29 Ağustos 2006
"DOST acı söyler" diye bir atasözümüz var. Bizim siyasetimizde bu sözün hiçbir hükmü yoktur. Bir düşünün.
Çevrenizde birçok yakınınız ve "güya" dostunuz var.
Ama hiçbiri "acı" ve fakat "doğru" olanı söylemez.
Zaten doğru olan can sıkıcıdır.
Moral bozucudur.
Neme lazım der, siz de "etrafınızı" böylelerinden arındırırsınız.
Ne olur sonrasında?
"Kerametleriniz" karşısında el pençe divan duran "sağlam"(!) bir yakın çevre oluşur.
Farklı ses çıkmaz.
Bu çevre kolay kategorize edilenlerden oluşur.
Bir ara Fehmi Koru yazmıştı.
Ve böyle bir çevre, öncelikle zor kategorize edileceklere karşı cephe açar. Başarılı da olur.
Kimsenin göremediğini sadece siz ve onlar görürsünüz.
"Mültefit" değerlendirmelerini her fırsatta ve topyekûn arz ederler.
Laf aramızda; bunları duymak güzeldir de...
* * *
Ve fakat elin oğlu bilmez.
Ne bizi bilir.
Ne de bizdeki "alan razı veren razı" oyununu bilir.
Bilmeyince de çıkıntılık yapar.
Ve en olmadık zamanda soruverir.
Yazının başlığındaki soru böyle bir soru. Soran da Financial Times Gazetesi.
Gazete, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki anlayış farklılığının ilişkileri olumsuz etkilediğini yazmış.
Ve Başmüzakereci Ali Babacan’ın Brüksel’e çok az gittiğini, genelde Ankara’da olduğunu eklemiş.
Elhak doğrudur.
AB ile ilişkilerde yaşananların farkında olmayan var mı?
Çoğunun işine neme lazım diye susmak geliyor.
Birkaç kişi de ayıp olmasın diye özenle seçilmiş cümlelerle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a anlatmaya çalışıyor.
Zavallıların seçtikleri, "Ali Babacan’ın yükü de epey ağırlaştı" falan gibi cümleler.
Bunlar da asıl söylemek istediklerini anlatmaya yetmeyince, işin doğrusunu söylemek elin oğluna kalıyor.
Ne olacak şimdi?
Hemen birileri Başbakan’a gidip, "Efendim, bunların böyle yazmalarının sebebi, yerine getirmediğimiz istekleridir" mi diyecekler?
Böylesi gerekçeleri Türkiye’de hálá dinleyenler olabilir.
Dünyaya da aynı gerekçeleri mi sunacaklar?
* * *
Financial Times’ın yazdıkları doğrudur.
Böyle yazdık diye, verdikleri haberin kayıtsız şartsız arkasında olduğumuz da sanılmasın.
Onların haberinde de, eksikler ve hatta yanlışlar var.
Adamlar sizin, bizim yeterince açık söylemediklerimizi açıkça yazmışlar. Doğru.
Ama "Ali Babacan nerede" diye sorarken ve Ankara’da çok takılıyor diye yazarken, nereden bilsinler ki Kenya’da safariye gitmiştir!..
Dostum Ahmet Utlu’nun kulakları çınlasın.
Ondan da iyi biliyorum ki, günümüz dünyasında masa başında gerekecek pek çok deneyim, vahşi doğada kazanılıyor.
Bana göre, Ali Babacan da Kenya’daki safariden çetin müzakere süreci için pek çok ders çıkarmıştır.
Bunların neler olduğunu, önümüzdeki günlerde göreceğiz...
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2006
BU köşenin okurları hatırlayacaktır.Türk Hava Yolları’nı helikopter alımıyla zarara uğrattıkları iddiasıyla Cem Kozlu, Yusuf Bolayırlı ve diğer yönetim kurulu üyeleri için yapılan incelemeleri yazmıştım. Yazmama sebep olan bazı gazete haberleriydi.
Konuyu ayrıntılarıyla ele almıştım. İşin özeti şuydu:
Önce imzasız bir ihbar mektubuyla bir inceleme başlatılmıştı.
Başbakanlık Teftiş Kurulu tarafından yapılan inceleme sonrasında konu rapora bağlanmıştı.
Raporda, Cem Kozlu ve THY yönetiminin suçsuzluğu ve hatta neden suçlu olamayacakları belirtilmişti.
Aradan bunca zaman geçtikten sonra, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun teftiş raporu ortadayken, Maliye Bakanlığı Müfettişleri yeniden harekete geçtiler ve yeni bir rapor hazırladılar.
THY’yi Cem Kozlu ve Yusuf Bolayırlı zarara uğratmıştı!
Hesapları çok basitti.
Başbakanlık için alınan helikopterin alış fiyatından satış fiyatını çıkarmışlar ve ortaya çıkan rakamla zararı bulmuşlardı.
Bu rapor TBMM KİT Komisyonu tarafından "gereği için" THY’ye gönderildi.
Bunun üzerine THY Yönetim Kurulu, Genel Kurulu’nu olağanüstü toplantıya çağırdı.
Çarşamba günü toplanan Genel Kurul’da "gereği" yapıldı.
Genel Kurul, rapor doğrultusunda mahkemeye gidilmesine gerek görmedi. Doğru da yaptı.
Genel Kurul’dan sonra THY Yönetim Kurulu Başkanı Candan Karlıtekin’le görüştüm.
Hazırlanan raporun hele şirketin o günkü sermaye yapısı içinde anlamsızlığının o da farkında.
Biliyorsunuz; o zaman THY sermayesinin neredeyse tamamıyla bir kamu iktisadi teşebbüsüydü.
Sonrasında, Cem Kozlu ve Yusuf Bolayırlı ile de görüştüm.
Hangi sebeple olursa olsun, aklıselimin galip gelmesine memnun olmuşlardı.
Başından beri ilgilendiğim bu olay, belli ki "yukarılardan" bir müdahale ile mahkemeye gönderilmedi.
Eğer mahkemeye gönderilseydi, eski yönetim epeyce mahkeme koridorlarında uğraşacaktı.
Yeri gelmişken değineyim.
Esasen bu, Türkiye’nin acı bir gerçeğidir.
Kamuda çalışanları bekleyen sonuç budur. İş yapmadan, çalışmadan kendini siyasete hazırlayan bürokrat ödüllendirilir.
Gerçekten çalışanın ise burnundan getirilir.
Neticede mahkemeye gidilseydi de, sonuç değişmeyecekti.
Kısacası "gereği" için THY’ye havale edilen rapor için, "aklıselimin gereği" yapıldı.
Şunu biliyorum ki, roller farklı olsaydı sonuç yine değişmezdi.
Tanıdığım Cem Kozlu da, aynı siyasi yapıda yer almasa da aklıselimin gereğini yapardı.
* * *
Siyasi mücadele adına her şey mubah değil.
Ve her şey siyasetten ibaret değil...
Bu ülke de, bu kurumlar da hepimizin.
Hepimizin amacı ülkemizi de, kurumlarımızı da daha ileriye götürmek olmalı.
Ve unutulmamalı ki, her dönem gibi bu dönem de geçecek.
Önemli olan sorumluluk üstlendiğimiz dönemde, "kendi" yaptıklarımızdır.
Kalacak olan, hatırlanacak olan sadece onlardır.
Yazımı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ait bir cümleyle bitireyim.
"Bu topraklarda emeği geçenin, emeği zayi olmaz."
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2006
İKİ ateş arasındayız.Bir yanda Ortadoğu’daki ateş var. Her an yeniden alev almaya hazır bir ateş...
Bununla ilgili Türkiye karar arifesinde.
Bu, tek kelimeyle "hayati" bir karar.
Türk askerinin ateş hattına gitmesi, gündelik siyasete malzeme edilmemesi gereken bir karar.
Diğeri ise orman yangını.
Selçuk’ta Bülbül Dağı’nda başlayan orman yangını Kuşadası’na kadar yaklaştı.
Bu satırlar kaleme alınırken de söndürüldü.
Yangının hemen ardından Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe ile konuştum.
Sebep henüz belli değildi.
Aldığım bilgiler oldukça ilginç.
Türkiye’deki orman yangınlarının yüzde 95’inde insan var.
İnsan kusuru var.
Bunun içinde elbette kasıt da var.
Daha da ilginci, ülkemizdeki orman yangınları genellikle cumartesi ya da pazar günleri oluyormuş!
Bu sonuç, piknik merakımızı oldukça manidar anlatıyor olmalı.
Bu yangında kaybettiğimiz 300 hektar kadar orman var.
Şükür ki, ormanın dışında can ve mal kaybı yok.
Teslim etmek gerekir ki, orman yangınlarıyla mücadelede Akdeniz havzasında en başarılı biziz.
İnanılmaz ihmallerle her yıl hektarlarca ormanımız kül oluyor.
Unutup gidiyoruz.
Oysa yangın yerini görünce anlıyoruz ki...
Ateş düştüğü yeri yakıyor.
* * *
Başbakan Erdoğan’ın geçen yılki Lübnan gezisini hatırladım.
Beyrut, savaşın izlerinin hiçbir zaman silinemediği bir şehir.
Resmi programın sonrasında Oral Çalışlar’la şehri gezmiş, ondan gençlik hatıralarını dinlemiştim.
Elimde Cem Kozlu’nun Beyrut’tan gönderdiği bir kitap vardı.
Yaraların nasıl sarıldığını, her binanın savaş ve restorasyon sonrası aynı açıdan çekilmiş fotoğraflarıyla anlatıyordu.
Şimdi tekrar tersyüz edilmiş bir Beyrut fotoğrafı var.
O binaların çoğu bir önceki hallerinde...
O gün bu coğrafyaya ilgisizliğimizi yazmıştım.
Bugün böyle bir ihtimalin varlığı bile beni düşündürüyor...
* * *
Biz bu filmi çok gördük.
Örneğin, reddedilen 1 Mart Tezkeresi’nde.
O gün de suya sabuna dokunmayalım tavrı galip geldi.
Bekledik ki, kapı komşumuzdaki yangını, gelsin başkaları söndürsün.
Şimdi ise kapı komşumuzdaki gelişmeler karşısında, kara kara düşünüyoruz.
Niyetiniz baştan belliyse, her karara uygun bir gerekçe bulabilirsiniz.
O gün aklıselimle hareket edemedik.
Önyargılar galip geldi.
Hiç unutmam; tezkere reddedilince Boston’da yaşayan bir arkadaşım telefon edip "Eyvah" demiş ve eklemişti: "Yazık oldu."
Hemen hemen aynı dakikalarda karşılaştığım hükümete yakın bir medya patronu ise çok daha farklı düşünüyordu.
Ankara’dan dönüş yolunda, gittiğine değdiğini gösteren muzaffer bir edayla özetlemişti:
"Zor da olsa, bizimkilerin imana gelmelerini sağladık!"
Orada bir yangın var.
Orası "bizden" bir coğrafya ya da değil. Çok mu önemli?
Bize düşen, sadece ve sadece hesap yapmak olmamalı...
Su taşımak olmalı.
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2006
SON günlerde Rumelihisarı konuşuluyor.<br><br>Yaz aylarında düzenlenen konserlerle Rumelihisarı zaten her zaman gündemde olurdu. Ancak bu kez farklı.
Bu kez olumsuzluklar gündemde.
Ve Rumelihisarı bu olumsuzluklar içinde tartışılıyor.
Hisarla ilgili Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’la konuştum.
Önce kısa bir bilgi.
Rumelihisarı’nda mini bir amfitiyatro var.
Kapasitesi 1200 kişi.
1953’te "İstanbul’un Fethi’nin 500. Yılı" için bir düzenleme yapılması amaçlanmış.
Ama yetiştirilememiş.
Düzenleme projesi 1958’de yapılabilmiş.
Proje yarışmasına katılan 12 çalışmadan Doğan Tekeli, Sami Sisa ve Metin Hepgüler’in projeleri yarışmayı kazanmış ve uygulanmış.
Bu çevre düzenlemesinden sonra, Rumelihisarı’nda hiçbir şey yapılmamış dersem, yanlış olmaz.
Mini amfitiyatro da esasen mehter gösterileri için hazırlanmış.
Sonrasında Rumelihisarı’nı kitlelere duyuran yaz konserleri gelmiş.
* * *
Uzun uzadıya tarihçesine girmeyeyim.
Yaz konserleri içinde unutulmayan bir Mustafa Oğuz’un yaptıkları var.
Bir de Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.’nin ortaklaşa düzenledikleri.
Kültür A.Ş.’nin Genel Müdürü olduğum dönemde benim de çorbada tuzum oldu.
Bugün yaşanan olumsuzlukları görünce altını çizeyim.
Bu mekánda, açık artırmalı bir ihale yapılarak büyük paralar kazanılacak bir organizasyonun yapılması mümkün değil.
Ayrıca doğru da değil.
Nitekim, biz yaptığımız etkinliklerde ticareti değil, İstanbullulara alternatif bir mekán kazandırmayı hedeflemiştik.
Bunda da başarılı olduk.
Mustafa Oğuz’un yaklaşımı da çok farklı değildi.
Ne tesadüf ki, onunla da dün akşam Bodrum’da yemekte karşılaştık.
Hal hatırın sonrasında Rumelihisarı’nı konuştuk.
Hayıflandık.
* * *
Kendisi de bir mimar olan Kadir Topbaş, yaptıkları çalışmanın orada minare kalıntısı bulunan camiye ilişkin rölöve araştırmasından ibaret olduğunu söyledi.
Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç da, gazetelere yansıdığı gibi bir uygulama projesinin olmadığını açıkladı.
Sayın Koç, böylesi mekánların koruma kullanma dengesi içinde değerlendirilmesini zaten istiyor.
Meramını halk diliyle anlatmayı da seviyor.
Korumanın, "turşusunu kurmak" anlamına gelmediğini özellikle belirtiyor.
Yeni bir düzenlemenin gerektiğini söylemekten çekinmiyor.
Peki, ne yapılmalı?
İlk olarak şu uçlarda gezinmekten, yani "ya o, ya da bu" restleşmesinden vazgeçilmeli.
Rumelihisarı 30.000 metrekarelik kocaman bir alanda kurulu.
Yapılacak yeni bir düzenlemeyle, rölöve kayıtlarına ulaşılabilirse Boğazkesen Mescidi de ihya edilebilir.
Sur içindeki eski yerleşim yerine, yine eski İstanbul evleriyle çeşitli kültürel mekánlar, sosyal alanlar ve turistik ürün satış reyonları da oluşturulabilir.
Bütün bunları yapıp, atıl Rumelihisarı’nı İstanbul için gözde bir cazibe merkezine çevirmek mümkün değil mi?
O zaman ne diye kavga ediyoruz?
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2006
DÜN AK Parti’nin 5. kuruluş yıldönümüydü.<br><br>AK Parti sadece Türkiye’de değil, dünyada da örneği olmayan bir parti. Kuruluşunun bir yıl sonrasında böylesi bir çoğunlukla iktidara gelen başka bir parti yok.
Bu partiyi Recep Tayyip Erdoğan’ın başarılı belediye başkanlığı dönemi doğurdu.
Ana sebep bu.
Pek çok diğer sebep bir araya geldi ve parti iktidara taşındı.
Fazilet Partisi’nin kapatılma kararı önemli bir sebepti.
Bir diğeri, önceki koalisyonun ani bir biçimde erken seçim kararı almasıydı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın mağduriyeti, dört aylık mahkûmiyeti...
Ve son olarak medyanın halkın tercihine saygılı duruşu...
Bütün bunlar bir araya geldi.
Ve AK Parti iktidar oldu.
Recep Tayyip Erdoğan’ın partisi ilk günden itibaren zaten kesin iktidar namzetiydi.
Siyasi tabloyu iyi okuyanlar görüyorlardı ki, yeni bir parti "bağıra bağıra" geliyor.
AK Parti’nin iktidara geleceğinin başından belli olması, siyaseti menfaat için yapan birçok insanı bu yeni yapıya sürükledi.
Halbuki, mesela Özal’ın Anavatan Partisi bu zümreden kendini MDP sayesinde korumuştu.
MDP çekim merkezi olmuş, Anavatan rahatlamıştı.
Partinin adının belirlendiği gece, bir an önce sağlığına kavuşmasını beklediğimiz Akif Gülle ile konuştum.
Yapılan oylamada isim ve amblem kararlaştırılmıştı.
* * *
Geride kalan beş yılın sonrasında, bugün büyük bir sessizlik var.
Sadece tatil döneminin getirdiği bir sessizlik değil bu.
Adeta fırtına öncesi sessizlik.
Partideki herkes Cumhurbaşkanlığı seçimini bekliyor.
En yukarıdan en aşağıya kadar herkes.
Ortada bir netlik yok. Olacağa da benzemiyor.
Oysa mesela Türkiye’deki yabancı fonlar netlik bekliyorlar.
Bunda haksız değiller.
Onlara bu kritik dönemde Türkiye’den uzak durmak daha mantıklı gelebilir.
Bu bizi ciddi sıkıntılara sokacaktır.
Ucu ekonomik bir krize kadar dayanabilir.
Piyasalar bu yüzden bir netlik bekliyor.
Böyle bir tavır beraberinde istikrarı da getirecektir.
Bir yandan bu beklentiyi biliyorum.
Öte yandan şunu da biliyorum ki, ne pahasına olursa olsun, AK Parti Cumhurbaşkanı adayını son ana kadar açıklamayacaktır.
* * *
Diğer bazı ülkelere bakınca, demokrasimizin bazı iyi tarafları göze çarpabilir.
Oysa siyasi partileri kapattığımız ara dönemler ve sebebi ne olursa olsun diğer kapatma kararları, genç demokrasimizi garip bir hale dönüştürmeye yetti.
Bugün siyasi arena olgunlaşmamış bir pazarı andırıyor.
Bir seçimde iktidar olanlar, diğerinde barajı bile aşamıyorlar.
Bugün bu pazardaki en önemli oyuncuya gelince...
Seçimlerden sonra yapılan bütün kamuoyu yoklamalarının ilk sırasında tartışmasız AK Parti var.
Ancak aynı kamuoyu yoklamalarında küçük ama önemli bir de nüans var.
Dün "ümit" olduğu için oy verilen AK Parti, artık "daha iyisi bulunamadığı" için destekleniyor.
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2006
HER zaman bir önyargımız vardır.<br><br>Türkiye, kaynaklarını iyi kullanamaz. İstatistiklere göre durumumuz kötüdür.
Karşılaştırmalar zaten aleyhimizedir.
Epeyce zamandır tek işimiz, "Adamlar yapmışlar kardeşim" diye anlatmaktır.
Adeta "yapmamak" üzerine programlanmışız.
En büyük yardımcımız da, "mevzuat hazretleri"...
Sığındığımız liman orasıdır.
"Ne yapalım, mevzuat böyle diyor!"
Hemen her konuda saçmalık olarak yorumlanacak hükümler bulmakta üzerimize yoktur.
Örnek o kadar çok ki...
Deniz bir örnek.
Ülkemiz denizlerle çevrili, biz kullanamayız.
Kirletmeyi beceririz.
Kendi kirlettiğimizi temizleyince böbürlenmeyi de...
Marmara’yı, Haliç’i, İzmit Körfezi’ni bir düşünsenize.
Diğerlerinin büyüklükleri -şimdilik- kirlettiğimizi görmemize yetmiyor.
Kendimi şanslı sayarım.
Deniz kıyısında dünyaya gelmişim.
Hereke, o zamanlar masmavi olan deniz ile yemyeşil arazilerin buluştuğu bir kasabaydı.
Sanayiden uzak ücra bir kasaba düşünmeyin.
Türkiye’nin ilk sanayi tesisi, ilk kumaş fabrikası da oradaydı.
Futbol elbette vardı.
Yanı sıra yelken de, kürek de vardı.
Yelkene başladığımda çocuk denecek yaşlardaydım.
Zaten hemen her genç, bir dönem yelken ya da kürek yapardı.
Hem de "mevzuatımıza" rağmen!
O yıllarda yelkenli teknelerde ithal yelken de, halat da, kilit de yasaktı.
Neden demeyin.
"Mevzuat" böyleydi.
Ülkemizdeki şeker çuvallarını andıran yelkenlerle yarışırdık.
Sıra dış temaslara gelince, "misafir odaları" gibi depolardan ithal yelkenler çıkarılırdı.
Buna rağmen iyi dereceler alınırdı.
İzmit Körfezi’nde "Optimist Dünya Şampiyonası" bile yapıldı.
Hiç unutmam.
Yabancı sporcular için yapılmış spor köyü, sonrasında Varto depreminin mağdurlarının barındığı evler olmuştu.
* * *
Dün Ayvalık’taydım.
24 yıl olmuş.
Bu şirin limana 24 yıl önce bir yelken yarışı için gelmiştim.
Bugün Eğri Liman’da demir attım.
Seyirde gördüğüm hemen bütün tekneler yabancı bayraklı.
Benimki de...
Neden demeyin.
Bizde saçmalık biter mi?
"Mevzuat" böyle de ondan...
Ya ödenmesi neredeyse imkánsız vergiye katlanacaksın...
Ya da çok düşük bir bedelle başka bir ülkede şirket kuracaksın.
Eğri Liman deyince, aklınıza tam donanımlı bir yat limanı gelmesin.
Burası doğal bir liman.
İnanılmaz bir doğa harikası.
Ve her bakımdan tam bir liman.
Zaten adını bu özelliğinden alıyor.
Bu doğal cennette, ne yazık ki bizden başka tekne yok.
İki balık çiftliği ile attıkları ağları çekmeye gelen balıkçılar var.
Neden demeyin.
Bizde saçmalık biter mi?
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2006
CUMA akşamı Kuruçeşme’de ANAVATAN Genel Başkanı Erkan Mumcu’yla sohbet ettik. Aynı gün, Mesut Yılmaz’ın kurucusu olduğu partide "siyasete devam" açıklaması, kulisleri hareketlendirmişti.
Telefonları susmuyor, birbiri ardına benzer sorular sıralanıyordu.
Sorulardaki "acabalara" karşın, Erkan Mumcu son derece rahattı.
Bilirsiniz; Türk siyasetinin bir hastalığı vardır.
Liderler, "küçük olsun; benim olsun" derdindedirler.
Bunun saçmalık olduğunun altını, benden ziyade o çizdi.
Onun, "Burası köyün meydanı... Birilerine kapatmak kimin haddine?" sözleri, bir anlamda ANAVATAN’da kimsenin gözünden kaçmayan hareketlenmenin sebebini de izah ediyordu.
Boğaz’ı seyrederken suyu konuştuk.
Suyun gücünü, kudretini...
"En güçlü olan sudur" diyen Çin atasözünü konuştuk.
* * *
Cumartesi Dargeçit’teydim.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın temelini atacağı Ilısu Barajı yolundaydık.
Mardin’den Dargeçit’e, dönüşte ise Diyarbakır’a karayoluyla gittik.
Şoförümüz Şeyhmuz, soran bakışlarımızı gördükçe anlattı.
Suyun hayat getireceği topraklarda sekiz saat yol gittik.
Şimdiye dek yol çizgisi görmemiş ve çizgileri tören için alelacele çizilmiş yollardaydık.
Güvenlik güçlerinin önümüzde olmadığı anlarda, şoför Şeyhmuz’un tedirgin hallerini anlamaya bile o kadar yabancıydık ki...
Uzaktan ahkám kesmek kolay.
Bu barajın ne anlama geldiğini, ancak orada ve bölge insanının gözlerinde fark ediyorsunuz.
* * *
Şurası bir gerçek.
Farklı zamanlarda, farklı medeniyetler genellikle aynı yerlerde hayat sürmüşler.
Türkiye bu anlamda tam bir hazine.
Kıymetini bilemediği büyük bir tarihi mirasa sahip.
Ilısu Barajı’yla birlikte anılan Hasankeyf de bunların en önemlilerinden biri.
Böylesi bir hazine, ister istemez sorumluluk gerektiriyor.
Yerinde görmüş oldum ki, ülkemiz için geç kalmış bu projede, Hasankeyf için taşınan duyarlılık sevindirici.
Şimdi size ve bize düşen, projenin özellikle bu kısmının takipçisi olmaktır.
* * *
Temel atma töreninde, bu büyük projeye yakışmayacak organizasyon bozukluklarına da tanık olduk.
Başbakan Erdoğan’ın helikopterle alana gelmesi, karayolundaki hazırlıkların ihmaline sebep olmuş.
Dayanılmaz sıcak ve susuzluk karşısında, kelimenin tam anlamıyla bitap düştük.
Turan Yılmaz ve Sedat Yazıcıoğlu’yla zaman zaman halimize bakıp acı acı güldük.
Barajın su tutmasından sonra oluşacak göleti tasavvur edip, 7-8 yıl kadar erken geldiğimizi söylediğimiz bile oldu...
* * *
Pazar günü yorgunluğumu denizde attım.
Heybeliada kıyılarında demirleyip gün boyu balık tuttum.
Ve kesinkes inandım ki, su hayattır...
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2006
HOŞ geldin Süper Lig.Hasret sona erdi. Yeni sezon başladı.
Tabii ki tartışma da başlıyor.
Zaman oluyor tartışmanın ölçüsünü de, tadını da kaçırıyoruz.
Doğru.
Zaman zaman unutuyoruz.
Futbol bir spor dalı, bir oyun.
Bu da bir başka doğru.
Fakat futbol, tarifsiz bir tutku...
Lig arasında heyecanımız iyice tavsamıştı.
Dünya Kupası’ndan umutluyduk.
O da boş çıktı.
Tatsız tuzsuz bir kupa oldu.
Şimdi o hararetli "pazartesi tartışmaları" yeniden başlıyor.
* * *
Pek çoğumuz bu tartışmalara daha ortaokul sıralarında başladık.
Teneffüsler iple çekilirdi.
Değme spor sayfalarına taş çıkartan yorumlar yapılırdı.
Ya da keskin polemikler.
O zaman Telegol yoktu.
90 Dakika da.
Bugün bizim o tartışma ve yorumlarımız, bir tarafıyla Telegol’de sürüyor.
Bir diğer tarafıyla 90 Dakika’da...
* * *
İlkokul öğrencisiyken izlediğim ilk derbiyi hatırlıyorum.
Bir Beşiktaş-Fenerbahçe karşılaşmasıydı.
Yerimiz Beşiktaş tribünlerindeydi.
İzleyenler arasında turistler bile vardı.
Bu tarafıyla baktığımda, bugünkü derbileri hatırlamak bile istemiyorum.
Rekabet güzel, heyecan da...
Ama nedir bu kin, bu nefret?
Örnek istemediğiniz kadar.
Mesela, geçen yıl Ali Sami Yen’de oynanan Galatasaray-Fenerbahçe derbisi.
Sahaya atılan yüzlerce şişe suyu hatırlayın.
Ya da maç öncesi ve sonrasını.
Maçtan saatler önce Sürmeli Otel’in önünden geçiyorum.
Bir grup Galatasaray taraftarı ve ellerinde bir Fenerbahçe bayrağı!
Diğer ellerinde ise bira kutuları.
O bayrağı kalabalıktan tek tük geçebilen arabaların önüne sererek, hangi takımı tuttuklarını anlıyorlar.
Ne maharet ama!
Arabada eşim ve çocuklarım varken, bunu bende de sınamaya kalktılar.
Geçmedim tabii ki...
Yaşanan gerginliğe müdahale eden gerçek Galatasaraylılar çıktı da, yeltendikleri çirkinlik sona erdi.
* * *
Rekabet bu değil.
Bu, "ezeli rekabet" hiç değil.
Hani o artık klişeleşmiş cümlede olduğu gibi.
Fenerbahçe’nin de, Galatasaray’ın da, Beşiktaş’ın da büyüklüğü rakiplerine ve rekabete bağlı.
Her biri diğerleri sayesinde varlar.
Rekabetin olduğu yerde, kalite de var.
Rekabetin olmadığı yere gelince...
Hayatın hangi alanı olursa olsun...
Fark etmez.
Şunu iyi bilin; kalitesizliğin tel tel döküldüğü bir yerde, kesinlikle rekabet yoktur!
Yazının Devamını Oku