1 Ağustos 2006
HASANKEYF tartışmalarıyla hatırladığımız barajın, kalkınmamızın önemli bir kilometre taşı ve aslında çok gecikmiş bir yatırım olduğunu biliyor musunuz? Ilısu Barajı’ndan söz etmek istiyorum.
Keban ve Atatürk barajlarından sonra, Türkiye’nin kalkınmasında üçüncü kilometre taşı Ilısu Barajı...
Temeli cumartesi günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından atılacak.
Yıllardır süren hazırlıklar tamamlandı.
Yerinde bir kararlılıkla bu barajın temeli atılıyor.
Yerinde dememin iki önemli sebebi var.
İlki, Türkiye’nin bir gerçeği.
Biz, bu barajları yapmak zorundayız.
Ülkemizde yağışlar mevsimlere göre artıyor ya da eksiliyor.
Akarsu kaynaklarımızı enerjiye çevirmemiz bir zorunluluk; bir tercih değil.
İkinci önemli sebep ise artık herkes biliyor ki enerji sıkıntısı kapıda.
Tartışmak önemli.
Ama Türkiye’nin gereksiz tartışmalarla kaybedecek vakti yok.
Yeri geldiğinde riskli görünen kararlı adımlara ihtiyacı var.
* * *
Hasankeyf tartışmalarına gelince...
Birbirimizi kandırmayalım.
Oradaki tarihi varlıklarımızın hali, bugün çok mu iç açıcı?
Bu da bir başka gerçeğimiz.
Sadece oradakiler için değil.
Kıymetini bilemediğimizi bütün Türkiye’dekiler için söyleyebiliriz.
Elbette bu hal mazeret olamaz.
Yapılan tartışmalar yararlı olmuştur ki, bugün bir hassasiyet oluşmuş durumda.
Bu tartışmalar, çözümün parçası olarak görülmeli.
Sadece "istemezük" çağrılarının temeli olarak sürdürülmemeli.
Nitekim Hasankeyf’teki tarihi varlıklarımızın yaşatılması için, şimdiden 25 milyon Euro’luk bir kaynak ayrıldı.
* * *
Devlet Su İşleri Genel Müdürü Veysel Eroğlu ile konuştum.
Onu İstanbul’dan tanıyorsunuz.
İSKİ’de iki dönem genel müdürlük yaptı.
DSİ’deki performansında, İstanbul’da kazandığı deneyimin elbette yeri var.
Bu yeni görev yerinde, yine hummalı bir çalışma içinde.
Ancak o da atılan bu önemli adımın heyecanını taşıyor.
Hasankeyf konusunda kamuoyunu rahatlatacak bir söz veriyor.
"Bu ülkenin değerlerini kimse bizden daha çok düşünemez; biz, bu ülkenin çocuklarıyız."
Veysel Eroğlu’nu tanıyorum.
Hassasiyetlerini biliyorum.
Şuna inanıyorum ki, bundan böyle tartışmalar çözüme odaklanmalı.
İşi engellemeye değil...
* * *
Ilısu Barajı’nın 1 milyar Euro’ya mal olması bekleniyor.
Yapım süresi olarak 7 yıl hesaplanmış.
Başbakan Erdoğan ve DSİ Genel Müdürü Eroğlu’nu tanıyorsanız, bilin ki bu süre daha da öne çekilecektir.
"Askeri Şûra" tartışmaları mı?
Bırakın bunları...
Şimdiden belli ki, "teamüller uygulanacaktır".
O zaman geleceğe bakalım.
Türkiye’nin buna ihtiyacı var.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2006
BUGÜN İstanbul’da sıradışı bir etkinlik var.<br><br>Haliç semalarında uçak yarışları yapılıyor. Hızları 400 kilometreyi geçen gösteri uçakları Haliç’teler.
Şişme kule şamandıralar arasında yarışacaklar.
Kelimenin tam anlamıyla sıradışı bir etkinlik!
İnanılmaz bir heyecan.
Tarifsiz bir korku.
Kulakları tırmalayan bir gürültü.
Ve tehlike!
Buradaki tehlike, sadece yarışanlar için de değil...
İzleyenler, Haliç ve elbette İstanbul için!
* * *
Böyle bir gösteriyi geçen yaz Kanada’da izledim.
Geniş bir ovada uçaklar inanılmaz bir gösteri yaptılar.
On binlerce izleyici vardı.
Hoşuma gitmedi dersem yalan olur.
Çok güzeldi.
Peki, böyle bir yarış Haliç’te olur mu?
Olmaz, olmamalı...
Bu yarışın Haliç’te yapılması yanlıştır.
Böyle bir yarış için Genelkurmay’dan, Sivil Havacılık’a kadar bütün ilgililerden görüş alınması gereklidir.
Ve sonrasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Valilik’ten izin.
Bu görüşler ve izin alınmış mı?
İşin garip tarafı burası.
Evet; alınmış!
Nasıl mı alınmış?
Yarışın organizatörleri, ilgili kurumlara düşüncelerini açmışlar.
Kendilerine, bu yarışın yapılamayacağı cevabı verilmiş.
Böyle bir yarışın Haliç’te yapılmasının risklerine dikkat çekilmiş.
Ama sonra...
Sonra devreye Cüneyd Zapsu girmiş.
Ve oluvermiş!
Sayesinde bugün Haliç’te uçak yarışları yapılabiliyor...
Peki bu risk alınmaya değer miydi?
Allah korusun...
Herhangi bir aksilik yaşanırsa, bunun hesabını kim verecek?
Bu görüş ve izinlerin altında imzaları olan "sorumlu" yetkililer mi?
Yoksa "sorumsuz" yetki kullananlar mı?
* * *
Bu yarışın bir garip tarafı daha var.
Yarışın ana sponsoru olarak düzenleyicisi bir içecek firması.
Yani organizasyonun arkasında sadece kendini spora adamış kişi ya da kuruluşlar yok!
Türkiye’ye ürününü ithal etmede zorluklar yaşayan bir içecek firması var.
Hafızam beni yanıltmıyorsa, yaşadıkları zorluklar uzun zaman kamuoyunu meşgul etmişti.
Dolayısıyla devletin zirvelerindeki koridorları da.
Şimdi bu yolla kamuoyu oluşturmaya çalışıyor olmalılar.
İzleyelim bakalım!
* * *
Perşembe günü bir "kapanış" törenine katıldım.
Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Topkapı Sarayı’nın Bab-ı Humayun kapısını otobüs trafiğine kapattılar.
Tören sırasında, avlu içinde hatırı sayılır sayıda görevli araç vardı.
Bana göre bu yasak, hemen onlara da teşmil edilmeli.
Ve elbette Haliç’teki gösteri uçaklarına da!
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2006
YENİ bir Cüneyd Zapsu vakasıyla karşı karşıyayız.<br><br>Sorunun temel sebebi, "oyunu kuralıyla oynamamak". Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, iyi bir "aktivist".
Yetki kullanmayı seviyor.
Yakın çalışma arkadaşlarının da, "onun adına" ve "oyunun kuralına" uygun yetki kullanmaları gerekiyor.
Bu daha çok kendilerine bağlı.
Sırrı, eskilerin çok aradığı bir haslette gizli.
"Umur görmüş olmak."
Parayla pulla, çevreyle olmuyor...
Başbakan Erdoğan, "dili kalbine çok yakın" bir politikacı.
Bunu çalışma arkadaşlarıyla yakın ilişkilerinde görüyorsunuz.
Duyguları, kararlarında oldukça etkili.
Bu nedenle, çoğu zaman en söylenmesi gerekeni bir türlü söylemiyor, söyleyemiyor...
Onun bu tarafı, konuşma metnine sadık kalmadığı anlarda daha çok ortaya çıkıyor.
Üzerinde en çok konuşulan da, işte o anlar ve o tavırlar oluyor.
Başbakan’ın kendisi de o aslında.
Çok tartışılan o tavırlar, geniş halk kitlelerinin desteğini doğuruyor.
Bu, onun zayıf görünen güçlü tarafı.
* * *
Danışman konusuna geri dönelim.
Öncelikle bir tespit ve bir hatırlatma.
Danışman, birlikte çalıştığı siyasetçinin ya da yöneticinin "gözü", "kulağı" ve hatta "beyni" olabilir.
Ama "dili" asla olamaz!
Hazırlananı dışarıya karşı yorumlamak ya da olduğu gibi sunmak danışmana düşmez.
"Sorumluluk taşıyan", gerek duyduğunda, metnin dışına çıkan sözleri, tavır ya da üslubuyla hazırlananı yorumlama hakkı ve yetkisini kullanır.
Ya da yetki verdiği "sözcü", kamuoyuna açıklanacak metni, yorum katmaksızın okur.
Sorumsuz hiçbir yetkili, bu işi üstlenemez!
* * *
Yeri geldiği için bir örnek.
Başbakan Erdoğan’ın konuşma metinlerini, İstanbul Milletvekili Hüseyin Besli’nin koordinasyonunda Mustafa Şahin ile Gökhan Özcan hazırlıyorlar.
Şimdiye kadar bu iki ismi hiç duymuş muydunuz?
Gazetelerde fotoğraflarını hiç gördünüz mü?
Evet; ortada çalınan ya da karıştırılan "roller" var.
"Rol" dağıtımını, Başbakan Erdoğan sevmez.
Bundan özellikle de kaçınır.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki ilk dönemde, yönetimin organizasyonunu Ömer Dinçer yapardı.
Hizmet döneminin sonuna yaklaşıldığında, bugünkülere benzer arazlar iyiden iyiye artmıştı.
Bugün, ilişkilerini koordine eden etkili bir özel danışmanı var: Mücahit Arslan.
Ama yönetimin organizasyon sorumluluğunu üstlenen ve ona göre "rol dağıtan" tek yetkili yok.
Bir ikisi hariç diğer danışmanlar, kendilerinin ya da şartların belirlediği iş tanımlarıyla bildiklerini okuyorlar.
Önümüzdeki yıl seçimler var.
Artık son düzlüğe girilmiş durumda.
Anlaşılan o ki, "oyunun sonu yaklaştıkça" böylesi vakalar ve ortaya çıkacak krizler, sayı olarak da, açacağı zararlar olarak da giderek daha da artacak.
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2006
KOYDUĞUMUZ kuralların tutsağı oluruz çoğu zaman.Yine çoğu zaman, o kuralları tartışmak, gelişmiş dünya ülkeleriyle kıyaslamak aklımıza bile gelmez. Ama sonucu karşılaştırırız.
Kıyaslarız.
Bu satırları Roma’dan yazıyorum.
Uzun yıllar yurtdışında yaşadım.
Zaman ve fırsat buldukça, kısa süreli de olsa yurtdışına çıkmaya çalışırım.
Bunu önemli bulurum.
Günümüz dünyasında, ülkenizi ya da kendinizi, dışınızdaki dünyadan soyutlayarak yaratıcı da, üretken de olamazsınız.
Birkaç gündür İtalya’dayım.
Venedik, Floransa ve Roma.
Her üçü de, "açıkhava müzesi" ifadesini fazlasıyla hak eden şehirlerden.
Eski ve köklüler.
Ama izbe değiller.
Yalapşap restorasyonların sırıttığı şehirlerden hiç değiller.
Onlarda eski ile yeninin birlikteliğini görürsünüz.
Klasik ile modern olanın uyumunu.
Ve en önemlisi, koruma ile kullanmanın dengesini...
Hayat da, çevre de böyle bir denge üzerine kurulu değil mi?
Hani bize özgü bir tavır var.
Uçlarda gezinmeyi severiz.
Bunun en çarpıcı örneklerini de tarihi çevreyi korumada görürüz.
Ya koruma adına kimsenin elinin değmesine izin vermeyiz.
Ya da kullanma adına suyunu çıkarırız...
Sonuçta, tarihi çevreyi katlederiz.
* * *
Bu şehirleri, bu gözle bir kez daha gezdim.
Koruma ve kullanma dengesini nasıl sağladıklarını gördüm.
Bir de bizim tarihi varlıklarımızı düşündüm.
Rumeli’yi, Anadoluhisarı’nı, diğerlerini...
Bu düşünceler içindeyken Sunay Akın aradı.
Onunla da dertleştik.
Gönülden inanıyorum.
"Koruyarak kullanmayı" becerdiğimiz gün, başkalarına gıpta etmekten kurtulacağız.
* * *
Gıpta ettiğim bu şehirlerde, yine Sunay Akın’ın satırları dilime takıldı...
"Ben Rumelihisarı!
Yürekli, genç bir adam yaptırdı beni.
Derler ki, taş üstüne taş koyarken, ilkin, şeklimle attı imzasını İstanbul’a, Mehmet yazdı.
Siz ’Fatih’ diye bilirsiniz onu.
Fatih’ten tam beş yüz yıl sonra bir kadın, Mimar Cahide Tamer onardı
beni!..
Tiyatroya gönül veren bir adam, bir de tiyatro sahnesi yapmasını istedi!
İçimdeki açıkhava tiyatrosunun şekli onun imzasına benzemiyor ama, hatırlayacağınızdan eminim; ’Muhsin Ertuğrul’ derler o güzel insana.
Anfitiyatronun basamaklarında oturan sanatseverler ’hilal’ şeklini alıyorlar.
Sahnede de bir ’yıldız’ var!..
Bu birliktelik size bir öykü anlatmıyor mu?
Aklım kalmaz hiç yanımdan geçen gemilerde; yalnızca bir çocuğun suda sektirdiği taşa özenirim.
Geçmişimle ilgili birçok yazı okuyabilirsiniz.
Ama bugün, sanata açıyorum kapılarımı; Boğaz’ın en dar yerinde, sona ermesi için dargınlıkların!.."
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2006
YENER Süsoy’un Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’le röportajını okudunuz mu?<br><br>Türkiye, iki haftadır bunu konuşuyor. Özellikle o "ayağa basma kısmı" ve bunu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın nasıl yorumladığı konuşuluyor.
Biz de, bizim penceremizden gördüklerimizi aktaralım.
Başbakan Erdoğan, siyasi geçmişleri söz konusu olduğunda, "Milli Görüş gömleğini çıkardık" diyor.
Gerçekten de, bugün Ak Parti’nin önde gelen isimleri, artık farklı bir siyasi çizgideler.
Bunu yeterli görmeyenler olabilir.
Samimi bulmayanların olduğunu da biliyoruz.
Ama bazı konular var ki, tam bir "değişim turnusolu"...
Örneğin Avrupa Birliği...
Daha birkaç yıl önce hele dost sohbetlerindeki sözleri, tek kelimeyle "inanılmazdı"...
Bu konuda hakkı teslim edilmesi gereken tek isim var.
Ak Parti kurucusu ve Yeni Şafak yazarı Prof. Dr. Nazif Gürdoğan.
Yazdıkları ve söyledikleriyle sadece o "aykırıydı".
Sonrasını biliyorsunuz.
Yeni bir parti kuruldu ve iktidara geldi.
Eski günlerdeki "sembol" ve genç isimlerin neredeyse tamamı, yeni yapıda yerlerini aldılar.
Bir yurtdışı gezisinde, Cengiz Çandar’ın önde gelen üç ismi sayıp, "Tayyip, Abdullah, Abdüllatif; bu nasıl Türkiye partisi" diye takıldığını hatırlıyorum.
* * *
1994 yerel seçimlerinde kazanılan başarı, Selamet-Refah-Fazilet çizgisini iktidara taşıyan ilk adımdı.
Başarının ardından öne çıkan "sembol" iki isim farklıydı.
İstanbul ve Ankara’nın "fatihleri".
Recep Tayyip Erdoğan ve Melih Gökçek.
Bu isimler, partileşmeye giden ilk çekirdekte yer aldılar.
Sonrasında Melih Gökçek’siz bir dönem geçti.
Daha sonra, o da partideki yerini aldı.
Fazilet Partisi’nde yeni liste hazırlıkları yapılırken, Recep Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül’ün isimleri öndeydi.
Onlar, ilk gençlik yıllarından beri İstanbul’da muhafazakar hareketlerin içindeydiler.
Biri Akıncılar’da, diğeri Milli Türk Talebe Birliği ve Büyük Doğu’daydı.
Fazilet Partisi’nin o kongresinde, Erbakan Hoca’ya rağmen Abdullah Gül aday olacaktı.
Recep Tayyip Erdoğan siyasi yasaklıydı.
Bir kandil akşamı, kutlama için çalışma ofisine uğradım.
Abdullah Gül’ü yolcu ediyordu.
Onun kendi kullandığı arabaya yöneldiğini görünce, birkaç saniye içinde eskortlu, korumalı bir konvoy oluşturdu.
Dönüş yolculuğunu genel başkan adayına uygun hale dönüştürdü.
Yanımdaki arkadaşın kulağına, "biri genel başkan adayı, diğeri ise siyasi yasaklı" dediğimi hatırlıyorum.
Ve eklediğim: "Bugün yasaklı olduğu yanıltmasın, siyaset onun genlerinde var."
Aslında roller çok değişmedi.
Böylesine eski ve "sınanmış" bir ilişkide, tarafların bir diğerine, yeri geldiğinde "lisanıhal" ile anlatacakları olur.
Bir bardak suda fırtına koparmanın anlamı yoktur.
Abdullah Gül tarafından bakılınca, "sakınılan göze çöp batmıştır"...
Yener Süsoy ise son yılların çok konuşulan bir röportajına daha imza koymuştur.
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2006
ABANT’ta Ortadoğu’nun geleceğini tartışıyoruz. Bu konu, aslında dünyanın da sıcak gündemi.
Abant Platformu, bu yıl "Küresel Politikalar ve Ortadoğu’nun Geleceği"ni tartışmak üzere toplandı.
Bu toplantılar 1998’den beri her yıl yapılıyor.
Toplantının konusu aylar öncesinden belirlenmiş olmalı.
Bugünlerde dünya da, Ortadoğu’da yeni bir savaşı konuşuyor.
Bu konu, dünya gündeminin en sıcak maddesi olarak en üst sıradaki yerini alıyor.
İsrailli bir onbaşının kaçırılmasıyla başlayan olaylar, bakalım nerede durulacak?
Toplantıda, İslam Konferansı Teşkilatı Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlı Devleti’nden sonraki Ortadoğu’nun istikrarsızlığının altını çiziyor.
Ve Ortadoğu’yu Osmanlı’dan doğan "prematüre" bir çocuğa benzetiyor.
Programda yer alan Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Moussa ile Dış İşleri Bakanı Abdullah Gül ise, Ortadoğu’da yaşanan sıcak gelişmeler dolayısıyla toplantıya katılamıyorlar.
Dışişleri eski Bakanı Yaşar Yakış, bir anlamda bu eksikliği gideriyor.
Bölgenin en sıcak ülkesi Lübnan’a değiniyor.
Lübnan’ın yine bir başkasının savaşına sahne olduğunu anlatıyor.
Topraklarınızda "hükümran" değilseniz, böyle bir kader sizi bekliyor.
Geçen yıl ziyaret ettiğim Beyrut’ta, savaşın izlerinin epeyce silindiğini görmüştüm.
Yeri geldiği için belirtmek isterim.
Ortadoğu’da insanın çevresine uyum becerisinin garip örneklerini her zaman görüyorsunuz.
Oynayan çocukların ve özellikle ev kadınlarının savaşı hayatın adeta basit bir parçası gibi gören tavırları, sizi derin bir şaşkınlığa sürüklemeye yetiyor.
* * *
İki gün sürecek toplantının genel çerçevesini Wisconsin Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Kemal Karpat çizdi.
Kemal Karpat Hoca, ilerlemiş yaşıyla tezat oluşturan hitabeti ve ses tonuyla oldukça etkileyiciydi.
Konuşmasında hem toplantı için, hem de bölge için kapsamlı bir gelecek projeksiyonu vardı.
Yaptığı analizleri bütün ayrıntılarıyla aktaramayacağım.
Ama sözünü ettiği bir araştırmaya değinmeden geçemeyeceğim.
Ortadoğu için yapılan araştırmada, halkın talepleri olarak eğitim, siyasi değişim, iş imkanları ve rüşvetle etkin mücadele öne çıkıyor.
Karpat Hoca, bu taleplerin Türkiye için de farklı olmadığını söyledi.
Ve farklı bir pencere açtı.
Ona göre, okul kurmak ya da öğretmen yetiştirmekteki sayılar, başarı için yanlış ölçütlerdir.
Asıl ve önemli olan ise, eğitimin içeriğidir.
Ezbercilik ile tepeden inme fikirlerin doldurduğu ve serbest tartışmanın olmadığı bir ortamın doğurduğu çoraklığı ayrıntılı örnekleriyle anlattı.
Mesela "Devri Saadet" ya da mesela Farabi’nin elbette önemli ve büyük olduğunu, ancak aslolanın "Farabileri yetiştirecek bir eğitim sistemi" olduğunu söyledi.
Bunu sağlamadan hedeflenecek bir modernleşmenin de, ilerlemenin de olamayacağını açıkça ifade etti.
Sonrasında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler konuştu.
Toplantıya geç katıldığı için olsa gerek, konuşmaların sıraları değiştirilmişti.
Bu yazıyı zamanında kaleme almak için, Sayın Bakan’ın konuşmasının ancak başlangıç bölümünü dinleyebildim.
Şunu söylemeliyim.
İki konuşmacıyı ardı ardına dinleyince, içimden de olsa dedim ki, keşke Kemal Karpat bakan olsaydı da, Hilmi Güler üniversitede hoca kalsaydı...
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2006
TATSIZ, tuzsuz bir Dünya Kupası geride kaldı.<br><br>İzlediğim ilk Dünya Kupası 1974’teydi. Türkiye Yelken Şampiyonası için Ayvalık’taydık.
Ortaokul öğrencisiydim.
Yazları yelken yapıyordum.
O yaz da, gündüzleri yarışıyor, akşam maçlarını yorgun argın Yunan televizyonundan izliyorduk.
Renkli televizyonu ilk defa orada seyrettiğimi hatırlıyorum.
Televizyonun sesini kısıyor, Türkçe radyo yayını ile tamamlamaya çalışıyorduk.
Bir türlü olmuyordu.
TRT’den dinlediğimiz "sanki bir başka maçtı"...
Ajax, o yılların rüya takımıydı.
Tabii ki, iskeletini oluşturduğu Hollanda Milli Takımı da.
Ailemin uzun yıllardır yaşadığı Hollanda, benim için zaten bir rüyaydı...
Final, beni böyle bir rüyadan uyandırdı.
Almanya kupayı ülkesine götürdü.
Oyunu kuralıyla oynayan kazandı.
* * *
Dünya Kupası’nı bu yıl Hıncal Ağabey’in evinde, daha doğrusu bahçesinde izledik.
Evde maç izleyen az sayıdaki Fenerbahçeli’den biri de bendim.
Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinden olmalı, çoğu zaman rakip takımları destekledik.
Desteklediğimiz takımlar elendikçe yeni seçtiklerimiz de genellikle rakipler oldu.
İnsan ister istemez kıyaslıyor.
Yılların değiştirdiklerini, değiştiremediklerini...
Finali yorumlayan Mustafa Denizli’yi istisna tutarsak, yorumları dinlerken "Acaba başka bir maçı mı izliyoruz" diye çok sorduk...
Pazar akşamı oynanan final, sadece artık İtalya’nın Dünya Şampiyonu olduğunu belirlemedi.
Gündemi de değiştirdi.
Artık pek çok yorumcudan, "Zidane suçlu ama..." diye başlayan yorumlar duyuyorsunuz.
Ve ardından sıralanan bir sürü "ama"...
Maçın sonunda ekrana gelen Fransız oyuncu Thuram’ın gözyaşlarını hatırlıyor musunuz?
O gözyaşları bize bir kez daha gösteriyor.
Hayatın gerçek yüzünde "ama"ya da, "keşke"ye de yer yok.
Ortada çıplak bir gerçek var.
Zinedine Zidane suçlu.
Sebep ne olursa olsun.
Böyle bir hata yapamazsınız.
Yaparsanız cezasını çekersiniz.
Cezası da belli.
* * *
İzlediğim sekizinci Dünya Kupası bu.
Aradan tam 32 yıl geçmiş.
Onlarca sahne gözümün önünden bir film şeridi gibi akıyor.
Söylenecek o kadar çok söz var ki...
Kupa tanınmaz oldu diye başlayabilirsiniz.
Ya da nerde o eski kupalar diye...
Bir sürü değişiklik ya da farklılık sayabilirsiniz.
Ancak bu oyunun değişmeyen ve sonucu belirleyen bir temel özelliği var.
Kabullenmek zor gelebilir.
İçinizi burkuyor olabilir.
Her gerçek gibi, bu da çıplak, acı ve yakıcı.
Oyunu güzel oynayan ya da haklı olan değil, kuralıyla oynayan kazanıyor.
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2006
ŞEKER hastalığının basit bir gözlem sonucu bulunduğunu biliyor musunuz?<br><br>Hastalığın bilinmediği yıllarda, iki köpeğin idrarından birine sinekler üşüşürken, diğerinden uzak dururlar. Bu dikkat çekici farkın araştırılması sonucunda şeker hastalığı bulunur.
Newton’un yerçekimi kanununu bulması basit bir gözlemle başlar.
Arşimet’in suyun kaldırma gücünü bulması da aynıdır...
Gözlem önemlidir.
Tespite giden ilk adım gözlemle atılır.
En yalın insan ilişkisinde de bu böyledir. En karmaşık toplumsal olayda da...
Ve fakat tek başına gözlem yetmez.
Bunları niye yazıyorum?
Bazı meslektaşlarımın iktidara ilişkin yazdıklarını okuyunca...
Kanaat getiriyorum ki...
"Yazıyorlar!"
Bazen bu basit bir görevlendirmede oluyor.
Bazen ise, örneğin cumhurbaşkanlığı gibi hepimizi yakından ilgilendiren bir konuda...
* * *
Önce ilk örnek...
Başbakan Erdoğan’ın yurtdışı gezilerinde eskiden sık görülen bazı "danışman" milletvekilleri artık görülmüyorlar.
Böyle olunca gelsin senaryolar...
Okuyunca şaşkınlıktan küçük dilinizi yutmamanız elde değil.
Bilen biliyor ki, zaman zaman farklı sorumlulukları olsa da, "o isimler" Başbakan Erdoğan için önce milletvekilidirler.
Görülmemenin sebebi de diğer milletvekilleriyle ilgili ve oldukça da basittir.
Bu seyahatlere artık "kura"da çıkan milletvekilleri davet ediliyor.
Bugüne kadar bu gezilere adeta "kadrolu" katılanlar mı?
Onların haklarını kullandıkları düşünülüyor.
Ve zaten isimleri kura torbasına konulmuyor ki!
* * *
Cumhurbaşkanlığı artık gündemdeki yerini aldı.
Başbakan Erdoğan ve TBMM Başkanı Arınç gibi, konuşmayı erken bulanların gündeminde de artık bu konu var.
CHP Genel Başkanı Baykal’ın da...
Halkın da...
TBMM tatilde.
Olağanüstü bir gelişme olmadığı takdirde, bu tatil bozulmaz.
Milletvekilleri seçim bölgelerine şimdiden dağıldılar bile.
Tatilde halkın nabzını daha iyi tutacaklar.
Gözlemlerini sonbaharda Ankara’ya taşıyacaklar.
Aday başvurularının yapılacağı nisan ortasına kadar cumhurbaşkanlığı konusu iyice ısınacak, ülkeyi de ısıtacak.
Zaman zaman ipuçları verse de, Başbakan Erdoğan, son ana kadar bu konuda aday olacağına ya da olmayacağına dair kesin bir tavır koymaz.
Bu zaman zarfında, sadece kamuoyuna değil, hiç kimseye bu konudaki düşüncesini açmaz.
Zamanı geldiğinde, parti organlarının ve gerek gördüğü diğer bazı kuruluşların görüşlerini alır.
Adaylığını açıklar ve seçilir.
Son anda aday olmamayı düşünürse, Köşk’e Milli Savunma Bakanı Gönül çıkar.
Bana göre olması gerekene gelince...
Bu seçimin halka yaptırılması daha doğrudur.
Aslında sonuç da değişmez.
İki turlu seçimde halk yine onu seçer.
Ama bu tahmin, onun tarafından böyle okunmaz ve böyle yorumlanmaz.
Başbakan Erdoğan, "ceza sahasına girmişken" daha doğru olur diye "topa basmayı" gereksiz bulur.
Yazının Devamını Oku