24 Ekim 2006
BAYRAM namazında aklım bir Ermeni’ye takıldı.<br><br>Dolmabahçe Camii’nin mihrap ve minberini süsleyen kırmızı mermerlerdeki işçiliği hayran hayran süzerken, caminin mimarı Garabet Balyan’ı düşündüm. İncelmiş bir zevkin taşlara yansımış biçimlerine bakarken...
18 ve 19. yüzyıllarda hassa mimarı olarak Osmanlı Devleti tarafından yaptırılan önemli pek çok esere imza atan Balyan Ailesi’ni düşündüm.
Son dönem Osmanlı eserlerinin birçoğunda onların imzası var.
O imzalar, taşa atılmış imzalar.
* * *
Bugünü düşündüm.
Bize yapıştırmaya kalktıkları o yaftayı.
Soykırım yaftasını.
Tekrarında beis yok.
Bu, bize yapışmaz.
Ermeni ustaların elinden çıkmış taş işçiliğinin nadide örneklerini düşündüm.
Tarihimizin nişanelerini...
Yeri gelmişken, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in, Çin’de ettiği sözlere katılmıyorum.
Sayın Bakan, "Ermeni meselesiyle ilgili olarak o kadar konuşuyoruz; Ermenice bilen kaç tane uzmanımız var?" demiş.
Başımıza örülmek istenen çorapların da, çözümünün de öyle Ermenice’yle falan ilgisi yok.
Şöyle bir etrafınıza baksanıza...
Kürtçe bilen ve hatta Kürtlüğünü her vesileyle öne çıkartma gayretkeşliği içinde olan sanki çok mu az insan var?
Peki, bunun çözüme ne kadar katkısı var?
* * *
Oysa kesin olan şu ki...
Bizi "manevi" bir Sevr’le karşı karşıya bırakmak istiyorlar.
Kürt, Ermeni, Süryani...
Fark etmiyor.
Amaç, en hafifinden bizim başımızı ağrıtmak.
İlk kanı akıtan ve ilk kanı akıtılandan beri, insanın olduğu her yerde, elbette kan da var.
Adem’in oğulları Habil ile Kabil’den beri bu böyle.
Fakat soykırım denince...
Hele bu bize biçilen bir gömlekse, bize uymaz.
Tehcir sırasında bugün hatırlamaktan "kahır" ve "hicap" duyduğumuz karşılıklı bir kıtal yaşandı.
O güne kadar sadık teba kabul edilen Ermeniler, kışkırtıldı.
O dönem, ne yazık ki yaşandı.
Ancak bu toprağın, bu taşların dili var.
Dolmabahçe Camii’ndeki o mermerlerden...
Anadolu’daki on binlerce esere kadar hepsi tanıktır ki...
Ermeni, Osmanlı’nın sadık tebasıdır.
O taşların dili, bakmasını bilene ilanihaye bunu anlatacak.
* * *
Dil deyince...
Milli Eğitim Bakanı, Çin’de bir de Çince müjdesi vermiş.
Artık liselerde okutulacakmış.
Ermenice vurgusunu da zaten bu vesileyle yapmış.
İngilizce öğretimindeki başarımız apaçık ortadayken...
Ne diyelim, bir Çince eksikti; o da hayırlı olsun.
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2006
GÜNLERDİR Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sağlığını konuşuyoruz.<br><br>Bir güvenlik skandalına dönüşen sağlık sorununu. Televizyon görüntüleri, gazete haberleri, bana Azerbaycan’da Ebulfeyz Elçibey’in cumhurbaşkanlığı günlerini hatırlattı.
1992 seçimlerinde Bakü’deydim.
Elçibey’in etrafındaki isimleri tanıyınca içimde bir şeyler cız etmişti.
Etrafında daha çok köylüleri vardı.
Keleki’den gelen köylüleri...
Daha önemlisi etrafta hákim tavır, "köylülük"tü.
Elçibey, karşılaştığı ilk zorlukta köyüne, Keleki’ye sığındı.
Bakü’de, Keleki’nin meşhur eriğini özlediği konuşuluyordu...
Ve bir dönem kapandı.
Bakü dönüşünde, İstanbul’da Refah Partisi’nin o günkü İl Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’la görüştüm.
Yurtdışındaki tanışmamızdan sonra, sanırım ikinci görüşmemizdi.
Yanında "tek kişilik" bir ekip vardı!
O gün tanıştığım Karadenizli hemşerisi Ahmet Hamdi Çamlı’yla dostluğumuz sürüyor.
O "tek kişilik ekip" keşke bugün de yanında olsaydı...
Kısacası, sorun insanların ’köylü’ olmasında değil; kafaların ’köylü’ olmasındadır.
"Eli balyozlu milletvekili" pozları, başka söze gerek bırakıyor mu?
* * *
Birkaç gün önce, bir dostumla tam da bunu konuştuk.
İngiltere Başbakanı’nın "staff"ı, yani "kurmay kadrosu" vardır.
Bizde ise, Başbakan’ın "maiyeti" ya da çevresi, yani "entourage"ı olur. Onlarda, kurmay kadro Başbakan’ı taşır. Bizde ise Başbakan maiyetini, çevresini...
"Maiyet", yaptığının kamu görevi; elindeki imkanların kamuya ait olduğunun farkında bile değildir.
Keyfi bir tutumla, dilediğinin telefonuna çıkar; dilediğinin çıkmaz.
Hani "kendini milletin patronu sanan" politikacılar vardır ya...
Onlar gibi.
Oysa Başbakan’ı siyasette başarılı kılan "duruş" bu değil ki...
O, her defasında kitlelere, "yollarda beraber yürüdüklerini" hatırlattı.
Birtakım beklentiler ya da hesaplar insanları susturabilir.Benim tercihim doğru olanı yazmak.
Başbakan kulak verdiğinde, basın mensuplarının da, kendi il başkanlarının da, hatta milletvekillerinin de, benzer tablolarla karşılaştıklarını fark edecektir.
Paniğe kapılıp Başbakan’ı arabaya kilitleyenler, çevresinde ördükleri duvarlarla ona yardımcı olduklarını sanıyorlarsa, aldanıyorlar.
Star TV’de, Pakistan depremine yardım için düzenlediğimiz programa Başbakan’ın telefonla katılmasını istediğimde, aldığım cevaba hayli şaşırmıştım.
"Maiyetindekiler", destek veren isimleri dinleyip, "herkesin olduğu yerde Başbakan olur mu?" demişlerdi.
Oysa herkesin olduğu yer, Başbakan’ın mutlaka olması gereken yerdir.
* * *
T.C. Başbakanlığı’nda herhangi bir Avrupa ülkesinin beş ila on misli insan çalışıyor.
Bunu televizyon programımda konuğum olan Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer anlatmıştı.
Birkaç gündür "maiyetindekilerle", "geçmiş olsun" mesajı bırakayım istedim.
Birkaç istisna dışında, sanırım asıl onlar istirahate çekilmişler.
O zaman ben de vazifemi buradan yapıyor, Başbakan Erdoğan’a acil şifalar diliyorum.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2006
TARİHİ gerçekler apaçık ortada.Fakat biz bir türlü anlatamıyoruz. Neden?
Önce başımıza bir bela geliyor ya da getiriliyor.
Sonrasında başlıyoruz sızlanmaya.
Yaptığımız ya sızlanma, ya da fevri birtakım tepkiler...
Zaman zaman tepki adına ortaya konulanlar, iddialardan daha komik kaçıyor.
* * *
Günlerdir "Ermeni soykırımının inkárını suç sayan yasa teklifi"ni konuşuyoruz.
Fransa ve Hollanda’daki gelişmeler, gündemimize tekrar bu meseleyi taşıdı.
Çabuk unutan bir milletiz.
Yoksa, azıcık tarihten nasibini alanlar biliyor ki...
Soykırım iddiaları bize yapışmaz, yapıştırılamaz.
1915’te yaşananlar karşılıklı kıtaldir. Mukateledir.
Türkler de ölmüştür; Ermeniler de ölmüştür.
Ancak 1973’te başlayan bireysel Ermeni terörü, 1975’ten itibaren örgütlü bir hal almış ve 42 diplomatımız ile 4 yabancı hayatını kaybetmiştir.
* * *
Aklımızın başımıza gelmesi için her seferinde bir musibet beklemenin ne anlamı var?
Zaman zaman da olsa karşımıza çıkarılacak "baş ağrıları" bellidir.
O zaman bunlara hazır olmak gerekir.
Sonrasında ise bilmek gerekir.
Osmanlı Devleti’nin sadık tebası kabul edilen Ermenileri, 1915’te de, bugün de kışkırtan Batı’dır.
Yani o gün karşılıklı kıtalin tarafıdır; bugün mesnetsiz iddiaların suç ortağıdır.
İsmail Cem, Milliyet’te Can Dündar’la söyleşisinde "Chirac’ın özrü şaka gibi" diyor.
Ve devam ediyor: "Chirac, Türkiye’yi, Türk kamuoyu ve basınımızı, hepimizi ve başta Sayın Erdoğan’ı ’saf’ yerine koymuştur.
En küçük bir samimiyeti olsaydı, bu sözleri özel bir konuşmada değil, dünya medyası önünde söylerdi."
Ne dersiniz, İsmail Cem haksız mı?
* * *
Bugün gazetelerde Chirac’ın hak ettiği cevabı YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’ten aldığını okuyacaksınız.
Teziç yazdığı mektupta diyor ki: "Yapılan açıklamalarda, bu önerinin milletvekillerinin girişimiyle gündemde yer aldığı, hükümetin bunun dışında kaldığı yer yer tarafınızdan dile getirilmektedir.
Oysa, ekim ayı başında, Ermenistan’a gerçekleştirdiğiniz resmi ziyarette, ’Türklerin Ermeni soykırımı yapmış olduğunu’ ifade etmekle, bu konunun Fransa’nın bir devlet politikası olduğu, hukuken bütün açıklığıyla teyit edilmiştir."
I. Napolyon döneminde başlayan ve dünyada çok az sayıda kişiye verilen "Commandeur" nişanının Türkiye’deki tek sahibi Teziç’in mektubu devam ediyor:
"Henüz kanunlaşmamış olsa da ’Ermeni soykırımının inkárını suç sayan’ metin, bu konunun Fransa’nın bir devlet politikası haline gelmiş olması karşısında, sizin tarafınızdan, Türkiye’deki büyükelçiliğiniz aracılığıyla bana tevdi edilen, Fransa’nın en yüksek devlet nişanlarından biri olan ’Commandeur de la Legion d’Honneur’ü taşımayacağım için mektupla iade ediyorum."
Bu nişan ilk defa Fransa’ya iade edilmiş olacak.
Fazla söze ne hacet; tepki dediğiniz böyle olmalı.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2006
ANKARA’da geçen günün ardından, başkenti epeyce ihmal ettiğimi anladım. Türkiye için neredeyse "imkánsız" bir zaman içinde tamamlanan Esenboğa Havalimanı ile başkent arasındaki yeni yol, beni böyle düşündürdü belki de.
Melih Gökçek’in epeyce sevmeyeni var.
Ama o yolu görünce, Türkiye’deki Melih Gökçek gerçeğini kabul etmeden geçemezsiniz.
İş icabı yolu Ankara’ya düşen yerel yöneticiler, devlet dairelerinin koridorlarında pineklemek yerine, sokağa çıkmalı ve etrafa bir bakmalılar.
Küçücük bir örnek çıkartabilirlerse, ne mutlu onlara...
Yeri gelmişken, Esenboğa’nın yeni iç ve dış hatlar terminal binası için ise Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım tebriki hak ediyor.
Esenboğa’ya inince ve sonrasında başkent yolunda, artık ne siz, ne de konuklarınız çevrenize bakarken utanıp karamsarlığa kapılıyorsunuz.
Yoğun bir haftayı geride bıraktık.
Cüppeli Ahmet Hoca, asıl hedefin kendisi olmadığını söyledi!
Genel seçimlerin 4 Kasım 2007’de yapılması yasalaştı.
Fransa, tek kelimeyle "ahmakça" bir yasayı meclisinden geçirdi.
Hakan Şükür, Milli Takım’daki gol orucunu hem de dört golle bozdu.
Mehmet Ağar, dağdakileri, ovada siyaset yapmaya çağırdı.
Orhan Pamuk, Nobel Edebiyat Ödülü’nü ülkemize kazandırdı.
İşte böylesi bir haftada Ankara’da bir dizi görüşme yaptım.
Artık her yerde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na adaylığı konuşuluyor.
Bu satırların okurları biliyorlar ki, Başbakan’ın aday olmak isteyeceğini ve buna hakkı olduğunu, dört ay önce sanırım ilk ben yazdım.
O nedenle, yeni dönemde kendine yer arayan siyasilerin ya da bürokratların bugünlerdeki kulislerine hiç girmiyorum.
Şimdilik sadece 9. Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel ile yaptığım görüşmeye değineceğim.
Görüşmeden ayrılırken üzüldüm.
Beni üzen, siyasi yasaklı olduğu dönemde bile "Bir Bilen" rumuzuyla politik hayatı yönlendiren, yarım asırdır ülke yönetiminde farklı sorumluluklar üstlenen Süleyman Demirel’den bugünkü siyasi kadroların gereğince yararlanmıyor olmasıydı.
Gergin günler yaşıyoruz. Biliyoruz ki, bizi daha da gergin günler bekliyor. Hükümetin yok sayması, görmezden gelmesi bu gerginliği azaltmayacak.
Kendisine sormadım; ama anlıyorum ki hükümet, Süleyman Demirel’in deneyimlerinden yararlanmıyor.
Sadece hükümet mi?
DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın terör sorununa getirdiği yeni açılımın, hemen hepimiz kadar Süleyman Demirel için de kabul edilemez bir sürpriz olduğunu görünce...
Anlıyorum ki, Mehmet Ağar da kendisinden yararlanmıyor.
Sanırım onlara Erkan Mumcu’yu da ekleyebiliriz.
Elbette bu bir zorunluluk değil.
Ama Batı demokrasilerinde tecrübeli siyasilerden nasıl yararlandıklarını biliyorsanız... Hele ülkenin içinde bulunduğu açmazın farkındaysanız...
Cevabını iyi biliyor olsanız da, kafanıza "neden" sorusu takılıyor.
O, ilerlemiş yaşına rağmen, ülke gündemini de, dünya gündemini de hálá çok yakından izliyor.
Türklerle Ermeniler arasında yine Batı’nın kışkırtmalarıyla karşılıklı yaşanan "kıtal"in, iç siyaset hesaplarıyla Fransa tarafından "katliam" olarak çarpıtılması işgüzarlığını...
Diasporadaki Ermenileri, Türk düşmanlığıyla bir arada tutma tezgáhını...
PKK terörü için dışardan ve uzaklardan medet ummanın bir diğer işgüzarlık olduğunu görüyor ve gösteriyor.
Sohbetimizden çıkardığım sonuç, daha önce de yazdığım satırları perçinliyor. Karşımıza çıkan ya da çıkarılan ne olursa olsun...
Bir yandan demokrat, hür, modern ve müreffeh bir ülkenin ısrarlı takipçisi olmak, öte yandan Türkiye’nin kendi referanslarına sahip çıkabilmek hepimizin ideali olmalıdır.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2006
ÖĞRENCİ Seçme Sınavı (ÖSS) soygununu duydunuz mu?<br><br>Bir bu eksikti demeyin. Bir yandan aile, öte yandan yoğun okul ve sınav baskısından bunalan Mert, Sinan, Gamze, Kaan ve Uluç bu soygunun suç ortakları.
En büyük işbirlikçileri ise Jean-Claude Van Damme!
Bir filmden söz ediyorum.
Filmin adı Sınav.
Şuna emin olun; bu sene çok konuşulacak.
Sınav, on gün sonra gösterime girecek.
Hem çok konuşulacak, hem de çok izlenecek.
Ömer Faruk Sorak’ı biliyorsunuz.
Vizontele ve G.O.R.A.’dan tanıyorsunuz.
Daha önce yönettiği bu iki filmden sonra, bu kez Sınav’la çıkıyor karşımıza.
* * *
Cumartesi gece yarısından sonra, Ömer Faruk Sorak ve arkadaşlarının heyecanlarına ben de ortak oldum.
Filmin sonuna gelmişler.
İlk pozitif kopyayı birlikte izledik.
Artık son dakikalardalar.
Ben de heyecanımı sizinle paylaşıyorum.
Peşinen söyleyeyim; çok güzel bir film olmuş.
Bu bir gençlik filmi.
Ama alışılmış, sıradan bir okul ya da gençlik filmi değil.
Gençlerin yanında duran bir film.
Filmde, hem gençler, hem de anne ve babalar kendilerinden bir parça bulacaklar.
Türk sinemasında, okul ve gençliğin en ciddi biçimde ele alındığı bir film olmuş.
Böyle söyleyince, sosyal bir soruna "belgesel tadında" eğilen bir film sanmayın sakın.
Sınav’da sizi bir yandan ağlatan ve öte yandan kahkahalara boğan sahneler, etkili bir kurguyla art arda geliyor.
Güzel ve "bizden" bir hikáyeyi, zamanın nasıl geçtiğini anlamadan keyifle izliyorsunuz.
* * *
Bu yıl, Türk sineması açısından "zengin" bir yıl olacak.
Yeni yılda 70’e yakın film, seyirciyle buluşacak.
Geçen sene çekilen film sayısı, bunun ancak yarısıydı.
Bu artışta, geçen yıl çekilen filmlerin gişe başarısının önemli rolü var.
Bir diğer etken de, gişe gelirlerinden kesilen rüsum payının artık Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından toplanıyor ve yeni çekilecek filmlere teşvik için dağıtılıyor olması.
Film sayısının artması rekabeti getirecek.
Ve rekabetin yaşandığı her yerde olduğu gibi, kalite gelecek, başarı gelecek.
Sevdiğim ve sık tekrarladığım o atasözü diyor ki: "Tek tezgáhla pazar olmaz."
* * *
Filmin öykü ve senaryosunu Yiğit Güralp yazmış.
Oynayanların tamamını sayamıyorum.
Ömer Faruk Sorak’ın bu filminde Hümeyra, Altan Erkekli, Güven Kıraç ve Kadir Çöpdemir rol alan oyuncular arasında.
Filmi izleyince ve benim burada değinmediğim "size özel sürprizleri" de görünce, az bile yazdığımı göreceksiniz.
Sınav’a baht açıklığı, size keyifli seyirler diliyorum.
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2006
YAZIMIN başlığındaki bu cümle, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ait.<br><br>Partisinin İstanbul İl Başkanlığı’nın iftar yemeğindeki konuşmasında kullandı. Başbakan Erdoğan’ın Almanya Başbakanı Angela Merkel’le birlikte katıldığı iftardaki bu cümlesi, bugün ülkedeki gerginliklerin en önemli sebebini ortaya koyuyor.
3 Kasım 2002 seçimleri öncekilerden çok farklıydı.
Seçmen, o gün, önde gelen siyasi aktörleri tasfiye etti.
Özellikle merkez sağ seçmen, ona oy verdi.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki 4 yıllık başkanlık dönemi icraatı, merkez sağ seçmenin beklentileriyle örtüşmüştü.
Seçimin hemen sonrasında, selefi Nurettin Sözen’den başkanlık mührünü alırken, ilk cümlesinde "Ben artık bütün İstanbulluların başkanıyım" güvencesini verdi.
Dönemin tartışılan tarafları elbette vardı.
Ancak o dönem boyunca bu sözünün arkasında durdu.
Onun liderliğindeki yönetim kadrosu, İstanbul’u ve İstanbulluları bütünüyle kucaklayan çalışmalar planladı; hayata taşıdı.
Bunlar arasında, özellikle dönemin Kültür İşleri Daire Başkanı Şenol Demiröz’ün çok sesli açılımının hakkını teslim etmek gerekir.
Bu satırların yazarı da, o dönemde belediye çalışmalarında tanıtım ve halkla ilişkilerden sorumluydu.
Sonrasında çok yerde taklit edilen bir halkla ilişkiler uygulaması olan Beyaz Masa’da çalışacak elemanları, Hürriyet gazetesine verdiğimiz ilanlarla seçmiştik.
Çok sesli kültür etkinliklerinin reklamları da, ağırlıklı olarak merkez medyadaydı.
Merkezde olabilmek, böyle bir tavrı gerektirir.
* * *
Aynı akşam Ankara’da bir başka iftar yemeği vardı.
Ev sahibi, Turgut Özal Düşünce ve Hamle Derneği’ydi.
O iftara da farklı isimler katıldı; konuşmalar yaptı.
Örneğin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül dedi ki:
"Turgut Özal, Türkiye’ye çok büyük eserler kazandırdı.
Devletle milleti barıştırmış, bağdaştırmıştı.
Bunu en güzel onun cenaze merasiminde gördük.
Mini etekliler ile en muhafazakárlar, amiyane tabiriyle en alafrangasıyla en muhafazakárı el eleydi."
Rahmetli Özal’ın yaptığı, bu dönemde yapılamayanı ortaya koyuyor.
Türk insanı, dünkü belediye yönetimine benzer bir açılım bekliyordu.
Sözünü ettiğim etkinlikler ve gazete ilanları, bunun basit örnekleriydi.
Siz bugün hiç Hürriyet ya da Sabah’a verilen ilanlarla eleman arayan bir belediye yönetimine rastlıyor musunuz?
* * *
Başbakan haklı.
Çevreden merkeze yaklaşılmalı; yaklaşılmalıydı...
Bugüne kadar olmadı; bundan sonrasında olur mu?
Çok umutlu değilim; ancak gerekli olan bu.
O gün sandıktan taşan oylar, bu beklentiyle atılmıştı.
Yoksa "çıkarılan gömleğin" bugünün Türkiye’sinde bulabileceği toplumsal taban bellidir.
Bugün gerginliğin had safhada olduğu bir Türkiye’de yaşıyoruz.
Ve pek çok kişi bunu azaltıcı bir arayış içinde.
Oysa bu gerginliğin temel sebebi de, çözümü de Başbakan Erdoğan’ın o cümlesinde gizli.
Sandıkta, "gömleğin çıkarıldığı" vurgulanacak; icraatta ise, "gömlekten" vazgeçilemediği belli olacak...
Bugünkü gergin ortamın en önemli sebebi, işte bu çelişkidir.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2006
SIKINTILI günler geçirdiğinizi biliyorum. Yaşadıklarınızla ilgili sizlerden bir sürü telefon ve elektronik posta alıyorum.
Zor bir dönemdesiniz.
Bu mektubu sizlere ümit aşılamak için yazmıyorum.
İstiyorum ki, yaşadığınız krizi fırsata çevirin.
Gücünüzü doğru ve tam yerinde kullanın.
Sizi "hiçe" sayanlar, boylarının ölçüsünü alsınlar.
Kimler mi?
Önce orada bu oyunun içinde yer alan siyasi partiler.
Ermenilerin isteğine uyup Türk adayları listelerinden çıkaranlar.
Hıristiyan Demokratlar (CDA) ve İşçi Partisi (PvdA).
Sonra buradaki iktidar partisi.
Almanların isteğine uyarak size seçme ve seçilme hakkını çok gören Adalet ve Kalkınma Partisi.
Bu satırları ben yazmak zorunda kalıyorsam...
Varın siz hesap edin gerisini.
Buradaki kamuoyunun dikkatinden kaçtı ya da kaçırıldı.
Başınıza örülen bu çoraptan birkaç hafta önce, Ali Babacan’ın devirdiği bir çam var.
Sayın Başmüzakereci, NRC Handelsblad’ın 9 Eylül 2006 tarihli nüshasında diyor ki:
"Ermeni soykırımını tanımaya kapalı değiliz!"
* * *
Ne büyük tesadüftür ki, biz de bugünlerde Ermenilerin soykırım iddialarıyla yatıp kalkıyoruz!
Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi ve Elif Şafak’ın Baba ve Piç romanı var gündemimizde.
Günlerdir zannediyordum ki, sadece roman kahramanlarından birinin sözleri yüzünden haksızca suçlanıyor yazar.
Büyük çoğunluk hálá öyle sanıyor.
Çünkü öyle takdim ediliyor.
Oysa kitabı bitirince gördüm ki...
Çok da öyle değil!
Meğer ki, Elif Şafak’ın işi gücü kalmamış, Ermeni soykırım iddialarını üzerine vazife edinmiş!
Bunları yazarken, mahkeme önlerinde "şiddet" içeren gösterileri tasvip ettiğim sanılmasın.
Yalnız...
Kitabı okuyunca anlıyorsunuz ki, Şafak’ın bu kitabı öyle söylendiği ya da sanıldığı gibi sütten çıkmış ak kaşık da değil...
* * *
Kısacası, elin oğlu boş durmuyor.
Orada da, burada da harıl harıl çalışıyor.
O zaman size ve bize düşen kolları sıvamak, çarıkları giymek olacak.
Hollanda’da 22 Kasım’da yapılacak erken genel seçimlere elli gün var.
Konuşun ve kararlaştırın.
En etkili, en çok ses getirecek ve sizi hiçe sayanları en çok sarsacak demokratik yolu bulun.
Bu arada, bilmeyenler için utanarak da olsa yazayım.
Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri 45 yıldır becerememiş olsa da, Hollanda’da çifte vatandaş olan herkes seçme ve seçilme hakkına sahiptir.
Ben de bu hakkımı, bu sefer özellikle sandıkta kullanacağım.
Bir oy, bir oydur.
Şunu bilin ki, bugün Türkiye’de yaşayan binlerce dostunuz da, oylarını mektupla değil bizzat gelerek kullanacaklar.
Mektubuma son verirken diyorum ki, biz hazırız.
Toplantıysa toplantı, kampanyaysa kampanya...
Yapın hazırlığınızı, alın kararınızı.
Biz altına imza atmaya hazırız!
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2006
FENERBAHÇE, Randers’ı UEFA Kupası’ndan eledi. Karşılaşmayı Başkan Aziz Yıldırım’ın konuğu olarak izledim.
Mücadelenin ayrıntılarını yazacak değilim.
Yazacağım başka ayrıntılar var.
Futbolun ıskaladığımız taraflarını yazmak istiyorum.
Öncelikle futbol ve daha geniş anlamıyla spor, Danimarka’da hayatın bir parçası.
Karşılaşmaların televizyonlarda izlenme oranlarına bakarak, hemen "Bizde de öyle" demeyin.
Ben futbolun "izlenmesinden" söz etmiyorum.
Uzun yıllar yaşadığım Hollanda’da ve diğer Avrupa ülkelerinde, futbol hayatın gerçek anlamda bir parçası.
Seyircinin ve hatta spor yazarlığı yapanın, sadece televizyondan izlediği bir spor dalı değil.
Kulüplerin tesislerini ya da altyapıdaki takımların antrenmanlarını görünce, o zaman farklı "taraflarını" daha iyi anlıyorsunuz.
Kızlı erkekli cıvıl cıvıl çocuklar ve yemyeşil sahalar.
İnanılmaz bir görüntü.
Genç kuşakların enerjisi, doğru ve dengeli bir biçimde kanalize ediliyor.
Eğitimden de, sanattan da, kültürden de, spordan da, eğlenceden de nasiplerini alıyorlar.
Böylece sağlıklı, kompleksiz ve kişilikli yetişiyorlar.
Önce onları düşünen "bakanları" var...
Önce "çoraplarını" değil!
* * *
Fenerbahçe’de, 1989’dan itibaren dört Danimarkalı forma giydi.
Hendrik Nielsen, Brian Steen Nielsen, Frank Pingel ve Jes Hoegh.
Kendisi de uzun yıllar Danimarka’da yaşayan Ali Şen, karşılaşmadan iki gün önce bu futbolcularla yemek yiyor.
Hem de nerede biliyor musunuz?
West Ham’da top koşturmuş Mark Riper’in şık restoranında. Ne var bunda diyebilirsiniz.
Ali Şen yıllar önce Mark Riper’i izlemeye gidiyor. İlginçtir; onu izlerken gördüğü Hoegh’ü alıyor.
Mark Riper bozuluyor.
Ali Şen’i biliyorsunuz.
Kalbindeki dilinde olan "dobra dobra" bir adam.
Riper’e o günkü oyununu beğenmediğini, Hoegh’ü alacağını açıkça söylüyor.
Dostlukları böyle başlıyor.
Daha ilginç bir ayrıntı:
Hani Ali Şen, Oğuz Çetin ve Aykut Kocaman’ı Fenerbahçe’den ayırmıştı.
O gece dört Danimarkalıyla sohbet ederken Türkiye’de hem oyuncu, hem de insan olarak en beğendikleri ismi soruyor.
Aldığı cevap Oğuz Çetin olunca, sekiz yıl aradan sonra hiç duraksamadan onu arıyor.
Bu da futbolun bir başka "tarafı" değil mi?
Ali Şen, Aziz Yıldırım ve arkadaşlarına da aynı yerde yemek verdi.
Bir gün önce biz de aynı yerde yedik yemeğimizi.
Türkiye’ye gelemediği için kendisine İngiltere yolu açılan Mark Riper’in restoranında.
İşte sporun kültür ve sanat gibi "sel gider kum kalır" diyeceğimiz böyle bir "tarafı" da var.
* * *
Avrupa kupalarında yolumuza Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’la devam edeceğiz.
Elbette önümüzdeki karşılaşmalarda sportif başarı bekliyoruz.
Ancak sonuç her şey değil.
Dilerim futbolun çoğu zaman ıskaladığımız bu taraflarını da görürüz.
Yazının Devamını Oku