az bizim kendisini sevdiğimiz kadar sever şu ‘bebek’ jargonunu:
‘Bak, hayat dediğin uçup gidiyor; ona göre yani...
Dört nala yaşamakta fayda var baby... Partiye geliyorsun değil mi?’
Gitmez miyim?..
Hele ki ortamda fasıl ve kanto gibi şeyler de olacağını duyunca; ‘İki elim kanda bile olsa’ dedim:
‘Benim gibi morukların o dinamik ortamın havasını kaçıracağını düşünüp içeri almamazlık etmezseniz tabii!’
Sizin bu satırları okuduğunuz Cuma’nın dünü, Roxy, 11. yılını kutluyor olacak.
Seneler boyu yoğun müdavim mesaisi vermişliği, hatta ilk açıldığı dönemde, duvarlarına badana yapılırken iki-üç fırça darbesi vurmuşluğu bile bulunan bu kulunuz da Allah’ın izniyle partinin cıvıldak bir mahalinde saf tutuyor olacak.
Sizin bu satırları okuduğunuz Cuma’nın iki gün evveli, yani benim için bugün, yani Çarşamba ise bu satırların yazarı (!) hem sahne performanslarını merak ettiği, hem de Cumartesi gününün kliptomanına malzeme çıkarmak için, Direc-T’in konserini izlemek üzere yine oraya yollanacak.
Hayat uçup gidiyor, talimata uyulacak, dört nala yaşanacak abi...
Değil mi ki ‘genciz biz; delikanlı; aktif, dinamik, heyecanlı...’
Hasta la vista ve dahi wow anasını baby...
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2004
Pazartesi günü cep telefonum acı acı çaldı. (Bana bu cümleyi bir kez daha kurmayı nasip eden Allahım’a şükürler olsun; ağlamak istiyorum. Hattın diğer ucunda Başbakan filan yoktu gerçi ama tabii bu da ayrı bir şükran konusu sayılabilir.) Cem Özer arıyordu, zira geçtiğimiz Pazar kendisiyle ilgili yazdıklarıma itirazı vardı.
Nurgül Yeşilçay’ın kendisinden çocuk sahibi olmayı hak ettiğini söylerken aslında öyle demediğini, ancak haberlerde noktanın-virgülün konulduğu yere göre anlamın tamamen değişebildiğini, benim yazımdan kendisinin İbrahim Tatlıses gibi biri olduğu sonucunun çıktığını, oysa bu ülkede bu mentaliteden hazzetmeyen sayılı erkekten biri olduğunu söyledi.
‘Ne güzel’ dedim, ‘İçinden ‘Ben aslında feministim’ diyen bir erkeğin geçtiği her cümleyi bozup tersten kurmaya dünden razıyım.’
Sevinçle, coşkuyla, saadetle aktarmayı görev addederim: Cem Özer, kesinlikle maşizmden hazzetmiyor.
Şahsen bu konuda kendisini, mutluluk gözyaşlarıyla tebrik etmek isterim.
Gelin görün ki muhabbetin bir yerinde aşinası olduğum bir cümle daha sarf etti ki benim genelde bittiğim nokta hep orası oluyor Sedat Abi...
Efendim, Cem Özer, kendi deyişiyle Türkiye’nin en yanlış anlaşılmış insanıymış ama bugüne dek ona önyargılı yaklaşan insanlar da dahil, onu tanıyıp da sevmeyen birisinin varlığı vaki değilmiş.
Şimdi, Cem Bey, yine ikisini aynı potada erittiğimi düşünüp bozulabilir ama çok benzer bir cümleyi geçtiğimiz hafta yaptığımız ‘keyifli’ telefon görüşmesinde İbrahim Tatlıses de sarf etmişti:
‘Ablacım, senin benimle ayın masada oturmuşluğun, evimde yatmış kalkmışlığın var mı ki böyle şeyler yazıyorsun? Önce bir tanı... Sen benimle insan gibi değil, gazeteci gibi konuşuyorsun.’
Şu işe başladığım günden beri bu hikáye kaç kere önüme konmuştur, zavallı kulaklarım bu minvalde cümleleri kaç kez duymuştur inanın hatırlamıyorum.
Ve aynı cevabı tekrar edip durmaktan fena hálde sıkıldım ama yapacak bir şey de yok.
Her seferinde söylemek zorunda kaldığım şeyi, affınıza sığınarak bir kez daha tekrar ediyorum:
Evet, haklısınız, sizi şahsen tanımıyorum.
Sizi tanımadığım gibi, tanımak da istemem.
Zira siz benim mahalle arkadaşım değilsiniz.
Ben bir gazeteciyim; siz de benim için bir süjesiniz.
Dolayısıyla sizi tanımamam daha sağlıklıdır.
Sizinle diyaloğumuzda, önce gazeteci, sonra insanımdır.
Anlatabiliyor muyum???
Kaldı ki hani benim diye söylemiyorum, övünmek gibi olmasın ama empati kapasitem hayli geniştir.
Yani tanısaydım muhtemelen Hitler’i de severdim.
Bunun yanında, siz beni tanısaydınız çok sever miydiniz, bakın işte ondan pek emin değilim.
Zira yüreğimle, beynimle, ciğerimle sevdiğim ve beni sevdiğinden emin olduğum insanların yalancısıyım, ben geçimi az biraz zor bir dangalakmışım.
Yani bugün bir şey olsun ve kendi kıtipiyos çapımda nezaket gösterip susmayı deneyeyim, birkaç güne kalmaz, o sivilce ebatlarındaki mevzu bende grizudan beter patlar.
Ayrıca, mum dibine ışımaz derler ya, şu hayatta arkadaşlarım gazeteci olmamın kefaretini ödemişlerdir.
Hakikaten kayda değer bir iş yaparlar meselá.
Başkası olsa, koştur koştur haberini yaparım.
Ama işte, hámili kart yakinimdir diye, ‘kıyakçılık’ addedilir diye, taş gibi habere uzaktan bakarım.
Dürüstüm edebiyatına yazılıyorsam, Allah belámı versin; onu demiyorum. Benimki basit bir patavatsızlık háli, başka türlüsünü beceremiyorum.
Dolayısıyla bir kez daha herhangi bir şöhretimizle benzer bir muhabbette buluşacaksak, şimdiden bu anlı şanlı tarihe kanlı bir not düşelim (!):
Evet, muhtemelen sizi tanısam severdim.
Ama şunu da bilin ki, saçmaladığınızı düşünüyorsam, olanca sevgime rağmen bunu suratınıza, muhtemelen de pek de tatlı olmayan bir üslupla, söylerim.
Yani, gözümü açtığım günden beri hayatımda bir İbrahim Tatlıses varsa ve bu şahsiyet, zihnimde 20 küsur yıldır, şarkılarının yanında haremine ayaklarını yıkatmakla, sevgililerinin ağzını burnunu dağıtmakla, manşetlerden delikanlı raconu ayaklarına tehditler savurmasıyla yer ediyorsa ve bu durum beni bir kadın, bir insan, bir vatandaş olarak rahatsız ediyorsa bunun tek mesulü de ben değilim herhálde?
Elceğizleriyle yaptığı çiğ köfteden yemem hálinde fikrimin değişeceğini de hiiiç zannetmiyorum.
Kendilerini uzaktan sevmek bile ‘Başlarım böyle aşkın ızdırabına’ şeklinde bir dertken, yakından tanıyıp da sevmeyivereyim yani.
Belki büyük kayıptır ama yani ne yapalım, artık o kadarını da göze alıyorum.
Biliyorum, tanısam sizi çok severim.
Allah sahibinize, sizi sevdiklerinize, sevdiklerinizi de size bağışlasın.
Yolu sevgiden geçen herkesle bir gün bir yerde buluşuruz.
Ve saire...
Ama mümkünse, burada bir diyalogdan bahsediyorsak, muhabbeti ‘gazeteci gibi konuşan’ bir tonda bağlayalım.
Geçmiş bayramınız kutlu, hayat da bayram olsun...
Türkiye çöl olmasın.
Şimdi aklıma başka meşaz gelmiyor.
Böyleyken böyle...
İyi günleeeer....
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2004
Geçenlerde bir medya organından aradılar: ‘Şöyle şöyle bir konumuz var. Görüş bildirir misiniz?’ E, peki, tabii ki deneriz...
Görüş alma meselesi meşakkatli bir iştir. Bir meslektaş olarak çok içeriden bir yerden gayet iyi biliriz. Dolayısıyla elimizden gelen neyse yaparız ama ben tam olarak anlayamadım, bir daha tekrar ederseniz? Konu tam olarak nedir?..
Ben konunun ne olduğunu anlamaya çalıştıkça, karşıdan başlığı tekrarlamaktan ibaret bir yanıtımsı geliyor. Sonunda TAM OLARAK ne yapacaklarını ve TAM OLARAK ne sorduklarını izah eden bir e-posta yollamaları konusunda ricacı oldum.
Bu sefer yanıt, bendenizi can evimden vuran bir cümleyle geldi: ‘Canım ne fark eder? Siz gayet güzel eleştirirsiniz işte...’
Zihnimden noktasız virgülsüz geçti. Yavşamış dilde, hayretin geçit töreni gibiydi: Nası’yaniveohafalanoldumyani!..
Az biraz daha kaşıyınca TAM OLARAK ne istedikleri, tahmin ettiğim minvalde çıktı. Esasta ‘Hep yaptığın şey güzelim. Anlamana ne gerek var? Kurcalama, sen giydir geç işte’ mánásı içeren, o tondan bir ifade...
‘A benim dingilim’ dedim ‘sende bu kafa varken, işini bu izanla yaparken, o eleştiri ‘addettiğin’ yanisi zannettiğin şeyin feriştahına esas SEN müstahaksın!’
...Demedim tabii...
LAF GEÇİREN YELLOZ CADI
Daha yuvarlak bir şeyler söyledim: ‘Ah, dün arasaydınız belki ama maalesef bugün durduk yerde kimseye bok atma modumda değilim.’
Tamam, Pamuk Prenses ya da Pollyanna olduğum konusunda ısrar edecek derecede içgörü yoksunu değilim.
Biliyorum yani, Semraanım’a baktığımda fedakár ana rolünde bir Adile Naşit’i, delikanlı áleminin ‘baba’larına baktığımda hem güldürür-hem ürkütür, sevecen bir Hulusi Kentmen’i görmeyi beceremediğimi...
Olmuyor... Benim bünye ancak bir yere kadar salağa yatabiliyor.
Bu metnin bir yerlerinde, o arkadaşın izanında olanların fikrine göre, Cem Özer’e ‘giydireceğim.’
Tüm bu laf kalabalığından sonra kulağa sahtekárca gelebilir ama oldum bittim Cem Özer’in çok iyi bir aktör olduğunu düşünmüşümdür.
Gelin görün ki ne zaman Cem Özer’e sempati beslemeye niyetlensem, misál, mesleki bir performansını beğensem, ‘Hah, bu sefer galiba billboard’suz bir ilişkiye girmeyi becerdi’ diye düşünsem, niyetim ve düşüncem koskoca bir PÖFFF! nidasına dönüşüyor.
Dilerseniz kabilede ismim Şafak Demeden Grup Demeden Laf Geçiren Yelloz Cadı olsun ama dedim ya, bünye reddediyor; kıvıracak değilim.
Cem Özer, Nurgül Yeşilçay ile bekledikleri çocukla ilgili açıklama yapmış: ‘Pek çok kadının bugüne kadar benden benzeri talepleri oldu, hep ‘hayır’ dedim. Fakat Nurgül, çocuğumun annesi olmayı fazlasıyla hak ediyor.’
Çift, yuvalarını ‘mutlu ama sade bir yaşam felsefesi’ üzerine kurmuşlar. İsteseler magazin gündemini işgal edebilirler, hatta evlilik görüntülerini 50 bin dolara kanallara pazarlayabilirlermiş ama yapmamışlar.
Ne zaman Cem Özer’in ağzından böyle bir laf duysam, aklıma meselá kendisinin TV’de ilk kez Yastık Altı Hikáyeleri’ni anlatmakla böbürlenen ‘o’ kişi olduğu geliyor. Ki Hıncal Uluç’un Tavuk Suyuna Çorba hikáyelerini pazar yazısı olarak kakalamasıyla böbürlenmesi gibi bir şeydir bu.
TEBRİKİN TAKDİRİ SİZE KALMIŞ
Ya da ne bileyim, Esin Maraşlıoğlu’nun yağlı boya tablolarının önünde pek maşuk pozlarla fotoğraflar çektirdiği dönemlerde, Kaya Çilingiroğlu ile Hülya Avşar’ın birlikteliği üzerine mahremiyet tiradı atması gibi bir şey...
Hepsini de yapmıştır yani...
Umarım Allah doğacak çocuklarının sağlıklı ve mutlu büyümesini nasip eder.
Gelin görün ki birinin, hamile eşinden ‘Benden çocuk sahibi olmayı hak ediyor’ şeklinde bahsetmesi, bana en hafif tabiriyle çiğ geliyor. Dedim ya, kılın tekiyim.
Son olarak, cümlenizin bayramını tebrik ederim. Fakat tabii benim gibi bir kılkuyruğun iyi dileklerini kabul edip etmemek de tabii sizlerin takdirine kalıyor.
Statükocu gençler yüzünden Andrew Mango’dan utandık
Geçtiğimiz haftaki Abbas Güçlü ile Genç Bakış programının vuku bulduğu yer Yeditepe Üniversitesi, konu 10 Kasım ve Atatürk, konuğu ise BBC eski Türkiye Masası Şefi ve Atatürk kitabının yazarı Andrew Mango idi.
Programı bilmeyenler için: Her hafta, bir üniversite ziyaret ediliyor ve davetli konuk, üniversite öğrencilerinin sorularını yanıtlıyor.
Programı izlerken, ‘Yakında bir oda, bir salondan ibaret evinde 230 adet kedi besleyen ya da Gelinim Olur Musun?’a, Oya Aydoğan’ın sabah programına telefon açıp kıçını yırtan o kadınlardan da olur muyum acaba?’ diye paniğe kapıldım.
Zira fark ettim ki, mütemadiyen, yüksek sesle televizyonla konuşmaya başlamışım!
Ne zaman öğrencinin biri ayağa kalksa ve ‘Atatürk olsaydı şöyle mi yapardı, böyle mi derdi?’ şeklinde bir soru sorsa basbayağı sinirli bir tonla car car cevap yetiştiriyorum:
‘Muhtemelen Atatürk yaşasaydı; ‘Sen bu kadar bağnaz sorular sormaya, bu yaşında böyle statüko ağzıyla konuşmaya utanmıyor musun çocuk? Ayrıca n’apıcan benim ne yapacağımı? O zamanın şartları farklıydı, şimdinin şartları bambaşka! Sen önce kendi beynini kullanmayı öğren!’ şeklinde azarlardı! Sana ne! Bu nasıl bir GENÇ BAKIŞTIR??? Sen ne düşünüyorsun, en ufak bir fikrin var mı onu söylesene!’
Atatürk’ü çok seven ve muhtemelen Türkler’in büyük bir çoğunluğunun anladığından daha iyi anlayan Andrew Mango da öğrencilerden yediği fırçayla kaldı; biz oturduğumuz yerde utandık.
‘Bir yabancı Atatürk hakkında nasıl ahkám keser’miş!
Ah Atatürk; ‘Beni anlamak demek...’ diye başlayan o ünlü vecizesini sarf ederken her zamanki gibi bir şey bilirmiş...
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2004
‘Abuk subukça’ bir cümle kuruyor olabilirim ama: Dilimde nostaljik bir gazoz tadı var. Günlerdir, Ümit Sayın’ın üçüncü albümü Maî’yi dinliyorum.
Damağımda şekerli gazoz tadı, içimde bir tatlı huzur...
Ümit Sayın ile bundan yıllar önce, ilk albümü Hicran’ı çıkardığı ve Tarkan’a verdiği Dön Bebeğim gibi şarkılar sayesinde piyasada isminin iyi bir şarkı yazarı olarak anılmaya başladığı dönemde, bir röportaj yapmıştım.
Kim aksini söylerse yalan söylüyordur; röportaj dediğiniz nanenin yüzde 98’ine, pür yargısız bir objektiviteyle gidilmez.
Muhatabınız hakkında fikriniz, dolayısıyla ille ki önyargınız vardır.
Yine röportajların yüzde 90 küsurunda, sohbet kendi doğasında ilerledikçe, hayatın insanı mütemadiyen ebeleyen sürprizli seyri sağolsun, tahminlerinizin çoook ötesinde şaşırabilirsiniz.
Ümit Sayın, benim hayatıma, yüzde ikilik kontenjandan girmişti. Onunla buluşacağımız yere doğru ilerlerken, adama dair en ufak bir fikrim ve hissiyatım yoktu. Vallahi...
ELİNDE BİR DEFTER INCIK MINCIK NOTLAR
Şarkılarını biliyordum ve e yani, iyi de buluyordum ama iyiydi işte, o kadar...
Kaldı ki başkalarına verdiği şarkıları, meselá Dön Bebeğim’i, nedense ‘bir Tarkan şarkısı’ olarak algılıyordum ve Ümit Sayın’ı, konunun hiçbir yerine konuşlandıramıyordum.
Sonra onu gördüm... Gözünde şişe dibi camlı, kalın çerçeveli gözlükler, elinde devamlı sayfalarını karıştırıp içine karaladığı ıncık mıncık notları gösterdiği bir defter vardı.
Deli-dahiyle mahallenin ‘naif’ delisi arasında seyreden edalarla ve çocuksu bir heyecanla anlattı da anlattı.
‘Aaa, işte şahane, mükemmel bir çıtırdak’ diye düşünmüştüm.
Bunu bugün de burada rahatlıkla ifade ediyor oluşum öküzlüğümden değil, içimin rahatlığından... Zira ne düşündüğümü yüzüne karşı da söylemiştim.
Gülüşmüştük... Çünkü o da gayet iyi biliyordu ki, bunu olası en olumlu anlamıyla söylemiştim.
İlk an itibarıyla, garip bir şekilde, ortak bir dilden muhabbet kurabilmiştik.
Buna da o sırada ortamda mevcut olmayan bir şişe gazoz vesile olmuştu desem?..
Mevzunun nereden açıldığına dair en ufak bir fikrim yok. Çocukluğumun İzmir’inin olmazsa olmaz gazozu, ilkokuldaki teneffüslerin gevrek ve gazozdan oluşan standart mönüsünün muhteşem lezzeti SenSun’un adını anmıştım.
SEZEN AKSU DİNLERKEN PIT SAHNEYE FIRLADI
SenSun gazozunun adını duyar duymaz, Ümit Sayın’ın ağzı ve gözleri ahenkle dans ederek, senkronize bir şekilde açıldı ve öyle de kaldı.
Sonra hayat hikáyesini, başına gelen, hayatının akışını değiştiren olağanüstü her şeyi tıpkı bir gazoz kapağı açarmış gibi ‘pıtırdayarak’ anlattı:
İzmir’de hayta bir delikanlı olarak büyümüştü. İlk aşklarına onun şarkılarıyla düşmüş, hasta bir Sezen Aksu hayranı olarak...
Sonra bir gün, 1990’da, Sezen Aksu’nun bir konserini izlerken, pıt, sahneye fırlamıştı ve onunla bir şarkı söylemişti.
Sonra pıt, sesini ve mizacını seven Sezen Aksu onu, tam da patır patır genç müzisyenlere muazzam fırsatlar tanıdığı dönemde, İstanbul’daki ‘dergáhına’ davet etmişti.
Pıt, Sezen Aksu’nun vokalisti olmuştu.
Sonra pıt, Özkan Oğur tarafından kendi bestelerini yapmak konusunda teşvik edilmişti.
Ve pıt, sanki zihninde bir kapı açılmıştı: 91’de şarkılarını yazmaya başlamış, pıtır pıtır bir tempoyla durmaksızın üretip, Harun Kolçak, Deniz Arcak, Leman Sam, Hakan Peker, Burak Kut, Zeynep Dizdar, Tüzmen ve Tarkan gibi isimlere şarkı vermeye başlamıştı.
Ve pıt, ilk albümü Hicran çıkmıştı... Çok da iyi bir çıkıştı... Ne pıtı, epey bir patırtı koparmıştı...
Sonra aradan Ben Tabii Ki adlı ikinci albüm ve Ümit Sayın’ın kendi içine döndüğü, iç huzurunu aradığı, pıtırtı şöyle dursun, onun cephesinden en ufak bir tıkırtının bile duyulmadığı bir beş yıl geldi.
Şimdi de işte pıt: Maî...
Hayat ne acayip bir döngü, değil mi?
Kısır gibi görünüp de olmayan...
Ümit Sayın, pıtır pıtır yaşayan bir çıtırdak mıdır? Evet... Zannımca en álá türünden, öyledir.
KLİP ŞARKISINI DİNLEYİCİLER SEÇTİ
Peki Ümit Sayın ebleh midir? Hiç zannetmiyorum; hayat da bunu teyit ediyor.
Ümit Sayın, dinleyenin ruhunu sağaltsın diye yaptığını söylediği Ben İyiyim’de ‘gerçekten iyileştiğinin’ haberini veriyor:
‘Ben iyiyim, gerçekten / Ben çok iyiyim, her şeye rağmen / Çünkü O, ta derinden öptü kalbimi / İyileştim ben / O, derinden gelen, / Aldı götürdü beni benden...’
Klibe gelince, Kilyos, Demirciköy’de, Kornea Yapım’dan Devrin Usta tarafından çekilmiş. Mavi Geceler’in ardından klibi çekilecek şarkı olarak Ben İyiyim’i, Sayın’ın resmi web sitesindeki foruma katılan dinleyicileri seçmiş...
Bültendeki ifadeye göre; ‘Son derece modern animasyonlarla zenginleştirilen ve şarkının ruhuna uygun olarak mistik bir hava verilen klip, Ümit Sayın’ın hayatının sıkıntılı bir döneminde içindeki çocukla karşılaşıp, onunla birlikte hayata dair ümidini tekrar kazanmasını anlatıyor.
Mavi-beyaz, gök-bulut-deniz bir klip; havasında polenler ve mırıl mırıl notalar uçuşan... İnsanın ağzında şekerli gazoz tadı bırakan ve içine huzur katan...
Bilmem söylememe gerek var mıdır? Ve bilmem bunda benim de bir süredir ‘gerçekten iyileşmiş’ hissetmemin bir payı var mıdır, varsa ne kadar vardır...
Fakat benim epey bir süredir Ümit Sayın’a dair bir ‘yargım’ var. Ve kimbilir, belki de eskilerin dediği gibi, en iyi yargı, önyargıdır...
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2004
Saat 18:40... Bundan 20 dakika evvel, ‘Saat 18:20; ortalıkta dolanıp ‘Baba sende vardır bir konu, salsana ortama bir tane sevabına?’’ şeklinde dolandığımı yazmışlığım, Allah razı olsun cömertçe fikir beyanında bulunan arkadaşların önerdiği konular hakkında neden ve niçin yazamamışlığım üzerine bir şeyler karalamışlığım ve silmişliğim var efen’im...
‘İnsan nasıl da konusu olmadığı üzerine yazar mı, ayıptır yani’ diye düşünmüştüm ve silmiştim.
Sonra bir miktar daha düşündüm ve hakikaten yazacak başka hiçbir şey bulamadığım için sildiğim cümleyi baştan kurdum.
Vallahi sabahtan beri binbir türlü farklı mevzuya niyetlendim. Ve niyetse niyet yani, hakikaten niyetliydim, üstelik genelde olmadığım üzre, iyi bile niyetliydim...
Tamam, memlekette elinizi salladığınızda konuya çarptığı doğrudur ama işte, basiret dediğiniz de bir kez bağlanmayagörsün, gemici düğümüne rahmet okutur.
Yalanım olmadığı gibi ötesi de yoktur...
Sanırım ezberimi dağıtan, muhtelif mankenlerimizin yazmak-çizmek üzerine buyurduğu beyanlardan kaynaklanıyor.
Ezberimi fena dağıttılar, bünye bir türlü toparlayamıyor.
Efendim, ‘Yazarlık merakı, güzelleri birbirine düşürdü’müş... (Hastasıyım bu ‘güzeller’ tarzı magazin jargonlarının!)
Müge Anlı’nın haberi bizi bu şekilde ‘bilgilendiriyor.’
En son silikonlarının patladığından yana haberdar edindiğimiz manken Nilay Dorsa -ki epey bir süredir ismini biliyorum ama ismini neden bildiğimi yemin ederim bilmiyorum- ‘Podyum dünyasının sırlarını açığa çıkardığı’ bir kitap yazmış.
Habere göre, ne anlama geldiğine pek vakıf olamadığım bir ifadeyle; ‘kendisi gibi kitap yazan meslektaşlarına taş atıyor:
‘Gizem’in (Özdilli) kitap yazması çok komik. Geçmişinde beyaz sayfalar olanlar ancak yazabilir. Zeynep Mansur, ‘Şiir kitabımda aşkımı yazacağım’ diyor. Bir şeyler yaşamış ki yazıyor.’
İnsanın zihnine son derece mánálı bir ‘Hö?’ düşüren, bu nev’i abuk subuk birkaç cümle daha...
Bunun üzerine Gizem Özdilli -onun adını niye bildiğimi biliyorum Allah’tan; kendileri ‘podyum camiasının’ manitalar tarafından terk edilmekle meşhur ağlayan kayası- yememiş içmemiş, güya bu gibi polemiklerden bıktığı için taşındığı ABD’den laf yetiştirmiş: ‘O da iş alamadı diye kitap yazıyor. Nilay’dan çok daha önce bu işe başladım ben. Ondan daha fazla yazacak şeyim vardır herhalde. (...) Kitap yazmak için hayatların beyaz ya da siyah olması önemli değil ama eğer önemli ise o arkadaşın hayatının da gözden geçirilmesi lázım.’
Haberde Nilay Dorsa’nın laf, taş ve kaka attığı mankenlerden Tülin Şahin ve Zeynep Mansur’un da cevaplarına yer verilmiş ama sizin iki gün ertesinde okuyor olduğunuz bu satırlar Kadir günü kaleme alınıyor.
Dolayısıyla kısa günün sevabı niyetine, onları da aktarıp haberi okumamış şanslı insanları da asap bozukluğuma yoldaş kılmamaya gayret edeceğim.
Kaçırmış olanlar için: Şimdilerde edebiyat camiasında ‘mankenler kitap yazsın mı, yazmasın mı’ türü bir polemik sürüyor.
Samimi düşüncemdir: Bu hanımefendilerin, kitap yazmasını son derece faydalı buluyorum.
Zira kitap dediğiniz, ancak kapağını kaldırdığınızda dökülen bir nev’i Pandora’nın kutusudur.
Okumayıverirsiniz ve konu susar, o olur.
Oysa misál, Gizem Özdilli’nin de dahili olduğu Adrenalin gibi ‘proceler’in albüm yapmışlığı da var ki, o durumda kaçış mümkün değil.
Mevzu, bindiğiniz taksinin radyosunda, zapladığınız televizyon kanalında filan, iradeniz haricinde karşınıza geliyor.
Ve öfff yani, fena cızırdıyor...
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2004
Kendisinden icazet alabileceğimi zannetmediğim için ismini saklı tutacağım, aynı yerde çalışma şerefine nail olabildiğimiz, varlığı karşısında hayretle karışık saygı duymanın sonunun gelmediği şahane bir hanımefendinin sözlerini bir kenara not etmeye başladım. İleride Aforizmalar şeklinde derleyip kitap yapmayı, onun zekasından kendime nema kapısı çıkarmayı planlıyorum.
Benim dilimin pek ölçüsü olmadığı için, yazı yazarken kendisine fikir danışıyorum.
Zira bildiğiniz üzre, yurdum eşeklerine semer vurmakta bir sakınca yoktur ama eşek dediğinizde nedense pek alınırlar.
Alıngan eşekler diyarı buralar...
Neyse işte, o saygıdeğer hanımefendiye gidip sordum: ‘Bilmem kime mitoman dememin bir mahzuru var mıdır?’
‘E, evet yani’ dedi; ‘Ama istersen mit tutkunu de, herhalde itiraz eden çıkmaz.’
Gülüştük... Sonra tabii oradan tuttuk, geyiğin belini kırdık.
Küçük İskender, Rimbaud’ya Akıl Notları’nda (*) şöyle diyor: ‘Kelimelerini koru Rimbaud! Onları kimseye emanet etme! Sen kelimelerini doldurabiliyorsan, bu iyi! Bırak çalsınlar! Kelimelerin senin olduğu apaçık ortadadır zaten.
Bir örnek vermek istiyorum sana: Yüz kelimesinin anatomik versiyonundan hareket edelim. Eskiden yüz’e, biliyorsun, surat denirdi. Yüz ile surat aynı değildir Rimbaud. İki kelimeye de aynı sıfat ekini takalım ve sonuca bakalım: Yüz-süz ile Surat-sız! Gördüğün gibi bambaşka bir yere geldik bir anda. Madem Türkçe yazıyorsun, madem Türkçe’nin enginliğine açıldın, kelimelerini koru Rimbaud! Kelimeleri araştır! Aklına geldiği gibi kullanma onları! Kökenine in! (...)’
Koridorda, ayak üstü, yukarıda sözü geçen hanımefendiyle konuşurken, bu mevzudan da dem vurduk.
Ne dese beğenirsiniz?:
‘O tamam da, bir de huy meselesi var; ona ne demeli? Huy’u sıfata devşirdiğinde eklediğin ek, olumlu da olsa olumsuz da olsa, anlam olumsuz oluyor.’
Huylu da huysuz da huyu kuruyası bir anlam içeriyor.
Ki, ‘huyum kurusun’ nasıl bir tabirdir, mazeret beyanı mıdır, bir temenni midir, takdirinize kalmış; nereye çektiğinize bakıyor.
Onu bunu bilmem de huy, güzel kelime, orası kesin...
huy. is. Far. 1) İnsanın yaratılış ve ruh özelliklerinin bütünü, mizaç, tabiat: ‘Can çıktıktan sonra da huy adamı kolay kolay terk etmiyor.’ -R. Nuri Güntekin. 2) İç güdü durumunu almış alışkanlık.
Huy var, huy var değil mi? İyi huy var, kötü huy var; hakkı yeniyor yani güzelim kelimenin; üzülüyoruz...
Böyle huyuna kurban olacak, insan gibi insanların sayısı bol, ‘Huyunu seveyim’ en olumlu anlamıyla yaygın bir tabir olsun istiyoruz.
İstiyoruz, olsun...
(*) Alkım Yay.
Bazıları daha eşittir
İzmir Amerikan Lisesi’nde okurken sicilim ‘biraz’ kabarıktı.
Öyle, üst üste derse geç kaldın türü şeylerden dolayı da değil, mevzuatta adı ‘attitude problem’ şeklinde geçen ‘davranış sorunlarından’ kaynaklanan beş disiplin cezası, bilmem kaç Onur Kurulu cezası, küçük tefek ‘suçlarda’ verilen ‘white slip-beyaz káğıt’lardan saymadım-sayamadım adet...
Bir keresinde, Disiplin Kurulu’nda yüzüme ‘tutanak’ okunurken, elimde olmadan kıkırdadığımı hatırlıyorum: ‘652 numaralı Ebru Çapa, din dersi sınavı çıkışında, bir elinde bir elma, bir elinde bir elma, ukaláca kaykılarak; ‘Yani tebrik ederim İbrahim Bey, bizi iyi şişten geçirdiniz’ demiştir.’
‘Ne diyeceksin?’ diye sormuşlardı; ‘Rejim yapıyordum’ demiştim.
Sonuç: İki günlük uzaklaştırma...
Okulun kep giyme töreninde, öğrenciler tarafından seçilen iki öğrencinin, biri Türkçe, biri İngilizce olmak üzere konuşma yapması adeti vardı, hálá da vardır sanırım.
Bunun için, karnenizdeki davranış notunuzun kırık olmaması gerekiyordu. Sırf Türkçe konuşmayı yapma sevdasına, nasıl olduysa, lisenin son senesinde hiç ceza almamayı becerebilmiştim.
Ve Öğrenci Birliği’nden arkadaşların ‘içeriden’ verdiği bilgilere göre, bizim dönem tarafından Türkçe konuşmayı yapmak üzere seçilmiştim...
Ne oldu dersiniz? ‘Sakıncalı’ bir öğrenci olduğum için konuşmayı yaptırmadılar...
Dert değil... Sonunda o konuşmayı, gayet sevdiğimiz bir başka arkadaşımız yaptı, çok da güzel bir konuşmaydı.
Bana o günden ve o kıssadan geriye, yedi yıl boyunca demokrasinin öneminin belletildiği bir okulda bile, demokrasinin ‘o kadar da demokratik’ bir şey olamayabileceği bilgisi ve hissesi kaldı.
Filistin Lideri, Nobel Barış Ödülü sahibi Yaser Arafat’ın ölümünün açıklanmasını beklemeye tenezzül etmeyen George W. Bush, ‘Ruhu şad olsun’ deyivermiş.
Dünya kendi çiftliği ya, der efendim... Neden demesin?
İngilizlerin Daily Mirror’ı soruyor: ‘59.054.087 kişi bu kadar aptal olabilir mi?’
Olabilir... Neticede hayat Hatice ile güzeldir ama neticede son sözü söylemek, iktidar meselesidir.
Cuma günü, Hürriyet’in birinci sayfasında, Tolga Tanış’ın yaptığı haberde, Bush’u seçenlerin profili veriliyordu:
ABD’nin Tanrı tarafından özel olarak korunduğuna inanan, ABD’nin elinde bulundurduğu gücü, halkın dini inancının gücüne dayandıran, Evrim Teorisi yerine Yaratılış Teorisi’ne inanan, Dünya’nın sonunun İsa ve Hıristiyanlık karşıtları arasında yapılan Armageddon Savaşı ile olacağına inanan 59 küsur milyon insan...
Ve bu kafayla dünyanın idare edileceği dört artı yıl...
Bu kadar aptal olabilirler mi gerçekten?
Okuldayken ne zaman ‘Ama bu adil değil!’ şeklinde galeyana gelsek, aynı cevabı alırdık: ‘Life is not fair Ebru!’
Yanisi; hayat adil değil...
Biz isterseniz onlara aptal demeyelim, ayıptır; zarafet yine bizde kalsın...
Kibar kibar söyleyelim... ‘Hayat maalesef o kadar da adil değil’ diyelim.
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2004
Bu kaçıncı Emre Altuğ başlıklı dosya bilemedim. Birçok kez aynı şey oldu. Perşembe oluyor, bilgisayarda yeni bir dosya açıyorum. Dosya adı bölümüne klip-bilmemkaç, konu başlığına da Emre Altuğ yazıyorum... Sonra vazgeçiyorum ve kel aláka birinin klibinden bahsediyorum.
İlhan Erşahin’le ilgili yazının dosya başlığı Emre Altuğ meselá... Böyle başlayıp başlayıp sildiğim bir dolu örnek de var.
Zira her seferinde bahsini açmak için Emre Altuğ’dan daha ‘enteresan’ şeyler çıkıyor.
Ya da belki şöyle söylenebilir: Emre Altuğ’dan bahsetmeyi canım çekmiyor.
Zira kişisel zaviyemden ciddi bir hayalkırıklığı söz konusu.
Vaktiyle son derece mákûl, mütevazı bulduğu birinin sonradan gaza gelip ‘kudurduğunu’ görünce insan, háliyle biraz burulabiliyor.
Altuğ’un Gidecek Yerim Mi Var? adlı şarkısına çektiği klipten bahsederken; ‘Adam nihayet seksapelini de konuşturmaya başladı. Yakında starlık mertebesine ulaştığını da görürüz nasipse’ bábında bir şeyler yazdığımı hatırlıyorum.
İyi ki borsa spekülatörü filan değilmişim yani. Fena batarmışım...
DUDAKLARINA BAKMAKTA EPEY ZORLANDIM
Zira Altuğ’un E Bu Kadar Mı’ydı, Sıcak’tı filan dönemlerinde, ‘kadınların bayıldığını’ iddia ettiği dudaklarına bakmakta epey bir zorlandım.
Makyajda rujun dozunu kaçırdıklarından mıdır, o dudaklardan dökülen sözlerden dolayı mıdır bilemem.
‘Benim kaset en az üç milyon satacak’ nev’i; ‘Oldu güzelim, Allah artırsın. Şu hayatta bir sen bir de Celine Dion zaten!’ dedirten, kehaneti kendinden menkul çıkışlarının yanı sıra:
‘Kendimi ayrı kulvarda görüyorum. Diğer popçuların yaptığı müzikle benzerlikleri olan ancak farklılıkları daha fazla olan bir müzik ürettiğimi düşünüyorum. Kendimi hem içerik, anlatım, hem de sound olarak en üstte görüyorum. Kendimi en iyi popçu, en iyi üreten kişi olarak görüyorum. Mesela Tarkan’la karşılaştırılmak istemem. Çünkü duruş ve hayata bakışımız farklı. Tarkan kendi bulunduğu kulvarın zirvesinde, onun kulvarının yanında başka kulvarlar da var.’
Anlayın yani, bu kulvar geyiğine bile gelmiş durumda...
ALLAH İÇİN YAKIŞIKLI YETENEKLİ Mİ, EVET...
Sonra, son albümü Dudaktan Dudağa’nın ismiyle ilgili bir soruya şöyle cevap veriyor meselá:
‘Albümün isim parçasının sözü ve müziği bana ait. Aynı zamanda güzel bir albüm ismi olarak düşündüm. Samimiyet anlatan bir isim. Ayrıca dudaklarımı kadınlar çok seksi buluyor. Önceki albümümün ismini de mevsime ve şarkılara uygun olsun diye Sıcak koymuştum. Albümün her parçası böyle hafif erotizm kokuyor.’
Şimdi bu adam İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’ndan mezun, yakışıklı mı Allah için yakışıklı, yetenekli mi, e evet, yetenekli bir -tabiri caizse- ‘iyi aile çocuğu.’
İyi hocalardan ders almış, Haluk Bilginer gibi hikmetinden sual olunmaz, haysiyetli isimlerle birlikte çalışmış.
Bu ‘Popstar yarışması aday adayıyım, yarım saate kalmadan dünya starı olacağım’ ağızları, Allah için o dudaklara pek yakışmıyor yani.
Piyasada zaten onlardan sayısız adet cıvırdıyor; ne lüzum, değil mi?
Şeklinde düşünüyordum ki... ‘Allah rivayet olan üç milyon sevenine bağışlasın’ diyordum ki Aşk-ı Kıyamet’in klibi geldi.
Sıkıyorsa görmezden gel...
İYİ Kİ HİKAYEYİ KENDİ ANLATMAMIŞ
Erol Günaydın’ın rol aldığı bir klipten bahsetmek, nasıl desem, Allah’ın emri.
Emre Altuğ, klipte, ilk albümü İbret-i Alem’deki Yani’deki ‘balıkçı yaka kazaklı Emre Altuğ rolü’nde... İskelenin birinde şarkısını söylüyor ve hikáyeyi anlatmayı Erol Günaydın’a bırakıyor.
İyi ki de öyle yapıyor.
Ve bir şarkılık sürede, bir ömürlük aşkı anlatmayı haiz, muhteşem bir oyuncu olan Erol Günaydın, duvarda asılı bir çerçeveden kendisini izleyen, dünya değiştirmiş eşiyle ‘birlikte’ bir gün geçiriyor.
Sabah kalkıp tıraşını oluyor, iki kişilik kahvaltı hazırlıyor, evi temizliyor... Tüm bunları yaparken ‘sevgilisi’yle tatlı tatlı sohbet ediyor.
Sonra temiz pak giyiniyor, kravatını takıyor, hanımefendiyi, yani boş bir tekerlekli sandalyeyi, yürüyüşe çıkarıyor.
Sonunda yine ‘birlikte’ eve dönülüyor ve bir gün daha bitiyor.
Yatakta onun sabahlığına sarılarak ve ağlayarak... Bu şekilde anlatınca kulağa fazla melodramatik geliyor olabilir ama işte, hikáyeyi Erol Günaydın canlandırdığında, insanın boğazı düğümleniyor ve gözleri doluyor. Allah bizleri daha uzuuun seneler Erol Günaydın’ı izlemekten mahrum bırakmaz diye umalım.
Ki bırakmayacaktır, o inandığı sürece bizim de itikadımız tamdır.
Rektum kanseri nedeniyle ameliyat olan Günaydın, bu aralar Ortaoyuncular’ın sahnelediği ‘Uzun Donlu Kişot’ta sahne almaya hazırlanıyor.
Sanço rolündeki Günaydın, geçen sezon da sahnelenen oyunda, Uzun Donlu Kişot Ferhan Şensoy ile başrolleri paylaşıyor.
Geçtiğimiz çarşamba gerçekleşmesi gereken gösterim, Günaydın’ın dikişleri patladığı için Bayram’dan sonraya ertelenmiş.
Şu Bayram geçer geçmez, o tiyatronun kapısında bitmeyen, kapılarını yıkmayan ne olsun...
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2004
Ablamı İzmir’e yolcu edeceğim sabah. Önce birlikte gazeteye geleceğiz, kahvaltı-kahve, son bir tur muhabbet çevireceğiz. O sonra havaalanına gidecek, uçağa binecek, memlekete uçacak...
Taksim Meydanı’nda gazeteden arkadaşlarla birlikte servis aracını beklerken önünde dikildiğimiz bankanın ATM’sine meczup bir kadın yaklaştı.
Saçlar yapış yapış bir öbek yapağıya dönmüş, üst-baş yırtık pırtık, kir-pas içinde. Çorapsız, plastik terlikli bacaklarından birini kan tutmuş, perişan bir hálde...
‘Evsiz’ tabir edilen tiplerden...
Ve fakat müdanaası var mı? Gururdan öte, kibirli, müdanaa da ne kelime...
Her deli gibi vakur bir tondan bağırmaya başladı.
Bankanın ATM’sine dokunuyor, ‘ortak nokta’ mefhumuna giydiriyor, iki gözüm önüme aksın ki muhtemelen kültürlü bir şizofren filan olduğu için Sorbonne’dan bahsediyor. Belli bir dizime bağlı olmayan bölük pörçük cümlelerle ortama doğru öfkeli öfkeli saydırıyor.
Sonunda bizim grubu gösterdi, ‘Nallı bunlar nallı!’ diye haykırdı, döndü arkasını, gitti...
Banu zaten ne zaman İstanbul’a gelse, bir süre sonra ‘İllallah!’ nidalarıyla dönüyor İzmir’e.
Ablam diye söylemiyorum, akıllı mı akıllı bir insandır kendisi.
İstanbul’a mecbursa iş, değilse keyfi geldiğinde zevk ve sefahat turları atmak için geliyor, şehrin sefasını sürüyor, sonra da cefasını metropolün ben gibi ‘göçmen sakin’lerine ve sahiplerine bırakıp iklimi daha latif ve yaşaması kesinlikle daha kolay bir şehir olan İzmir’e dönüyor.
Kadın gittikten sonra arkasından bakakaldık. ‘Kızım sen de bazen konu bulmakta zorlandığını söylemiyor musun; yuh!’ dedi Banu, ‘Önünüz, arkanız, sağınız, solunuz, ebe-sobe şeklinde haber be.’
‘Maalesef’ bakışları attım: ‘Kazın ayağı öyle değil işte... Şu gördüğünün haber değeri filan yok. Olağan manyaklar kategorisinden bir şey bu. Hatta sıradan manyaklar...’
Banu buradayken, benim Digiturk yayını, faturadan dolayı kapalıydı. Yaklaşık bir hafta, TV ile ilişkim, TRT yayınlarından ibaretti.
Onun gittiği gün, kanallar açıldı. Ve bu sayede, kısa bir süredir ‘mahzur kaldığım’ muhtelif programlara göz atmak gibi bir ‘şans’ım oldu.
‘Ünlüler Çiftliği’ olsun, ‘Gelinim Olur Musun’ olsun... Seç beğen al bir seyirlik, sokakta sergilense, haber değeri taşımayan, ama ekrandan peydahlandığında ‘olay’ olan háller...
‘Ulan İstanbul’un ne günahı var?’ diye düşündüm...
Konu çok basit esasında. O kadar basit ki, giderek karmaşıklaşıyor.
Deli her yerde delidir belki ama kimbilir, yine belki delinin ayağına ne giydiği, delinin ne dediğinden ziyade nerede boy gösterdiği ile belirlenir...
Sokakta kimbilir belki de Sorbonne’dan mezun bir çıtırdak olabilirsin, genetik kodlardan dolayı nesiller boyu düşün düşün kafayı yemiş...
Ve meczubun, zavallının tekisindir; nokta...
Ekranda, hiçbir halt olmayabilirsin ama ekrandasındır ve ‘mış gibi’ yaparsın, bilmem kim olarak tanınırsın; virgül...
Sonra gelsin 15 dakikalık şöhret, gitsin 7,5 dakikalık ün...
Ne olduğuna dair en ufak bir fikrin bile yokken ‘Ben var ya bennn!’ dediğinde, onu herkesin duyabileceği bir yerden söylediğinde ve ‘Yahu şu bilmem kaç numerolu ‘bennn’i kazıdığında altından ne çıkıyor acaba?’ diye düşünmeye zahmet bile etmeyen ‘fanatik kitlesi’nin gazına geldiğinde, ‘kitlen var’ zannettiğinde ‘sennn’ diye bir şey var sanrısına kapıl.
Sonra yarın bir gün bir başka, daha çok bağıran bir BEEENNNNNN çıksın.
7,5 dakikan 3,75 dakikaya düştü diye otur ağla. Ve hiçbir şey söylemeden daha fazla bağırabileceğin, bu şekilde akabileceğin bir mecra aramaya başla.
Kovala dur kendini; kuyruğunun peşinde dolanan huzursuz bir kuçu gibi...
Var ya, amirlerimi ikna edebilirsem Taksim’deki ablayı bulup haber yapmayı planlıyorum.
Onunla kültür-sanat sayfaları için bile konuşulabilirmiş gibi bir hissiyata sahibim.
Zira Banu haklıydı galiba.
O kadın pek çoğundan daha fazla ‘haber değeri’ taşıyordu abi...
Yazının Devamını Oku