T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün desteğiyle, Anadolu Üniversitesi Kurumsal İletişim Koordinatörlüğü ve İletişim Bilimleri Fakültesi tarafından düzenlenen “22. Eskişehir Uluslararası Film Festivali” nin açılış töreni, 23 Mayıs tarihinde gerçekleştirildi.
Her yıl büyük bir özen ve hevesle hazırlanan Uluslararası Eskişehir Film Festivali’ nde, bu yıl yine önemli yapımların prömiyerleri yapılıyor ve bu filmler ilk defa seyirciyle buluşturuluyor. Festival, aynı zamanda, sinema sektörünün akademiyle buluşmasını da sağlamış olacak.
Açılış Töreni’ ne Eskişehir Valisi Hüseyin Aksoy, Anadolu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yusuf Adıgüzel ve eşi Oya Adıgüzel, Rektör Danışmanı ve Sinema Televizyon Bölüm Başkanı Prof. Dr. Barış Kılınç, İletişim Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bülend Aydın Ertekin, Festival Yönetmeni Doç. Dr. Serhat Serter’ in yanı sıra; Türk sinemasının emektarları Erdoğan Engin ve Leyla Özalp, Film Yönetmeni Şerif Gören’in eşi Zeynep Gören, usta oyuncular Suna Selen, Serdar Orçin ve Ece Dizdar ile Türk sinemasının önemli isimleri, festival sponsorları, şehir protokolü, öğretim görevlileri,, öğrenciler ve sinemaseverler katıldı.
Törende söz alan Eskişehir Valisi Hüseyin Aksoy, “Üniversitelerimiz arasında en köklülerden biri olan Anadolu Üniversitesi, 22. Eskişehir Film Festivali ile sinemaya önemli katkılarda bulunmuştur. 22 yıl boyunca uluslararası düzeyde bir festivali sürdürmek büyük bir emek gerektirir.” diyerek; Pandemi sonrası ilk kez düzenlenen bu festivale öncülük eden Anadolu Üniversitesi Rektörü’ ne, emeği geçen tüm yönetmenlere, sanatçılara, yapımcılara ve çalışanlara teşekkür etti.
Festivalin açılış konuşmasını gerçekleştiren Anadolu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yusuf Adıgüzel de konukları şu sözlerle selamladı: “22. Eskişehir Uluslararası Film Festivali’ne hoş geldiniz. Sözlerime, sinema gibi evrensel bir sanatın bizleri burada bir araya getirmesinden duyduğum memnuniyetle başlamak istiyorum. Eskişehir Uluslararası Film Festivali, yalnızca bir şehir festivali değil; bir üniversitenin ev sahipliğinde gerçekleştirilen, Türkiye’nin üniversite kimliği taşıyan tek uluslararası uzun metraj film festivalidir. Anadolu Üniversitesi olarak biz; üniversitelerin yalnızca bilimsel değil, topluma ulaşan yaratıcı ve kültürel üretimlerin de merkezinde olması gerektiğine inanıyoruz. Bu yıl 22. kez düzenlediğimiz festivalde, sinemanın en yalın ama en güçlü hâliyle insanı anlatan hikâyelerine tanıklık edeceğiz.
Seçkimizde yer alan iki film, hayatın gerçeklerini çarpıcı bir şekilde gözler önüne serecek. Bunlardan ilki; Gazze’de yaşanan savaşın ortasında çekilen, 22 kısa filmden oluşan “Sıfır Noktasında”. Film, Türkiye’de ilk kez Anadolu Üniversitesi sayesinde Eskişehir’ de sinemaseverlerle buluşuyor. Bir diğer dikkat çekici yapım ise; Filistin’ deki yıkımı konu alan ve bu yıl En İyi Belgesel dalında Akademi Ödülü kazanan “No Other Land” / Gidecek Yer Yok (2024). Festival kapsamında, 31 Mayıs’a kadar toplam 66 filmi sinemaseverlerle buluşturacağız. Emeği geçen tüm akademisyenlerimize, öğrencilerimize, konuklarımıza, destekçilerimize ve seyircilerimize en içten teşekkürlerimi sunuyorum.”
Festivalin açılış töreninde söz alan
Psikiyatrik hastalıklar, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde; her sosyoekonomik düzeyde, her ırkta ve her kültürel grupta görülebiliyor. Bu hastalıklardan en önemlilerinden biri de Şizofreni.
Uzun süreli devam eden kronik bir ruh sağlığı sorunu olan Şizofreni; kişinin gerçekle gerçek dışı arasındaki farkı ayırt etmesini zorlaştıran, normal düşünce akışının devamını engelleyen, duygularını kontrol etmesini ve normal olarak davranmasını önleyen bir hastalık. Ancak, belirtilerin çoğu farklı tedavi yaklaşımları yardımıyla büyük ölçüde gerileme gösterebiliyor.
Dünyada 60 milyon, ülkemizde ise 700 bin Şizofreni hastasının yaşadığı tahmin ediliyor. Genel olarak dünyanın hemen her yerinde toplumda yaklaşık %1 sıklığında görülüyor. Ancak kan bağı olan akrabaları arasında şizofreni hastaları bulunanlarda, bu ruhsal rahatsızlığın görülme sıklığı artıyor.
24 Mayıs, yani bugün, “Dünya Şizofreni Günü” olarak anılıyor. Bu özel günün amacı; bu hastalığa karşı farkındalığı artırmak, özelinde şizofreni -genelinde tüm psikiyatrik hastalıklar- ile ilgili mitler ve batıl inançlar ile mücadele etmek ve insanlara doğru bilgileri ulaştırmak.
Şizofreni, en az bir ay süren semptomlarla giden kronik bir ruh sağlığı sorunu ve sıklıkla kişinin ömür boyu tedavi görmesini gerektiriyor. Kişinin sanrılardan bahsettiği veya sanrılara göre davrandığı zamanlar dışında, işlev ve davranışla ilgili herhangi bir sorunu varmış gibi görünmeyebiliyor.
Şizofreni belirtileri üç alanda sınıflandırılıyor:
Şizofreni
Biyolojik çeşitliliğin korunması amacıyla 22 Mayıs 1992 tarihinde imzalanan Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi' nin (BÇS) kabul edilişinin yıl dönümü olan 22 Mayıs, her yıl tüm dünyada “Biyolojik Çeşitlilik Günü” olarak kutlanıyor. “Biyoçeşitlilik”; kara, deniz ve diğer sucul ekosistemlerde bulunan canlı türlerinin çeşitliliği ile bu türler arasındaki farklılaşma ve ilişkileri ifade eden bir kavram.
Biyoçeşitlilik denince yalnızca doğadaki bitki ve hayvan türleri akla gelse de; bu kavramın genetik çeşitlilikten habitat çeşitliliğine ve hatta ekolojik süreçlere kadar geniş bir kapsamı var. Öncelikle; üzerinde yaşadığımız gezegenin sağlıklı bir şekilde işlemesi, biyoçeşitliliğin istikrarlı bir şekilde devamına bağlı. Ancak uzunca bir süredir, biyoçeşitliliğin gidişatı ciddi bir şekilde alarm veriyor.
Türkiye’ de biyoçeşitliliğin korunması yolunda çalışan başlıca iki sivil toplum kuruluşumuz bulunuyor: WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) ve Greenpeace Akdeniz – Türkiye (Yeşil Barış Akdeniz Derneği). Ben bugün kutladığımız “Dünya Biyolojik Çeşitlilik Günü” nde, özetle, her ikisinden de söz etmek istiyorum Sizler’ e…
Doğal Hayatı Koruma Vakfı’ nın kuruluş hikayesi 1975 yılına dayanıyor. O tarihte Kelaynaklar’ ın Birecik’ teki popülasyonu, tarımda yoğun ilaçlama nedeniyle, tükenme noktasına gelmiş. Ülkemiz’ in doğa koruma tarihinde önemli bir rol oynayan Kelaynaklar’ ın koruma altına alınması çalışmaları, Doğal Hayatı Koruma Vakfı’ nın temellerini teşkil eden Doğal Hayatı Koruma Derneği’nin kurulmasına vesile olmuş. Derneğin kurucuları ve üyeleri; o tarihten bu yana Ülkemiz’ in doğal zenginliklerini korumak adına yürüttükleri faaliyetleri, 1996 yılından bu yana “Doğal Hayatı Koruma Vakfı” olarak sürdürüyor. Doğal Hayatı Koruma Vakfı, 2001 yılında 100’den fazla ülkede faaliyet yürüten dünyanın en köklü ve en büyük doğa koruma kuruluşlarından WWF (World Wildlife Fund- Dünya Doğayı Koruma Vakfı) ağının bir parçası haline gelerek Vakfın Türkiye ofisi oldu. Halen çalışmalarını WWF’ ın küresel çalışma alanları olan; Denizler, Biyoçeşitlilik, Tatlı Su, İklim-Enerji, Ormanlar, ve Gıda ve Tarım olmak üzere altı ana alanda ve bu alanlarla bağlantılı olarak Eğitim, Plastik gibi başlıklarda sürdürmeye devam ediyor.
İnsanlığın doğayla uyum içinde yaşadığı bir geleceğin kurulması için çalışan WWF-Türkiye; Doğa tahribatı, iklim değişikliği, doğal kaynakların aşırı tüketimi, kirlilik, yasadışı avcılık gibi insan kaynaklı sorunlarla mücadele ederek, doğal yaşam alanlarının azalması ve türlerin kaybıyla sonuçlanan tehditleri durdurmayı amaçlıyor.
Doğal Hayatı Koruma Derneği olarak kurulduğu 1975’ten bu yana devam eden tarihinde, paydaşları ve destekçileriyle;
Dünyada “Greenpeace” (Yeşil Barış); küresel çevre sorunlarını ortaya çıkarmak, yeşil ve barış dolu bir gelecek için gereken çözümleri sunmak amacıyla şiddetsiz ve yaratıcı çözümler sunan, bağımsız kampanyalar yürüten bir organizasyon.
Greenpeace Türkiye
2010 yılından bu yana Sabancı Üniversitesi Kurumsal Yönetim Forumu (SU CGF) çatısı altında Türkiye operasyonunun yürütüldüğü CDP (Carbon Disclosure Project); kâr amacı gütmeyen, Londra merkezli uluslararası bir kuruluş. CDP, şirketler ve şehirler için dünyanın tek küresel çevre ve doğa raporlama sistemini sunuyor. 2000 yılında Londra’da kurulan CDP; sermaye piyasalarının ve kurumsal tedarik zincirlerinin gücünü kullanarak, şirketlerin çevresel etkilerini şeffaf bir şekilde raporlamaları konusunda öncü bir rol oynuyor.
Şirketlerin ve şehirlerin doğal kaynakları ve doğal sermayeyi nasıl kullandıklarını, sınırlı kaynakların yeniden üretimini nasıl etkilediklerini ve bu alandaki riskleri nasıl yönettiklerini kamuoyuna, yatırımcılara ve satın alıcılara raporlamalarına aracılık eden CDP; iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak ve doğal kaynakları korumak amacıyla iş dünyasının işleyiş şeklini değiştirmeyi amaçlıyor. CDP, özetle; “Gezegen için olumlu” (Earth-positive) kararların alınmasını sağlayacak verileri ortaya çıkarmak; insan, gezegen ve kârın uyum içinde dengelendiği bir dünya yaratmak için çalışıyor.
2025 yılı itibariyle 140 trilyon dolar varlığı yöneten 700’den fazla yatırımcı ve 6,4 trilyon dolar satın alma gücüne sahip 330 tedarik zinciri üyesi; riskleri yönetmek, fırsatları belirlemek ve daha akıllı, sürdürülebilir kararlar almak için CDP’ nin raporlama sistemini ve verilerini kullanıyor.
2024 yılında, 25.000’e yakın şirket ve 1100’den fazla şehir, CDP aracılığıyla çevresel verilerini raporlamış bulunuyor. CDP; topladığı bu verileri karşılaştırılabilir hale getiriyor ve alanındaki uluslararası raporlama standartlarını geliştirmeyi hedefliyor. Yatırımcılar ve büyük satın alıcılar adına toplanan bu veriler; CDP tarafından hazırlanan analizler ve raporlar yardımıyla iş, yatırım ve politika yapım süreçlerinde kullanılıyor. CDP derecelendirme sonuçları; sürdürülebilir, dirençli ve karbonsuzlaştırılmış bir ekonomi yaratmak adına yatırım ve satın alma kararlarında, tüm dünyada yaygın bir şekilde kullanılıyor.
Türkiye çalışmalarını Sabancı Üniversitesi Kurumsal Yönetim Forumu’nun üstlendiği, dünyanın en büyük çevre raporlama platformu olan CDP’ nin 2024 yılı Türkiye Sonuçları; 16 Mayıs 2025 Cuma günü, ”CDP Türkiye 15. İklim Değişikliği ve Doğa Konferansı: 2024 Sonuçları ve Ödül Töreni” ile açıklandı. Garanti BBVA’ nın ana sponsorluğunda Türkiye faaliyetlerini gerçekleştiren CDP Türkiye’nin 2024 yılına ait analizlerini ve bulgularını içeren “CDP Türkiye 2024 İklim Değişikliği ve Doğa Raporu” ve CDP’ nin Global Derecelendirme Metodolojisine göre belirlenen CDP Global Liderleri, etkinlik sırasında kamuoyu ile paylaşıldı.
CDP, bu yıl dünya genelinde 23.000’e yakın şirketi derecelendirdi; bu şirketlerin yalnızca %2’si en yüksek derecelendirme notu olan “A” notunu aldı. Türkiye’den 28 şirket, CDP’ nin Küresel A Listesi’ne girerek bu lider gruba dahil oldu.
2024’te CDP, İklim Değişikliği, Ormansızlaşma ve Su Güvenliği soru setlerini tek ve entegre bir Kurumsal Soru Seti altında birleştirerek, raporlama yapısını köklü biçimde dönüştürdü. Plastikler ve biyoçeşitlilik ilk kez bağımsız tema alanları olarak ele alınırken, küçük ölçekli işletmelere yönelik yeni bir özel KOBİ Soru Seti de raporlama sürecine dahil edildi. CDP aracılığı ile dünya genelinde yaklaşık 25.000 şirket çevresel verilerini açıklarken, Türkiye’den 138 şirket raporlama yaptı. Bir önceki yıla kıyasla, Türkiye’de raporlama yapan şirket sayısı iklim değişikliği tema alanında %21, su güvenliği alanında %65 ve ormansızlaşma alanında ise dikkat çekici şekilde %220 oranında arttı.
CDP Türkiye 2024 İklim Değişikliği ve Doğa Raporu’ na göre; Türkiye’ den CDP’ ye raporlama yapan şirketlerin büyük çoğunluğu, çevresel risk ve fırsatları, üst düzey yönetişim ve stratejik karar alma süreçlerine entegre etmiş bulunuyor.
Günümüzde rastlanan sağlık sorunları arasında sık görülen hastalıkların nedenlerinin başında, yanlış ve düzensiz beslenme ile egzersizin yer almadığı hareketsiz yaşam tarzı bulunuyor. Buna bağlı olarak, toplumda; damar sertliği ile birlikte başta kalp hastalıkları olmak üzere, ciddi sağlık problemleri yaygınlıkla gözleniyor. Sık görülen bu hastalıklardan biri de beyin damar hastalıklarına bağlı görülen felç veya inme.
Dünya Sağlık Örgütü, inmeyi; “damarsal neden dışında görünürde başka bir neden olmadan ani gelişen, bölgesel veya tüm beyni ilgilendiren işlev bozukluğu” olarak tanımlıyor. İnme; vücut fonksiyonlarında kalıcı hasarlara neden olabildiği gibi, ölümle de sonuçlanabiliyor.
İnme, beynin bir bölgesine kan akışının ani olarak kesilmesi veya azalması sonucu ortaya çıkıyor. Beyne yeterince oksijen ulaşamadığında, beyin hücreleri hızla zarar görmeye başlıyor. Zamanında müdahale edilmezse, kalıcı engellilik ve hatta ölümle sonuçlanabiliyor. Türkiye'de her yıl yaklaşık 200.000 kişi inme geçiriyor ve bu vakaların önemli bir kısmı kalıcı engelliliklere yol açıyor.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre, inme; dünyada en yaygın ikinci ölüm nedeni ve en yaygın birinci kalıcı engellilik sebebi olarak öne çıkıyor. Türkiye'de ise her 4 dakikada bir kişi inme geçiriyor ve bu durum ciddi bir halk sağlığı sorunu oluşturuyor.
Bu yıl 13 Mayıs tarihinde anılan ‘Avrupa İnme Farkındalık Günü’, inme konusunda bilinçlenmeyi artırmak ve bu alandaki eşitsizliklere dikkat çekmek amacıyla, önemli bir fırsat sunuyor bizlere. Ben de bu fırsattan yararlanarak hem kendi bilgilerimi tazelemek hem de bu bilgileri Sizler’ le paylaşmak istedim.
İnmede ilk 4.5 saat hayati önem taşıyor; ‘İnmede Çare, Erken Müdahale’. İnme nedenli ölüm ve engellilikten kurtulabilmek için inmenin en sık belirtileri olan ‘yüzde kayma, kolda güçsüzlük ve konuşmada bozulma’ gelişmesi durumunda; hemen 112 aranarak, hastanın acil inme tedavisinin sağlandığı en yakın merkeze yetiştirilmesi gerekiyor.
Pıhtı eritici tedavi verilebilen veya anjiografik girişim uygulanabilen hastaların, diğer inme hastalarına göre, engellilik ve başkalarına bağımlı yaşama riski ciddi oranda azalıyor. Tedaviye inme başlangıcından sonraki ilk 4.5 saat içinde başlanması gerekiyor. Bununla birlikte, tedaviye ne kadar erken başlanırsa tıkalı beyin damarının açılma şansı da o kadar yüksek oluyor.
Köy Okulları Değişim Ağı (KODA), köylerdeki çocukların daha iyi bir eğitim alabilmesi için 2016’da kurulmuş bulunan bir dernek. Öğretmenlere, öğretmen adaylarına ve ebeveynlere yönelik eği̇ti̇m faaliyetleri yürütüyor, kırsalda eği̇ti̇m meselesine dair araştırma ve savunu çalışmaları yapıyor ve yerel koşullara uygun eğitim içerikleri geliştiriyor.
Tüm çocukların geleceğe hazır olabilmeleri, kendilerini keşfedip hayallerini gerçekleştirebilmeleri ancak iyi bir eği̇ti̇m ile mümkün. KODA, bu bağlamda, 2015 yılında başladığı saha ziyaretlerinin çıktılarını net olarak görebilmek için; 2016 yılında, farklı bölgeden öğretmenlerin köydeki durumlarını tespit etmek istedi ve bu öğretmenlerle bir anket çalışması yaptı.
Yaptığı bu çalışmayla köy okullarındaki eğitime dair bir çerçeve elde etmiş olan Dernek; bu çalışmanın ardından, aileler ve çocukların da dahil olduğu mülâkatlar ve saha ziyaretleri gerçekleştirmeye başladı. Ardından, tüm bu çalışma ve araştırmaların yer aldığı “Öğretmen Gözünden Köy Okulları ve Köy Öğrencileri: Avantajlar, Problemler, Çözüm Önerileri” başlıklı raporunu yayınladı.
Hazırlanan rapor ve yapılan araştırmaların sonucunda aşağıdaki bilgilere ulaşıldı:
Tüm bu verilerin yanında bu araştırma, köylerde; “Okulların doğayla iç içe olması”, “Sınıf mevcudunun az olması” ve “Okul, aile, köy arasındaki yakınlık,” gibi önemli fırsatların da olduğunu gösterdi.
Böylece KODA fikrinin de ortaya çıkması sağlanmış oldu. Ve KODA, 2016 yılında, “Köy Okulları Değişim Ağı Derneği” olarak resmi statüsünü aldı.
Şubat 2017 yılında ilk saha faaliyetlerini yürütmeye başlayan KODA, Ekim 2017’de ilk fonunu aldı. Kuruluşunun birinci yılına girdiği Aralık 2017 yılında, İbrahim Bodur Sosyal Girişimcilik Ödülleri’ nde bir ödül kazandı. Çalışmaları yoğun bir şekilde devam ederken, 2018 yılında, “Köy Öğretmenleri Projesi” ni başlattı. Temmuz 2019’ da Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmen Yetiştirme ve Geliştirme Müdürlüğü ile iş birliği içinde çalışmaya başladı. Aynı yılın Kasım ayında Ashoka Fellowship* ağına dahil oldu.
KODA’ nın Milli Eğitim Bakanlığı ile yakın temasları, Aralık 2019’da iş birliği protokolüne dönüştü. Mart 2020’de yaşanan COVID-19 pandemisiyle
Yaşam için Toprak Derneği’ nin kurucuları Elif Çatıkkaş ve Yasemin Kırkağaçlıoğlu; şehirde ekolojik yaşam alanları yaratmanın yollarını aramaya Kokopelli Şehirde girişimi ile,
2017 yılında başlamış.
Kokopelli Şehirde; küçük adımlarla ve şehirden uzaklaşmadan da ekolojik ve sürdürülebilir yaşam alanları oluşturmanın mümkün olduğunu göstermek ve bu yönde öğrenmek isteyen herkese destek olmak amacıyla, bir girişim olarak kurulmuş.
Kokopelli Şehirde, kompost, kent bahçeciliği, yağmur suyu hasadı gibi pek çok ekolojik yaşam örneklerini uygulamalı olarak hayata geçirerek; eğitimler düzenliyor, farkındalığın artması ve şehirde sürdürülebilir yaşam pratiklerinin yaygınlaşması için çalışıyormuş.
Kokopelli kurucuları “şehirde de mümkün” diyerek okullar, belediyeler, mahalle oluşumları ile iş birliği yaparak ekolojik yaşam eğitimleri veriyor ve kent bahçeciliği uygulamalarını hayata geçiriyormuş.
Üzüntü, mutluluk, heyecan ve kızgınlık gibi duygularımızın bir anlamda dışa vurumu ağlamak… Ağlamak, çoğunlukla güçlü bir duygu yükü ile tetikleniyor. Bu duygular; stres, üzüntü, korku, mutluluk, hatta öfke gibi çeşitli durumlar olabiliyor. “Ağlama, beynimizin duygusal merkezleriyle bağlantılı bir şekilde ortaya çıkıyor. Beyindeki limbik sistem, bizi güçlü duygulara yönlendiriyor ve bu da gözyaşlarını tetikliyor.”
Gözyaşı gerçeğini, Çağın Göz Hastanesi doktorlarından Op. Dr. Levent Tahsin Özdöker’ den öğreniyoruz:
Aslında ağlamak, ruh halimizin bir yansıması… Ve içsel bir boşalım sağlıyor. Ancak ağlamak sadece duygusal bir tepki değil, aynı zamanda vücudumuzun biyolojik bir savunma mekanizması…
Ağlamak, vücutta bir tür rahatlama sağlıyor. Stresli veya yoğun bir durumdan sonra, gözyaşları; vücudun kimyasal dengesini yeniden kurmaya yardımcı olabiliyor. Ayrıca, gözyaşları; gözleri nemlendirerek yabancı maddelerden arındırılmasına da katkıda bulunuyor. İlginç bir şekilde, gözyaşı dökerken; sadece psikolojik değil, biyolojik anlamda da kendimizi iyileştirmiş oluyoruz. Birçok araştırma, gözyaşlarının stresle ilintili toksinleri vücuttan atmak için önemli bir yol olduğunu gösteriyor.
Üç çeşit gözyaşımız var ve her biri farklı bir amaca hizmet ediyor:
İnsan vücudundaki tüm sıvılar tuz içeriyor. Bu yüzden göz yaşlarımız da tuzlu. Gözyaşında bulunan tuz, mikroorganizmaların yaşaması için kritik bir öneme sahip. Bunun dışında, gözyaşının tuzlu olmasının bir başka nedeni de; gözlerin aşırı kurumasını engellemek. Tuz, sıvıların göz yüzeyinde daha uzun süre kalmasını sağlıyor, bu da gözleri nemli tutarak koruyor. Ayrıca gözyaşının tuzlu olması, gözdeki yabancı maddelerin ve potansiyel zararlı mikropların temizlenmesine de yardımcı oluyor.
Peki, kadınların erkeklerden daha fazla ağladığı doğru mu? Evet, doğru… Kadınlar erkeklerden %60 oranında daha fazla ağlıyor. Bunun nedeni tam olarak bilinmiyor; ancak, kadınların duygusal altyapısının daha güçlü olduğu ve bu yüzden daha fazla ağladıkları bir düşünce olarak öne sürülüyor. Ayrıca, kadınların genetik yapıları ve hormon düzeylerinin de ağlama eğilimlerini etkileyebileceği de; dile getirilen farklı bir düşünce. Erkeklerin ise, gözyaşı kanallarının daha dar olması nedeniyle, gözyaşlarını daha az üretmeleri olası görülüyor. Ancak, her bireyin duygusal yanıtlarının farklı olduğunun; bu yüzden ağlamanın da bireysel farklılıklar gösterebileceğinin de unutulmaması gerekiyor.
Gözyaşı fazlalığı ya da azlığı veya yokluğu; aslında, sağlık sorunlarımızın ipucu