Geçen yıl Toronto Film Festivali’nde gösterilen kısa filmi “Loser Baby” ile ilk kez yönetmen koltuğuna oturan Dakota Johnson, şimdilerde yapım şirketi TeaTime Pictures’ın yeni filmi “Splitsville”in heyecanını yaşıyor.
“Splitsville”in dünya prömiyeri, bu yıl 78’incisi düzenlenen Cannes Film Festivali’nde yapıldı. Johnson, festival kapsamında düzenlenen “Women in Motion” panelinde sinemaseverlerle bir araya geldi. Yoğun bir çalışma program olduğunu dile getiren Johnson, Celine Song’un yönettiği “Materialists” filminde bir çöpçatanı canlandırdığını, ayrıca Colleen Hoover’ın çok satan romanından uyarlanan “Verity” filminin çekimlerini tamamladığını da anlattı.
Michael Showalter’ın yönettiği filmde Johnson, Verity’nin (Anne Hathaway) romanlarını tamamlaması için tutulan bir hayalet yazarı canlandırıyor.
◊ TeaTime Pictures’ı resmi olarak kurmanızın üzerinden 6 yıl geçti. Geriye dönüp baktığınızda, şirketin gelişiminde sizi en çok gururlandıran şey ne oldu?
- Bu 6 yılda başardığımız her şeyden; yaptığımız filmlerden ve televizyon dizilerinden gurur duyuyorum. Şirketimiz tamamen kadınlardan oluşuyor. İlk erkek üyemizi yeni işe alıyoruz. Bizimle çalışan harika kadınlarımız var. Onların işlerinde büyümelerini ve yükselmelerini izlemek inanılmazdı, çünkü yaptıkları işte gerçekten çok iyiler. Bizimle çalışmayı, öğrenmeyi ve büyümeyi seven kadınlarla çalışmak bizim için tatmin edici bir şeydi.
TEKRARLARA DEĞİL, TAZE
Bir besteye başlarken ya da yeni bir müzik eseri üzerinde çalışmaya başladığınızda, size en çok ilham veren görsel unsurlar neler olur? Kendinizi nasıl bir görsel dünyayla çevrelersiniz?
- Genellikle stüdyomdayım. Başlarken en fazla bilgiyi veya en faydalı şeyleri senaryoyu okuyarak değil, yönetmenle oturup “Bana hikâyeyi anlat” demekle elde ediyorum. Çünkü o zaman onun aklından geçenleri, onun için neyin önemli olduğunu, neyin önemli olmadığını direkt olarak bilirim. İkinci olarak görüntü yönetmenine gidip renk paletinin ne olduğunu sorarım ve set tasarımcısından bilgiler alırım. Hepsi çok etkili, biliyor musun?
Oyunculara sormuyorum, çünkü sanırım onlar hâlâ benim çözmeye çalıştığım şeyleri çözmeye çalışıyor olur; “Kimi canlandırıyorum ve bu kişiyi nasıl canlandırırım?” Kısacası önce topladığım bilgilerden bir fikir elde ediyorum, genellikle bu fikir yapımla el ele gidiyor ve müzik ortaya çıkıyor.
Konserleriniz muhteşem. Müzikle sınırlı kalmıyor, ışıklar, sahne tasarımı ve anlatımınızla başka bir sinema deneyimi yaşatıyorsunuz. Film müziklerinizi canlı performansla izleyiciyle buluşturmak sizi nasıl besliyor ya da müziğinizi nasıl şekillendiriyor?
- Bunun nasıl başladığını anlatayım... Yakın arkadaşlarım Pharrell Williams ve Johnny Marr bir gün beni kanepeye oturttular. Hatta biraz fazla yakın oturdular, bu yüzden ayağa kalkamadım. Bana artık ekranın arkasına saklanamayacağım hakkında bir konuşma yaptılar. Dinleyicilerimin gözlerinin içine bakmam ve gerçek zamanlı olarak onlarla etkileşim içinde bir şeyler yapmam gerektiğini anlattılar. “Hayır, hayır, hayır, hayır! Sahne korkum var. Konser yapamam” dedim.
1 saat uğraştıktan sonra vazgeçtiler ve odamdan çıkmak için kalktılar. Çıkmadan Pharrell son bir kez arkasını döndü ve “Bu yıl Grammy’de sahnedeyim. Gitaristim olmak ister misin?” diye sordu. Bu teklife bir aptalın “hayır” diyeceğini düşündüm. Onunla Grammy’yi yaptım, bir bakıma eğlenceliydi. Korkutucu ama eğlenceliydi. Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum.
Pharrell ve Johnny, ilk konserimin, ardından ilk turnenin ve Coachella konserimin çok büyük bir parçasıydı. Haklıydılar. Söyledikleri doğruydu. “İnsanların gözlerinin içine bak. Gerçek zamanlı yap. Çok şey öğreneceksin. Filme geri getireceğin çok şey öğreneceksin.” Çok doğru...
◊ Kate, dizideki fiziksel komedi sizin için eğlenceli miydi, yoksa fiziksel olarak zorlayıcı bir süreç mi oldu?
- Kate Hudson: Özellikle 30 dakikalık bölümlü dizide komedi yaptığınızda şaka gerçekten önemli. Hareket hızınızdan nefes almanıza kadar dengeyi korumaya çalışmalısınız. Çünkü günün sonunda insanların bu karakterlere âşık olmasının ya da sevmesinin sebeplerinden biri bu mizah. Bu yüzden denge çok önemli. Hikâyenin, komedinin hızının ve tonunun bir nevi şarkı söyler gibi akması lazım.
◊ Spor temasını komedi için bu kadar uygun kılan ne? Sizce spor ve mizah neden bu kadar iyi bir ikili oluyor?
- Lakers’ın başkanı Jeanie Buss, büyük bir basketbol takımına sahip olan ilk kadın. Bir kadın olarak büyük bir basketbol takımını yönetmek ve onun tüm bakış açısı zaten çok fazla komediye sahipti. Konuşurken bazı şeyleri yazamayacağımızı, yani yazıya dökemeyeceğimizi söylüyordu. Yani zaten var olan bir komedi vardı hikâyede.
KÜÇÜKLÜĞÜMDEN BERİ SESİMİ YÜKSELTİYORUM
◊ Jeanie Buss, erkek basketbol takımında sesini duyuran ve gücünü bulan bir kadın. Sizin kendinizle örtüştürdüğünüz bir yolculuk muydu bu hikâye?
- Küçüklüğümden beri sesimi yükseltiyorum, duyuruyorum ve gücümü bulmaya çalışıyorum. Erkek çocuklarıyla büyüdüğünde olan şey nedir biliyor musun? Her şeye bağırmak zorundasın. Çünkü erkekler dinlemiyor!
Florence Pugh, Sebastian Stan, Wyatt Russell, Olga Kurylenko, Lewis Pullman, Hannah John-Kamen, David Harbour ve Julia Louis-Dreyfus’un rol aldığı süper kahraman filmi “Thunderbolts”, ölümcül bir tuzağa yakalanmalarının ardından birlikte çalışmak zorunda kalan bir grup anti-kahramanın tehlikeli görevini konu alıyor.
Marvel Studios, “Thunderbolts” filmine 2021 yılında yeşil ışık yaktı. Projenin geliştirme süreci 2022’de resmiyet kazandı. 2023’teki Hollywood grevleri nedeniyle ertelenen çekimler, 2024 yılının şubat ile haziran ayları arasında, Atlanta’daki Trilith Studios, Utah ve Kuala Lumpur’da tamamlandı.
180 milyon dolarlık bütçesiyle dikkat çeken filmin başrollerini paylaşan Florence Pugh, Julia Louis-Dreyfus, Sebastian Stan ve David Harbour ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Sohbet sırasında Marvel Studios Başkanı Kevin Feige de stüdyo için sırada “Fantastik Dörtlü” olduğunu, filmin temmuz ayında vizyona girmesini planladıklarını söyledi. “Avengers” filmleri için ise resmi olarak pazartesi günü çalışmalara başlayacaklarını açıkladı.
◊ “Star Wars” evrenine olan ilginiz nasıl başladı?
- Gerçekten çok küçüktüm. Sanırım 5-6 yaşlarındaydım. Tüm kuzenlerim benden büyüktü, ben aralarında en küçüğüm. Hepsi ışın kılıçlarıyla bu fantezi dünyasında oynuyordu. Ben de sadece oraya ait olmak istiyordum. İlk filmleri izlemek için biraz geç kalmıştım. “New Hope”u izledikten sonra o dünyaya ait olmaya çalıştım.
Daha sonra Darth Vader kâbuslarıma girdi ve uzun süre kaldı, orası ayrı. (Gülüyor) Sanırım sinemayı da bu filmler sayesinde sevmeye başladım. Çünkü kuzenlerimle bağ kurmamı, eğlenceli ve ilginç görünen bir şeyin parçası olmamı sağladı. Zaten geçmişte sinemaya çok haksızlık ettik...
◊ Neden böyle düşünüyorsunuz?
- Çünkü sinemanın ne anlama geldiğini unuttuk. Bugünlerde neredeyse her gün yeni bir içerik çıkıyor. Önceden bir filmin hazır olmasını beklemek zorundaydık. Ayda bir büyük açılış yapılırdı, onu beklerdik. Sinemaya gider, filmin ne hakkında olduğunu bilmeden koltuklarımıza otururduk. Filmlerin etrafında bir gizem vardı. O ilişki güzeldi.
Şu anda izlediğiniz bir şeyden hoşlanmazsanız, sadece 2 dakikanızı verirsiniz. Sıradaki gelsin. Çünkü seçenek çok. Ben o dünyada büyümedim. Her filmin önemli olduğu bir dünyada büyüdüm. Darth Vader bavulumu almak için 3-4 ay beklemek zorunda kalmıştım.
Düşünsene, sinema salonuna girdiğinde “Star Wars”un bir gizemi vardı. Eskiden filmleri izlemek etkilenmenize ve şaşırmanıza olanak tanıyordu. Artık bu yeteneğimizi kaybediyoruz. İnsanlar hakkında fikirlerinin olduğu bir şeyi beğenip beğenmeyeceklerini bilerek izliyorlar.
◊ Öncelikle lokasyonlar hakkında konuşabilir miyiz? Çekimler sırasında favori bir yerel mekânınız var mıydı? Ya da yaşadığınız herhangi bir kültürel deneyim oldu mu?
- Rami Malek: İzleyiciyi dünyanın dört bir yanına götüren ve doğrudan sürücü koltuğuna oturtan filmlerden biri “Amatör”. İstanbul’a kadar seyahat ettik. Film ağırlıklı olarak İstanbul’da, ancak Londra’yı merkezimiz olarak kullanabilirsek olağanüstü olacağına karar verdim. Çünkü film çekmek için isteyebileceğiniz en iyi ekiplerden bazıları Londra’da. Keza Londra’nın sinematik tarihini anlatmama gerek yok.
“Slow Horses”dan da tanıdığınız yönetmenimiz James Hawes gittiğimiz şehirlerde herkesin fotoğrafladığı yerlerden ziyade farklı yerleri aradı. Filmdeki görüntüler St. Paul Katedrali’nin ya da Sultanahmet Camii’nin tipik kartpostal fotoğrafları değil. Marsilya ya da İstanbul; gittiğimiz her şehirde normalde fotoğraflamadığınız unsurları yakalamaya çalıştık.
◊ İlk defa yapımcılık tarafında da yer aldınız. Nasıl bir deneyimdi ve bir aktör olarak performansınızı etkiledi mi?
- Rami Malek: Sanırım aktör olarak performansım üzerinde birçok yönden etkisi oldu. Ben her şeyi en başından sonuna kadar görmeyi seviyorum. Umarım bu mükemmeliyetçi bir bakış açısı değildir ama “Bohemian Rhapsody” ve “Bond”da belirli kameralar ve lenslerle ilgili detayları tartışırken ya da yönetmenlerle konuştuğumu post prodüksiyonda en iyinin en iyisini elde ettiğimizden emin olmak istediğimi hatırlıyorum.
Sanırım kurgu odasına gelen birçok aktör yorum yapmaya çekiniyor. Kendi kendime “Bu şeyin içinde her detaya çaktırmadan nasıl girebilirim?” diye düşündüm. Projenin en başından itibaren gelişmesini görmek güzeldi.
Dan Wilson, tabii ki harika Hutch Parker ve James Hawes ile senaryo üzerinde çalışmak, her gün oturup baştan sona mümkün olduğunca otantik ve eşsiz hissettirmeye çalışmak harikaydı. Ve filmin sonunda ses miksajına girip, büyük ekrana nasıl taşıyabileceğinizi görmek kadar güzel bir şey yok.
◊ Öncelikle Türkiye’yi hiç ziyaret edip etmediğinizi sormak istiyorum.
- Pedro Pascal: Hayır, hiç ziyaret etmedim ama gelmek için can atıyorum.
◊ “The Last of Us” çok sevildi, bunun sebebi ne sizce? Bu dizi neden bu kadar özel?
- Yazarımız Neil Druckmann ve yönetmenimiz Craig Mazin müthiş bir adaptasyona imza attı. Çok çok büyük bir kitleye sürükleyici, çığır açıcı bir hikâye anlatımı ve izleme deneyimi yaşattılar. Böyle bir şeyi kolayca mahvedebilirsin aslında. Mahvetmek için fırsat doluyken, onlar çok özel ve çığır açıcı bir iş yaptılar.
◊ “The Last of Us”, kaybetmek, kopmak ve ilişkiler üzerine yoğunlaşıyor. Siz bu temalarla kişisel olarak nasıl bir bağ kuruyorsunuz? Bu duygular sizde nasıl karşılık buluyor?
- Hayatta olmak, bir şeyleri eninde sonunda kaybedeceğimiz anlamına gelir. Kayıplar hepimizin insanca ilişki kurabileceği bir duygu. Aynı zamanda katartik bir deneyim, çünkü dizide koşullar çok uç noktalarda ve bu, muazzam bir acıyı hissetmek için güvenli bir yer. Ama bu tür bir acıyı gerçek hayatta hissetmek, güvenli bir his değil gibi...
İKİNCİ SEZONA BAŞLAMAK
◊ Basın notlarında “Long Bright River”ın uyarlandığı kitabı “dinlediğiniz” yazıyor. Kitap okumak yerine, sesli kitapları mı tercih edersiniz genelde?
- Evet, aynı anda birçok kitap dinliyorum hatta. Eminim biliyorsunuzdur, tığ işleri yapmadan duramıyorum. Oyunculuk ve çocuklarımın yanında hayattaki gerçek tutkum örgü örmek. Örgü örerken sesli kitapları dinlemeyi tercih ediyorum. Dizinin uyarlandığı kitabı da dinledim. Senaryoyu okuduktan sonra kitabın çok beğenildiğini fark ettim. Hatta Obama’nın en sevdiği kitaplardan biriymiş. Bu kitabı nasıl kaçırdığımı bilmiyorum, çünkü en çok satanlar listesindeki tüm kitapları okurum genelde. Ama kaçırmışım işte! Bunu da 2 günde dinleyip bitirdim.
◊ Kitapta sizi en çok ne etkiledi?
- Hikâye karanlık ama çok fazla umut içeriyor. Güzel mesajı olan bir kitap. Genç yaşta annesini kaybetmiş, bağımlılık içinde büyümüş, travmatize olmuş bir kadının hikâyesini anlatan bu kitaptan gerçekten etkilendim. Beni içine çekti.
KİTAPLARA SAÇMA DERECEDE ÇOK PARA HARCIYORUM
◊ Bize önerebileceğiniz kitap var mı?
- Jane Fonda’nın “Prime Time” kitabını seviyorum. “Tomorrow and Tomorrow and Tomorrow”u dinlemeyi seviyorum. Denemeler dinliyorum şu anda, Nora Ephron denemelerini özellikle. John McWhorter’a yeni başladım, “Woke Racism” büyüleyici bir kitap. Eşim onun çok büyük bir hayranı. Başka neler dinliyorum... Dani Shapiro’nun “Devotion”u muhteşem. Ann Patchett ile ilgili her şeyi seviyorum. Audiobook’a çok para harcıyorum. Gerçekten saçma derecede çok para harcıyorum kitaplar için. Takıntılıyım, gerçekten takıntılıyım.