21 Kasım 2006
BURALAR dediğim Batı Avrupa ülkeleri. Geride koca bir yarım asır kaldı.
Bu yıl, Avrupa’ya Türk işçi göçünün 45. yılı kutlanıyor.
Bir de 1959’da yaptığımız Avrupa Birliği’ne üyelik başvurumuzu düşünün.
Hollanda’daki erken genel seçimler için buradayım.
Hürriyet’in Avrupa baskısında, buradaki insanımıza sesleniyorum.
Bugünkü yazımın adresi ise doğrudan Ankara.
Fırsat buldukça dış dünyadaki seçimleri izlerim.
Dışımızda siyasi gelişmeler de, siyasal iletişimdeki yenilikler de ilgimi çeker.
Bu seçimin ayrıca bizimle ilgili önemli tarafları var.
Batı Avrupa ülkelerinde dört milyon insanımız yaşıyor.
Buralarda artık üçüncü kuşaktan söz ediliyor.
İlk yıllarda bu ülkelerin dilinin çocuklara öğretilmesi uğraşısı vardı.
Bugünse, artık yeni kuşaklara Türkçe’yi doğru öğretebilme derdi var!
* * *
Peki, Türk devleti ne yapıyor?
Neredeyse hiçbir şey.
O nedenle çağrım Ankara’ya.
Evet; buraları biraz ciddiye alın.
Böyle bir izlenim mi var derseniz...
Evet izlenim de böyle, gerçek de.
Buralar ciddiye alınmıyor.
Sadece Avrupa Birliği sürecinde bile bu insanlarımızın hiç mi katkısı olamazdı?
Yarım yüzyıllık tarihine rağmen buradaki potansiyel görmezden geliniyor.
Aslında bu, Türk devleti için aynı zamanda bir ihtiyaç.
Vatandaşlarımız açısından baktığınızda ise bir görev.
Onların, sadece iş başa düştüğünde arandıklarını söylersem, hiç de abartmış olmam.
* * *
Döviz gerektiğinde, onların dövizleri önemlidir.
Türkiye’nin uluslararası bir sorununa ilişkin protesto gösterileri düzenlenecekse, akla ilk onlar gelirler.
Askerlikten vergiye her türlü vatandaşlık sorumluluğunu bihakkın yaparlar.
Ama onların "adam yerine konulmalarını" sağlayacak "seçme ve seçilme hakkına" sıra gelince "sabır" telkin edilir.
Bu sabır dediğiniz şey, yarım yüzyıl değil de, bir asır beklemek midir?
Buradaki insanların yaşadıkları ülkelere ilişkin de bir sürü sorunları var. Ancak sahip oldukları siyasal haklar, onların burada adam yerine konulmalarını sağlıyor.
Bu seçimlerdeki en önemli gözlemim şudur:
Onlar, kendilerini saydırabilmek, çok daha etkili olmak için son derece kararlılar.
Bu nedenle, burada üyesi oldukları partilerine ait rozetleri, bu seçim için yakalarının görünmeyen tarafına takmışlar.
Belli ki, Hollanda Parlamentosu’na aralarındaki en etkili sesi taşıma kararlılığındalar.
Ankara’da randevu bile alamayacakları siyasetçilerin buradaki mevkidaşlarıyla istedikleri an görüşüyorlar.
Elbette bunda buradaki demokrasi anlayışının rolü de var.
Ancak yine de burada muhatap kabul edilip Türkiye’de yok sayılmalarının sebebi son derece basit.
Onların Türkiye’de seçme ve seçilme hakları yok ki!
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2006
SÜREKLİ bir çatışma ortamındayız.<br><br>"Çevre" ile "merkez"in sembollerle sürdürdüğü bu çatışma yeni değil.
Tanzimat’tan beri sürüyor.
Cumhurbaşkanlığı tartışmaları da yine bu temelde sürecek.
"Esas" olan ile "usule ilişkin" olan bir diğerine karışacak.
Fransız sosyal bilimci Pierre Bourdeiu’nun terminolojisiyle devam edelim.
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2006
HAFTA sonunda Ankara’nın nabzını tuttum. Bülent Ecevit’in cenazesi tahmin edildiği gibiydi.
Tam bir duygu seli.
O duygu selinde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a "güçlü" bir mesaj verilmesi bekleniyordu.
Bu "toplum mühendisliği" projesi de, "tasarlanan" diğerleri gibi, geniş kitlelerce benimsenmedi.
Halbuki doğal seyrine bırakılsaydı, etkisi çok daha fazla olurdu.
* * *
AK Parti’nin ikinci kongresinde de yeni bir şey yoktu.
Siyasi partiler, 12 Eylül’den sonra daha bir "tek kişilik müessese" haline dönüştü.
Buna, "Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" iddiasına rağmen AK Parti de uydu.
12 Eylül öncesinde, her siyasi çizginin partisi ve güçlü yan kuruluşları vardı.
Sivil toplum örgütleri, sendikalar çok daha etkiliydi.
Yeterli değildi elbette.
Siyasi liderler de daha özenliydiler.
Bugün, bütün bunlardan eser kalmadı.
Bu hal, sadece belli partilere özgü değil.
CHP’de de böyle; MHP’de de...
Şimdi gelin bu kongrenin iki önemli mesajını okuyalım.
İlk mesaj, Cumhurbaşkanlığı’na ilişkin.
Başbakan Erdoğan, Çankaya’ya çıkmak istiyor, isteyecek.
Daha önceki Cumhurbaşkanlığı seçimleri gibi, bu da sıkıntılı bir seçim olacak.
Elbette çok daha sıkıntılı...
O zaman, asıl soru, olası sıkıntıların Başbakan Erdoğan’ı caydırıp caydıramayacağıdır.
Sorunun cevabı, birkaç ay içinde alınacak.
İkinci mesaja gelince...
Müstakbel Genel Başkan ve Başbakan, Abdullah Gül’dür.
Bu iki mesaj, salondan açık seçik okunuyordu.
* * *
Başbakan Erdoğan, pek çok konuda olduğu gibi, partide de oldukça şanslı.
Hemen her sıkıntıda, birisi "parti vicdanının sesine" tercüman oluyor.
Hem de başına gelecekleri bilerek.
Bu "tercüman", bazen Bursa Milletvekili Ertuğrul Yalçınbayır, bazense apar topar partiden uzaklaştırılan Hatay Milletvekili Fuat Geçen oluyor.
Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez, ya da Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay’ın üstlendikleri de oluyor bu "işi".
Oysa onlar da biliyorlar.
Kendileri için çok daha hayırlı "işler" var!
Herkesin gırtlağa kadar "hesaba bulaştığı" bir vasatta, o "sesler" çarpıtıldıkça çarpıtılıyor...
Ersönmez Yarbay’ın kongredeki konuşması, Başbakan Erdoğan’a kimbilir nasıl aktarılmıştır?
Ben ümidini yitirmeyenlerdenim.
Güce tapınma moda olsa da, netice verse de...
Her partide, "Doğrucu Davutlar" olacaktır.
Eninde sonunda, Türk demokrasisi adına "artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı" bir gün mutlaka gelecek.
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2006
ALBÜMDE, Tan Oral’ın sözlerini okuyunca, duraksadım. Elimdeki, 23. Aydın Doğan Uluslararası Karikatür Yarışması albümü.
Neredeyse çeyrek asır geride kalmış.
Bu yarışma, dünyada "1 numara" kabul ediliyor.
Perşembe akşamı yapılan ödül töreni, son derece etkileyiciydi.
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, törene katılanlar arasındaydı.
Bakan Şener sergiyi gezdi; eserleri inceledi, gazeteci ve karikatüristlerle şakalaştı.
* * *
Çizginin gücünü anlatmak için tersinden bir örnek.
Karikatür krizini henüz unutmadık.
Oysa asıl olan, bu gücü, insanlık için, barış için değerlendirmek olmalı.
Yarışmaya katılan üç bini aşkın eserin pek çoğu aynı temayı işliyor: Barış.
İnsanlığın en büyük ihtiyacının altı, çizgilerle bir kez daha çiziliyor.
Barışa, bir diğerimizi doğru anlamaya, ne kadar çok ihtiyacımız var. Biliyorum ki, bugün, gözünüz kulağınız Ankara’da olacak.
Bir yanda Bülent Ecevit’in cenaze töreni yapılıyor...
Öte yanda AK Parti’nin 2. Olağan Genel Kurulu.
İkisinin de aynı gün olması büyük talihsizlik.
Siz bu satırları okurken, ben de Ankara’nın nabzını tutuyor olacağım.
Sık tekrarladığımın farkındayım.
2007, zor bir yıl olacak.
Cumhurbaşkanı da, yeni parlamento da bu yıl seçilecek.
Hepimiz aklıselim içinde hareket etmek zorundayız.
Kendini ötekinin yerine koymayan...
"Ben yaptım, oldu" diyen bir tavır, karşımıza ödenemeyecek bir bedel çıkartacaktır.
* * *
Oysa...
Hayat, politikanın kısır çekişmelerinden ibaret değil ki.
Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’ndeki ödül töreni, tek kelimeyle "rengárenkti"...
Bir yanda Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, gazetecilerle kültür ve sanatın hayatımızdaki yerini konuşuyordu...
Öte yanda karikatür sanatçısı Latif Demirci, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisini hiç mahkemeye vermediğini ve hatta çizgilerini beğendiğini söylüyordu.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, üç gün süren afetle mücadele tatbikatından ayağının tozuyla gelebilmişti törene.
Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen, etrafındakilerle hasret gideriyordu.
Bir diğer köşede, Jüri Başkanı Steve Brodner ile Vakfın Yürütme Kurulu Başkanı Candan Fetvacı, gelecek yıl New York’ta açılacak sergiyi şimdiden konuşuyor olmalıydılar.
Vakfın Yönetim Kurulu Başkanı Aydın Doğan ise, sanatçılar ve diğer konuklarıyla tek tek ilgileniyordu.
Gözlerimiz, sahnedeki perdeye birbiri ardına yansıtılan karikatürlerdeydi.
Kulaklarımızın pasını silen ise, Cellissima’nın sunduğu müzik ziyafetiydi.
Bach’tan Horon’a uzanan bu yelpazeyi anlatabilmek, sadece tek kelimeyle mümkündü:
"Rengárenk" bir gece yaşadık.
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2006
12 EYLÜL askeri darbesinin ardından, Bülent Ecevit’e de Avrupa’dan para geliyor. "Ona da" dememin bir sebebi var.
Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş’e zaten geliyor.
Ancak...
Ecevit’e gelen bu para farklı.
Avrupa ülkelerinde kurulu Türk derneklerinden değil.
Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu’ndan geliyor.
Parayı getiren "O Kurye" ile konuştum.
"O Kurye", Talip Demirhan.
Demirhan, artık emekli oldu.
Uzun yıllar Hollanda’nın önde gelen sendikası CNV’nin yönetiminde bulundu.
Sekiz yıl da aktif siyasette yer aldı.
Hollanda’daki önemli siyasi partilerden CDA’nın genel idare kurulu üyesiydi.
* * *
Demek ki 26 yıl geçmiş.
Asker ve siyaset ilişkisi açısından şanssız bir ülkedeyiz.
O müdahalelerin en çok iz bırakanı, 12 Eylül 1980.
Darbe öncesinde yaşananları düşününce...
İçimizden bir ses, "çok can kurtuldu ama" diyebiliyor.
Ertuğrul Özkök gibi açıkça itiraf etmese de, canını bu darbeye borçlu olan hiç de az değil...
Ama kaybettiklerimize gelince, bu köşeler yetmez.
İşte o günlerde, bu paranın banka aracılığıyla gönderilmesi mümkün değil.
Konfederasyon’un parayı götürecek kuryeyi bulması zor olmuyor.
Yazıyı kaleme alırken, "O Kurye" ile tekrar konuştum.
Onun, Hollanda’daki, Avrupa ülkelerindeki pek çok devlet adamını şahsen tanıdığını biliyorum.
Bu nedenle, Türkiye’nin kaybının aslında ne kadar büyük olduğunu Talip Demirhan, daha iyi fark ediyor.
Kurye olarak gönderilirken, başına bir iş gelirse, sonuna kadar yanında olunacağı güvencesi verilmiş.
Aldığı dolarlardan bavuluna, eşyaları arasına sakladıkları da var.
Üzerinde taşıdıkları, vücudunda sakladıkları da...
Oldukça zahmetli bir yolculuktan sonra, Ankara’da Bülent Ecevit’le görüşüyor.
Görüşmenin saatler sürmediğini biliyor; ama hayatının en önemli görüşmelerinden biri olduğunu da.
Getirdiği paraları veremiyor; ama çok önemli bir hayat dersi alarak geriye dönüyor.
* * *
"O Kurye", Ecevit’ten ihtiyacı olmadığı, emekli aylığıyla geçindiği cevabını alıyor.
Ecevit, savunması ve diğer ihtiyaçları için gönderilen parayı, nazikçe geri çeviriyor.
Ve eklemeyi ihmal etmiyor:
Sebep ne olursa olsun, uluslararası platformlarda, Türkiye’nin aleyhine olacak hiçbir çalışma kesinlikle yapılmamalı!
"O Kurye", yardımın 20 bin dolarlık bu ilk taksitini, kuruşuna kadar Konfederasyon’a geri götürüyor.
Kendinizi o yabancı yöneticilerin yerine koyun ve düşünün.
Devlet adamı için, dürüstlüğün, açıklığın ve "umur görmüş olmanın" neden bu denli önemli olduğunu, bir kez daha düşünün...
Allah rahmet eylesin ve milletimizin başı sağolsun.
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2006
FIKRAYI biliyor musunuz?Demokrasinin zaman zaman kesintiye uğradığı bir ülkede yaşanıyor. Askeri cuntanın lideri tıraş olurken, münasebetsiz Berber, ikide bir soruyor:
"Paşam, demokrasiye ne zaman geçiyoruz?"
Berberin nezaketi, ses tonuna yansısa da, Paşa’da çıt yok.
Duyulan makas sesi sadece.
Dükkándan ayrılacakları sırada, söz Paşa’ya geçiyor:
"Sen neden işine bakmıyorsun?
Sana ne demokrasiye ne zaman geçeceğimizden?"
Berber’in cevabı oldukça manidar:
"Paşam, benim derdim işim zaten...
Ne zaman demokrasiye geçeceğimizi sorunca, saçlarınız diken diken oluyor.
O zaman ben de saçlarınızı daha güzel tıraş edebiliyorum!"
* * *
İktidar ve basın ilişkisi her zaman sorunludur.
Basının toplumsal sorumluluk adına yaptıkları, çoğu zaman iktidarı rahatsız eder.
Zaman zaman, bazı meslektaşlarımızın ellerindeki gücü "kitle ikna silahı" gibi kullandıkları da olur.
Kuvvetler ayrılığı, demokrasinin "olmazsa olmaz" prensibidir.
Demokrasilerde, yasama, yürütme ve yargı mutlaka olacaktır.
Yanı sıra özgür bir basın da.
Batı’da, basın davalarına ait kararlarda, basın "demokrasinin bekçi köpeği" olarak nitelenir.
Azerbaycanlı dostlarımız alınmasın.
Batıdan doğuya gidildikçe, fark daha iyi anlaşılır.
Doksanlı yılların başında Bakü’deyim.
Azerbaycanlı ressam dostum Şahlar Abdullah’ın evinde televizyon izliyoruz.
Konuştukları dili oldukça iyi anlıyorum.
Ona rağmen, her haberin ardından, aslında ne anlatılmak istendiğini, o bize tekrar anlatıyor.
O yıllar, Azerbaycan’ın demokrasiden nasibini çok daha az aldığı yıllar.
İktidarın baskıları, ancak belirli şifreleri bilenlerin çözebileceği, yeni bir dil oluşturmuş!
Meslektaşlarımız çaresizler.
Meramlarını ancak böyle anlatabiliyorlar.
* * *
Enerji Bakanı Hilmi Güler’in, Botaş’a ilişkin sorulara verdiği cevabı okudum.
Sayın Bakan önce sorunun nasıl sorulacağını öğretiyor!
Yetmiyor; "Size bu soruları sorduranlar..." diye devam ediyor.
Son örnek olduğu için bunu veriyorum.
Aslında saymaya kalktığınızda, örnekler o kadar çok ki...
Demokrasilerde, iktidarın da, basının da olmazsa olmaz kuvvetlerden olduğunu, kuvvetler ayrılığı prensibinin kendisini, gerektiği gibi özümsemek zorundayız.
Yoksa...
Tembih ya da telkinlerle, şifrelerle dolu yeni bir dil öğrenmeye niyetimiz de, zamanımız da yok.
Ayrıca; bunun gereği de yok.
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2006
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, gizli şeker krizinden "Toplantı bitti mi?" diyerek uyanıyor. Bu sözler onun "işkolik" yapısını açıkça gösteriyor.
Artık herkes biliyor ki, Başbakan gereğinden fazla çalışıyor.
Bu yoğun tempo, onun için artık bir hayat biçimi.
"Her şerde bir hayır vardır" denir ya...
O bu sayede bir soluklanma fırsatı yakaladı.
Hem de en çok ihtiyacı olduğu bir dönemde.
AK Parti’nin Büyük Kongresi 11 Kasım’da toplanıyor.
Kongrenin kulis haberleri şimdiden gazetelerde yer bulmaya başladı bile.
O haberlerde yönetimden ayrılacak ve girecek isimleri okuyunca...
Çoğunun yönlendirme olduğunu görüyorsunuz.
Büyük Kongre’de Başbakan Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanlığı’na aday olmadığını açıklamasını bekleyenler bile var.
Onlar da bu beklentilerinin boş olduğunu görecekler.
* * *
Başbakan’ın futbol oynadığı yıllardan kalma bir alışkanlığı var.
Netice alan takımı bozmaz.
Etrafta iyi gitmediği söylenen pek çok şey ve özellikle de basının yazdıkları bu tutumunu daha bir pekiştirir.
Pek çok konuda hızlı karar verdiği söylenebilir.
Ama söz konusu olan, kadro değişikliğiyse, bu çok ama çok zordur.
O nedenle, Büyük Kongre’den de büyük bir değişiklik çıkmaz.
Bunun bir diğer sebebi de, elbette Cumhurbaşkanlığı seçimleridir.
Başbakan zorlu geçeceği belli olan bu yeni süreçte, taşları yerinden oynatmak istemez.
Partide olduğu gibi, Kabine’de de bu süreçte büyük değişiklikler olmayacaktır.
* * *
AK Parti’nin kuruluş hazırlıkları ve kararı da, böylesi zoraki bir dinlenme döneminde verilmişti.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nda da rüzgárın önündeki yaprak gibiydi.
Benzer bir tempoda gece gündüz demeden çalışıyordu.
O temponun getirdiği benzer sağlık sorunları, o günlerde de yaşanıyordu.
O zaman, görevden alınma ve peşinden gelen cezaevi süreci bir soluklanmaya vesile olmuştu.
O "dinlenme" dönemi sonrasında Başbakanlık geldi.
Bugünkü zoraki tatili de, aslına bakarsanız denk düştü.
Öncelikle partisinin gelecek hafta sonu yapılacak Büyük Kongresi’ne daha iyi eğilme fırsatı buldu.
Ama asıl önemlisi, Cumhurbaşkanlığı kararı...
Bu elbette sıradan bir karar değil.
Kendi şahsını da, ülkeyi de, partiyi de derinden etkileyecek bir karar.
Çevreme bakıyorum da, ne olması gerektiğine herkes ne kadar kolay karar veriyor!
Başbakan’ın zaman zaman tekrarladığı gibi, "Bekára, karı boşamak ne kadar kolay"...
* * *
Bu, onun en zor kararı olacak.
Zor bir dönemdeyiz; 2007 çok daha zor geçecek.
Çankaya Köşkü’ndeki kutlamada, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, "Bugün törende üşüdük. Semra Hanım ile kararlaştırdık. Seneye bir daha gelmeyelim dedik" demiş.
Bu karar, Başbakan Erdoğan için de, hepimiz için de, keşke bu espride olduğu kadar kolay olsa...
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2006
LAHEY’de, parlamentodayım.Girişte upuzun granit bir basamak. Basamakta Hollanda Anayasası’nın ilk maddesi kazınmış...
"Hollanda’da herkes, aynı durumda, eşit muamele görür.
Din, inanç, politik görüş, ırk, cinsiyet ya da bir diğer sebeple ayrımcılık yapılamaz."
Bu güzel sözler, orada unutulmuş...
Geçtiğimiz günlerde, Ermeni soykırımını kabul etmedikleri için Hıristiyan Demokratlar ile İşçi Partisi üç Türk’ü listelerinden çıkardı.
Hiç kimse sormuyor.
Peki, 1915’te Ermeniler ne yapmış?
* * *
Hollanda’da, 22 Kasım’da milletvekili seçimleri var.
Liberal Parti’nin (D66) tek Türk milletvekili Fatma Koşer Kaya ile görüştüm.
O da, parti lideri Alexander Pechtold da, Ermeni iddiaları karşısında açık ve rahatlar.
Tarihçiliğe soyunmuyorlar.
Diğer siyasi partilerin baskılar karşısında düştükleri cinnet halinden onlarda iz yok.
Liberal Parti, eskiye göre oldukça küçük bir parti.
Böyle olması, belki de daha iyi.
Türklerin oyları rahatlıkla fark edilecek.
Farklı ülkelerde siyasal haklara sahip olmak, çok ama çok önemli.
Ermeniler, güçlerini daha çok buradan alıyor.
Çifte vatandaşlık, bana da Hollanda’da bu hakkı veriyor.
Nasıl ki, diasporadaki Ermenileri sadece Türk düşmanlığı bir arada tutuyor...
Hollanda’da yaşananlar, bizim için de her türlü nasihatten daha etkili bir "musibet" olsun.
Sandıkta o denli bilinçli olalım ki...
Türk toplumunu yok sayanlar, bunun bedelini ödesinler.
Fatma Koşer Kaya, "yapacağını" söyledikleriyle değil...
"Yaptıklarıyla" parlamentoda olması gereken ses olduğunu gösterdi.
Milletvekilliğini hakkıyla yaptı.
"Kapı kulu", "emir eri" olmadı.
Partisi de, ne bunu istedi, ne de bekledi.
Seçimlerde, bu çizgisine oy istiyor.
Her şeyi bir yana bırakın.
Onun "uyum yasası"ndaki tavrını hatırlayın.
150 kişilik Hollanda Meclisi’nde, sadece o "hayır" oyu kullandı.
O yasa şimdi Senato’da.
Geçenlerde 18 profesör, imzalarıyla bu yasanın açmazlarını rapor ettiler.
Yasanın, Avrupa Birliği mevzuatı ve uluslararası hukukla çelişen o kadar çok tarafı var ki...
Sadece bu örnek bile yeter.
Madem ki bir oyun oynanıyor.
Biz de açık oynayalım.
Ben şimdiden ilan ediyorum.
Benim oyum Liberaller’e, Fatma Koşer Kaya’ya.
* * *
Hollanda’daki Türk oylarının sayısı, bazılarına az gelebilir.
Siz buna hiç takılmayın.
Atacağınız tek bir oy bile önemli.
Yeter ki toplumuzun gücüne güç katsın.
Sakın unutmayın.
Bu sefer, oylarımızın "ağırlığı" sayısından çok daha önemli olacak!
Yazının Devamını Oku