19 Aralık 2006
KÜLTÜR ve Turizm Bakanlığı’nın her yıl verdiği bir büyük ödül var.<br><br>Geçen yıl Doç. Dr. Turgut Cansever’e verildi. 2006 Kültür ve Sanat Büyük Ödülü, bu kez Orhan Pamuk’a verilecek.
Elbette bakanlığın bu ödül için bir seçici kurulu var.
Kararın bu kurulda alınması gerekiyor.
Ancak, Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un böyle düşündüğünü biliyorum.
İki gün önce Sayın Bakan ile Stockholm’deydim.
Orhan Pamuk çevirileriyle süslenmiş kitapçı vitrinlerini keyifle seyrettik.
Çeviri ve Yayım Destek Projesi kapsamında, Orhan Pamuk’un sekiz ayrı romanı daha önce bakanlık tarafından desteklenmiş ve çeşitli yabancı dillerde yayınlanmış.
Sayın Bakan, bu konuda son derece rahat, hiçbir kompleksi yok.
Orhan Pamuk’u, Nobel Ödülü kazanmadan da desteklemiş.
Nitekim, ilk defa bu yazıda okuyacağınız bir başka ayrıntı daha var.
Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, ödülü alacağı günlerde Orhan Pamuk’la telefonla görüşmek istemiş, görüşememiş.
Türkiye’de ne yazık ki, böylesi iletişim kazaları sık yaşanıyor.
Bu yaşanmasaydı, Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, belki de ödül törenine katılacaktı.
Esasen bu konularda duyarlı olduğunu bildiğim, hatta tanık olduğum Orhan Pamuk’a, Sayın Bakan’ın aradığı notu, ulaşmamış olmalı.
Bunları bilince, Kültür Bakanı’nın, Nobel Ödülü öncesinde de, sonrasında da üzerine düşeni yaptığını anlıyorsunuz.
* * *
Orhan Pamuk’un bu konulardaki duyarlılığını nereden bildiğime gelince...
"İstanbul" kitabını hazırlarken, eski fotoğraflar arıyordu.
Hilmi Şahenk’in "Bir Zamanlar İstanbul" kitabından da bazı resimler seçmiş.
Bunları kullanabilmek için İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. ile temasa geçti.
Bir yazı bile aldı.
Belediye adına İstanbul’da kültür ve sanat faaliyetleri yapan bu şirketin genel müdürüyle de görüştü.
Bu satırların yazarı, o gün o görevdeydi.
* * *
Gelelim Orhan Pamuk ismi etrafında süren, sürdürülen tartışmalara.
Nobel Ödülü, dünyanın en önemli, en prestijli edebiyat ödülüdür.
Bunun böyle olduğunu, herhangi bir ülkede yolunuzun düştüğü bir kitapçıda rahatlıkla görebilirsiniz.
Sık tekrar ettiğimi biliyorum.
Hayat, sadece iki zıt renkten ibaret değil.
Başka renkler de var; ara renkler...
Sadece bu konuda değil.
Her konuda, uçlarda gezinerek sorunun parçası değil, çözümün parçası olabilmek doğrusu.
Orhan Pamuk’un kazandığı bu ödül, onun adına da, Türkçe adına da büyük bir başarıdır.
Bu ödül, ona ve eserlerine verilmiş bir "edebiyat" ödülüdür.
Size de, bize de, Kültür Bakanlığı’na da düşen, kutlamaktır, taltif etmektir.
Bakanlığın bu ödülünü de böyle görüyorum.
Benzer bir adımı da, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden bekliyorum.
Bugün, ilk işim Belediye Başkanı Kadir Topbaş’la konuşmak olacak.
Konuştuklarımızı, ilk yazımda size de aktaracağım.
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2006
HAYAT çok daha hızlı yaşanıyor artık. Her alanda, öncesiyle kıyaslanamayacak bariz bir "hız" farkı var.
Giderek artan bir koşuşturma içinde durup dinlenmeye fırsat bulamıyoruz.
Dinlenme adına yaptıklarımız, aslında bizi daha da yoruyor.
Daha çok yorulan ise ruhumuz.
Bir kültür ve sanat etkinliği beni dinlendirir.
Sığındığım bir "vaha" gibidir.
Kısacık bir zaman dilimi ve küçücük bir mekan parçasında, ruhum öylesine dinlenir ki...
O bulduğum fırsatı, olabildiğince uzatmak isterim.
Uzatabildiğim kadar.
Fark ederim ki...
O koşturmacanın dışında da vardır hayat.
Ve o, çok daha yaşanası bir hayattır.
Kültür ve sanat, bir araya getirir.
Buluşturur.
Tek kelimeyle "evrensel" bir dildir.
Bize göre çok daha iyi durumda olan pek çok ülkede kültür ve sanatın yeri farklıdır.
Hoş aynı fark, örneğin spor için de geçerlidir.
Oysa bizde öyle mi?
Zaten değerini anlayan pek yoktur.
Anladığını sandıklarımız bile, değerini bihakkın bilmezler.
* * *
Bu satırları, tam da böylesi bir "vahada" yazıyorum.
Hollanda’da, Amsterdam’dayım.
Şehrin merkezinde, Dam Meydanı’nda nisanın ortasına kadar İstanbul var; biz varız.
Nieuwe Kerk’teki, tek kelimeyle harika "İstanbul" sergisinin açılışı için buradayız.
Kültür Bakanı Atilla Koç da, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da burada.
Muhteşem serginin açılışı, Hollanda Kraliçesi Beatrix’in de katıldığı bir törenle yapıldı.
Serginin basın bildirisine başlık atmışlar: "Osmanlılar Amsterdam’da".
Batı Avrupa ülkelerinde bizim insanımız 45 yıldır yaşıyor.
Yıllarca, adeta "iş makinesi" gibi görülen insanımız.
Onlarla ilgili en çarpıcı tespiti İsviçreli bir sosyologdan okuduğumu hatırlıyorum:
"Biz işgücü çağırdık, insanlar geldi!"
* * *
İnsanlar gelince, elbette peşi sıra sorunlar da geldi.
Şimdilerde, o insanlara ait renkler de, renklilik de bu coğrafyalarda daha iyi boy gösteriyor.
Bu sergi, bence çok önemli bir adım.
Kültür Bakanımız Atilla Koç’tan müjdeyi alıyorum ki, bu adımlar artarak devam edecek.
Sergiden söz edince, taleplerine başlarda olumsuz cevap almasına rağmen ısrarını sürdüren Lahey Büyükelçimiz Tacan İldem’i anmadan geçmiyorum.
Serginin en güzel biçimde yapılabilmesi için özenle çalışan Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın katkılarını da unutmuyorum.
Bugün, Hollanda’dan İsveç’e geçiyoruz.
Bir gün de orada kalacağız.
Oradaki izlenimlerim, bir sonraki yazımın konusu olacak.
Sorularım hazır.
Yer Stockholm olunca, "yerin mana ve önemine" ilişkin sorularım olacak Sayın Atilla Koç’a.
Nobel’i, Orhan Pamuk’u konuşmak istiyorum.
Onun cevaplarından yola çıkarak yazacağım yazıyı siz salıya okuyacaksınız.
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2006
BU hafta, yine karar haftası. Önümüzde, Avrupa Birliği ilişkilerinde sık sık karşımıza çıkan kritik günler var. Dün, AB dışişleri bakanları toplandı.
14-15 Aralık’ta ise devlet ve hükümet başkanları zirvesi toplanacak.
Yılbaşından sonra, AB 50 yaşında olacak.
Koca bir yarım asır...
Bizim ilişkimiz de yeni değil.
Yeni yılda, biz de başvurumuzun 48. yılına erişmiş olacağız.
AB, bu yeni yıl için, yeni bir "logo" yaptırmış.
İngilizce "birlikte" kelimesinin her harfini farklı bir karakterle yazmışlar.
Her harfte farklı da bir renk kullanılmış.
Böylece, birliği oluşturan ülkelerin renkliliği ve farklılığının altı çizilmiş.
Kelimenin hemen altında ise "1957’den beri" ibaresi var.
Onların "logo"su bu.
Bizimkine gelince...
Şimdiden belli ki, AB başvurusunun 50. yılını kutlama şerefine, sadece biz nail olacağız!
Üzerinden yarım asır geçse de, yıllanmış şarap gibi...
Yalnız gündemde kalmıyor; meraklı beklentisini sürekli koruyabiliyor.
Böyle olunca, benim önerim, kutlama çalışmalarına da bir an önce başlanması.
Törense tören, "logo"ysa "logo"!
Reklamın iyisi kötüsü olmaz.
O zaman, bu "şeref" de, doğru bir iletişim stratejisiyle doğru bir biçimde neden kullanılmasın?
Hürriyet bile yazmış, neden olmasın diyerek, birileri ciddiye alır ve kolları sıvayabilir.
Önerim son derece basit.
"Logo"ya para harcamanıza gerek yok.
Bizim kafa karışıklığımız, renklilik ve farklılıktan değil.
Her kafadan -hálá- ayrı bir ses çıkmasından...
O halde, bizde de "birlikte" kelimesi aynen yazılabilir.
Aynı şekilde, farklı renkler ve karakterlerle süslenir. Sadece ikinci satırda, 7’yi 9 yapıp, "1959’dan beri" demeniz yeterli!
* * *
Yazdıklarım işin şakası elbette.
Ancak, yarım asırdır süregelen "AB başvuru maceramız", hele şu son birkaç gündür tartıştıklarımız, zaten "şaka gibi" değil mi?
AB üzerinden iç siyaset yapıyoruz.
Hükümet de, muhalefet de, hükümetin diğer muhalifleri de, kendi amaçları doğrultusunda "AB ilişkilerini" nasıl kullanırım derdindeler.
Türkiye Cumhuriyeti’nin, 1959 yılında Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu’nun başvurusuyla başlattığı bu proje, bir devlet politikası değil mi?
Ve bugün, Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül ikilisinin aynı projenin başarıyla sonuçlanması için "pozisyon almaya" çalışmaları gerekmiyor mu?
Elbette özellikle yöntem açısından sıralanabilecek çok sayıda eksiklik var.
Gelin bu hafta sonrasında, bunları masaya yatıralım.
Fatih Çekirge’nin haberine göre, Başbakan Erdoğan, inisiyatif kullanamamaktan dert yanmış.
Söylediklerinde haklıdır.
Ancak "inisiyatif" deyince, cevap bekleyen ama "nezaketen" yüksek sesle sorulmayan bir soru daha var.
"Başmüzakereci"miz, tek sorumluluğu bu olan, uluslararası ilişkilerde zengin deneyim sahibi, "inisiyatif" kullanabilen, kısacası "yetkin" bir isim olsaydı...
Gümrüklerde aranmak istendiğinde, minibüste mi beklerdi?
Ve Türkiye, bugün, bu noktada mı olurdu?
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2006
AKP Adana Milletvekili Ömer Çelik, Marka Konferansı’nda konuşmuş. İbret alınası sözler söylemiş.
Yürekli Eğitim ve Danışmanlık tarafından düzenlenen konferansta, "Kamplaşmak huyumuzdur" demiş.
Okuyunca, doğru söze ne denir diye aklımdan geçirdim.
Hele aktardığı bir anekdot var ki...
Bizi anlatmak için bundan daha güzeli olamaz.
Aktardığı, Çelik’in fikirlerine değer verdiği bir büyüğünün sözleri.
Bu büyük hem de milletvekili.
Çelik’in mesai arkadaşı, Orhan Pamuk’un Nobel kazanmasından sonra demiş ki, "Ödül güzel ama kendisini bazı konularda eğitmeliyiz!"
* * *
Bu satırları okuyunca, rahmetli Muzaffer Özok aklıma geldi.
Özok, tasavvuf geleneğinde önemli bir isimdir.
Pek çok ünlü ismin bağlandığı bir tarikat büyüğüdür.
Çok sayıda yabancı da bağlıları arasındadır.
Hiç unutmuyorum.
Bir gün kendisine, neden yabancı müritlerinin sayısının Türklerle kıyaslanmayacak kadar çok olduğu sorulur.
Cevabı manidardır.
Der ki, "Yabancılar, benden bir şeyler öğrenme derdindeler.
Bu dini, bu yolu benim tutmaya çalıştığım ışıkla öğrenmeye çalışırlar.
Oysa bizimkiler öyle mi?
Mesela, sakalımın olmamasına takılmışlardır.
Bizimkiler, beni Müslüman yapmaya çalışırlar!"
Bizde böyledir.
Mürit bile şeyhini eğitme derdindedir.
* * *
Hal böyle olunca, siyasetin edebiyatı eğitmeye kalkması, hiç de garip gelmemeli!
Çelik, bu ve diğer örneklerle süslediği konuşmasını, siyasi kamplaşmaya bağlamış.
Türkiye’nin markalaşmasını da siyasi kamplaşmanın engellediğini söylüyor.
Söyledikleri doğru, ama eksik.
Kamplaşma, sadece siyasette değil ki...
Biz sporu bile bir husumet alanına çevirmedik mi?
Hayatın farklı renklerinden de, rekabetin kalite getiren tatlı çekişmelerinden de kopalı o kadar çok zaman oldu ki...
Önce futbolda koptuk.
Stadyumları, tam bir "cehenneme" çevirdik.
Kamplaşmanın bedelini, her alanda, hepimiz ödüyoruz.
Anlaşılan daha çok ödeyeceğiz.
Bir yerlerden başlamak, hayatın farklı renklerini yakalamak zorundayız.
Spor da, sanat da, bugünün aksine kamplaşmayı hayatımızdan uzaklaştıran alanlar olmalı.
Hepimize düşen görevler var.
Futbolda bu hafta lige ara veriliyor.
Bu kısa arayı bile bir soluklanma, durup düşünme fırsatına çeviremez miyiz?
Umudunu yitirenlerden değilim.
"Neden olmasın" diyorum...
* * *
Yeri gelmişken belirteyim.
Artık futbol da yazacağım.
İlk yazım bugün Fanatik’te olacak.
İnandığım, savunduğum bu çizgiyi, oradaki yazılarımda da göreceksiniz.
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2006
BİRKAÇ yıl önceydi.9. Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel, TV 8’deki televizyon programımda konuğumdu. Meydanları özleyip özlemediğini sormuştum.
Duygu yüklü bir cevap aldım.
"Meydanlar özlenmez mi!"
Denizli’de, Demokrasi Meydanı’ndaki DYP mitingi, bana bu cevabı hatırlattı.
Dört yıldır hiçbir mitinge gitmedim.
Giderken, gazeteci arkadaşlarla aklımızdan benzer düşünceler geçiyordu.
Mitingden ziyade Mehmet Ağar ile yapacağımız sohbet değerlendirilebilir düşüncesindeydik.
Bu nedenle, önce bir hakkı teslim edelim.
O meydan, "ses" verdi.
Duyduğumuz, bildik, tanıdık bir "ses"ti...
Tam da İsmet Sezgin’le siyasi partilerin "halkın avukatlığını" nasıl yitirdiğini konuşuyorduk.
Yanımıza yaklaşan ihtiyar delikanlı, "Adım İbrahim Oltan" dedi.
Başındaki kasketi göstererek ekledi.
"Biz 46 Demokratıyız!"
Bir diğer köşede Yıldırım Avcı vardı.
Türk siyasi hayatının bu köklü damarında, ciddi bir kıpırdanma görülüyor.
* * *
Miting sonrasında Mehmet Ağar’la sohbet ettik.
Son derece açıktı.
Rahatlığını zaten biliyorsunuz.
Konuştuğumuz konuların elbette hepsi de önemliydi.
Ancak Ağar’ı bir konuda son derece kararlı gördük.
Ona göre, 2007’nin başında ve sonunda yapılacak iki seçimi Türkiye asla taşıyamaz.
Tartışmaları bitirecek önerisi hazır.
"Gelin, Cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen öncesinde erken genel seçim yapalım" diyor.
Böylece 2007’yi kayıp yıl olmaktan kurtarırız düşüncesinde.
Bu makamı tartışmalardan arındırmak için bunu elzem görüyor.
Bu hem teklifi, hem de tahmini.
Belli ki, bundan sonra bunun gerçekleşmesi için çalışacak.
Bakalım bu tahmini tutacak mı?
* * *
Ağar’la Fenerbahçe-Galatasaray derbisini de konuştuk.
Maçın genel gidişini de, sonucunu da aşağı yukarı doğru tahmin etti.
Yaptığı siyasi tahminin neticesini ise önümüzdeki birkaç ay gösterecek.
Bir önceki yazımı okuyanlar, Hıncal Uluç’un evindeki maç takımını teskin edip etmediğimi soruyorlar.
Gerek kalmadı.
Muzaffer Yıldırım, maçtan hemen sonra bu işi görev edinmiş, bütün ekibi Kanyon’daki kendi sinemalarına götürüyordu.
Hangi filme gittiklerini sordum tabii ki.
Türkçe adıyla "Son Umut"...
Ne diyelim; Allah kimseyi umutsuz bırakmasın.
Bunu öğrenince, ben de arabamın yönünü başka bir Galatasaraylı dostuma çevirdim.
Bedrettin Aydoğdu ve kardeşlerinin Göztepe’deki Yüzevler’ine gittim.
Bir yandan tartışmasız Türkiye’nin en iyi Adana kebabını yerken, öte yandan çıkış yolunu tartışıyorduk.
Ne olacak da, dünyada sevgi ve dostluk aracı olan futbol, bizde bir husumet aracı olmaktan çıkacak?
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2006
BENİ tanıyanlar ve bu köşenin okurları bilirler.<br><br>Sıkı Fenerbahçeliyimdir. Çoğu zaman olduğu gibi, yarın da Şükrü Saracoğlu’nda olacağım.
Ezeli rekabetin tadına "yerinde" varmak için.
Tribüne gidemediğim müsabakaları, genellikle Hıncal Uluç’un evinde izlerim.
Oradaki "maç takımı"ndan sayılırım.
Zaman zaman "bizden" farklı isimler de olur.
Ama Muzaffer Yıldırım ile ben, bu takıma en sık "takılan" Fenerbahçelileriz.
Farklı anlamlarıyla "takılmak"tan söz ediyorum.
Rekabeti, hele "ezeli rekabeti" tatlı bir keyfe dönüştüren, zaten bu değil mi?
* * *
Bizim "Telegol" gündem oluşturmaya bayılır.
Bu kez de gündem oluşturdu.
Derbi öncesinde, son derece zamansız bir gündem!
O "özel" programı, doğrularını ve yanlışlarını, bu köşeye taşıyacak değilim.
Her şey bir yana, yerim yetmez.
"Keşke" diye başlar ve hiç sevmediğim bu kelimeyi defalarca kullanmak zorunda kalırım.
Bunu yapmadan diyorum ki, artık başımızı ellerimizin arasına alma vaktidir.
Ne yapıyoruz biz; ezeli rekabet bu mu?
Rekabet dediğin böyle mi olmalı?
* * *
Yıllar önce, yarınki gibi bir Fenerbahçe-Galatasaray derbisi oynanmaktadır.
Bugün Türkiye Seyahat Acentaları Birliği (TÜRSAB) Başkanı olan Başaran Ulusoy, o zaman Fenerbahçe’nin ikinci başkanıdır.
Türk futbolunun en genç ikinci başkanı, konuk Galatasaray Başkanı Ali Uras’a "hoşgeldiniz" diyerek elini öpmeye yeltenir.
O elini geri çeker, yanağını uzatır.
Galibiyetten sonra yapılan toplantıda, kendi başkanı ve baba dostu Faruk Ilgaz’dan iyi bir azar işitir.
Anlayamaz.
O gün kelimelerin üzerine basarak anlatılan, aslında "bir hayat dersidir"...
Faruk Ilgaz der ki, "Galatasaray Başkanı’na ceketinin düğmelerini iliklemeden nasıl ’hoşgeldiniz’ dersin!"
Bunu, geçen gün karşılaştığım Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın aktardı.
Başaran Ulusoy’la konuşup, ondan da tekrar dinledim.
Siz bu satırları okurken, ben Denizli’deyim.
Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın mitingini izlemek üzere, konuk olarak buradayım.
Biliyorsunuz, o da sıkı bir Galatasaraylıdır.
İki dost olarak elbette derbiyi de konuşacağız.
Bir diğerimize takılacağız.
Miting izlenimlerimi siz salıya okuyacaksınız.
Yarın maçtayım.
Müsabakayı izledikten sonra, Hıncal Uluç’un evine "maç takımını" teskin etmeye gitmeyi düşünüyorum.
Kimbilir, belki de cayarım!
Israrla onlar beni ararlar.
Futbolun en güzel tarafı da zaten bu değil mi?
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2006
PAPA 16’ncı Benedikt’in Türkiye ziyareti bugün başladı.<br><br>Cumaya kadar dünyanın gözü Türkiye’de olacak. Papa ile İslam dünyası arasında yaşanan gerginlik, bu ziyareti tartışmalı hale dönüştürmeye yetti.
Türkiye, son yıllarda özellikle Avrupa Birliği konusunda yeni bir açılım içerisinde.
Kendini soyutlayan, sınırları içine tıkanmış ve dünyadan kopuk bir tavrı kabullenmiyor.
Türkiye’nin bu politikası, dış dünyada oldukça önemli destek de buldu. Dış politikanız bu olunca, Papa’nın ziyareti de aslında çok daha iyi değerlendirilebilirdi.
Ziyaretin ilk gününden söylemeliyiz ki, bu, ne yazık ki olmadı.
Papa’nın İslam dünyasını rencide eden açıklamalarını unutmuş değilim.
Hatta bu açıklamaların, kasıtla yapıldığını bile söyleyebilirim.
Buna rağmen, Papa gibi bir dini liderin, binlerce gazeteciyle Türkiye’yi ziyaret ediyor olması önemli bir fırsattır.
Ancak bugünden rahatlıkla söylemeliyim ki, bu fırsat doğru kullanılamadı.
* * *
Oysa günümüz dünyasında, ülkenizin dışarıdan nasıl göründüğü çok önemli.
Aynı şey şahsınız için de geçerli, şirketiniz için de.
Geçtiğimiz günlerde, gazetelerde ülkelerin imajlarına ilişkin kapsamlı bir araştırma vardı.
Bu araştırmada en kötü ülke imajını açık ara kazanan ülke, İsrail’di.
Eğri oturup doğru konuşalım.
İsrail’e geçilmiş olsak bile, bu konuda son derece iddialı olduğumuz tartışılmaz!
İşte bu ziyaret de, ülke imajımıza önemli katkılar sağlayabilirdi.
Uzun yıllar, "Papa’ya suikast" ile anıldı Türkiye.
İnsanların hafızalarındaki görüntülerin sadece bireysel bir terör eyleminden kaldığını, aslında Türkiye’nin büyük ve komplekssiz bir ülke olduğunu gösterebilirdik.
Olmadı.
* * *
Papa’nın amacı ne olursa olsun, kendi ülkemizde gerektiği gibi ev sahipliği yapmamanın ne anlamı var?
Yakışan biçimde ev sahipliği yapar, gerektiği gibi mesajlarımızı veremez miydik?
Bakıyorum da kimse kalmadı ortalıkta...
Türkiye’de din ve felsefe denilince akla ilk gelen isimlerden olan Devlet Bakanı Mehmet Aydın bile Avrupa ülkelerinde.
Oysa ziyaretin herhangi bir bölümünde, din, felsefe ve yabancı dil bilgisiyle katkısı az mı olurdu?
Yeri gelmişken aktarayım.
Vatikan’ın Türkiye’deki dini temsilcisi, uzun yıllardır bir felsefe hocasıydı.
Galatasaraylı Monsenyör Pierre Dubois.
Otuz yıl boyunca felsefe, Latince ve Fransızca dersleri verdi Galatasaray Lisesi’nde.
Papaz Dubois, 1989 yılında vefat etti.
Ne tesadüftür ki, onun talebesi Haluk Dursun, bugün Ayasofya Müzesi Başkanı.
Programa bakınca, siyasilerin ancak yasak savma kabilinden, ucunda, kenarında olacakları anlaşılıyor.
Perşembe günkü Ayasofya Müzesi ziyaretinde de, İstanbul Valisi Muammer Güler nezaret eden; Haluk Dursun da karşılayan isim olacak.
Bu, küçük de olsa beni sevindiren bir ayrıntı.
Papa’yı Ayasofya’da karşılayacak ismin, Osmanlı tarih ve kültürü ile Katolik terminolojisine hákim, Vatikan’ı hem de Avignon’dan beri iyi bilen birinin olması, yüreğime su serpmeye yetiyor.
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2006
GEÇEN hafta Hollanda seçimlerini izledim.<br><br>Seçmen "koalisyon" dedi. Görünen o ki, üç ya da dört partili bir hükümet bekliyor Hollanda’yı.
Seçimden en büyük çıkan parti, 41 milletvekiliyle Balkenende’nin Hıristiyan Demokrat Partisi.
Oylarını ciddi oranda artıran ise 26 milletvekiliyle seçimden üçüncü çıkan Marijnissen’ın Sosyalist Parti’si oldu.
Wilders’in Özgürlük Partisi’ne de dikkat etmek gerekiyor.
Eski liberal politikacı, bu yeni "dükkánında" İslam karşıtı ve yabancı düşmanı oylara oynadı.
Bunda da oldukça başarılı oldu.
Yarım milyon oyla kazandığı 9 milletvekili, Hollanda’nın 150 sandalyelik parlamentosunda oldukça önemli.
Seçimin kaybedeni ise Wouter Bos’un İşçi Partisi’ydi.
Geçen seçimde 42 olan sandalye sayısı, bu kez 32’ye geriledi.
* * *
Bu sonuçlarla, üç Türk kökenli adayın milletvekili olması kesinleşti.
Bu isimler, Hıristiyan Demokrat Parti’den Coşkun Çörüz, İşçi Partisi’nden Nebahat Albayrak ve Sosyalist Parti’den Saadet Karabulut.
Tercihli oyların sayımı hafta başında yapılacak.
Bu sayım sonrasında, Liberal Demokrat Parti’den Fatma Koşer Kaya’nın da milletvekili olmasına kesin gözüyle bakılıyor.
Hatırlayacaksınız, seçim kampanyaları sırasında iki büyük parti, Ermeni soykırımını tanımadıkları için üç Türk adayı listelerinden çıkarmıştı.
Seçimler, bu olayın gölgesinde yaşandı.
Daha çok bu nedenle, Türk kökenli oylar Pechthold’un Liberal Demokrat Partisi’ne yöneldi.
İşçi Partisi’ne kaybettiren de bu oldu.
Peki, Türk oyları bu denli mi etkili?
Sayı olarak elbette değil.
Ancak, İşçi Partisi’nin önce Türk adayını listeden çıkarması ve sonradan yayılan tereddüt havası, partiye ciddi oy kaybettirdi.
Parti önce Türk kökenli oyları kaybetti.
Sonraki tereddütlü tavrıyla ise diğer seçmenin güvenini yitirdi.
Tek sebep bu değil elbette.
Ama neticede, birkaç ay önce tartışmasız en büyük parti olması beklenen İşçi Partisi, seçimin kaybedeni oldu.
Dünyanın neresinde olursa olsun fark etmiyor.
Kitlelerle güven bağını zedeleyen tek bir söz, sizi alaşağı etmeye yetiyor.
* * *
Türkiye dışında çok seçim izledim.
Hollanda’da önceki seçimleri de izlemiştim.
Bizde de olsa, diye hayıflandıklarım vardı.
Bunların en önemlisi, seçim öncesi televizyonda yapılan, artık geleneksel olan programdı.
Öyle kuru propaganda ya da bağrış çağrış yapılan bir açık oturum değil.
Her liderin farklı bir konu başlığına ilişkin açıklamalarıyla başlayan ve diğerlerinin katılımıyla devam eden bir tartışma programı.
Liderlerin bir diğerine karşı sözleri acımasızdı.
Ama hakaret içermiyordu.
Sonrasında ise bir diğerini olması gerektiği gibi kutluyorlardı.
Seçimler sonrasında da aynısı oldu.
Sosyalist lider Marijnissen’in başarısı, en büyük partinin lideri Balkenende tarafından bile açıkça kutlandı.
Kısacası, yapılan, rakiplerin bir diğerine hakaret yağdırdıkları ya da yok saydıkları bir mücadele değildi.
Yazının Devamını Oku